REPO
Alm. Repo, Fr. Repo, İng. Repurchase Agreement. Bir bankacılık ve finansman tekniği. Repo, İngilizcedeki “Repurchase Agreement” kelimelerinden kısaltma yoluyla Türkçeye girmiştir. Türkçe karşılığı olarak, “Geri Satın Alma Anlaşması” “Yeniden Satın Alma Anlaşması” veya “Geri Alım Sözleşmesi” gibi deyimlerle de ifâde edilmiştir. Ancak bunların hiçbirisi dilimize “Repo” kadar etkili bir şekilde girememiştir.
Teknik olarak ifâde etmek gerekirse repoyu kısa vâdeli bir fon toploma metodu olarak târif edilebilir. Genel olarak repo işlemi, “Satıcının, menkul değerleri ileride belirli bir târihte ve önceden kararlaştırılmış bir fiyat üzerinden tekrar satın alma taahhüdü ile satmasıdır.” Taraflar arasında mübâdeleye konu olan menkul değerin asıl fonksiyonu borç veren tasarruf sâhibine bir teminat sağlamasıdır. Bu sebepledir ki, repo işleminde teminat olarak kamu kesimince ihraç edilen devlet tahvili, hazine bonosu ve gelir ortaklığı gibi menkul değerler tercih edilmektedir.
Borçlar Kânununa göre repo, kabaca bir satış anlaşması; Bankalar Kânununa göre bir mevduat ve fon toplama türü, tasarruf sâhipleri bakımından ise kısa vâdeli bir yatırımdır. Türk hukuk düzeninde bankalarca yapılan repo işlemiyle ilgili birçok tartışma yapılmıştır.
Türk sermâye piyasası repo ile esas îtibâriyle 1990 yılında tanıştı. Devletin piyasaya iç borçlanma amacıyla çok sayıda devlet tahvili ve hazine bonosu sürmesinden sonra 1990 yılının başında piyasada repo yapmaya elverişli çok sayıda menkul kıymet meydana gelmiştir. Repo işlemlerinin başlamasının bir başka sebebi ise söz konusu menkul kıymetler için ikinci bir pazarın mevcut olmamasıydı.
13 Mayıs 1992 târihli Resmî Gazete’de yayınlanan 3794 sayılı kânun ile yapılan değişiklikten sonra repo bir sermâye piyasası işlemi hâline gelmiş ve hukûkî bir çerçeveye kavuşmuştur.
Alm. Riff (n), Klippe (f), Fr. Récif (m), İng. Reef. Hayatlarını sıcak denizlerde devam ettiren ve mercan ismi verilen deniz hayvanları iskeletlerinin artıklarının yığılması netîcesi ortaya çıkan birikme. Su hizasında bulunan kaya zincirlerine de “resif” ismi verilmektedir. Mercanların açık denizlerde teşekkül ettirdikleri birikintilere ise atol denmektedir.
Resifler, sıcaklığı 18 derecenin üstünde olan denizlerde görülmektedir. Bu derecenin altındaki denizlerde resife rastlanmaz. Bu sıcaklık derecesinde bulunan denizler 35. kuzey, 32. güney paralelleri arasında yer almaktadır.
Okyanusya’da, Avustralya’nın güneydoğu ve kuzeybatı kıyılarında, Hind Okyanusunda, Afrika ve Amerika kıtalarının doğu kıyı kısımlarında, Endonezya Adaları ile Kızıldeniz’de Akdeniz kıyılarının bâzı yerlerinde de mercan resiflerine rastlanmaktadır. Resifler çok az büyürler. Büyüme oranları yılda birkaç milimetre ile üç cm arasında değişmektedir. Mercanların denizlerde meydana getirdikleri resifler üç kısımdır:
Atoller: Bunlar deniz ortasında dâireler şeklinde görünürler. Atoller bâzen deniz ortasında büyük yığınlar hâlinde görülür. Çaplarının 60 km’ye ulaştığı görülmektedir.
Set resifleri: Kıyıdan 100-150 metre kadar açıklarda kıyı kısımlarına paralel olarak uzanırlar. Avustralya’nın kuzeydoğu kıyı açıklarında bulunan ve 2400 km uzunluğunda olan “büyük set” diye isimlendirilen resif, bunlardan biridir.
Kıyı ve kenar resifleri: Mercanların, hemen karaların kenarlarına kıyı şeridine yerleşmesiyle meydana gelir.
Alm. Bild (n), Fr. Tebleau (m), İng. Picture. Duygu ve düşüncelerin çizgi, hareket, renk ve tonlarla kâğıt, bez, mukavva, ağaç vs. yüzeyler üzerine kalem ve boyayla ifâde edilme sanatı. Plâstik sanatlar içinde önemli yeri olan resim, günümüzde yaygındır. Formları siyâh-beyaz olarak veya renk ve çizgiyle iki boyutlu satıh üzerinde tasvir edilen şey, diye de târif edilmektedir.
Duvar afişleri, reklâmlar, kitaplar, endüstriyel yiyecek ve giyecek maddelerinin yazı ve resimleri resim sanatının içindedir. Tanınmış kimselerin resimle anlatımı, târih içinde, zaman zaman çok rağbet görmüştür. Matbaanın keşfinden önce yazılan el yazması kitaplar, resim ve tezyinatla süslenerek zenginleştirilmiştir. İnsanlığın ele geçen en eski izleri olan mağara buluntuları arasında dikkati en çok çeken Kuzey İspanya, Güney Fransa mağaralarındaki duvara yapılmış, renkli hayvan resimleri, av sahneleri ve tabiata âit resimlerdir. En eski resimler İspanya’da Altomıra Mağaralarında 15.000 yıl önceye âit olduğu sanılan duvar resimlerindeki bizon (boğa figürü) resimleri olarak bilinmektedir.
Bâzı insan toplulukları resmi, bir anlatma vâsıtası olarak kullanmışlardır. Haberleşmede kullanılan resim yazılar (hiyeroglif), sonraları biçimlerini değiştirerek harf ve rakam şekillerini almışlardır. Bu resimler, kömür hâline getirilmiş odun ve kemik parçalarının kalem olarak kullanılmasıyla çizilmiş ve bâzıları da sert cisimlerle kazınarak yapılmıştır. Renk olarak tabiî boya olan toprak boyalar kullanılmıştır.
M.Ö. 3000 yılından beri Mısır’da, mezar odalarını ve duvarlarını, ölünün gündelik hayâtından alınan resim kesitleri ve temsîli tasvirler kaplar. M.Ö. 600 sıralarında ise papirüsler üzerine yapılan en eski minyatür sayılabilecek resimler kazılarda meydana çıkarıldı.
Klasik Yunan devrinde (M.Ö. 400) resim tasvir sanatı olarak kabul edildiğinden bunlar da duvar resimleri yaptılar. Tahta parçaları tebeşirle astarlandıktan sonra fırça ile “tempera” tekniğinde resim yapılıyordu.
Ortaçağda Bizanslılarda, renkli taşların yan yana dizilerek yapılan mozayik resmin yanında, freskler de önemli duvar süslemesidir. M.S. 4. yüzyıldan îtibâren parşömen üzerine altın, gümüş, yaldızlı çeşitli renkli kitap resimleri yapmışlardır. “İkon” adı verilen tablo hâlindeki Hıristiyanlığa âit dînî resimler ortaçağda etkilidir. Beşinci yüzyıldan beri İrlanda ve Anglo Saksonlarda; 7. yüzyıldan sonra da Avrupa’da kitap minyatürleri en önemli ifâde vâsıtası olmuştur.
Ortaçağ resminde, altın zemin üzerinde, mekânsız, ağırlıksız figürler, tabiattan uzak, dînî, mistik hava içindeyken, yavaş yavaş tabiata yaklaşma başladı.
Ortaçağın sonlarında Giotto adındaki İtalyan ressamı, tablolarında konunun yeri, perspektif, açık-koyu gibi unsurları işleyerek “resmin babası” ünvânını kazanmıştır.
Yeniçağın resim sanatına, Fransızcada “yeniden doğuş” anlamına gelen Rönesans adı verilir. Bu çağın hazırlanışı, gelişmesi uzun sürmüş, fakat uyguladığı kurallar resim sanatının temeli olmuştur. Rönesans sanatının en güçlü sanatçıları Leonardo da Vinci, Michel-Angle, Raphael’dir.
Masaccio, Floransa çığırını ilerletmiştir. Mekân içinde gösterilen, hacim kazanan insan anatomisi inceden inceye işlenmiştir. Parlak renkleriyle Uccello, zarif figürleriyle Fıa Angelico, hayal dünyâsını yansıtan Boticelli, devrin insan ve kıyâfetlerini resmetmekte Ghirlandajo meşhurdurlar.
Leonardo da Vinci ile Raffaello’da dengeli geometrik bir bütün, kompozisyonda esastır. Raffaello dînî konular yanında, antik dünyâya âit resimler de yapmıştır. Tiziano, Giargione, Tinterretto ışıkları yansıtan sıcak renkleriyle ayrı bir üslûp geliştirmişlerdir.
Kuzey memleketler sanatına Rönesans geç girmiştir. Flamanlardan Hubert van Eyck ile kardeşi Jan van Eyck (M.S. 1400) yağlı boyayı geliştirdiler. H. Bosch ile başlayan “hikâyeci resim” Hollanda’da Pietor Boughel ile gelişti. Kuzey resminde dâimâ ifâdeye önem verilmiştir. A. Dürer (Alman), sâde ifâde kudreti üzerindeki başarısı ile tanınır. M. Grünewald (M.S. 1500) resimde renk ve fâdeyi sembolik değerlerle kuvvetlendirdi. H. Holbein portreleriyle ün saldı.
Lümünistik sanat: Rembrant ve Titien, yeni bir görüşle kendi anlayışlarına uygun tablolar yapmaya başladılar. Göstermek istedikleri kısımları aydınlatıyorlar, diğer yerleri de gölgeler içinde bırakıyorlardı. Bu tarzda çalışan ressamlar lümünistik sanat (ışık-gölge) grubunda yer aldılar.
Barok sanatı: Rönesansın dış yüze âit kompozisyonları, ışık-gölge oyunlarıyla hareketlenen renk kütlelerine yerini bırakır. Mekânda göz derinlere çekilir. İspanya’da El Greco (1541-1614) mistik havada dînî resimleriyle; Velazquez (1599-1660) portreleri ve târihî resimlerine ışık katarak hareketlendirdiği mekânlarıyla barok ustasıdırlar. Ruisdael, Hobbema gibi Hollandalı ressamlar, Rembrant gibi, manzara resmine duygulu bir üslûp kazandırmışlardır.
Romantizm (duygusallık): Romantizm resimanlayışı, konuları daha çok duygusal yönden ele aldı. Genellikle peyzaj ve toplum yaşayışını ele alan bu grubun ressamları tabiat ve insanları belirtmeğe çalışmışlardır. Delaecoix, Corot, Goya başlıca ressamlardır.
Realizm (Gerçekçilik): Bu akımdan önce konular, saray ve saray yaşantıları, portreler ve en güzel manzaralar dikkatle seçilip işlenirdi. Tabiatı olduğundan daha güzel ve yüksek göstermek gelenek hâlini almıştı. Millet, Courbet, Davmier halkın yaşayışlarını konu alıp, hayâtı ve tabiatı olduğu gibi yansıtmışlardır. Realizme göre; gerçek, güzel olan şeydir.
Empresyonizm (İzlenimcilik): Yeniliklerin hareket noktası sayılır. Empresyonistler tabiattan aldıkları konuları resimliyorlardı. Açık havaya, kırlara çıkan ressamlar, her an değişen ışık ve gölgeleri, tabiatın canlılığını küçük fırça vuruşlarıyla, renk hâlinde geçiriyorlardı. Meselâ ağaçların yeşil rengi öğle üzeri daha parlak, daha canlı görüldüğü hâlde akşama doğru koyu renkte ve donuk görünür.
Bu akımın sanatçıları açık havada çalışmaya önem vermişlerdir. Çünkü aradıkları canlı ve temiz renkleri gün ışığının parlaklığında bulmuşlar, koyu ve karanlık renklere resimlerinde yer vermemişlerdir. Renk, ya olduğu gibi veya değerini düşürmeyen başka renkle karıştırılmıştır. Işıklar sarı, turuncu, kırmızı tonlarında aranmış, gölgelerde bunların zıtları olan mâvi, mor, yeşille boyanmıştır. Böylece renkleri kirletmeden eşyânın hacim etkisi sağlanmaya çalışılmıştır. Konular da değişiyor, artık her türlü tabiat parçası bir konu olabiliyordu. Saf renklerin önem kazanması ile resim gene dış yüzün işlenmesine dönüyordu.
Empresyonizmin ileri gelen temsilcileri; E. Manet, Ey. Degas, P. Renoir, C. Monet, P. Ceazanne ise daha objektif, daha sağlam şekiller vererek ekspresyonizme doğru adım atmış, daha geniş renk satıhlarına dönmüştür. P. Gauguin ile V. van Gogh, bu yolda ilerleyerek eserlerine ekspresyonizme yaklaşan sembolik mânâlar kazandırdılar. 1874’te Paris’te empresyonist ressamlar birleşerek ortak bir sergi açtılar. Monet’in “Güneş Doğarken İzlenim” adlı tablosu alay konusu oldu. Bu olaydan sonra “izlenimcilik” adını aldılar.
Ekspresyonistler (Anlatımcılık): 1901 yıllarında izlenimcilere tepki olarak doğdu. Bu akımda kişinin rûhî yaşayışı önem kazandı. Tabiat ikinci plânda kalır. Bu akımın sanatçıları kendilerini boğan, ezen ızdırapları, haksızlıklara karşı olan isyanları yeni bir renk ve biçim görüşüyle anlatmak istemişlerdir. İnsan vücutlarını çirkin, yüzlerini korkunç yapıyorlardı. Çizgileri kaprisli, kullandıkları renkler ise cesâretlidir. İlk ustaları Van Gogh ve Munch; sonra Kırchner, Nolde, Rouault, Modigliani’dir.
Kübizm: Kübist sanatçılar hayâlin eseri olan bir düzen koymuştur. Saf geometriye dayanan kübizm, plastik küplerle düzenini kuruyorlardı. Kübizm de başlangıçta diğer sanat akımları gibi anlaşılmamış, alaya alınmıştır. Hemen hemen her akımla ilgilenen Picasso kübizmin de kurucularındandır. Birinci Dünyâ Savaşından önceki yıllarda Paris’te gelişmiştir. Braque, Gris, Liger bu akımın sanatçılarındandır.
Puvantilizm (Noktacılık): Neo-empresyonizm (Yeni İzlenimcilik) diye de sanat târihine geçmiş olan bu akım, Empresyonist görüşlerin etkisinde kalmış, bir bakıma onun devâmı sayılır. Puvantalistler, bilimsel metotlarla renk karışımını uygulamışlardır. Gâye göz yolu ile renk karışımları sağlamaktır. Sanatçılar renkleri paletlerinde karıştırarak tuvale sürmüyorlar, onun yerine karışımın yapacağı renkleri yanyana küçük noktalar hâlinde koyarak bu etkiyi sağlıyorlardı. Meselâ sarı ve mâvi rengi, küçük noktalar veya kareler hâlinde yan yana sürüldüğünde uzaktan yeşil gözükür. Gözün bu aldanışı renklerde titreşim yapar, hoş bir görünüm de sağlar. Seurat ve Signac bu akımın başlıca sanatçılarıdır.
Fütürizm (Dinamizm-Hareket): 1909 yılında İtalya’da önce şiirde sonra da resimde çıkan, geçmiş ve geleneksel görüşleri reddeden bir akımdır.
Fütürizmde yapılmak istenen şey, evrendeki hareketin bir ânını tespit etmek değil, hareketin kendini duyurmaktır. Bu akıma göre her şey hareket hâlindedir ve değişmektedir. Bunlar daha çok fırtınalı denizler, son hızla giden otomobiller gibi hareketli konuları seçmişlerdir.
Bellibaşlı sanatçıları Boccioni, Severini, Balla’dır.
Fovizm (Yırtıcılık): H. Matisse 1905 yılındaki bâzı ressamlarla birlikte eserlerini sergiledi. Bu resimlerdeki renkler hemen hemen hiç karışmamışlardı. Biçimlerde de derinlik yoktu. Ressamlar hiç bir kural tanımadan kendilerini duygularına vermişlerdi.
Bir eleştirici sergiyi gezerken, eserlerin arasında klasik İtalyan üslûbunda küçük bir heykeli görünce “Vahşiler arasında bir Donetello” demişti. “Bir tabloya bakarken onun neyi göstermek istediğini unutmak gerek.” görüşü hâkimdir. Böylece Fovistler olarak tanındılar.
Matisse, Dufy, Vilamincle, Derain gibi sanatçılar bu akımdandır.
Dadaizm: Edebiyat ve sanatta bir akımdır. Birinci Dünyâ Savaşı sırasında 1916’da başlamış, Almanya ve Amerika’da ortaya çıkmıştır. Dadaizm, eski toplum hayâtını, sanat ve kültürü topyekün yıkmayı hedef tutan bir akımdır. En ilgi çeken yönü sanata karşı çıkan bir akım olmasıydı. Temsilcileri Duchamp, Picabia, Arsenberg’dir.
Sürrealizm (Gerçeküstücülük): Sürrealist ressamlar tabiatın mantıkî görünüşünü değil, insanın şuur altında ve rüyâlarındaki âlemi göstermek istemişlerdir. Klee, Miro ve Salvador Dali bu dalda tanınmış isimlerdir.
Soyut (Müşahhas) resim: Abstre veya Nonfigüratif diye de adlandırılan ve tabiat gürültülerine bağlı olmayan bir akımdır. Biçim ve renklere serbestlik tanıması sebebiyle heykeltraşlık, süsleme, dekor, kostüm, günlük eşyâların biçim ve renkleri bile soyut sanatın etkisi altında kaldı. Bu akımın gâyesi çizgi ve renkleri düzenli bir biçimde yüzey üzerine yerleştirerek duygusal kompozisyonlar elde etmektir. Kandinsky ve Mondrian bu akımın temsilcileridir.
Çağdaş resim alanlarının doğmasına etki eden faktörler:Gerçekleri arama tutkusunun uyanması; endüstrinin gelişmesiyle deney ve metodların önem kazanması; sosyoloji, psikoloji ve psikiyatri gibi ilimlerin ortaya çıkmasıdır.
Türklerde Resim
Üç dönemde incelenir: 1) İslâmiyetten önce, 2) İslâmiyet çağı, 3) Batı etkisinde Türk resmi.
İslâmiyetten önce: Türklerin resim târihi Ortaasya’da yaşadıkları devirlere kadar gider. Çadır medeniyetine sâhip Türk boylarından, günümüze fazla eser kalmamıştır. Halı, kilim, kumaş ve derilerdeki işlemelerle, kullanılan eşyâ ve silâhların yüzeylerindeki motifler bu alandaki kâbiliyetlerini gösterir.
İslâmiyetten sonra: Türkler, İslâm dîninin kabul edilmesinden sonra, heykel ve canlı resmin haram olması sebebiyle süsleme ve güzel yazı yazma yoluyla kıymetli eserler vermişlerdir.
Selçuklular devrinde, süsleme sanatı, mîmârî yapılara girmiş, taş üzerine kabartma olarak yapılan bu çalışmalar insan, hayvan ve bitki motifleri süs unsuru olarak kullanılmıştır.
Minyatür resimler, konularını devlet adamlarının savaş, tören, av ve diğer yaşayışlarından alır. Perspektif kurallarına uyulmaz. Işık ve gölgeye yer verilmez. Şekiller kendi rengine uygun olarak düz boyanır. Figürler kişilerin önemine göre büyük veya küçük yapılır. Süs motifleri de en ince ayrıntılarına kadar gösterilir. Minyatür resimde suluboya ve guvaş tekniği kullanılır. Osmanlılar zamânında minyatür alanında gerçek bir gelişme görülür. Bu işi yapanlara nakkaş denilirdi. On sekizinci yüzyılda yaşamış olan Levni, minyatür alanında en güzel eserlerini vermiştir.
Batı Etkisinde Türk Resmi
On beşinci yüzyılda, Gentile Bellini adındaki İtalyan ressamının İstanbul’a gelip, Fâtih Sultan Mehmed Hanın portresini yaptığına dâir söylentiler varsa da bu hiçbir târihî kaynağa dayanmamaktadır. On sekizinci yüzyıl başlarında Üçüncü Ahmed Han zamânında Avrupa’dan İstanbul’a gelen ressamlar çalışmalar yapmışlar ve resimlerini Dolmabahçe Sarayında sergilemişlerdir.
İnsan, hayvan resmi ve heykelcilik alanında hiçbir çalışmanın yapılmadığı Osmanlı Devletinde hat, nakış, oyma, kakma, tezhip, tezyinat kollarında birbirinden güzel eserler verilmiştir. Sanatın, bütün inceliklerinin ortaya konduğu bu eserler günümüzde hayranlıkla seyredilmektedir.
Minyatürde ele alınan konuların yanı sıra, Batılı mânâda tuval resmi, tanzimattan sonra, askerî okullara resim dersinin konmasıyla başladı. Önceleri peyzaj, natürmort türde resimler yapılırken, sonradan figüre yer verildi. Şeker Ahmed Paşa, bu dönemin ilk ressamlarından olup Türkiye’deki ilk resim sergisini açmıştır. Sanayi-i nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Okulu)nin kurucusu (1883) Osman Hamdi Bey (1842-1913) ise, aynı zamanda, Eski Eserler Müzesinin kurucusu olup, ilk defâ müzecilik fikrini getirmiştir.
“1914 Nesli, Çallı Nesli” diye tanınan, genç Türkiye Cumhûriyetinin resim sanatı kurucuları olarak bilinen “İzlenimci” ressamlar arasında İbrâhim Çallı, Avni Lifij, Hikmet Onat, Nazmi Ziya Güran, Feyhaman Duran, Nâmık İsmâil, Sâmi Yetik, Ali Sâmi Boyar, Şevket Dağ sayılabilir.
1933’te Nurullah Berk, Zeki Fâik İzer, Cemal Tollu, Elif Naci gibi ressamlar, “D Grubu”nu kurdular, soyut akımı ve diğer eğilimleri Türkiye’ye soktular. Hâlen, günümüz Türkiye’sinde soyut (müşahhas) ve figüratif bütün Batılı ürünler sergilenmektedir.
Resim Tekniği
Resim yapılış tarzına ve tekniğine göre başlıca iki çeşide ayrılır: İlki desen denilen ve sâdece çizgilerle ifâde edilen kara kalem resim; ikincisi boya resim, yâni boyalarla ifâdesini bulan resimdir. Desen, kara kalem dediğimiz çizgi resimler de iki çeşittir: Gölgeli ve gölgesiz desenler.
Desende olduğu gibi çizgi veya gölge tekniğiyle resimler yapılsa bile, resim esas anlatım gücünü renklerle kazanır. Reklâm maksadıyla yapılan afiş ve grafik çalışmaları buna örnektir. Boya resminde kullanılan malzemelerin başlıcaları; “mumlu boya, sulu boya, yağlı boya, guvaş, pastel, ekolin ve tempera”dır.
Gravür; resimleri bir tahtaya veya mâden levhaya kazıyarak yaptıktan sonra kâğıt üzerine, kumaş üzerine basma tekniğidir. Çinko ve taş baskı gravürleri meşhurdur. Günümüz endüstrisinde en çok serigrafi baskı (üzerine gerilen ipek şablon yardımıyla yapılan baskı) çok kullanılmaktadır.
Resimde bir de fresk tekniği vardır. Resim tâze ve ıslak bir kireç tabakası üstüne yapılır. Islak zemine sürülen toz boyalar, kireçle karışarak ayrılmaz bir bütün meydana getirir. Uzun süre dayanan duvar resimleri ortaya çıkar.
Resim Türleri
Konularına göre resim türlerini şöyle sıralayabiliriz: a) Portre: Bir kimsenin tasviri, baş kısmı; b) Figür: İnsan tasviri, insan ve hayvanı konu alan resim. İnsanda bütün vücut gösterilir; c) Figüratif: Dış gerçeğin aynen tasviri. Soyut (müşahhas), abstre, nonfigüratif resmin zıttıdır. d) Natürmort: Cansız nesnelerin (meyve, çiçek, âlet vs.) resmi; e) Enteriyör: Binâ içi, ev içi resmi; f) Peyzaj: Manzara resmi; konusu kır, tabiat olan resim; g) Janr (genre): Günlük hayâtı anlatan resim; h) Şematik resim; i) Reklâm resimler; k) Teknik resim; l) Dekoratif resim; m) Soyut resim; n) Baskı resim.
Alm. Statsanzeiger (m), Gesetzblat (n), Fr. Journal (m), officiel, İng. Official newspaper. Hükümet adına yayınlanan devlet gazetesi. Türkiye Cumhûriyeti kânunlarını, hükümetin karar ve kararnâmelerini, tüzük ve yönetmeliklerini, Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi bir kısım yüksek yargı organları ile bâzı mahkeme kararlarını ve resmî kuruluş îlânlarını ilgililere ve halka duyurmak ve bunları yürürlüğe koymak üzere hükümet tarafından yayımlanan gazetedir.
Kuruluşu 6 Haziran 1925’tir. 21 Haziran 1970 târihine kadar resmî ve hattâ tâtil günleri dışında yayımlanmıyordu. Bu günden îtibâren hergün çıkmaya başladı. Hattâ bâzı günler ilâve baskılar bile yapılmaktadır. Aksama olmadan yayımlanmakta ve Başbakanlık Devlet Matbaasında basılmaktadır. 1964 yılında grev sebebiyle 20 gün (11761-11780 sayıları) TBMM ve Ankara Merkez Cezâevi matbaalarında basılmıştır.
Resmî Gazete’nin ilk adı, Ceride-i Resmiyye (Resmî Ceride) idi. Ancak Osmanlı Devletinde, Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında 1831 târihinde Esat Efendi tarafından Takvim-i Vakâyî adıyla haftada bir çıkıyordu. Resmî Gazete’nin başlangıcı bu târih kabul edilmektedir. 1911’de çıkarılan bir kânunla, kânun ve nizamların (İstanbul’da yayımlanan) Takvim-i Vakâyî’de yayınlanması esası” getirildi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ilk Ceride-i Resmiye’yi 7 Ekim 1920’de çıkardı. 133 kânun yayımdan sonra, 26 ay ara verildi. İkinci yayına başlama târihi 13 Eylül 1923’tür. Ancak 40 sayı çıkarılmıştır.
Resmî Gazete, 6 Haziran 1925 târihine kadar fasılalarla çıkarıldı. Ancak, 23 Nisan 1928’de kabul edilen 1322 sayılı “Kânunların ve nizamnamelerin yayın şekli ve meriyet târihi” kânunuyla, 1911’de çıkan kânunun hükmü kaldırıldı. Resmî Gazete yayınına hukûkî açıklık verilmiş oldu. Resmî Ceride adı, 17 Aralık 1927’deki 763 sayısından îtibâren Resmî Gazete olarak değiştirildi.
(Bkz. Peygamber)
Yemen’de 1231-1454 yılları arasında hüküm sürmüş olan hânedân. Resûlîlerin ataları, Eyyûbîlerin Yemen şûbesinin kurucusu ve Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kardeşi Turanşah ile birlikte, 1174 senesine doğru Yemen’e gelmişlerdir. Resûlîlerin ataları Muhammed bin Hârûn isminde bir Türkmendi. Aşîretiyle berâber Bağdat’a gidip, Abbâsî halîfesinin hizmetine girmişti. Abbâsî halîfeleri, bu zâta elçilik vazîfesi verdiler. Mısır ve Şam taraflarına elçi olarak gidip gelmesi dolayısıyla, zamanla kendisine elçi mânâsında, Resûl denildi. Sonraları Bağdat’ta çıkan bir isyân üzerine, Resûl, âilesini alıp Mısır’a gitti. O zaman Mısır’a hâkim olan Selâhaddîn-i Eyyûbî bu meşhur şahsa iyilikte bulunup himâye etti. 1174 senesinde Resûl’ün oğlu Ali’yi üç oğlu ile birlikte Yemen’e gönderdi. Kardeşi Turanşâh’a bunlara alâka ve himâye göstermesini tenbih etti. Böylece kendilerine babalarının lakabı sebebiyle Resûlîler denilen bu âile, Yemen’e yerleşti ve Eyyûbîlerin hizmetinde çalıştılar.
Ali bin Resûl, Eyyûbîler tarafından 1228 senesinde Mekke’ye vâli tâyin edildi. Daha sonra da Eyyûbî hükümdârı Melik Mes’ûd’un vekîli olarak Yemen’i idâre etti. Ali bin Resûl’ün oğlu Melikü’l-Mensûr Nûreddîn Ömer, 1229 senesinde hâkimiyeti tamâmen ele geçirip bağımsızlığını îlân etti. Zebîd’i başşehir yaptı. Taiz ve San’a’yı Zeydîlerden aldı. Yemen’i, Abbâsî halîfesinin vekili olarak idâre ettiğini iddiâ etti. Hicaz’dan Hadramut’a kadar hâkim oldu. 1250 senesinde öldürüldü. Yerine oğlu Melik Muzaffer geçti. Melik Muzaffer, uzun müddet hüküm sürdükten sonra 1295 senesinde Taiz’de vefât etti. Taiz’de Muzafferiye Câmiini yaptıran Melik Muzaffer, Mısır Memlûk Sultânı Kalâvun’la iyi münâsebetler kurdu.
Melik Muzaffer’in vefâtından sonra yerine oğlu Eşref Ömer geçti. Fakat kısa bir müddet sonra öldü (1297). Yerini kardeşi Melik Dâvûd aldı. Bunun devrinde Yemen ve Mısır arasında işbirliği daha da kuvvetlendi. Melik Dâvûd, Şâfiî mezhebine tâbi olup, ilimle meşgûl oldu. Kütüphâne kurmaya önem verdi. Kütüphânesinde 100.000 kitabın bulunduğu söylenirdi. İlme önem verip, âlimleri himâye eden Melik Dâvûd, 1321 senesinde ölünce, yerine oğlu Mücâhid geçti. Fakat bir müddet sonra öldürüldü ve yerine Efdâl Abbâs seçilerek 1377 yılına kadar iktidarda kaldı. Yerine oğlu Eşref İsmâil geçtiyse de, memlekette karışıklıklar oldu. Zeydî imâmları devamlı isyânlar çıkardılar. Bu karışıklıklar 1454 senesinde Resûlîler Devletinin yıkılmasına kadar devâm etti.
Resûlîler devrinde en önemli gelir kaynağı ticâretti. Ticâret ehlinin devlet içinde önemli bir yeri vardı. Ayrıca ticâret için Yemen’e gelenlere çok yardım ve alâka gösterilirdi. Hindistan’dan Yemen’e deniz yoluyla ticâret eşyâsı gönderiliyordu. Çin’den de Yemen’e bir elçi gelmişti. Diğer taraftan Yemen’e çalışmaya gelen Mısırlı ve Suriyeli sanatkârlara yüksek maaş verilir ve yakın alâka gösterilirdi.
Resûlîlerde, devletin en yüksek derecedeki vazîfelisi nâib, vezir, hâcib, özel kalem kâtibi, ordu kâtibi ve beytülmâl emîriydi. Yemen hükümdârları, saray teşrifâtında ve kıyâfette Memlûk sultanlarını taklit ediyorlardı. Bu o derecedeydi ki, mektupların üzerine attıkları imzâlarda bile benzerlik görülürdü. Bu imzâda verdiği nîmetlerden dolayı Allahü teâlâya şükreden (kul) mânâsına gelen, “Eşşâkirü lillah ale’n-ni’me” ibâresi yer alırdı.
Resûlî Melikleri |
Saltanatı |
Mensur I. Nûreddîn Ömer |
1229-1249 |
Muzaffer I. Şemseddîn Yûsuf |
1249-1295 |
Eşref I. Ömer |
1295-1297 |
Müeyyed Hızbürîddîn Dâvûd |
1297-1321 |
Mücâhid Seyfeddîn Ali |
1321-1363 |
Efdal Dergâmüddîn Abbâs |
1363-1376 |
Eşref II. Mümhedüddîn İsmâil |
1376-1400 |
Nâsır Selâhaddîn Ahmed |
1400-1424 |
Mensur II. Abdullah |
1424-1427 |
Eşref III. İsmâil |
1427-1428 |
Zâhir Yahya |
1428-1438 |
Eşref IV. İsmâil |
1438-1442 |
Muzaffer II. Yûsuf |
1442-1443 |
El-Mes’ûd |
1443-1454 |
Osmanlı pâdişâhlarının otuz beşincisi ve İslâm halîfelerinin yüzüncüsü. Çocukluğundan îtibâren husûsî olarak iyi bir tahsil ve terbiye ile büyüdü. Yüksek din ve fen bilgilerini okudu. Arapça ve Fransızcayı mükemmel bir şekilde öğrendi. Uzun şehzâdelik devrinin çoğunu okumakla geçirdi.
1890 senesinde İngilizlerin yardımıyla kurulan ve pâdişâh aleyhtârı Türk, Rum, Ermeni, Arnavud ve Yahûdîlerle Bulgar, Sırp ve Yunan çeteleri tarafından desteklenen İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1909 yılında Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indirdi ve yerine kukla bir vaziyette Mehmed Reşâd Hanı geçirdi. Devlet idâresine tamâmen hâkim olan İttihatçılar, istedikleri kabîneyi iş başına getiriyorlar, istemediklerini ise baskı ve tehditle görevden uzaklaştırıyorlardı. Sultan Abdülhamîd taraftârı diyerek pekçok kişiyi îdâm ettirdiler. Herkes ölüm ve hapis korkusu içine düştü. Memlekette can, mal ve nâmus emniyeti kalmadı. Devlet düşmanlığı, küfr ve dinden dönme moda oldu. Her vilâyette zâlimler, âsiler ve zorbalar türedi. Bunun netîcesi olarak Arnavutluk’ta isyân hareketleri başladı. Arnavutluk bölgesi mebusları, hükûmete mürâcaat ederek şiddet hareketlerine başvurulmadan bölgeye bir nasîhat heyeti gönderilmesini istediler. Ancak şiddet taraftârı olan İttihat ve Terakki mensupları, Mahmûd Şevket Paşa komutasında büyük bir orduyu Arnavutluk’a göndermelerine rağmen ve pekçok kan dökülmesine sebep oldukları hâlde isyânı önleyemediler. Sultan Reşâd, 16 Haziran 1911’de Kosova’ya gitti. 522 sene önce dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın zafer kazandığı yerde, yüz bin Arnavut ile Cumâ namazı kıldı. Balkan Müslümanları ve Arnavutlar asırlar öncesi Osmanlı hâkimiyetine girişlerindeki adâlet hissini Sultan Reşâd Hanın “Baba” davranışıyla tekrar ve daha ziyâdesiyle yaşadılar. Arnavutluk’taki yüzbinlerce Müslüman, Halîfe-i Müslimin ve Osmanlı Sultanı Reşâd Hanı görebilmek için bütün sıkıntılara katlanarak yollara düştü. Sultan din ve millet farkı gözetmeden bütün halka bol ihsânlarda bulundu. Huzûru sağladı. Mahmûd Şevket Paşanın yirmi iki taburla yapamadığını, Sultan Mehmed Reşâd bir gövde gösterisiyle temin etti.
Ancak İttihatçıların ihânet derecesine varan gafletleri devâm ediyordu. Sultan Abdülhamîd Hanın bizzat körüklediği kiliseler ihtilâfını, 3 Temmuz 1910’da neşrettikleri bir kânunla hâllettiler. Böylece Balkan milletleri arasında ihtilâf kalmadığından, Osmanlı Devleti aleyhine kolayca birleştiler. Bu birleşme bir süre sonra (8 Ekim 1912) Balkan Harbinin başlamasına sebep oldu. Siyâset yapmaktan memleket müdâfaasına vakit bulamayan komutanların elinde kalan Osmanlı orduları, Karadağ, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan karşısında bozguna uğradılar. 30 Mayıs 1913’e kadar devâm eden savaş sonunda, Osmanlı Devleti, Yenipazar, Libya, Girit, Rodos, Onikiada, Arnavutluk, Epir ve Trakya’yı kaybetti. Edirne’de Balkan devletleri eline düştü ise de daha sonra müttefikler arasında çıkan anlaşmazlıktan faydalanılarak tekrar kazanıldı. Son fâcialarla Afrika kıtası ile ilişiğimiz kesilirken, Avrupa’da çok küçük bir topağımız kaldı. Afrika’da 1.200.000, Rumeli’de ise 250.000 km2lik yerimiz elden gitti.
İttihat ve Terakki’nin gâfil, câhil, fırkacı, bölücü idâresi netîcesinde Osmanlı Devleti, pâdişâhın haberi bile olmadan bu defâ da dünyânın süper güçlerine karşı Almanya safında Birinci Dünyâ Harbine katıldı (11 Kasım 1914). Dört sene süren savaş sonunda koca Osmanlı İmparatorluğu yağma olundu. Bir milyon km2den fazla toprak kaybedildi. Asker zâyiâtının yekünü ise 550.000’i şehit, diğerleri yaralı, kayıp ve esir olmak üzere bir milyonun üzerindeydi.
Sultan Mehmed Reşâd, memleketin içinde bulunduğu durumun ızdırabı içerisinde 3 Temmuz 1918’de vefât etti. Cenâzesi kendisi tarafından hazırlanmış olan Eyüp’teki türbesine defnedildi.
Mehmed Reşâd Han, halîm, selîm ve merhâmetli bir şahsiyet olup, terbiye ve nezâketi her türlü ölçünün üstünde bulunuyordu. Maiyetine karşı çok şefkatli davranır, biri râhatsızlanınca, iyileşinceye kadar defâlarca hatırını sorardı. Hâfızası çok kuvvetliydi. Dînî vecibelerini geciktirmeden yapar, boş zamanlarında kitap okurdu.
Meşrûtiyet anayasası çerçevesinde devleti idâre etmek istedi. Ancak İttihatçıların Osmanlı Devleti aleyhindeki faaliyet ve icrâatlarının önüne geçecek kudrette değildi. Hükûmeti ele geçiren İttihatçıların çoğu, hattâ din işleri başkanı olan Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım dahi masondu. Bu sebeple Sultan Reşâd Hanın saltanat devri, İttihatçıların keyfî ve mesûliyetsiz icrâatları netîcesinde büyük hâdiselerle geçti. Netîcede üç kıta yedi denize hâkim olan Osmanlı Devleti, dünyâ çapında faaliyet gösteren yıkıcı ve bölücü teşkilâtların, plânlı, sinsi çalışmaları sonucu yok olma noktasına getirildi.
Çağdaş Türk Edebiyatının meşhur roman, hikâye ve tiyatro yazarı. 1889’da İstanbul’da doğdu. Çocukluk yılları, askerî doktor olan babasının yanında, Anadolu kasabalarında geçmiştir. Yüksek öğrenimini İstanbul Dârülfünun Edebiyat bölümünde tamamladı. Ömrü boyunca Millî Eğitimin çeşitli kademelerinde bulundu. Öğretmenlik, müdürlük ve müfettişlik yaptı. 1939-1943 döneminde Çanakkale milletvekili oldu. 1947’de UNESCO temsilcisi ve kültür ateşesi olarak Paris’e gönderildi. 1954’te emekliye ayrıldı. 7 Aralık 1956’da vefat etti. Mezarı Karacaahmed’dedir.
Reşad Nuri, çevresindekileri hayran bırakacak ölçüde efendi, kibar insanlardan biriydi. Medenî cesâret ve karakterinin yanında; insanlara dost, şefkatli, müsâmahakâr, sert tartışmalardan ve kırıcı polemiklerden hoşlanmayan bir yapıya sâhipti.
Roman, hikâye, tiyatro, tenkit ve makale türlerinde eserler veren yazarın ayrıca sayısız mizah yazıları ve güldürücü hikâyeleri de vardır. Seyâhat türündeki en güzel eseri Anadolu Notları’dır. Çok eseri olan Reşat Nuri, 15 kadar roman, dört cilt hikâye, yirmiden fazla piyes yazmıştır.
Romanlarında yoğun bir yurt ve insan sevgisi ile cıvıl cıvıl bir yaşama sevinci tütmektedir. Anadolu’yu çok gezip tanımış olduğu için bol bol yerli renk, yerli malzeme, yerli konu ve temalar işlemiştir. Türk insanını ve onun törelerini, âdetlerini asla horlayıp küçümsememiş, aksine çok değer vermiştir. Eserlerinin kahramanları, halkımızı yadırgatmayan tiplerdir. Hepsi cana yakın, dost, insan kişilerdir.
Reşat Nuri, eserlerinde öğretmen tipi üzerinde çok durmuştur. Bunlar, güçlüklerle boğuşmayı göze alan, çetin, fakat sevimli, sâbit bir fikir uğruna değil, toplumun mutluluğu için çalışan insanlardır.
Romanlarında coğrafî çevreden ziyâde, insan muhitini almış, işlemiştir. Taşra kasabalarını; âdetleri, gelenekleri, kendine mahsus tipleri, zihniyetleri, sosyal dertleriyle yaşatmıştır. Sırasında pek acı noktalara parmak basmış, ama memleketi sefil ve batak hâlinde göstermekten sakınmıştır. Her sıkıntının bir teselli tarafını, mutlu yanını göstermiştir. Romanlarının konusunu kendi zamânından almış ve devrinin meselelerine dokunmuştur.
Reşat Nuri, her şeyden önce üslûbu ile sevilmiştir. Okul çocuğundan, seçkin aydınlara ve okuma yazması en kıt vatandaşlara kadar herkesi çeken üslûbu, kitlelere kendini ısındırmıştır. Romanlarında kullandığı Türkçe, her satırıyla halkın günlük konuşma dilidir. Üslûbundaki tabiîlik ve içtenlik, mizacındaki doğruluk ve rahatlıktan doğar. Suyun akışı gibi takıntısız, ferah ve sâde yazar. Dili çekicidir. Fazla realist görünmek endişesiyle şîve taklitlerine kaçmaz. Üslûbuna ayıp cümle, çirkin söz ve küfür katmamıştır. Çelebice bir anlatışı vardır.
Eserlerinde gâyesini açıkça belirtmekten kaçınmıştır. Tezli roman yazmamış, ancak bütün roman ve piyeslerinde cemiyeti ve sosyal yapıyı, nesiller arasındaki farkı ele almıştır. Bütün ömrü boyunca Türk tiyatrosunun gelişmesi için çırpınmış, hayâtını buna adamıştır. Bâzı eserlerinde bâriz bir şekilde sevgi ve şefkat telkinleri görülür. Yalan, riyâ, basitlik gibi kişi ve toplum kusurlarını ısrarla yermiştir. Bunu yaparken bâzan inançlarla alay etmesi hoş karşılanmamıştır. O daha ziyâde hurâfeleri din şeklinde telakkî etmiş, Hülleci gibi eserlerinde din ile alay etmiştir. Târihe olan ilgisinin azlığı veya târihi sevmemesi sebebiyle târihî tiyatroya karşıdır. Türk edebiyatında romana damgasını vurmuş yazar olarak telakki edilmektedir.
Başlıca eserleri:
Tiyatroları: Taş Parçası, Hançer, Eski Şarkı, Yaprak Dökümü (romandan çevirme), Tanrı Dağı Ziyâfeti, Hülleci.
Romanları: Çalıkuşu, Damga, Gizli El, Yeşil Gece, Acımak, Yaprak Dökümü, Eski Hastalık, Ateş Gecesi, Miskinler Tekkesi, Kan Dâvâsı.
Hikâyeleri: Sönmüş Yıldızlar, olağan İşler, Tanrı Misâfiri, Leylâ ile Mecnun.
Hâtıraları: Anadolu Notları, Paris Hâtıraları.