REHİN
Alm. (Unter-) Pfand (n), 2. Faustpfand (n), Verpfändung (f), 3. Hypothek (f), Fr. Gage, nantissement, hypothèque (m), İng. Pledge, pawn, security. Bir sebepten dolayı, bir şeyi hapsetmek, alıkoymak. Bir malı, ondan istifâdesi, faydalanılması mümkün olan bir hak karşılığında hapsetmek, alıkoymaktır. Hapsedilen mala “rehin” veya “merhûn” denir.
Rehin, alacaklıya yapılacak ödemeyi belirli bir şey üzerinde teminat altına almaya yarayan bir sözleşmedir. Alacaklıya yalnız rehin edilen malı sattırarak alacağını alma hakkını verir. Rehin, para, mal vs. olarak verilebilir.
Alınan bir şeye karşılık, bir şeyi bırakmak, aynî teminattır. Alacaklı, hakkını teminat altına almak için karşı taraftan aynî teminat ister ve bu sebeple rehin hakkını tesis eder. Rehin hakkı, bir alacağın temin edilebilmesi için, bir menkul, gayrimenkul veya bir hak üzerinde kurulan sınırlı bir aynî haktır. Alacağın varlığına bağlı olduğu için bir fer’î haktır. Yâni alacak hakkı yoksa veya geçersizse, rehin hakkı da yok demektir.
Bugünkü Türk hukûkunda rehin: Türk Medenî Kânunu’nun 765-852’nci maddelerinde gayrimenkul rehni ve 853-886’ncı maddelerinde de menkul rehin ile alacak üzerindeki rehin hakkı ve rehinli tahvilata âit hükümler düzenlenmiştir. Medenî Kânuna göre, her türlü alacak ve haklar üstünde de rehin hakkı kurulabilir. Alacak hakkı ve para ile değerlendirilebilen her çeşit hak üzerinde rehin hakkı tesisi mümkündür. Alacak rehinde, borçluya durumun bildirilmesi lâzım değildir.
Senetli alacaklarda, rehin sözleşmesi bir borçlandırıcı işlemdir. Rehin alacaklısına senedin de teslimi gerekir. Hâmiline yazılı senette, ayrıca rehin sözleşmesi gerekmez. Rehin niyetiyle teslim yeterlidir. Emre yazılı senetlerde de “rehin cirosu” ile rehin sözleşmesi yapılmış olur. Nâma yazılı olan senetlerde ise ayrıca “temlik beyânı” da gerekir.
Bir rehin üzerine ikinci bir rehin hakkı kurulabilir. Ancak durum önceki rehin alacaklısına bildirilir. Alacak üstündeki rehin hakkı, “mutlak” bir haktır. Ancak aynî hak değildir. Mal üzerine kurulmamıştır. Herkese karşı ileri sürülebilir. Rehin edilen hak, rehin sâhibine devredilmiş olmayıp, hak yine rehin edene âittir.
Mal üzerindeki rehin, gayrimenkul rehni ve menkul rehni olmak üzere iki çeşittir.
1. Gayrimenkul rehni: Kânunda üç çeşit gayrimenkul rehni vardır: a) İpotek, b) Îrad senedi, c) İpotekli borç senedi (Bkz. İpotek). Gayrimenkul rehni, alenîdir, belirlidir, sâbit derecelidir ve teminatlıdır. Gayrimenkul rehni ya kânundan doğar veya sözleşme ile kurulur. Kânundan doğan gayrimenkul de ya tescil olmadan doğar veya kânundaki hüküm, rehnin tescil edilmesini isteme hakkını verir. Ayrıca resmî senede gerek yoktur. Sözleşme ile doğan gayrimenkulde ise, diğer aynî haklarda olduğu gibi, resmî senet ve tapuya tescil şartını gerektirir.
2. Menkul rehni: Taşınabilir bir mal üzerinde kurulur. Alacaklıya gerektiğinde malı satarak alacağını alma hakkını verir. Menkul rehni kıymetle ilgili olup, fer’î bir haktır. Alacaklının rehinli menkul malı gerektiğinde sattırarak, karşılığından alacağını alması, kıymetle ilgili bir hak olmasındandır. Alacağa sıkı sûrette bağlı olması ise, fer’î hak olduğunun ve sâdece teminat olduğunun işâretidir. Alacak hakkı ile birlikte rehin hakkı da son bulur. Alacak üçüncü kişiye devredilince, rehin hakkı da üçüncü kişiye geçer.
Menkul rehni de; a) Teslim şartlı, b) Teslimsiz olmak üzere iki çeşittir. Teslim şartlı rehin, normal menkul rehnidir. Rehin hakkı kurmak için, zilyetlik alacaklıya veya üçüncü kişiye devredilir. Rehin verenin tek başına mal üzerinde tasarruf yetkisi yoktur. Rehin hakkı tesisi için, rehin sözleşmesi ve zilyetliğin devri gerekir. Rehin sözleşmesi, şahsî bir hak doğurur. Bununla rehin hakkı sâhibi zilyetliğin devrini isteme hakkı elde eder. Borçlu da zilyetliği devir borcuna girer. Rehin hakkı sâhibi dâimâ alacaklıdır. Sözleşmede sıhhat ve şekil şartına gerek yoktur. Zilyetliğin devrinde, rehin hakkının ortaya çıkması için sözleşme yeterli değildir. Zilyetliğin devri de gerekir. Ancak, bu şekilde rehin hakkı açıklık kazanır. Hükmen teslimle rehin hakkı kurulamaz. Alacaklının parasını alabilmesi için, ancak para ile ilgili olan şeyler üzerinde rehin hakkı kurulabilir.
Teslim şartlı rehnin sona ermesi, zilyetliğin geri verilmesini isteme hakkının kaybedilmesi, alacağın sona ermesi ve tarafların anlaşması sonucu feragatle son bulur.
Teslimsiz menkul rehni, kânunda belirtilen özel durumlardan doğar. Bunda zilyetliğin devrine gerek yoktur. Bu rehne, menkul mal ipoteği de denir. Birçok çeşitleri vardır:
1. Hayvan rehni: Ancak çiftlik hayvanları üzerine kurulur. Diğer hayvanlara kurulamaz. Bu rehni, kredi kuruluşları ve kooperatifler kurar. Hayvan rehni siciline kayıt gerekir.
2. Mâden cevheri rehni: Mâden Kânununun verdiği yetkiye göre kurulur. Mâdeni çıkaran, arama yapan ve işleme yapanlar alacaklıya teslimsiz rehin hakkı verebilirler. Bununla, ilgili rehin hakkı vardır.
4. Ticârî işletme ve esnaf işletmesinin rehin hakkı.
5. Zirâî donatım, Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatiflerinin rehin hakları vardır. Bunların hepsi, teslimsiz menkul rehine girerler.
İslâm hukûkunda rehin: Ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede, emânet bırakmakla yapılır. Rehin ancak, mal borcu için verilir. Öldürmek, yemin hakları, işçinin iyi çalışması, misâfirin hırsızlık etmemesi için rehin istenmez. Rehin zor ile alınmaz. Rehin akidle yâni îcâb ve kabulle, yâni sözleşme veya mektuplaşma ile yapılır. Rehinde mal teslim alınır. Teslim olunmadan önce, borçlu rehni vermekten vazgeçebilir. Rehin bırakılan malın, satılmaya elverişli olması şarttır. Tartı ile, hacimle ölçülen herşey, altın, gümüş eşyâ, para, rehin verilebilir. Ortak olan bir şeydeki kendi payı rehin verilemez. Alacaklı, rehinden vazgeçebilir. Borçlu vazgeçemez. Rehin, borç ödeninceye kadar hapis olunur. Önce, borç ödenir. Sonra, rehin verilir.
Alacaklı, rehnin, borçlunun mülkünden çıkmasına sebep olamaz. Satamaz, kirâya veremez. Rehni, ancak borçlunun izniyle kullanabilir. İkisinden biri, ötekinin izniyle, rehni başkasına âriyet verebilir. Sonra her biri onu yine rehin yapabilir. Alacaklı, kendisindeki rehni, rehni veren borçlusuna da âriyet verebilir. Saklamayarak veya kullanarak rehin helâk olursa, kıymetini öder. Bir kimsenin, rehinde bulunan malı satın alması sahihtir. Alacaklı, elindeki rehin malı müşteriye vermeyebilir. Müşteri, borcunu ödeyerek, rehnin kurtarılmasına kadar bekler. Yâhut, bey’i (satışı) mahkemeyle fesh ettirir.
Ödünç verirken, alacaklının rehinden istifâde etmesi için, izin verilmesi şart edilirse, fâiz olur. Meselâ, hayvanı veya tarlayı, elbiseyi kullanması, sütünü içmesi şart edilirse fâiz olur. Sonradan verilen izin ile, alacaklı rehni kullanabilir.
İslâm hukûkunun rehinle ilgili hükümleri, fıkıh kitaplarında yer almakta olup, ayrıca Mecelle’nin 701-761’inci maddelerinde de bahsedilmektedir.
Osmanlı Devletinde, dîvân-ı hümâyunda, doğrudan doğruya vezîriâzama bağlı yazı işleriyle meşgul kalemlerin ve buradaki kâtiplerin faaliyetine nezâret eden dâire reisi.
Osmanlılarda ilk defâ Fâtih Sultan Mehmed Kânûnnâmesinde görülen reîsülküttap tâbirinin daha evvelki târihlerde de mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Bu kânunnâmeye göre, reîsülküttap, dîvânda vezîriâzamın önünde durarak muâmele görecek yazıları okurdu.
Reîsülküttap, dîvân-ı hümâyunda kitâbet sınıfında yetişir ve muayyen kademeleri geçtikten sonra bu makâma getirilirdi.
Reîsülküttap bütün dîvân kâtiplerinin reisiydi. Tâyin ve tevcih beratları, idârî emirler ve hükümler, kâtipler tarafından yazıldıktan sonra ona gösterilirdi. Bütün beyler ve ulemâ ile diğer mansıp sâhipleri, beratların ve dîvân hükümlerinin yazılmasında onun dediğine îtimâd etmek zorunda idiler. Reîsülküttap, bu çeşitli vazîfelerini yerine getirebilmek için, emrindeki kâtipleri; 1) Beylikçi veya dîvân kalemi, 2) Tahvil veya nişan kalemi, 3) Rüûs kalemi adı verilen üç dâirede çalıştırırdı. Sonraları dördüncü bir dâire olarak âmedî kalemi kuruldu. (Bkz. Dîvân-ı Hümâyun)
Reîsülküttap ve dîvân-ı hümâyun kâtipleri dîvân sırasında ikinci ve üçüncü kubbeler arasında otururlardı. Dîvân toplanırken, reis, defterdâr yönünden gelip vezîriâzamın sağ tarafına telhis kesesini koyar ve söylenecek bir şey varsa, kulağına yavaşca söyledikten sonra yerine çekilirdi. Onun arkasında reîse tâbi dîvân kâtiplerinden divitdâr efendi vezîrin önüne divit koyardı. 16. yüzyıl sonlarına kadar dîvân toplantılarında arz-ı hâlleri reîsülküttaplar yüksek sesle bizzat okudukları hâlde, sonraları bu işi birinci ve ikinci tezkireciler görmeye başladı. Ancak tezkirecinin dîvânda bulunmadığı zamanlar arz-ı halleri reis efendi okurdu.
Gizli yazılar kâtiplere bırakılmayıp, bizzat reis tarafından yazılır ve muhâfaza edilirdi. Bu arada yeniçerilere ulûfe dağıtımına âit telhisi, sadrâzamın ağzından reis bizzat yazar ve bir destmal (mendil veya havlu) içinde kapıcılar kethüdâsı ile pâdişâha gönderirdi. Daha sonra, pâdişâhın hatt-ı hümâyûnu ile geri gelen telhisi sadrâzam alır ve okuması için reise verirdi.
Muâhedeler ve pâdişâh irâdeleri reis tarafından husûsî torba ve sandıklarda saklanır, bu torbalara harita adı verilirdi. On sekizinci asırda her yıl sadrâzamın huzûrunda yapılan yıllık tevcihat merâsiminde, memuriyetleri bildirme vazîfesi reîsülküttâba âitti. O, nezâreti altında hazırlanmış olan beratları kendi eliyle sadrâzama verirdi.
Reîsülküttâbın surre-i hümâyûnun gönderilmesi sırasında da vazîfesi vardı. Surrenin gönderilmesinden bir gün evvel dârüsseâde ağası tarafından dâvet edilen reis efendi, Bâbıâlîde Mekke emîrine hitâben yazılan nâme-i hümâyûnu saraya götürüp bizzat dârüsseâde ağasına teslim ederdi.
Reîsülküttap sadrâzamla birlikte sefere gittiği zaman, pâyitâhtta sultanın yanına rikâb reisi ünvânıyle bir kaymakam tâyin edilirdi. Bu memuriyete rikâb-ı hümâyûn riyâseti denilirdi. Rikâb reisleri merâtip göz önünde tutularak umûmiyetle büyük tezkirecilerden seçilirdi.
Reîsülküttap terfî ederse, Fâtih Kânununa göre; nişancı veya defterdâr olabilirdi. Nitekim nişancı veya defterdârlıktan beylerbeyliğe veya vezirliğe yükselen pekçok reîsülküttap vardır. Abdurrahmân, okçu Mehmed, Abdürrezzâk Bâhir, Feyzi Süleymân paşalar beylerbeyliğine; Râmi Mehmed, Râgıb Mehmed, Nâili Abdullah, Halîl Hâmid ve Mehmed Emîn Vâhid gibi paşalar da vezirliğe yükselen reîsülküttaplardır.
Azledilen reîsülküttaplar, çok defâ eminlerden birine ve husûsiyle meşakkatli ve masraflı bir iş sayılan tersâne-i âmire emânetine tâyin edilirlerdi.
Reîsülküttapların ehemmiyeti, 18. asırdan îtibâren önemli ölçüde artmıştır. Nitekim bu asırda dîvân kalemi reisliği de üzerinde olmak kaydıyla bütün hâricî işler reislere havâle edilmiştir. Bu görevleri dolayısıyla ecnebî muharrir ve seyyahları, reîsülküttâbı, devlet sekreteri ve hâriciye nâzırı olarak târif etmişlerdir.
Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1835 senesinde reîsülküttap ismi ve teşkilâtı kaldırılarak Umûr-i hâriciye nezâreti kuruldu. Son reîsülküttap olan Yozgatlı Mehmed Âkif Efendi de müşirlik rütbesiyle hâriciye nâzırı oldu.
Alm. Regine, Fr. Regime (m), İng. Regime; diet. İdâre, usûl, sistem, nizam, tarz. Rejim kullanıldığı ilme ve terime göre değişik mânâlar almıştır.
Tıpta; sıhhati korumak veya sağlığa kavuşmak gâyesiyle uygulanan beslenme düzeni.
Coğrafyada; akarsudan belli zamanda geçen su miktarının geçirdiği değişikliklerin bütünü.
Meteorolojide; yağışların belli zaman içerisindeki tâkip ettiği seyir.
Hukukta; bir konuyla ilgili kânunların bütünü. Cezâ, infaz rejimi gibi. Kamu Hukûkunda ise; devletin yönetim şekli demektir.
İnsandaki sosyallık, siyâsîlik vasfı, çok çeşitli ihtiyaçlarını karşılama, varlığını devam ettirme gibi sebepler, sosyal düzene tâbi olma gereği, çeşitli sosyal ve siyâsî teşekküllerin meydana gelmesini sağlamıştır. Başlangıçta, kan ve inanç ortaklığına dayanan âileler teşekkül etmiş, bunların gelişmeleri ve birleşmeleriyle kabile, aşiret, köy, kasaba, site, komün, kanton, müstakil şehir devletleri ve nihâyet devlet vücûda gelmiştir.
İmâm-ı Gazâlî, İbn-i Haldun, George Buehman gibi sosyologlara göre, insanın medenî yaratılması, ondaki toplu ve barış içinde yaşama hissi, insanı, devlet ve devletin idâre şekli olan rejime götürmüştür.
Devletin meydana çıkışı, devlet gücünün kimin eliyle kullanılacağı problemini doğurmuş, dolayısıyla rejimin şekilleri meydana gelmiştir.
İlâhî dinlerin mensupları, insanların zaman geçtikçe medenîleştiklerini kabûl etmemekte; “İnsanlar medenî doğmuştur. İlk insanlarla birlikte medeniyet teşekkül etmiş, insanlar berâber yaşamış, kendilerini idâre edenlere (rejime) itaat etmişlerdir.” demektedirler.
Son arkeolojik kazılar, “İlk insanlar vahşîdir!” teorisini tamâmen sarsmıştır. Bu kazılarda bulunan kumaş, cam, mâhiyeti anlaşılmayan metal parçaları, târih öncesi devir dediğimiz zamânın binlerce yıl öncesine âittir. Nitekim; Mezopotamya’da Gar Koben mevkiinde 40.000 yıl öncesine âit çakmaktaşı endüstrisi, Kerim şehirde de taş kesme makinası bulunmuştur.
İslâm âlimlerine göre; “İnsan neslinin babası olan Âdem aleyhisselâmdan beri geçen süre, 313.000 seneden eksik olmayıp, insanlığın ömrü, altı-yedi bin seneden ibâret değildir. İlk insanlar ve onları tâkip edenler, vahşî değillerdi. Medeniyetler kurup, sevk ve idâre etmişlerdir. Her bin senede bir, kâinatın yaratıcısı Allahü teâlâ, bir kitap, bir peygamber ve bir din göndermiştir. Peygamberlerin her biri, kendi zamanlarında hâkim ve hükümleri tebliğ edici olup, Cenâb-ı Hak tarafından tebliğ ve infâza memur olmuşlardır. Âlemlerin yaratanı, mükemmel sûrette yarattığı, insanın dünyevî, uhrevî, cismânî, rûhânî, bütün ihtiyaçlarını, menfaatlerini, ebedî saâdet yolunu peygamberler vâsıtasıyla bildirmiştir.”
Rejimler; yasama, yürütme ve yargı güçlerinin kullanılışı açısından şu şekilde sınıflandırılır:
A. Kuvvetler ayrılığına yer vermeyen rejimler:
Bu rejimlerde, yargı ve yasama hükümetin elindedir.
1. Mutlakiyetler: Bütün yetki ya bir kişide toplanmıştır (monarşi) veya bir grubun elindedir. (aristokrasi). Kralın yetkisi bir meclis tarafından kısılmışsa buna “meşrûtî monarşi” denir.
2. Diktatörlükler: Bu rejimlerde bütün kuvvetler, icrâ organında, onu temsil eden diktatörde toplanır. Kralın iktidarının kaynağı örfe uygun olduğu halde, diktatörün iktidarının kaynağı kuvvettir, örfe aykırıdır.
a. Eski diktatörlükler: Sezar’ın, Neron’un, Firavun’un iktidarları gibi. Kuvvetle işbaşına gelen ve bütün yetkilerin tek kişide toplandığı iktidarlardır.
b. Komünizm: Bütün hak ve hürriyetlerin kaldırıldığı, bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıfa tahakkümüne ve Marks’ın görüşlerine dayalı rejim şeklidir.
c. Nazizm: Faşizmin bir çeşidi olup, Alman milletinin üstünlüğü fikrine dayanan ve bütün yetkilerin baştaki diktatörde (Führer’de) toplandığı rejimdir.
d. Faşizm: Orta sınıfa dayalı dikta rejimidir.
3. Meclis hükûmeti: İstiklâl Savaşı sırasında Türkiye’de görülen bu rejimde, yasama ve yürütme millet meclisinde toplanmıştır.
B. Kuvvetler ayrılığına yer veren rejimler:
Demokratik, cumhûriyetçi rejim. Bu rejimlerde hâkimiyet halkındır. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden ayrılmıştır.
1. Başkanlık sistemi: Amerika Birleşik Devletlerinde görülen bu sistemde devlet başkanı, hem hükûmetin hem de devletin başıdır.
2. Parlamenterizm: Hükûmetin bağımsız, fakat meclise karşı sorumlu olduğu rejim. Kuvvetler arasında yumuşak bir ayrılık kabûl etmiştir. Eşitlik ve denge prensibi gereği kuvvetlerin birbirine üstünlüğü yoktur. Fakat günümüzde hızlı, değişen hayat şartları kuvvetli ve istikrarlı hükûmetleri gerektirdiğinden kuvvetler arasındaki denge yürütme organı lehine bozulmuştur.
Günümüz Türkiye’sinde bu rejim uygulanmaktadır.
3. Yarı başkanlık sistemi: Bu sistem başkanlık sistemiyle parlamenter sistemin karmasından oluşur. Fransa’da uygulanmaktadır.
C- İdârî rejim: Devletin idârî faaliyetlerinin yürütülmesinin bir şekli. Faaliyetler; idâre adı verilen bir teşekküle verilmiş ve özel hukuktan farklı olarak kamu hukûkuna tâbi kılınmıştır. Türkiye’de bu sistem uygulanır.
Alm. Regisseur, Spielleiter (m), Fr. Régisseur (m), İng. Director. Bir sinema veya tiyatro eserinin tarzını bütün olarak belirleyen, oyuncuların rollerini koordine eden ve tamamlanmış eser üzerinde son düzeltmeleri yapan şahıs. Prodüktör ise, oyuncuları işe alan, eseri maddî yönden destekleyen kişi olabileceği gibi, özellikle film yapımcılığında, filmle ilgili bütün işlerin idâresi için vazîfelendirilmiş bir şahıs da olabilir. Prodüktör, oyunun koordinesi için bir rejisör tâyin eder.
On dokuzuncu yüzyıla kadar tipik bir tiyatro, repertuarındaki birkaç oyunu oynayan sâbit kumpanyadan ibâretti. Sahne âmiri dekorla ilgilenirken, oyuncular birbirlerinin kâbiliyetlerini bildiği için, en fazla yazar veya başoyuncunun tavsiyelerine ihtiyaç duyulurdu. Kumpanyaların oyun alanı genişledikçe, sahne ve rol âmirlerinin kontrol alanları da artmış oldu. Netîcede rejisörlük mesleği doğdu ve rejisörün konuya yaklaşım kâbiliyeti filmin başarısını tâyin eder oldu.
Tiyatroda ilk profesyonel rejisör, Londra Olimpik Tiyatroda çalışan Madam Vestris’tir. Oyun, dekor, ses ve ışık düzenlemesi onun göreviydi.
Yirminci yüzyılda rejisörün görevleri artmıştır. Oyuncuların oyun tarzını belirlemek, oyunun yorumlanması, oyuncuların rollerini koordine ve bütün eserlerin kontrolü rejisörün görevleri arasındadır. Aynı zamanda dekor, kostüm ve ışıklandırma konularını halleder, fon müziği ve müzikallerde kareografi (bale sanatı) onun işidir.
Modern rejisörün fonksiyonu şöyle özetlenebilir: “O seyircinin ilgisini çekecek önemli noktaları bir dizi hâlinde sunarken, bu noktaların mümkün olduğu kadar uygun olmasına çalışır.”
İlk film rejisörü 1899’da “Cindeella”yı yapan Fransız Georges Méliés’tir. Amerikalı D.W. Griffith ise sesi orjinal şekliyle kullanmayı başaran ilk rejisördür. Film rejisörleri zamanlama, kesme ve olayı vurgulamayı kontrol eder, tamamlanmış film üzerinde son düzeltmeyi yapar.
Televizyon rejisörü, tiyatrocu meslektaşı gibi, seyircinin dikkatini önemli noktalara çeker ve film rejisörü gibi de bir kompozisyon hâlinde sunar. Televizyon rejisörü diğerlerinin sâhip olduğu bâzı avantajlardan mahrumdur. Az bir hazırlık zamânı verilmiş olup, en büyük görevi çekim esnâsındadır. Hattâ bu, bâzan naklen yayın da olabilir.
Oyun rejisörü iki tecrübeye sâhip olmalıdır: Tiyatro bilgisi ve film tekniği, dublaj.
Tipik bir oyun rejisörü, kontrol odasında teknik rejisörle bulunur ve dört veya altı kameraya kulaklık irtibâtıyla, senaryoya göre hangisinin çekime gireceğini bildirir. Monitorden tâkip eder. Televizyon kamu hizmeti gördüğü için, rejisör kendi şahsî fikirlerini yansıtamaz ve yansıtmamalıdır.
Radyo rejisörünün ağırlık vermesi gereken konu sestir. Radyo rejisörü iki husûsiyete sâhip olmalıdır. Hayal gücünü canlandırabilmek ve vurgulamalara dikkat etmek.
Alm. Reklâme, Werbung (f), Fr. Réclame (m), İng. Advertisement. Mal veya servis satışını arttırabilmek maksadıyle yayın araçları ile yapılan bir çeşit duyuru. Yayın araçları; elle dağıtılan kâğıtlar, gazete, dergi, radyo, televizyon, sinema olabilir. Reklâm, gazetede bir satır veya sayfanın tamâmını da kaplayabilir. Yirminci asırda bilhassa ABD’nin ticârî faaliyetleri reklâma bağlanmıştır. İstatistikî değerlere göre ABD’de senede 15 milyar doların üzerinde bir para reklâma harcanmaktadır. (Bkz. Propaganda)
Reklâm gâyesi ya ürünü tanıtmak veya firmayı tanıtmak şeklinde iki türdür. Reklâm yapılış şekline göre de iki türlüdür. Doğrudan faaliyet gerektiren reklâmlarda ürünün hemen satışı veya kupon karşılığı verilmesi gibi âcil işlem vardır. Dolaylı faaliyet gerektiren reklâmlarda ise, okuyucu veya seyirci üzerinde ürünün hayâliyle etki uyandırılır. Perakende satıcılar doğrudan faaliyetli reklâmı tercih ederken; îmâlâtçılar ve fabrikalar ise, dolaylı faaliyetli reklâmı tercih ederler.
Reklâmın ekonomiye faydası, ekonomide dinamizm ve genişlemeyi dâvet etmesidir. Reklâm aynı tür ürünleri çıkaran firmalar arasında rekâbeti de kamçılayacağı için ekonomiyi olumlu yönde etkiler. Birçok kişi reklâmın ürün fiyatını yükselteceğini zanneder. Halbuki fiyatı etkileyen iki ana faktör üretim mâliyeti ve pazarlama ile talepteki artma veya eksilmedir. Reklâm bu iki faktörü de desteklediği için fiyat da düşer. Reklâmın millî gelirle de bağlantısı vardır. Reklâm ekonomik kriz veya patlama yaptıracak kadar etkili olmamakla berâber, para darlığında firmalar daha kaliteli mal yapmak sûretiyle bunu reklâm konusu yaparlar. Netîce olarak satış da, mal kalitesi de artar. Reklâm, gazete, radyo ve televizyon gelirlerinin büyük bir kısmını teşkil eder.
Reklâm, firma tarafından reklâm işleriyle uğraşan ajanslara yaptırılır. Reklâm ajansları reklâm cinsini maksada en uygun olacak şekilde seçerler. Reklâm yapılırken ressamlar, matbaacılar, artistler, film şirketleri, araştırma kurumlarından da istifâde edilir. Reklâm faaliyetlerini yerine getirmek için çeşitli yayın organlarından faydalanılır. Bunlar, basın (günlük gazete ve dergiler), radyo, televizyon, sinama ve afişlerdir.
Reklâm programı, pazarlama programına göre hazırlanır. Reklâm hazırlayıcı veya reklâm ajanslarının reklâm kampanyasında tâkip edeceği bâzı önemli hususlar vardır. Reklâmı yapılacak malın önce kime, nerede pazarlanacağının incelenmesi gereklidir. Kişilerin bu mala isteği, bütün mala temâyül oranı, bu malın kişiyi psikolojik veya ihtiyaç yönünden tatmin etme özelliği, reklâmın yapılacağı ortamda kişilerin okuma ve dinleme ve seyretme miktarı en önemli inceleme konularıdır. Reklâmı yapılan malın iknâ edici, menfaat sağlayıcı olması lâzımdır. Meselâ çay reklâmı yapılırken, çayın sıhhate faydası, zihni açtığı da dikkate alınır. Reklâmın cinsi mala göre seçilir. Reklâmın ele aldığı konu, mal veya servis satmaktır.
Reklâm yapılırken dikkat edilecek diğer önemli bir husus da, yapılacak reklâmın süre ve miktarıdır. Mal satışlarını kademeli bir şekilde arttırmak için zaman zaman reklâm yapmak gerekir. Firma bir evvelki sene yapmış olduğu satışın, meselâ yüzde beşini o sene belli fasılalarla yapacağı reklâm harcamalarına ayırır.
Reklâm yapılırken istenilen husus okuyucu, dinleyici veya seyircinin en iyi bir şekilde dikkatini çekmektir. Reklâmda kısa fakat çekici cümleler, sözler, resimler esastır. Dekor, renkler, mizanpaj, televizyonda ses ve görüntü seçimi dikkati çekecek özellikte olmalıdır. Yazılı reklâmda başlık çok mühimdir. Zihinlerde yer etmesi için sesle, yazıyla ve görüntüyle reklâmı yapılan mal veya hizmet sık sık tekrar edilir.
Ekonomik ve ticârî olayların paralelinde reklâmcılık da günümüzdeki aşamaya gelmiştir. Basın reklâmları 16. asırda Almanya, 17. asırda da İngiltere’de başlamıştır. Ülkemizde ise, 19. asrın ortalarında rastlanır. Ülkemizde reklâmcılığın başlama ve gelişmesinde basın araçlarının önemli yeri vardır. 1945’lerde toplam gazete ve dergi baskısı 200.000 dolayındayken, bütün basının reklâmlardan sağladığı gelir 750.000 liraya yaklaşmıştı. Günümüzde günlük gazetelerin toplam baskısı 2,5 ilâ 3,5 milyon arasındadır. Reklâm geliriyse milyarlarla ifâde edilmektedir. Bu, bize reklâm harcamalarının önemli bir düzeyde olduğunu göstermektedir.
Batı Avrupa ülkelerinde 1950’lerde başlayan basın-televizyon rekâbeti ve reklâm payını arttırma mücâdelesi, ülkemizde 1972 yılında televizyonun reklâm kabul etmeye başlamasıyla yoğunluk kazanmış ve 1973 yılında basın organlarının televizyon reklâmlarına karşı çıkmalarına kadar varmıştır. Ancak, basının reklâm gelirinde mutlak bir düşme görülmediğinden, günümüzde bu mücâdelenin etkinliğini kaybetmeye başladığını söyleyebiliriz.
Ülkemizde ilk radyo istasyonu 1927 yılında hizmete girmiştir. Bunu 1938 yılında kurulan Ankara ve 1949’da kurulan İstanbul radyoları tâkip etmiştir. Radyoların reklâm kabul etmeye başlamaları ancak 27.1.1951 târih ve 3/12/402 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnâmesiyle mümkün olabilmiştir. Radyo reklâmcılığının asıl gelişimi, 1964 yılında TRT Kurumu oluşturulduktan sonra başlamıştır.
Gerçekten TRT döneminin ilk yıllarında radyo yayın sürelerinin hızla artması, güçlü vericilerin hizmete sokulması sonucu reklâma olan talep büyük oranda artmış ve bâzı basın reklâmlarının da radyoya kaymasına yol açmıştır. Dolayısıyla Türkiye Radyolarının toplam reklâm gelirlerinde büyük artışlar görülmüştür. Fakat televizyonun 1972’de reklâm almaya başlamasıyla birlikte, radyo ikinci plânda kalmış ve reklâm gelirleri giderek azalan oranlarda artış göstermiştir. İlk kez 1975’te bir önceki yılın düzeyinin de altına inmiştir.
Radyo reklâm gelirlerindeki azalmanın nedenleri; televizyonun reklâm yayınlarına başlaması ve özellikle radyoda akşam saatlerinde yayınlanan reklâmların televizyon yayın saatine rastlamasıdır. Ayrıca, hemen her yıl radyo reklâm ücretlerine televizyonla birlikte yüksek oranlarda zam yapılması da bunu etkilemektedir.
Ülkemizde televizyon, 1968 yılında TRTAnkara Televizyonunun deneme yayınlarıyla başlamıştır. Kısa sürede gelişerek günümüzde Türkiye’nin hemen her yöresinden rahatlıkla izlenebilen geniş bir yayın alanına kavuşmuştur.
1972 Mart ayından îtibâren reklâm araçları arasında yerini alan televizyon; aynı yıl reklâmlardan 35 milyon lira gelir sağlamıştır. 1978 yılında bu rakam 1.200 milyon liraya ulaşmıştır.
1990’dan îtibâren özel televizyon kanallarının da yayına başlamaları ile reklâm pastasından pay kapma yarışı hızlanmış, bunun neticesinde trilyonlarca lira reklâma harcanmıştır. Bunun yanında reklâmla ânında pazarlama yayınları da devreye girmiştir.
Televizyon, etkinliği oldukça yüksek bir reklâm iletişim aracıdır. Bunun sebepleri, televizyonun ülkemizde yeni bir araç olması, izleyicilerin ilgisini çekmesi ve dolayısıyla yayın alanının hızla genişlemesidir. Televizyonun bu özelliğinden dolayı, genel olarak 1970’lerden sonra reklâm gelirlerinde görülen artış sepeplerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Okuma yazma oranının oldukça düşük ve okuma alışkanlığının çok az olduğu ülkemizde, kulak ve göze yönelen kitle iletişim araçlarında yayınlanan reklâmların etkinliğinin yüksek olacağı görüşünün reklâm veren firmalarca benimsenmesi.
2. Televizyona karşı halkın gösterdiği ilgiden dolayı, çeşitli yetersizlikleri olmasına rağmen reklâmların duyuruyu sağlamak yoluyla, tüketiciler üzerinde talep arttırıcı etki yapması ve özellikle dayanıksız tüketim malları bakımından bu etkilerini kısa sürede göstermesi.
3. Türkiye’deki enflasyonist ortam sebebiyle, reklâm târifelerinde yükselmeler olmasına rağmen, reklâmların artmaya devam etmesi.
4. Televizyon reklâmlarında gösteriş etkisinin yüksek olması sonucu, zaman zaman aynı malları üreten firmaların prestij yarışmasına girmeleridir.
Alm. Rectum (n), Mastdarm (m), Fr. Rectum (m), İng. Rectum. Göden barsağı da denilen, kalın barsağın anüs deliğinden önceki son kısmı. Yaklaşık 12 cm uzunluğundaki rektum, üst kısımda karın çeperine, alt kısımda ise sırt duvarına doğru bir içbükeylik gösterir. Rektumun içinde yarım ay şeklinde kapakçıklar vardır. Bu kapakçıklar anüse doğru bir kör boşluğu meydana getirirler. Dışkının rektuma girmesi genellikle dışkılama refleksini uyandırdığından rektum genellikle boştur.
Rektumda görülen başlıca hastalıklar, apseler, burasının kanseri, basur, fistüllerdir. Rektum kanseri genellikle orta yaşlı erkeklerde kanama, kabızlık, ishal nöbetleri, rahatsızlık hissi ve dışkılayınca boşalamama duygusu ile belirir. Tedâvide erken teşhis edilmiş olmak şartıyla rektum çıkarılır ve barsağın devamlılığı sağlanır.
Rektumdaki hastalıkları kesin teşhis edebilmek için anüs gözlenmeli, rektum parmakla muayene edilmeli, rektoskop denilen âletle rektumun mukozasına bakılmalıdır.
Rektum kalın barsağın son kısmı olması dolayısıyla, sindirim işleminin son rötuşlarının yapıldığı yer sayılabilir. Burada yapılan iş yalnızca bir miktar suyun emilmesidir. Esas görevi dışkının depolanmasıdır. Dışkı belli bir dolgunluğa gelince kişide dışkılama hissi uyanır. Kişi uygun yer ve şart bulamazsa bu his baskılanır ve dışkılama 24 saate kadar geciktirilebilir.
(Bkz. İzâfiyet Teorisi)
REMBRANDT, Harmenszoon van Rün
Hollandalı ressam. Hollanda’nın Leiden şehrinde 15 Temmuz 1606 günü dünyâya gelmiş ve 4 Ekim 1669’da Amsterdam’da ölmüştür. Orta tabakanın altında bir âilenin çocuğudur. Tablolarında fırça çalışmaları ifâde niteliği yüksek özellik taşır. Birçok yazarın sayfalar dolusu anlatmak durumunda olduğu konuları Rembrandt, fırçası ile ifâde etmiştir.
Rembrandt Lâtin Okulunu bitirdikten sonra, Leiden Üniversitesine yazıldı. Resim yapmaya karşı aşırı istek ve kâbiliyeti vardı. Babası fakir olduğu için, Rembrandt’ı Amsterdam’a zengin âilelerin yanına gönderdi. Orada İtalyan resim sanatı etkisiyle yetişen Pieter Lastman’ın yanında altı ay kaldı. 1625 senesinde Leiden’e dönerek tek başına çalışmaya başladı. Babasının ölümünden sonra Amsterdam’a yerleşti.
Rembrandt, Amsterdam’da zengin bir tüccarın himâyesinde bulunuyordu. Burada ilk meşhur tablosu olan “Doktor Tulp’un Anatomi Dersi”ni yaptı. Yanında kaldığı tüccarın yeğeni olan Saskia ile evlendi. Bu arada vâlinin himâyesinde oldukça zengin olmuştu. Üç çocuğu, annesi ve karısı ölünce tek oğlu Titus ile yalnız kaldı. Borsa oyunlarına, kumara daldı. Karısı Saskia’nın ölümü sırasında bitirdiği “Gece Devriyesi” tablosu beğenilmedi. Tablodaki portrelerde hareketsiz ciddî duran kompozisyonlar yerine, yaşanmış, hareketli gerçekleri ortaya koyan sahnelerin yer alması, herkesi şaşkına çevirmişti. Rembrandt işsiz ve parasız kalınca, para kazanmak için çeşitli çârelere başvurmasına rağmen durumunu düzeltemedi. Bununla berâber, yoksul bir hayât sürdürürken en çarpıcı tablolarını ortaya çıkarıyordu. Tablolarında o gün için hiç tasvip görmeyen ihtiyarlar, fakir insanlar, komedi sanatçıları, zenciler yer alıyordu. Halbuki kendilerini elit tabaka olarak kabul eden zümreler, tablolarda devrin büyük kişilerini görmek istiyorlardı. Rembrandt’ın tabloları onun fakir, mütevâzi evinde sonradan değer kazanmıştır. ABD New York Sanat Müzesinde bulunan “Homer’in Büstü”ne Rembrandt’ın ölümünden 300 sene sonra, 1961 senesinde 2.300.000 dolar değer biçilmiştir. Bu değer dünyâda henüz hiçbir tabloya verilmemiştir.
Rembrandt, küçük yaşlarda sıkı bir Protestan eğitimiyle yoğrulduğu için, her İncilde değişik anlatılan hâdiseleri seçerek tablolar hâline getirmiştir. Bu konuda yüz elliyi aşkın tablosu vardır. “İbrâhim’in Kurbanı”, “Haçın İndirilişi” bu tablolar içindedir. Rembrandt’ın diğer meşhur tabloları Batşeba Yıkanırken, Altın Miğferli Adam, Nişanlı Yahûdî Kız, Kumaş Loncaları, İlerlemiş Yaşta Sanatçı vb.dir.
(Bkz. Geyik).
Batı Avrupa’da önemli bir akarsu. Ren Nehri İsviçre’nin ortadoğu kesiminde, Alp Dağlarında iki kol hâlinde doğar. Daha sonra bu kollar birleşir. Önce kuzey, sonra batı yönünde akarak, İsviçre-Liechtenstein ve Avusturya-Almanya sınırlarının büyük kısmını çizer. Basel’de tekrar kuzeye dönerek Fransa-Almanya sınırının bir bölümünü meydana getirir. Daha sonra Almanya topraklarına giren nehire Mannheim’de Neckar, Mainz’ta ise Main ırmaklarına katılır. Mainz’ta batıya kıvrılarak Kuzeybatı yönünde Kuzey Denizine doğru akar. Koblenz’de Mosel Çayı katılır. Efsâne ve masallara konu olan Ren Boğazını geçtikten sonra Bonn ve Düsseldorf’a ulaşır. Ruhr Irmağı ile birleştikten sonra Arnhem yakınlarında Hollanda topraklarına girer. Burada birkaç kola ayrılır. Bu kolların çoğu batı, biri de kuzey yönünde akarak Kuzey Denizine dökülür. Hollanda bu kolları inşâ ettiği kanal ve barajlarla denetim altına almıştır. Meydana gelen tatlı su birikintilerinden ülkenin su ihtiyacının bir bölümünü karşılamaktadır.
Ren Nehrinin su toplama havzası 252.000 km2, senelik ortalama debisi 2340 m3/sn’dir.Toplam uzunluğu 1392 kilometreyi bulan Ren Nehri 1815’teki Viyana Antlaşmasından bu yana milletlerarası bir su yolu olarak kullanılmaktadır. Aşağı ve orta çığırı Almanya, Fransa’nın kuzeybatı bölümü ve Benelüks ülkeleriyle bağlantıları yüzünden yaygın bir ulaşım sistemi meydana getirir. Basel, Strasburg, Mannheim, Köln, Duisburg ve Rotterdam’ın da aralarında bulunduğu limanlardan Almanya ve Hollanda’ya âit gemilerle petrol ürünleri, kömür, çeşitli mâden cevherleri ve tahıl taşınır.
Ren Nehri Basel şehrinden denize kadar 5 tonluk gemilere ulaşım imkânı vermektedir. Ren, 1992’de tamamlanan çalışmalar netîcesinde, büyük tonajlı gemilerin geçebileceği bir kanalla Tuna’ya bağlanmıştır. Böylece Kuzey Deniziyle Karadeniz arasında gemi ulaşımı sağlanmış oldu. Ren Nehrinin İsviçre Alplerinde ve İsviçre’nin Almanya ve Fransa sınırlarındaki yukarı çığırında kurulmuş olan hidroelektrik santrallerinden, elektrik elde edilir.
Ren Nehri boyunca yer alan fabrikaların ve yerleşme alanlarının bıraktığı artık sular, Ren sularının giderek kirlenmesine yol açmaktadır. Bu durum nehrin geçtiği devletler, özellikle de nehri başlıca su kaynağı olarak gören Hollanda için problem hâline geldi. Bu devletler arasında kirlilik problemlerini çözmek için 1970’lerin sonlarından bu yana ortak çalışmalar devam ettirilmektedir.
Alm. Farbe (f), Fr. Couleur (f), İng. Colour. Maddelere çarpıp yansıyarak göze ulaşan ışığın beyinde uyandırdığı duygu. Muhtelif renklerden meydana gelen görünen ışık, 380 ile 780 nanometre arasında değişen dalgaboylarına sâhiptir (Bkz. Işık). Gözle görülen ışık; X ışını, gamma ışını, ultraviyole ışın, infrared, radyodalgaları gibi elektromanyetik dalga spektrumunda kısa bir band hâlinde yer alır. Görmek için bu kısa frekans bandı yeterli olmaktadır (Bkz. Elektromanyetik Dalga). İnsan gözü, elektromanyetik spektrum içinde yalnız 380 ile 780 nanometre dalga boyunu taşıyanları görebilir. Görme, ayrıca başlı başına psikolojik, fizyolojik bir hâdisedir. Işık, gözün retina denilen sinir tabakasında fotokimyâsal reaksiyona sebep olur. Bu reaksiyonlar sonucu ortaya çıkan elektrik uyarıları görme siniri yolu ile beyindeki görme merkezine gelir. Beyin, hâfızadaki görmeyle ilgili bilgileri kullanarak, yeni gelen uyarıyı idrak eder. (Bkz. Göz)
Renk, gözün görebileceği dalga boylarına sâhip elektromanyetik ışık enerjisi oluğundan, ışığın geldiği maddenin özelliklerine göre çeşitli dalga boylarına sâhiptir. Güneş ışığı bir prizma yardımı ile kırılırsa, beyaz ışık, dalga boyları farklı olan renkli ışıklara ayrılır. Bu renkli görülen ışıklara tayf denir. Işık tayfı çok sayıda renkten meydana gelmiş olup, gözün renkli görmesi için yeşil, mavi ve kırmızı renk duygusu uyandıran 515 nm, 480 nm ve 650 nm dalga boyundaki elektromanyetik şuâları alması yeterlidir. Renkli televizyon da bu üç ana renkle çalışır. (Bkz. Televizyon)
Maddelerin renkli görülmesi, gelen ışığın ihtivâ ettiği elektromanyetik dalgalarla maddenin yapısına bağlıdır. Maddelerin renkleri, üzerlerine düşen ışınların enerjisini yansıtmaları, yutmaları ve geçirmeleriyle belirlenir. Sarı görülen bir madde gelen ışınların mavi dalga boylarını yutar. Üç ana renkten geride kalan kırmızı ile yeşil karışımı ise sarı rengi meydana getirir. Bunun gibi mor, kırmızı ile mavi ışın karışımıdır. Renk tonları, muhtelif dalga boyundaki ışınların karışımına bağlı olarak değişir. Muhtelif dalga boylarındaki ışınların tamâmını yutan madde siyah gözükür. Işınlar hiç emilmeden geri dönerse beyaz renk meydana gelir. Işınlar madde tarafından eşit yutulursa gri gözükür. Güneş ışığında belli bir renk tonunda görülen bir madde, ampul ışığında değişik, mum ışığında daha değişik renk tonlarında görülür. Çünkü ışık kaynakları değiştiği için yaydıkları şuâlar da değişmiştir.
Işığın tayfına ayrılabilmesi için, içinden geçtiği ortamda ışık dalga boylarından daha küçük parçacıklar ihtivâ etmesi lâzımdır. Güneşli bir günde gökyüzü mavi gözükür. Bunun sebebi atmosferin taşıdığı hava moleküllerinin, güneş ışığının mavi ışınlarını dağıtarak beyaz ışıktan ayırmasıdır. Güneş ışığının içerisinden mavi ışınlar hava tarafından yutulup enerjisi alındığı için güneş ışınları göze sarımtrak gözükür.
Fosforesant madde molekülleri, ışığın çeşitli dalga boylarındaki renk şuâlarının enerjisini yuttuktan sonra ışık ortadan kalkınca, depo ettikleri enerjiyi tekrar etrafa yayarlar. Diğer maddelerde ise renk şuâ enerjileri, ısı veya elektrik enerjisine çevrilir.
Alm. (totale) Farbenblindheit (f), Fr. Achromatopsie (f), daltonisme (m), İng. Achromatopu, color blindness. Belirli renkleri, kısmen veya tamâmen görememe, ayırt edememe, seçememe hastalıklarına verilen genel ad. Görme sinirlerinin yıpranmış olması veya gözün ağ tabakasının hastalanması sonucu meydana gelir. Doğuştan olması sık olduğu gibi, sonradan olma vak’alar da vardır. Renk körlüğü sık rastlanan bir durumdur. Erkeklerde daha fazladır. Bu oran erkeklerde % 0,8, kadınlarda % 0,4’tür.
Retinada koni hücrelerinin hiç bulunmamasına bağlı olan tam renk körlüğü, çok nâdir görülen bir durumdur. Bu kişiler ortamı siyah-beyaz görürler. Bir pigmentin eksikliğine bağlı olan iki renk görme, yeşil-kırmızı veya mavi-sarı görme şeklinde ortaya çıkar ve bilinen bir olaydır. En sık rastlanan durum anormal trikomatopsi denen haldir. Bunlar her rengi görür ancak, kırmızı-yeşil-sarı veya mavi-yeşil-sarı farkını ayıramaz.
Renk körlerinin çoğu, durumlarının farkında değildirler. Ancak belirli testlerle bunların renk körü olduğu anlaşılır. Bâzı mesleklerde mükemmel renk görme gerektiğinden renk körlüğü önem kazanır. Hastalığın tedâvisi mevcut değildir.
Renk körlüğünün teşhisi için çeşitli renklerin karışımından meydana gelen harf veya rakamlar ihtivâ eden tablolar hazırlanmıştır. Bunlara “İnchiara tabloları” denir. Hasta kimseler bu tablolardaki harf veya rakamları ya okuyamazlar veya başka bir rakam olarak okurlar. Yine bu hastalığın teşhisi için basitçe renkli yumaklar kullanılır. Hastadan bu yumaklar arasından belirli renkleri ayırması istenir. Bu her hekimin yapabileceği oldukça kolay ve netice vermesi rahat olan bir metoddur.
Alm. Rhenium, Fr. Rhenium, İng. Rhenium. Geçiş metallerinden bir element. Re sembolüyle gösterilen renyum, 1925 yılında Noddack ve Tacke tarafından bulunmuştur. Bir mineral olarak yalnız halde bulunmaz. Tabiatta genel olarak molibden sülfürle birlikte bulunur. Atom numarası 75, atom ağırlığı 186.2, erime noktası 3189°C, kaynama noktası 5900°C ve özgül ağırlığı ise 21 g/cm3tür. Elektron düzeni [Xe] 4f145d56S2 olup aldığı değerlikler 1-, 2+, 4+, 6+ ve 7+’dır. Renyum metal olmakla berâber (Re-) şeklinde anyon hâlinde bulunabilen tek elementtir. En kararlı ve önemli olan bileşikleri 7+ değerlikli bileşikleridir.
Tungsten, platin ve diğer geçiş metalleriyle yaptığı alaşımlar elektronikte ve yüksek sıcaklık ölçmelerinde kullanılır. Toz hâlinde ve birkaç sayıdaki bileşikleri ise bâzı organik ve anorganik sentezlerde bir katalizör olarak vazîfe görür.