REDOKS TEPKİMELERİ
Alm. Redoxreaktionen, Fr. Reáctiones Redox, İng. Redox reactions. Elektron alışverişine dayanan kimyâsal tepkimelerdeki rolü anlaşılmadan evvel demirin paslanmasında (4Fe+ 302 Æ 2Fe2O3) olduğu gibi bir elementin oksijenle birleştiği tepkimeler yükseltgenme (oksitlenme); bakır oksitin hidrojenle indirgenmesinde (CuO+ H2 Æ Cu+ H2O) olduğu gibi bir bileşiğin oksijen kaybettiği tepkimeler ise indirgenme (redüklenme) tepkimeleri olarak adlandırılmıştır. Bugün bu tür tepkimelerin aslında elektron aktarımına dayandığı bilinmektedir. Meselâ, demirin paslanmasında elementel demir 2 elektron vererek +2 değerli; oksijen ise 2 elektron alarak -2 değerli hâle gelmiştir. Yâni oksijen indirgenmiş, demir ise yükseltgenmiştir. (Bkz. İndirgenme ve Yükseltgenme). Her redoks tepkimesinde indirgenme ve yükseltgenme olayları bir arada olur. Bunlara kısaca redoks tepkimeleri denir.
Oksijen, flor, klor gibi elementler, potasyum permanganat gibi bileşikler kuvvetli birer yükseltgen maddedir. Yâni kendileri elektron alarak indirgenirler. Genellikle metaller, kuvvetli indirgeme araçlarıdır; elektron vererek yükseltgenirler. Bir maddenin yükseltgenme ve indirgenme özelliği, karşısındaki maddeye bağlıdır.
Redoks denklemlerinin denkleştirilmesi: Bir redoks reaksiyonunda alınan ve verilen elektron sayıları birbirine eşit olmalıdır. Bu noktadan düşünülerek, bir redoks denklemi şu adımlar üzerinden denkleştirilebilir:
1. Reaksiyona katılan her bir elementin sembolünün üzerine değerliği yazılır. Hidrojen ve alkali metaller gibi sâbit bir değerliğe sâhip olanlarınkini yazmaya gerek yoktur.
Al0+Ag1+NO3 Æ Al3+(NO3)3+Ag0
2. Redoksa katılan elementlerin değerlik değişmeleri almış veya vermiş oldukları elektronlara göre yazılır:
Al0 Æ Al3+ + 3e
Ag1++le Æ Ag
Eğer bir bileşiğin birden fazla elementi redoksa iştirak etmişse, bu taktirde herbir bileşiğin birer formül biriminin almış veya vermiş olduğu elektron sayısı hesaplanır.
3. Yükseltgenen bileşiğin bir formül biriminin verdiği elektron sayısı ile indirgenen bileşiğin bir formül biriminin aldığı elektron sayısının en küçük ortak katı bulunarak (indirgenen ve yükseltgenen bileşiklerin elektron alışverişi denk kılınacak şekilde) katsayılar konur: 1Al+3AgNO3 Æ Al(NO3)3+Ag
4. Sol tarafı redoksa göre denkleşmiş eşitliğin sağ tarafı da denkleştirilir:
1Al+3AgNO3 Æ Al (NO3)3+3Ag
5. Redoksa katılmayan element veya bileşiklerin katsayıları, denklemin sağ ve sol yanındaki atom sayıları eşit olacak şekilde hesaplanır.
Alm. (Ver) minderer (m), Fr. Réducteur (m), İng. Reducer. Bir mekanizma tarafından döndürülen şaftın devrini küçültmek veya büyütmek için kullanılan dişli tertibâtı. Dişli kutusu adı da verilen redüktör, devri sâbit elektrik motoru, benzinli motor, dizel motoru gibi sürücülerden değişik devirlerde dönme hareketi elde etmek üzere motor çıkış şaftına bağlanır. Redüktör için en yaygın örnek otomobil vites kutusudur. Yokuşta ve otomobil yüklü iken motorun zorlanmadan iş yapmasını sağlamak için motor devri redüksiyon dişlileriyle en alt seviyeye düşürülür (Bkz. Dişli Çarklar). Redüktör giriş şaftı ile çıkış şaftı gücün devirle ilişkisi, dişli çarklarda bulunan diş sayısı, çarkların çapı ve redüktör mekanik düzenlemesine bağlı olarak değişir. Güçle devir arasındaki irtibat yaklaşık bir ifâde ile P1/P2 = k. n2/n1 kabul edilebilir. Burada oran sâbiti; P1 giriş gücü; P2 çıkış gücü; n1 giriş devri; n2 çıkış devridir. Bu bağıntıya göre çıkış devri düşürülünce, giriş devri ve gücü sâbit olduğu için çıkış gücü artar.
Çıkış devir sayısı yüksek redüktörler de vardır. Dişçi koltuklarında diş oymak maksadı ile kullanılan dişli kayışlı redüktörler, elektrik motor devrini 10-15 kat arttırabilirler.
Redüktörler, hız ve iletecekleri güçlere göre çeşitlilik arz ederler. Hız değiştirme miktarı 7:1 oranını geçmeyen durumlarda redüktör olarak kayış kasnak donanımı kullanılır. Hız değiştirme miktarı 10:1 oranını geçmediği durumlarda dişli zincir donanımı kullanılır. Daha büyük oranlar için tamâmen dişli donanımlı redüktörler kullanılır. Dişli redüktör tipleri arasında: Pinyon ve dişli donanımı; pinyon ve iç dişli donanımı; pinyon ve planet mekanizmalı dişli donanımı; helisel çok dişli donanımı; sonsuz dişli ve dişli donanımı; özel hipoid ve spiral pinyon ve dişli donanımı sayılabilir. Bunlardan pinyon ve planet dişli donanımında düşürme oranında 10.000’e kadar ulaşılabilir.
(Bkz. Tenâsüh)
12 Eylül 1980’den sonra kurulan siyâsî partilerden. Millî Selâmet Partisi (MSP), 12 Eylül 1980 askerî harekâtından sonra kapatıldı. Millî Güvenlik Konseyince siyâsî partilerin yeniden kurulup faaliyet göstermesine izin verilmesi üzerine 19 Temmuz 1983’te avukat Ali Türkmen başkanlığında Millî Selâmet Partisinin görüşlerini benimseyen Refah Partisi (RP) kuruldu. Kurucularının Millî Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından birkaç defâ veto edilmesi sebebiyle, kadrosu, kânunların öngördüğü zamanda tamamlanamadığından 1983 seçimlerine katılamadı. Daha sonra kurucu üyeler arasından veto edilmeyen Ahmed Tekdal parti başkanlığına getirildi.
Refah Partisi ülke çapında çok kısa zamanda bütün teşkilâtını kurdu. Programında mânevî kalkınmaya ve sanâyileşmeye ağırlık vereceğini belirterek, Millî Selâmet Partisinin oy tabanına yerleşti. İlk olarak 25 Mart 1984’te Ahmed Tekdal başkanlığında yerel seçimlere katıldı. Oyların % 4.44’ünü alarak Urfa ve Van belediye başkanlıklarını kazandı. 28 Eylül 1986’da 11 ilde yapılan milletvekili ara seçimlerine katıldı. Bu seçimlerde % 4.76 oy alabildi. 6 Eylül 1987’de yapılan referandum (halk oylaması) ile bâzı eski siyâsî parti liderlerine siyâset yapma yasağı kaldırılınca, MSP eski başkanı Necmettin Erbakan Refah Partisi genel başkanlığına seçildi (11 Ekim 1987).
Refah Partisi,Kasım 1987’de yapılan milletvekili erken genel seçimlerine Necmettin Erbakan başkanlığında girdi.Oylarının oranını % 7,16 oranına çıkardı. Ülke genelinde% 10 barajını aşamadığı için milletvekili çıkaramadı. Mart 1989’da yapılan Belediye Başkanlığı (Yerel İdâre) Genel Seçimlerinde Türkiye genelinde toplam oy oranını % 9.8’e çıkardı. Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa, Van ve Konya illerinin belediye başkanlıklarını kazandı. 20 Ekim 1991 Milletvekili Erken Genel Seçimine Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi, Islahatçı Demokrasi Partisi üçlü ittifak olarak katıldılar. Anayasaya göre iki ve daha fazla partinin birleşerek seçime katılmalarının yasak olması sebebiyle bu üç partinin ittifakları kâğıt üzerinde resmî bir belgeye dayanmamaktadır. Bunun için IDP ve MÇP partilerinin milletvekili adayları seçime katıldıkları bölgelerden bağımsız aday olarak katılmışlar, fakat her üç parti de birbirinin adaylarına oy vermişlerdir.
20 Ekim 1991 Erken Genel Seçimlerine bu şekilde katılan Refah Partisi (RP), Türkiye genelinde kullanılan seçmen oylarının % 16.90’ını alarak TBMM’ye 62 milletvekiliyle girdi. TBMM’de grup kuran dört partiden birisi oldu. Daha sonra Milliyetçi Çalışma Partisine ve Islahatçı Demokrasi Partisine mensup milletvekilleri ayrıldılar. Kapatılan partilerin açılmasına izin verilmesi üzerine açılan MSP Refah Partisine katıldı.
Partinin programları arasında; Türkiye’de mânevî kalkınmayı sağlamak, âdil düzeni kurmak, ağır sanâyiyi gerçekleştirmek, İslâm ülkeleriyle olan ilişkileri arttırmak, fâizi kaldırmak, Türkiye’nin AT’a girmesinin faydasız olduğu gibi, temel görüşleri vardır.
Alm. Volkentscheid (m), Referandum (n), Fr. Référendum (m), İng. Referendum. Siyâsî iktidar tarafından hazırlanmakta olan bir kânunun veya bir kararın kabul edilip edilmemesine halkın katılması şekli. Halk oyuna başvurmaktır. Halkın yönetime katılmasıdır. Bâzı yönetimlerde, halkın yönetime katılması doğrudan doğruya, belirli zamanlarda siyâsî ve idârî kararlara katılmak üzere genel kurul hâlinde toplanması şeklinde olur. Buna doğrudan demokrasi denir. Eski çağ sitelerinde vatandaşlık hakkına sâhip bir kısım halk, gerçek bir hükümet ve yasama organı gibi toplanırdı. Bugün ise bâzı İsviçre kantonlarında ve bir kısım Amerikan kominlerinde, yılda bir defâ toplanan halk genel kurulunun görevi, sâdece yöneticileri denetlemek ve tekliflerini bildirmektir.
Doğrudan demokrasinin fiilen uygulanmasındaki güçlük sebebiyle temsîlî demokrasi sistemine gidilmiştir. Bu sistemin de mahzurlarını gidermek ve doğrudan demokrasi sistemine yaklaşmak için, yarı doğrudan demokrasi sistemine gidilmiştir. Referandum bunlardan birisidir. Yarı doğrudan demokrasi denilen, halkın yönetime katılmasının bu şeklinde ise; seçmenlerin görevi, sâdece temsilciler seçmek değildir. Seçmenler, gerek anayasa yapma ve gerekse yasama yetkisine oylarıyla katılırlar.
Hazırlanmakta olan bir kânunun kabûlüne veya bir kânun teklifine halkın katılması iki şekilde olur:
1. Yetkili makamın bir kânun tasarısı veya teklifinin esaslı kısımları hakkında halk oyuna başvurmak.
2. Yasama organı (parlâmento)nun hazırladığı kânun hakkında halkın reyine müracaat etmek.
Meclisin hazırlamış olduğu kânun, yürürlüğe girmeden önce halka sunulur. Seçmenler, hazırladıkları bir dilekçe ile kânunun karşısında yeterli sayıda imzâ toplayabilirse, kânunun tasdiki veya yürürlükten kaldırılması husûsunda halkın reyine başvurulur. Karşı oylar yetersiz kalırsa kânun, referandumla tasdiklenmiş sayılır. Karşı oylar fazla gelirse, kânun yürürlükten kalkmış olur. 1789 Fransız ihtilâli sonucu Fransa’da uygulanan bu sistem, bugün bâzı Amerikan eyâlet anayasalarında yer alır. Buna halkın tasdiki veya halk vetosu denir. Bâzan da, Alman Velmar Anayasasında olduğu gibi; devlet başkanı dilerse, her hangi bir kânunu tasdik etmeden önce, bir defâ da halkın oyuna gerek duyabilir.
Anayasaların, yeni hazırlanmalarından sonra veya önemli değişikliklerde referandumla halkın oyuna başvurulur. Türkiye’de, Fransa’da ve İsviçre’de yeni anayasaların kabûlü bu şekilde olmuştur. Buna Anayasa Referandumu denir.
Türkiye’de ilk defâ referanduma, 1960 Anayasasının kabûlü sırasında başvurulmuştur. Katılan seçmenlerin % 62’si evet, % 38’i hayır şeklinde oy kullanarak; “Kurucu Meclis”in hazırladığı Anayasayı kabul etmiş oldu. 1982 yılındaki, “Danışma Meclisi” tarafından hazırlanan Anayasanın referandumunda ise, kabul oyları % 91’i geçti. Red ise % 9 idi. Yeni anayasa ittifaka yakın bir çoğunlukla kabul edilmiş ve seçmenlerin tasvibini almıştır.
Kânunların halkın referandumuna sunulması usûlü ABD ve İsviçre’de temel bir prensip olarak kabul edilmiştir. Bugüne kadar referanduma sunulmuş dünyâ anayasaları içinde sâdece 1946 Fransız Anayasası halk tarafından birinci oylamada reddedilmiştir. Bu anayasa ikinci referandumda kabul edilmiştir.
Türk asker ve siyâset adamı. 1881 senesinde İstanbul’da doğdu. İlköğrenimden sonra 1899 senesinde Harbiye Mektebini (Harp Okulu), 1912 senesinde Erkân-ı Harbiye Mektebini (Harp Akademisini) bitirdi, Kurmay Subay olarak Osmanlı ordusuna katıldı. Balkan Savaşında ve Birinci Dünyâ Savaşında çeşitli cephelerde savaştı. Birinci Dünyâ Savaşı sırasında Filistin Cephesinde özellikle İkinci Gazze Muhârebesinde büyük yararlıklar gösterdi. 1916’da Kurmay albaylığa terfi etti. Mütâreke döneminde merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu Komutanlığına tâyin edildi. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’le birlikte Samsun’a çıkıp Millî Mücâdeleye katıldı. Amasya Tamîmî kararlarının hazırlanmasında yardımcı oldu. 13 Temmuz 1919’da ordudaki vazifesinden ayrıldı. Erzurum Kongresinde Heyet-i Temsîliyeye seçilerek, Sivas Kongresine katıldı. Bu kongrede Amerikan mandasını savunan grup arasında yer aldı. Konya’da Delibaş, Denizli’de Demirci Mehmed Efe ve Çerkez Ethem tarafından idâre edilen karşı hareketlerin bastırılmasında vazife aldı. Güney Cephesi Komutanlığına getirildi. Son Osmanlı Meclis-i Meb’ûsanına İzmir milletvekili seçildi. Ankara’da toplanan TBMM’ye İzmir milletvekili olarak katıldı. 16 Eylül 1920’de Dâhiliye Vekili (İçişleri Bakanı) oldu. 21 Nisan 1921’de Dâhiliye Vekilliğinden ayrıldı. 30 Haziran 1921’de tekrar aynı vazifeye getirildi. 6 Ağustos 1921’de ek olarak Müdâfaa-i Milliye Vekilliğini(Milli Savunma Bakanlığını) de üstlendi. Dâhiliye Vekilliği 10 Ekim 1921’e kadar sürdü. Müdâfaa-i Milliye Vekilliğiyse 10 Ocak 1922’ye kadar devam etti. Ekim 1922’de TBMM temsilcisi olarak Mudanya Mütârekesi gereğince Trakya’yı Yunanlılardan devralmakla vazifelendirildi. Kasım 1922’deAnkara Hükûmetinin İstanbul temsilciliğine tâyin edildi. Halîfe Abdülmecîd Efendiye bir at hediye etmesi ve hilâfetin korunmasından yana tavır takınması sebebiyle Mustafa Kemal’le arası açıldı. TBMM’nin ikinci döneminde İstanbul milletvekili seçildi. Mustafa Kemal’in asker ve sivil kadroların ayrı ayrı olması gerektiğini söylemesi üzerine milletvekilliğini tercih etti ve komutanlık vazifesinden ayrıldı.
Bir grup arkadaşıyla birlikte 8Kasım 1924’te Cumhûriyet Halk Fıkrasından istifâ eden Refet Bele, 17 Kasım 1924’te ilk muhâlefet partisi olan Terakkiperver Cumhûriyet Fırkasının kuruluşunda yer aldı. Partinin Haziran 1925’te kapatılmasından sonra 17 Haziran 1926’da Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen İzmir suikastiyle ilgili olarak tutuklandı ve İstiklâl Mahkemesinde yargılandı. Fakat beraat etti. Kasım 1926’da milletvekilliğinden istifâ ederek Meclisten çekildi. 1939 yılında İstanbul’dan milletvekili seçilerek tekrar TBMM’ye girdi. 1950’ye kadar dört dönem İstanbul milletvekili olarak vazife yapan Refet Bele, Haziran 1950’de Demokrat Parti hükûmeti tarafından Beyrut’taki Birleşmiş Milletler Filistin Mültecilerine yardım komitesine Türk delegesi olarak gönderildi. Bu vazifeyi Mart 1961’e kadar sürdüren Refet Bele, 2 Ekim 1963’te İstanbul’da öldü.
İstanbul Türkçesinin en güzeliyle yeni bir nesir dili kuran roman ve hikâyeci. 1888 yılında İstanbul’da doğdu. Mâliye Başveznedârı Mehmed Hâlid Beyin oğludur. Vezneci, Göztepe, Galatasaray Sultânisinden ayrılarak Hukuk Mektebine geçti. Meşrûtiyetin îlânı ile orayı da bırakıp gazeteciliğe başladı. Robert Kolejinde Türkçe öğretmenliği, 1919’da da Posta Telgraf Umum Müdürlüğü gibi görevlerde bulunduysa da, asıl mesleği ve geçim kaynağı gazetecilik ve yazarlık olmuştur.
Servet-i Fünûn ve Tercüman-ı Hakikat’te ilk yazıları çıktı. Fecr-i Âtî topluluğuna katılarak, Kalem dergisine Kirpi mahlasıyla yazılar yazdı. Aydede isimli bir mizah dergisi çıkardı. On beş sayı çıkabilen Son Havadis gazetesini kurdu. Gazetecilik onu siyâsete, siyâset de huzursuz ve zaman zaman üzüntülü bir hayâta itmiştir.
İttihat ve Terakki’ye muhâlif yazılarından dolayı, birçok siyâsîlerle birlikte, 1913’te Sinop’a sürülmüş, oradan Çorum, Ankara ve Bilecik’e yollanmıştır. Ziya Gökalp’in yardımıyla İstanbul’a dönmüş, harbin bitişi ve İttihatçıların çöküşü ile onlara muhâlif olan, Hürriyet ve Îtilâf Fırkasının yüksek kademelerine çıkmıştır.
Anadolu’da başlayan Millî Mücâdeleye inanmayıp karşı çıkması netîcesinde 1922’de “Yüzellilikler” listesine alındığından yurtdışına çıkmaya mecbur oldu. Ömrünün 15 yılını gurbette (Beyrut, Halep, Hatay) geçirdi. Hatay’ın Anavatan’a ilhâkı sırasında vatanseverce gayret ve hizmetleri görüldü.
1938’de çıkan af kânunu ile yurda döndü. Tekrar gazeteciliğe başladı. Bundan sonra birçok eser yayınladı. 18 Temmuz 1965’te öldü. Mezarı Zincirlikuyu’dadır.
Mizâcı îtibâriyle kendi özel hayâtına düşkün olan Refik Halit’in tehlikeli ve çetin siyâsî mücâdelelere kalkması, sürgünleri, idamları göze alması, ömrünün yirmi yılını iç ve dış sürgünlerle geçirmiş bulunması tuhaf bir çekişme gibi görünmektedir. Fakat karakterinin bir yanı da, onun şahsiyet ve şerefine düşkün, fikir nâmusuna bağlı, sözünü esirgemez, biraz da muhâlif ruhlu olmasıdır. Kısaca o, zevke düşkünlüğüne rağmen, kaleme sarılınca hırçınlaşan, hicvetmekten kendini alamayan bir yazardır. Yaşadığı sürgünler, onun bilgi ve görgü âlemini zenginleştirmiş, dolayısıyle eserlerine gözlem zenginliği katmıştır. Izdırap onun rûhunu beslemiştir. Eğer sürülmeseydi, edebiyatımız, Memleket Hikâyeleri ve Gurbet Hikâyeleri gibi iki şâheserden mahrum kalırdı.
Milliyetçiliği sürgündeyken daha da gelişti. Gurbette yazılmış bâzı hikâye, roman ve makaleleri Millî Edebiyatın incileri kabul edilir. Romanlarında daha çok âile üstünde durur ve Batı’yı ters anlayarak modern hayâta yönelen çevreleri zarif üslûbuyla hicveder. Hikâye ve romanlarında, Mapaussant realizmini benimsemiştir. Yazdığı konularda Anadolu’nun sefâleti ve geriliği kadar, asilliği ve yüceliğini de anlatmıştır.
Üslûbu nefis, olayları çekici ve hele çevre tasvirleri çok başarılı olan bu hikâyelerde teknik de kuvvetlidir. En çok başarılı olduğu tür hikâye türüdür.
Genel olarak bütün eserlerinde, iç gözlemde, yâni ruh tahlilinde oldukça zayıf, dış gözlemde çok kuvvetli bir “ressam-yazar” özelliği taşır. Sürükleyici olaylar, ilgi çekici tiplerle, geniş bir coğrafya içerisinde, renkli, kokulu, binbir benzetme ve zekâ oyunlarıyla verilir. Sıcak, çekici, oynak, ışıklı, zevkli bir dili vardır. İstanbul halkının en güzel Türkçesini kullanan usta bir üslûpçudur.
Eserlerinin en önemlileri:
a) Romanları: İstanbul’un İç Yüzü (1920), Yezidin Kızı (1939), Çete (1939), Sürgün (1941), Anahtar (1947), Bu Bizim Hayâtımız (1950), Dişi Örümcek (1953), Bugünün Saraylısı(1954), Kadınlar Tekkesi (1956), Karlı Dağdaki Ateş (1956), Dört Yapraklı Yonca (1957), Nilgün (1961), Yerini Seven Fidan (1977), EkmekElden Su Gölden (1980), Ayın On Dördü (1980), Yüzen Bahçe (1981).
b) Tiyatroları: Kanije Müdâfaası (1909), Deli (1939, İnkılapların hicvi diye yorumlanan tiyatrosu).
c) Hiciv mizah yazıları: Kirpinin Dedikleri (1916), Ago Paşanın Hatırâtı (1918), Guguklu Saat (1922), Bir Avuç Saçma (1940).
d) Hikâyeleri: Memleket Hikâyeleri (1919), Gurbet Hikâyeleri (1940).
e) Hâtıraları: Sakın Aldanma, İnanma, Kanma (1915), Üç Nesil Üç Hayat (1943), Minelbâb İlelmihrâb (1965).
Eserlerinin bâzıları ölümünden sonra basılmıştır.
Türk siyâset adamı. 1889’da Sivas’ın Divriği ilçesinde doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra, ortaöğrenimini İstanbul Mercan İdâdisinde tamamladı. Yüksek tahsiline Hukuk Mektebinde devam etti ve bu okulu 1914’te bitirdi. Tahsilini tamamladıktan sonra sırasıyla Bursa, Gelibolu ve Karaman Savcı Yardımcılığı ile Savcılıklarında ve Trabzon Polis Müdürlüğü vazîfelerinde bulundu.Mondros Mütârekesinden sonra Trabzon Muhâfaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyetinin çalışmalarına katılması üzerine, Dâmât Ferid PaşaHükümeti tarafından görevden alındı. Bunun üzerine İtanbul’a dönerek avukatlık yapmaya başladı.
Refik Koraltan, İstiklal Harbi sırasında Anadolu’ya geçerek savaşa katıldı. 23 Nisan 1920’de açılan TBMM’ye birinci dönem Konya mebusu olarak girdi ve 1935 senesine kadar milletvekilliği yaptı. Bu arada İstiklal Mahkemelerinde görev aldı. 1935’ten sonra sırasıyla Artvin, Trabzon ve Bursa vâliliklerinde bulundu. 1939 seçimlerinde İçel’den milletvekili olarak tekrar meclise girdi. 1945’te Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuad Köprülü ile birlikte Cumhûriyet Halk Partisi meclis grubuna Dörtlü Takrir olarak bilinen bir önerge vererek partiden ayrıldı. 1946’da kurulan Demokrat Partinin kurucuları arasında yer aldı ve bu partiden 1950 ve 1954’te İçel; 1957’de ise Kocaeli milletvekili olarak meclise girdi. DP’nin iktidar olduğu 10 sene boyunca TBMM Başkanlığı yaptı.
Koraltan, 27 Mayıs devriminden sonra tutuklanarak Yassıada’da yargılandı. Yüksek Adalet Divanınca ölüm cezâsına çarptırıldı ise de sonra cezâsı müebbet hapse çevrildi. 3 Ağustos 1966’da kabul edilen af kânunu ile serbest bırakıldı. Diğer Demokrat Partililerle birlikte 16 Nisan 1974’te Koraltan’ın da siyâsî hakları geri verildi. Aynı senenin Haziran ayının 17’sinde İstanbul’da öldü.
Hekim ve devlet adamı. 8 Eylül 1881’de İstanbul’da doğdu. İlk ve orta tahsilini tamamladıktan sonra, 1905’te Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne (Askerî Tıbbiye)yi bitirdi. Daha sonra Almanya’nın Berlin Askerî Tıp Akademisinde Brandenburg, Danzig ve Spandau’daki tıp merkezlerinde ihtisas yaptı. Balkan Harbinin başlaması üzerine 1912’de İstanbul’a geri döndü. Çatalca Cephesinde savaşa katılan Refik Saydam, savaş sırasında kolera salgınını önleyici çalışmalar yaptı. Birinci Dünyâ Harbi sırasında, Sahra Genel Sağlık Müfettiş Yardımcılığına getirildi. Bu görevdeyken kurduğu Bakteriyoloji Enstitüsünde tifo, dizanteri, veba, kolera aşılarıyla tetanos, dizanteri serumlarını üretti ve tifüse karşı hazırladığı aşı tıp literatürüne geçti.
Refik Saydam, Kurtuluş Savaşından önce 9. Kolordu Sağlık Müfettiş Yardımcısı olarak M.Kemal’le birlikte Anadolu’ya geçti. Binbaşıyken ordudan ayrıldı. Erzurum ve Sivas kongrelerine katıldıktan sonra, 1920’de Doğubâyezîd milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Kurtuluş Savaşı sırasında Millî Müdâfaa Vekâleti Sıhhıye Dâiresi Başkanı oldu. 1921’de Adnan Adıvar’ın Sıhhî ve Muâvenet-i İctimâiye Vekilliği (Sağlık Bakanlığı)ndan ayrılması üzerine bu göreve getirildi. 1923-39 arasında İstanbul milletvekili olarak meclise giren Refik Saydam, bakanlığı sırasında Ankara, Erzurum, Diyarbakır ve Sivas’ta hastahâneler, doğumevleri ve çocuk bakımevleri kurdurdu. 1928’de Ankara’da bugünkü Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsünün kurulmasına ve bu alanda eğitim vermek için Hıfzıssıhha Mektebinin açılmasına öncülük yaptı.
1931-1938 arasında çeşitli dönemlerde maarif ve mâliye vekilliklerini de vekâleten üstlendi. İlk dönemlerde Atatürk’ün sıhhatiyle meşgul oldu. Bâzı konularda ona fikir beyânında bulundu. Daha sonraları İsmet İnönü ile çok sıkı fıkı olması dolayısıyla Atatürk’ün îtimâdını kaybetti. Atatürk, ömrünün son zamanlarda şiddetli hasta olmasına rağmen, Dr. Refik Saydam’ı yanına kabul etmedi.
Dr. Refik Saydam, bilhassa Ayasofya Câmiinin câmilikten çıkarılıp müze olması, ezânın Türkçe olarak okunma mecburiyetinin getirilmesi ve Anayasadan, “Devletin dîni İslâmdır.” maddesinin kaldırılması gibi kararların alınmasında etkili oldu.
Atatürk’ün ölümünden sonra kurulan İkinci Bayar Hükümeti sırasında İçişleri Bakanı oldu. İsmet İnönü ile çok samîmi olması, 1938’de Cumhûriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğine seçilmesini sağladı. 25 Ocak 1939’da Başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ölümüne kadar Başbakan olan Saydam, 8 Temmuz 1942’de İstanbul’da öldü.
Alm. Reflex (-bewegung (f) (m), Fr. Réflexe (m), İng. Reflex. Doğuştan var olan ve dışarıdan gelen bir uyarı neticesinde husûle gelen, hareket, salgı gibi çeşitli tepkilerle karakterize irâde dışı çalışan mekanizmalar. Hayvanların birçok davranışlarının temelinde refleksler yatmaktadır. İnsan davranışı ise daha ziyâde şartlanma seviyesindedir. İnsanlarda refleksler, korunma mekanizması sınırları içinde kalmıştır.
Her refleksin beş parçası vardır: Dış çevreden uyarıları alan bir alıcı (reseptör) organ, uyarıyı sinir sistemine götürücü bir yol, sinir sistemi içinde bir refleks merkezi, merkezin cevâbını götürecek bir götürücü yol, refleks cevâbın ortaya çıktığı organ. Bunların hepsine birden refleks çemberi denir. Refleksin normal olarak meydana gelebilmesi için, bu beş parçanın da sağlam olması gerekir. Bunlardan birinin bozulması refleksin kaybolması veya anormal reflekslerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Normal Refleksler Şunlardır
Yüzey refleksleri: Bunların alıcı organları deri ve mukozalarda bulunmaktadır. Küçük bir pamuk parçası görünmeden yaklaştırılıp bir kişinin gözünün camsı cismine değdirilirse, her iki göz kapağı da âniden kapanır ki, buna “kornea refleksi” denir. Parmağımızı boğazımıza sokunca öğürmemiz de “yutak refleksi”dir. Bunun gibi yüzey refleksleri arasında karın derisi refleksi, ayak tabanı refleksi, yumuşak damak refleksleri de vardır.
Derin refleksler: Alıcı organları kasların içinde bulunmaktadır. Diz kapağı refleksi hepimizin bildiği ve bu reflekslere örnek olan bir reflekstir. Kasın tendonuna, refleks çekiciyle âni vurulursa kas gerilir ve reseptörler (alıcılar) uyarılır. Cevap olarak ilgili kasın kontraksiyonu ile o kısımda hareket husule gelir. Ayaktaki topuk kirişine vurulmakla ortaya çıkan “Aşil refleksi” de yine derin bir reflekstir.
Organ refleksleri: Organlarla alâkalı olan ve bir organın hareketinin uyarıya cevap olarak ortaya çıktığı reflekslerdir. Göze ışık düşürülünce gözbebeğinin daralması “Gözbebeği refleksi”. Göze basılınca kalp hızının yavaşlaması “Göz-kalp refleksi” olarak bilinen organ refleksleridir.
Bunlardan başka normalde bulunmayan refleksler de vardır ki, kişide ortaya çıkarlarsa “Patolojik refleks” adını alırlar. Ayak tabanının sivri bir cisimle topuktan öne doğru çizilmesinde normal kişilerin ayak parmakları aşağı doğru kıvrılır. Sinir sisteminin bâzı hastalıklarında ayak parmakları ve özellikle ayak başparmağı yukarı bükülür ki bu, hastalık alâmetidir ve “Babinski refleksi” adını alır.
Normalde yeni doğanlarda bulunup da beyin dokusunun gelişmesiyle kaybolan yakalama, kavrama, emme refleksleri gibi ilkel refleksler de vardır. Bunların da erişkinlerde ortaya çıkmaları, patolojik olup sinir sisteminin belli bölümlerinin hastalıklarına delâlet eder.
Alm. Refrakter, Fr. Réfractaire, İng. Refractory, Firegroof. Fırın ve bacaların iç kısmının kaplanmasında kullanılan malzeme. Refrakterler, ısıya, kimyâsal etkilere ve sıcaklığın âni artmasına karşı yüksek mukâvemete sâhiptirler. Ortaçağda bu tür işler için ateş kili kullanmışlardır. Ancak, 18. yüzyılın ortalarında ilk refrakter tuğla yapılmıştır. Günümüzde pekçok değişik refrakterler mevcuttur. Hemen hemen her sanâyi dalı bu malzemeyi kullanır. Özellikle nükleer santrallerin çekirdek kısımlarının dış tesirlere karşı korunulmasında kullanılmaları önemlerini arttırmıştır.
Refrakterlerin çoğu oksitler olup, dört grupta târif edilebilir:
Alumina silikat: Bu tür malzeme en çok kullanılan ve ucuz olan kısımdır. Bu hemen hemen her türlü metalurjik işlemler için uygundur. Bu grupta % 50’ye kadar alümina olan ateş kili, ateş tuğlası ve saf alümina olanlar bulunur. Erime sıcaklığı 360°C ile 420°C arasındadır. Alumina miktarı arttıkça erime noktası da artar ve 460°C’yi bulabilir.
Silika: Silikalı refrakterler tabiatta bulunan yüksek saflıktaki silisyuma, az miktarda (silis tanelerini bağlaması için) kireç ilâve ederek elde edilir. Ateş kili ise yumuşar ve aktığı hâlde, yüksek sıcaklıkta yük altında şeklini muhâfaza eder.
Temel refrakterler: Magnezyum veya krom cevheri taşırlar. Yüksek sıcaklığa kadar dayanıklılıkları yanında (krom ile 450°C, magnezyum ile 620°C) dayanıklılıkları da yüksektir. Her ikisinin de mahzurları mevcuttur. Magnezyumlu olan, yüksek sıcaklıklarda büzülür ve yarılır. Bunun için yapılacak ilâveler, erime noktasını düşürür. Kromlular ise demir okside karşı mukâvemetsizdirler, ancak büzülmeleri yoktur.
Özel refrakterler: Az miktarda elde edilir, özel gâyeler için kullanılırlar. Tabiî ve sentetik olabilir. Çok pahalıdırlar. Meselâ grafit yaygın olarak kullanılan bir refrakterdir. Erimez, fakat 700°C civarında buharlaşır. Grafitin ısı ve elektrik iletkenliği yüksektir, bu sebepten elektrot olarak tercih edilir. Diğer bâzı refrakterler porselen, silikon, karpit, zirkonyum silikat, zirkonyum oksit, berilyum oksit ve değişik camlar ihtivâ ederler.
Dînimizdeki mübârek gecelerden. Recep ayının ilk Cumâ gecesidir. Receb ayının her gecesi ve Cumâ geceleri kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli olmaktadır. Allahü teâlâ, bu gecede mümin kullarına ragîbetler, yâni ihsânlar, ikrâmlar yapar. O gece yapılan duâ reddolmaz. Namaz, oruç, sadaka gibi, ibâdetlere pekçok sevap verilir. O geceye hürmet edenleri affeder.
Birçok İslâm memleketinde ve Türkiye’de Peygamberimizin babası Abdullah’ın evlendiği geceye, bir asırdan beri, Regâib Kandili adı verilmektedir. Regâib kandiline böyle mânâ vermek doğru değildir. Peygamber efendimiz Rebîülevvel ayının on ikisinde doğdu. Abdullah’ın evlendiği geceye Regâib gecesi denildiği taktirde, Peygamberimizin dokuz aydan önce dünyâya teşrif etmesi îcap eder. Bu ise tıp ilminde noksanlık ve kusurdur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem her bakımdan, her insanın üstünde ve her bakımdan kusursuz olduğu gibi, Âmine vâlidemizi nûrlandırdığı zaman da, noksan ve kusurlu değildi. Abdullah’ın evlendiği sene ayların yeri değişikti. Receb ayı, Cemâzilâhir yerindeydi. Yâni bir ay ilerideydi. Onun için peygamberlik nûrunun Âmine vâlidemize intikâli, şimdiki Cemâzilâhir ayında olmaktadır.
İslâmiyetin ilk zamanlarında ve İslâmiyetten evvel Receb, Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem aylarında harp edilmesi yasaktı. Zâhidî, Ali Cürcânî ve daha birçok İslâm âliminin tefsir kitaplarında, İslâmiyetten evvel Arapların Receb veya Muharrem aylarında harp edebilmek için, ayların yerini değiştirip ileri ve geri aldıkları yazılıdır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicretin 10. senesinde doksan bin Müslümanla Vedâ Haccı yaptığı zaman; “Ey Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın yarattığı zamandaki gibidir.” buyurdu.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Regâib gecesiyle ilgili olarak buyurdular ki: “Recebin ilk Cumâ gecesini (Regâib gecesini) ihyâ edene (saygı gösterene), Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız, yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabul etmez: Fâiz alan veya veren; Müslümanları aşağı gören; anasına babasına eziyet eden, karşı gelen çocuk; Müslüman olan ve şerîate (dîne) uyan, kocasını dinlemeyen kadın; şarkı ve çalgıcılığı sanat edinenler; livâta ve zinâ edenler; beş vakit namazı kılmayanlar.”
Alm. Regulatör, Regler (m), Fr. Régulateur (m), İng. Regulator. Frekans, hız, güç, basınç, gerilim ve akım gibi fiziksel büyüklükleri, belli ölçüde sâbit tutabilen ve bu unsurları değiştirerek tekrar sâbit tutabilen âlet. Bugünün teknolojisinde, yiyecek ve giyecek maddeleriyle günlük hayâtta kullanılan diğer maddeler üretilirken modern metodlar uygulanır. Üretim sırasında sâdece çalışma yerlerinde değil, fakat çok çeşitli tipte kazanlar, fırınlar, kurutucular, ocaklar, sterilizörler ve benzeri birçok yerde özel bâzı şartların sağlanması gerekir. Bunlar ısı, basınç, nem, zaman, sıvı seviyesi, akış, hareketli parçaların hızı gibi şartlardır. Bu şartların istenen değerlerde tutulmasının gerektiği yerlerde çeşitli tipte otomatik regülatörler kullanılır. Bunlar; kendi kendine, havayla, buharla, elektrikle çalışan tiptedirler. Regülasyonun tipine ve ihtiyaçlara bağlı olarak regülatörler basit veya karmaşık yapıda olabilirler.
Bir regülatörde, temel olarak bir bulucu eleman, bir yayım organı ve bir servomotor vardır. Bulucu eleman, ayarlanmış büyüklüğün değişimlerini ölçer. Yayım organı; ayarlayıcı büyüklüğün değişimlerini, ayarlanmış büyüklükle bu büyüklüğün sâbit tutulacak değerleri arasındaki farka bağlı olarak düzenler. Servomotor, ayarlayıcı büyüklüğün yayım organı tarafından belirtilen değişimlerini yerine getirmek için gerekli gücü uygular. Emniyet elemanları, regülatörden tamamıyla ayrıdır ve genellikle regülatör iş yapamaz hâle geldiğinde devreye girer, makinayı ve sistemi durdururlar. Regülatör direkt etkili veya röleli olabilir. Direkt etkili regülatörlerin en eski modeli, watt regülatörüdür. Tamâmen mekanik çalışma sistemine dayanan bu regülatör, bir milin dönme hızını merkezkaç kuvvetten yararlanarak ayarlar. Pnömatik regülatörde, körüklü bir düzenek, bir süpabın açılıp kapanmasına, gaz basıncı belli bir değeri geçtiği zaman fazla gazı boşaltacak şekilde kumanda eder.
Çok değişik elektrik regülatörleri içinde en tanınmışı, hassas cihazlara takılan gerilim ayarlayıcılardır. Elektronik veya herhangi bir türden olan bu cihazlar, belli bir bölgedeki beslenme gerilimi ne olursa olsun sâbit bir gerilim sağlar. Elektrik regülatörlerinden bâzılarının gâyesi, elektrik enerjisi etkenlerinden birini sâbit tutmak, bâzılarının elektrik akımından yararlanarak mekanik veya fizik olaylarını ayarlamaktır. Birinci katagoriye gerilim ve akım regülatörleri, ikincisine ise hız, basınç, sıcaklık regülatörleri girer.
Elektrik bahsinde ise gerilim, akım, frekans ve akım yoğunluğu gibi elektriksel büyüklüklerin regülasyonundan söz edilir. Meselâ şehir şebekesinden kullandığımız 220 volt 50 hz’lık gerilimin bu değerlerde sâbit tutulması için regülasyon yapılır.
Pil dâhil bütün kaynaklardan akım çekildiğinde gerilimi düşer. Gerilimin belirli sınırlar içinde kalması istenen bütün cihazlarda yaygın olarak gerilim regülatörleri kullanılır.
Birçok elektronik cihaz, kaynak gerilimlerindeki bir takım değişmelere rağmen çalışmasına kabul edilebilir bir tarzda devam eder. Bâzı devreler ise, kaynak gerilimindeki en ufak bir değişimden dahi etkilenir. Bu yüzden bir gerilim regülatörünün kullanılması gerekir.
Elektronik bir gerilim regülatörü güç kaynağı ile bu kaynak tarafından beslenecek cihazı temsil eden yük empedansı arasına bağlanır ve çıkış gerilimini belirli bir değerde tutar. Regülatör düzeni şebeke gerilimindeki veya yük empedansındaki değişmeler sebebiyle çıkış geriliminde meydana gelen dalgalanmaları, kabul edilebilir sınırlar dâhilinde, otomatik olarak dengeler.
Zener diyotları ile yapılan basit regülatörler küçük akımlarda uygun olmalarına rağmen, büyük akımlarda regülasyon yapamazlar. Regülatörlerden çekilebilecek akım ve regülasyon yüzdesi zener diyotlar yanında transistörler de kullanılarak iyileştirilebilir.
Yük empedansı ile regülatör devresi arasındaki bağlantı şekline göre elektronik gerilim regülatörleri şönt ve seri regülatörler olmak üzere iki ana gurupta toplanabilir. Seri regülatörler çok daha verimli çalıştıklarından daha sık kullanılırlar.
Şönt regülatörlerde, yük küçük olduğunda verim düşük, tam olduğunda yüksektir. Tek üstünlüğü kısa devre durumunda bile aşırı yüklenmesidir.
Seri regülatörler ise çok daha verimli çalıştıklarından daha sık kullanılırlar. Verimleri düşük yüklerde yüksek, tam yük şartlarında düşüktür. Seri regülatörlerde, şönt regülatörlerde olduğu gibi, tabiatından gelen bir aşırı yükleme koruması yoktur. Yük tarafındaki bir kısa devre regülatör düzeninden büyük akımlar akmasına yol açar.
Basit seri regülatörlerin bir mahzuru, gerilimdeki küçük değişimlere ânında cevap verememesidir. Küçük değişimleri sezerek kuvvetlendiren, böylece seri regülatörün çalışmasını daha hızlı kılan ek devreler kullanılarak şönt sezmeli seri regülatörler yapılır. Bu tip regülatörlerde çıkış gerilimi referans bir gerilimle karşılaştırılır ve değişiklik kuvvetlendirilerek seri regülatöre verilir. Daha fazla hassasiyetin istendiği durumlarda bir de doğru gerilim kuvvetlendiricisi ilâve edilerek, regülasyon nisbeti ve regülasyon hızı arttırılır.
Televizyon regülatörleri, genellikle yapı îtibâriyle doymalı tipten olup, ayarlamada gerilim süreksizliğe uğramaz. Ancak doymadan dolayı, manyetik endüksiyondan doğan demir kayıpları büyüktür. Gerilim % 15’ten fazla değişiklik göstermeyen yerlerde TV regülatörü kullanmaya gerek yoktur. Çünkü, % 15’in altındaki değişimleri TV alıcıları düzeltebilmektedir.
Şebeke yetersizliği sebebiyle kullanılan regülatörler Türkiye’de Keban barajının ürettiği kadar enerji tüketmektedir.
Gerilim regülatörleri, boş yere enerji harcamanın dışında yük tepesinin (puantın) yükselmesi, TV’lerde sesin distorsiyona uğraması ve cihazın çabuk yıpranması, güç faktörünün düşmesi gibi olumsuzluklara sebep olurlar.
Alm. Rehabilitierung (f), Fr. Rehabilitation (f), İng. Rehabilitation. Kişinin; hastalık, kazâ, hapis, bunalım gibi rûhî ve bedenî yaralanmalardan sonra karşılaştığı güçlükleri yenmesine yardım ederek, kendi kendine yeter duruma getirilmesine verilen ad.
Rehabilitasyonun gerçekleşmesinde en önemli husus; insanların birbirlerinin hak ve hukûkuna riâyet etmesi, her insanın mesût bir hayat hakkı olduğunun düşünülmesidir. Ortaçağda Avrupalılar, rehabilitasyon diye bir kelimeden habersizdiler. Çünkü insanların birbirlerinin hak ve hukûkuna riâyet etmesini ve dolayısıyla sosyal adâletin gerçekleşmesini sağlayan bir inanıştan mahrumdular. Sakatlar dilenmek mecburiyetindeydi. Alkolikler, hırsızlar, hastalar, yurtsuzlar toplum dışına itilir, orada adâletten, doğruluktan uzak ve acılarıyla başbaşa bırakılır, müsait bir yerde çekecekleri acının birkaç katını çekerlerdi. Buna mukâbil, o zamanki İslâm devletlerinde rehabilitasyonun en güzel misâlleri veriliyordu. Gerek o zamanki İslâm devleti eliyle, gerekse fertlerin vicdanındaki inanç sebebiyle aç ve açıkta kimse kalmaz, düşkünlerin, sakatların ellerinden tutulurdu. Hastalar o zaman, faydaları şimdi dünyâca kabul edilmiş olan hastânelerde tedâvi edilirdi. İslâm devletlerinin dışa açılma siyâsetleri sâyesinde Müslümanlar gittikleri gayrimüslim devletlere de güzel ahlâk ve yaşayışlarını götürmüşler, oradaki insanlara medenîce yaşamayı öğretmişlerdir.
Türkiye’de, Cumhûriyet devrinde ilk kurulan rehabilitasyon merkezi, 1952 senesinde Ankara’da açılan Körler Mektebidir. 1958’de Cüzzamla Savaş Derneği tarafından Ankara’da bir cüzzam hastânesi ve rehabilitasyon merkezi kurulmuş, daha sonra bu kuruluş Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesine aktarılmıştır.
Rehabilitasyonun gâyeleri şunlardır: Fizikî yetersizliği imkân nispetinde tamâmiyle ortadan kaldırmak; giderilmesi mümkün olmayan bozuklukların tesirini mümkün olduğunca azaltmak; hastayı fizik yetersizliğinin hudutları dâhilinde çalışmaya teşvik etmek ve kâbiliyetlerinden istifâde etmesini temin etmek.
Rehabilitasyon başlı başına ictimaî bir kurum olarak gelişmemiştir. Bunun, rehabilitasyonun hitap ettiği alanlara göre çeşitli sebepleri vardır. Meselâ hiçbir zaman hapisten çıkan bir kişinin bakımı, eğitimi gibi bir rehabilitasyon konusunun gerekliliği düşünülmemiştir veya düşünülmek istenmemiştir. Gerçek cezânın hapisten çıktıktan sonra başladığı söylenebilir. Çünkü hapisten çıkanlar, yeniden topluma ve cemiyet hayâtına uyum sağlayıncaya kadar, birçok güçlüklerle karşılaşmaktadırlar. İstatistikler bâzı ülkelerde eski hükümlülerin % 40’ının tekrar suç işleyerek hapse girmesi gibi acı bir gerçeği gösterirken, rehabilitasyon merkezlerinin de bu konuda yeterli çalışmadığını ortaya çıkarmaktadır.
Aynı şekilde akıl hastânelerinde tedâvi gördükten sonra topluma katılan veya herhangi bir kazâ veya ağır hastalık geçirdikten sonra toplumda yerini alan kişinin, cemiyet hayâtına ayak uydurabilmesi her zaman normal olmamaktadır. Günümüz toplumunun çeşitli problemleri, kötü yaşama şartları, inanç bozuklukları bu kişilerin bir kenara atılmasına yol açabilmekte, yalnızlık ve ümitsizlik kişiyi intihara kadar sürükleyebilmektedir.
Rehabilitasyonun en faydalı olduğu durumlar; parapleji denen vücûdun belden aşağısının felci ile, hemipleji denen yarım vücut felcidir. Eskiden paraplejik hastaların birçoğu kısa zamanda böbrek enfeksiyonlarından ve yatak yaralarına bağlı enfeksiyonlardan ölmekteydi. Rehabilitasyonun tatbiki ile bu sebeplerden olan ölümler oldukça azalmıştır. Yapılan bir araştırma, yarım vücut felcine uğradıktan sonra iyi bir rehabilitasyona tâbi tutulan 1000 felçli hastadan % 10’unun yeniden yürüyebildiğini ve günlük ihtiyaçlarını gördüğünü, hatta önemli kısmın da bir işte çalışabildiğini göstermiştir. Uyuşturucu maddelere düşkünlükleri yüzünden toplum dışına itilmiş kişileri, bu durumdan kurtarmak için dünyânın pekçok ülkesinde yoğun çalışmalar vardır.
Uyuşturucu madde kullanma, hastalığın sebebi değil, bir belirtisidir. Gerçek sebep, bir zihin bozukluğu, bir rûhî bozukluktur. Bu bozukluk, kişiyi uyuşturucunun pençesine düşürmektedir. Böyle şahısları hapse atmak veya alelâde bir psikiyatri kliniğinde yatırmak tedâvi değildir. Bunlar için husûsî eğitim ve tedâvi merkezleri kurulmalıdır. Bu merkezlerde hem fizikî, hem de rûhî yönden tedâvileri sağlanmalıdır. Rûhî tedâvide tartışma götürmez bir gerçek vardır. O da hastaların îmânı kuvvetli kişiler hâline getirilmesidir. Ancak böyle olunca hastalar aşağılık kompleksinden kurtulur, davranış bozukluklarını düzeltebilirler.
Günümüzde, özellikle batı toplumlarında kânun yapıcıları, iş yerlerinde, hapishânelerden çıkmış kişilerle, sakatlar için belli bir oranda işçi çalıştırılmasını öngören kânunlar hazırlamaktadırlar. İyi bir devlet kontrol ve tâkibiyle bu kânunların işlerlik kazanacağı muhakkaktır.
Bu kişilere iş sahası açmak yardımın bir bölümüdür. Ama esas yardım, böyle kişilerin inançlı insanlar olmasını sağlamaktır. Çünkü kazâ ve kadere tam inanan, tevekkül ve kanaat sâhibi olan, haram ve yasaklardan sakınan insanın sarsılması, tekrar eski kötü günlerine dönmesi pek mümkün değildir.