RÂZÎ
Meşhur tabip ve kimyâger. İsmi, Muhammed bin Zekeriyyâ olup, künyesi Ebû Bekr’dir. Râzî mahlasıyla meşhurdur. 866 (H.252) senesinde Rey’de doğdu. Küçük yaşta ilme merak sardı; sarf, nahiv ve matematik dersleri aldı. Önceleri mûsikîyle de uğraşan Râzî, geçimini sarraflıkla sağlıyordu. Ayrıca astronomi, mantık, fizik, eczâcılık ve tıp ilimlerini tahsil etti. Otuz yaşındayken ilim öğrenmek için gittiği Bağdat’ta Huneyn bin İshak’tan, İran-Hind ve İslâm tıbbını öğrendi. Tıb ilminde söz sâhibi olduktan sonra doğduğu şehre geri döndü ve hastahânede çalışmaya başladı. Kısa zamanda hastânenin baş hekimliğine yükseldi. Sonra Bağdat’ta, Adûdî Hastahânesinin baş hekimi ve halîfenin özel doktoru oldu. Ömrünün son zamanlarında gözleri görmez oldu. Kendisini ameliyat için gelen doktora, gözün yapısı ile ilgili sorduğu suâllere istediği gibi cevaplar alamayınca, ameliyat olmaktan vazgeçti ve gözün yapısını bilmeyen bir doktorun ameliyat yapamayacağını söyledi. 932 (H.320) senesinde vefât etti.
İslâm âleminin en büyük tabibi olarak tanınan Râzî, fevkalâde bir hâfıza gücüne sâhipti. Okuyup işittiğini hiç unutmazdı. Dâimâ talebeleriyle ilgilenir ve onların yetişmesi için gayret sarf ederdi. Hastaları ile de teker teker ilgilenir, tedâvileriyle yakından ve titizlikle meşgul olurdu. İlmî çalışmaları, nazarî ve amelî olmak üzere iki yönlüydü. Ona gelinceye kadar tıp ilmi esaslı usûl ve metodlardan mahrum ve dağınıkken, bu ilmi yeniden temellendirmiş ve sistemleştirmiştir.
Hastalarının tedâvi görüp şifâ bulması için, elinden geleni yapar ve yaptırırdı. Tetkiklerine gece gündüz devâm eder, tıp ilminin derinliklerine ulaşmaya çalışırdı. Kızamık ve çiçek hastalığını ilk defâ birbirinden ayıran ve tedâvi metodunu bulan odur. Çocuk hastalıkları ile kadın-doğum hastalıklarını târif, tasnif etmiş, teşhis ve tedâvi yollarını göstermiştir. Tenâsül yolları hastalıklarını incelemiş, ameliyatlarda ilk defâ hayvan barsağını dikiş ipliği olarak kullanmıştır. Cıvalı merhemleri de ilk defâ bulup tedâvide kullanan odur. Hafif mushilleri, inmelerde şişe çekmeyi, devamlı ateşli hastalıklarda soğuk suyu ilk olarak tatbik ve tavsiye etmiştir. Tecrübî metodu uygulamış, bâzı hayvanlar üzerinde deneyler yapmış, tıp târihinde ilk defâ kobay kullanmıştır.
Râzî, ayrıca psikiyatri üzerinde de çalışmıştır. Ona göre; bedenin sıhhatiyle rûhun sıhhati eşittir. Bu sebeple telkinle tedâvi çok önemlidir. Şüphesiz her şeyin sâhibi, yaratanı Allahü teâlâ olduğu gibi şifâyı da gönderen, yaratan O’dur. Sebeplerine iyi yapışıp şifâyı Allahü teâlâdan beklemelidir. Bir hasta ile tek bir doktor ilgilenmelidir. Bir hasta ile birçok doktorun ilgilenmesi hastanın mâneviyâtını sarsar, bu da hastalığın artmasına yol açabilir.
Ebû Bekr Râzî; sükûnet, rüzgâr, rutûbet ve binâların sıhhî tesisat ve banyoları hakkında da enteresan incelemelerde bulundu. Havanın temizlenmesi için kötü kokuları değiştirmeye, hasta odalarını havalandırmaya ve hastaların temiz su içmelerine îtinâ gösterirdi. Gout (damla hastalığı) ile romatizmayı birbirinden ayırdı. Kalp enfarktüslerine karşı hacamatı uyguladı. Onun hârika keşiflerinden birisi de, böbrek ve mesânesindeki taşları ilaçlarla parçalatması veya ameliyâtla çıkartmasıdır.
Talebelerine devâmlı şu nasîhatı verirdi: “Doktor, kazanacağı paraya, pula bakmadan, hastasının şifâ bulması için çok gayret sarf etmelidir. Fakirleri tedâvi etmeyi, zenginleri tedâvi etmekten kıymetli görmelidir. Teşhis ve tedâvide çok dikkatli davranmalı, Müslümanlara faydalı olmak için son derece gayret göstermelidir.”
Râzî’nin başarılarının ve dehâsının parladığı bir ilim dalı da kimyâdır. O, modern kimyânın önde gelen kurucularından biri olarak kabul edilmektedir. Önce deneye tâbi tuttuğu maddelerin kimyevî tasnifini yapan Râzî, kimyâ alanında kullandığı yirmiye yakın deney cihazını eserlerinde târif ve tasnif etmiştir. Bunların bâzısı mâdenden olup, bâzısı da camdan yapılmıştır. Onun kimyâda derin bilgi sâhibi olması, tabipliğini de etkilemiştir. Kimyâ ile ilgili çalışmaları sırasında bâzı asitlerin hazırlanmasını ve bunun metodlarını tespit etti. Bâzı sıvı maddelerin, özgül ağırlıklarını hesapladı. Bunun için, Mîzân-üt-Tabiî adını verdiği özel bir tartı âleti kullandı. Kimyâ sahasındaki bilgileri ve tecrübeleri, tıp sahasında tatbik etmesi, başlıca husûsiyetlerindendir. Ona göre; hastanın şifâ bulması, tabibin târif ettiği şekilde ilâçları kullanmasına bağlıdır. İlâçlar, insan bünyesinde kimyasal reaksiyonlar meydana getirmek sûretiyle şifânın hâsıl olmasına yol açmaktadır. Gerek tıp ilminde ve gerekse kimyâ sahasında hep gerçek ilmî usûllerle çalışan Râzî, tecrübî kimyânın babası kabûl edilmektedir.
Ebû Bekr Râzî, sahasında Câbir binHayyân’ın tesirinde kaldığından, onun talebesi sayılır. Fakat, Câbir bin Hayyân’ın temellendirdiği kimyâ ilmini geliştirip sistematize eden budur. Râzî, ilmî deneylerini son derece açık bir şekilde târif ve tasnif etmiştir. Bu izahları sırasında kimyevî reaksiyonları da açıklamıştır. İlk defâ kimyevî araştırmaların çoğalıp sağlam esaslar üzerine oturtulması için deney metodunun kaçınılmaz bir zarûret olduğunu ortaya koymuştur. Böylece, kimyâyı tamâmiyle tecrübî bir ilim hâline getirmiştir. Sülfirik asidin îmâlini gerçekleştirmiştir. Hattâ meşhur Avrupalı fen adamı Albert, bu asidin îmâlini onun eserlerinden öğrenmiştir.
Râzî, eser yazmaya gayret göstermiş ve ömrünün büyük bir kısmını kitap yazmakla geçirmiştir. Kız kardeşinin bildirdiğine göre; eserlerinin sayısı iki yüz otuz civârında olup kitap, risâle, makâle şeklindedir. Eserleri, başta tıp ve kimyâ olmak üzere muhtelif fen ilimleriyle ilgili olup şunlardır: 1) El-Hâvî fit-Tıb: Otuz ciltlik, bu en önemli olan eserinde, insan vücûdunu uzuv uzuv incelemiş ve her uzuv ve organda görülen hastalıkları tetkik ederek tedâvi yollarını göstermiştir. Eserde; hastalıkların tedâvisi, hastalıklar ve teşhisleri, sağlığı koruma, hasta bakımı ve kontrolü, cerrâhî ilâçlar, gıdâlar, sentetik ilâçların îmâli, tabâbet sanatı, eczâcılık, insan vücûdu ve anatomisi, organlar ve bozuklukları olmak üzere on iki bölüm vardır.
Râzî’nin bu meşhûr eseri, ortaçağların başından îtibâren Lâtinceye tercüme edilmiş, 17. asrın sonlarına kadar Avrupa üniversitelerinde temel araştırma ve ders kitabı olarak okutulmuştur. Eser ilk defâ, 1279 senesinde Fereç bin Zâlim adlı Sicilyalı bir Yahûdî tabip tarafından Lâtinceye tercüme edildi. Daha sonra 1486 senesinde Continens çevirdi. Bu tercüme, o târihlerde Pâris’te kurulan tıp fakültesinde kullanılan dokuz temel eserden birisiydi. Râzî, bu eserinin müsveddesini yazdıktan sonra temize çekmeye ömrü yetmemiştir. Devrin âlimlerinden İbn-ül-Amid, binlerle dînâr vererek müsveddeleri Râzî’nin kız kardeşinden satın alıp temize çektirdiği bu eseri bizzat Râzî’nin talebelerine inceleterek yeniden tanzim etmelerini sağlamıştır. Böylece kaybolup gitmekten korunan eser, günümüze kadar ulaşmıştır.
2) El-Mansûrî fit-Teşrîh: Diğer önemli bir eseri olup, yirmi cilttir. Bu eseri, Horasan Sultânı Mansûr bin İshak Sâmânî’ye ithâf ettiğinden, Mansûrî ismiyle meşhûr oldu. Eserde, özellikle insan vücûdunun anatomik yapısını ele almış, organları ve vazîfelerini izah etmiş, gıdâ maddelerini, hıfzıssıhha (sıhhati koruma) konusunu ve daha birçok tıbbî mevzûları incelemiştir. On bölüm olan eserde; anatomi bilgileri, bünyevî incelemeler, gıdâlar, ilaçlar, sıhhat, insanlara devâ, yolculuk nizâmı, cerrahlık, zehirler ve zehirlenmeler, umûmî hastalıklar gibi temel tıbbî konular ele alınmıştır. Lâtinceye tercüme edilen eser, 1480 senesinde Milano’da yayınlanmıştır. El-Hâvî fit-Tıb gibi bu eser de, asırlarca Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.
3) Kitâb-ül-Fâhir: Bir tıp ansiklopedisi mâhiyetinde olan eser, baştan sona insanın bütün uzuvlarını tedkik ve tasnif ederek tanıtmaktadır. Râzîburada geçmiş hekim ve âlimlerin görüşlerinden istifâde etmek sûretiyle kendi görüş ve keşiflerini de ortaya koymuştur. Ayrıca, hastalıkları ayrı ayrı ele alıp, çeşitli tedâvi yollarını, ilâçları ve kullanılışlarını târif etmektedir.
4) Kitabu Sırr-il-Esrâr: Kimyâya dâirdir. İlk olarak Gerard de Cremona tarafından Lâtinceye tercüme edilmiş, Avrupa’da bu sahada rehber kitaplardan biri olma özelliğini kazanmıştır. Ayrıca pekçok dile tercümesi yapılmıştır.
5) Risâle fil-Hisbeti vel-Cüderî: Râzî’nin batı âleminde en çok tanınan eseri budur. Çiçek ve kızamık hastalıkları hakkında yazılmış olup, bu alanda tıp târihinin ilk yazılı eseridir. 1565 senesinde Lâtinceye çevrildi ve 1866 senesine kadar, kırk defâdan fazla yayınlandı.
6) Kitâbu men lâ Yahduruh-ut-Tabîb (halk ve fakirler için tıp el kitâbı), 7) Kitabun fis-Sana’at-il-Kimyâ, 8) Kitâbun fil-İntikâd vet-Tahrîr alel-Mu’tezile (Mu’tezile mezhebini tenkit ve reddiye), 9) Kitâbu Hey’et-il-Âlem (astronomiyle ilgili), 10) Kitâbu Menâfi-il-Edviye (ilâçların faydaları hakkında), 11) (Kitâbun fî Keyfiyet-il-Ebsâr (göz ve görmeyle ilgili), 12) Kitâb-ul-Hiyel (mekanik), 13) Kitâb-ul-Medhal-it-Ta’lîm, (Öğretime Giriş), 14) Kitâb-ul-Medhal-il-Burhânî, 15) Kitâb-ul-A’yât, 16) Kitâb-ut-Tedbîr, 17) Kitâb-ul-Iksîr, 18) Kitâb-ul-Mahabbe (psikoloji), 19) Kitâb-uş-Şevâhid, 20) Kitâbu Ber-us-Sa’a, 21) Kitâb-ül-Fâhir fit-Tıb, 22) Kitâbu Tıbb-il-Mülkî, 23) Kitâbun fî Vec’il-Mefâsil, 24) Kitâbu Et’imet-il-Merda (hasta yemekleriyle ilgilidir), 25) Kitâbun fil-Kulunç, 26) Kitâb-ul-Kâfî fit-Tıb, 27) Kitâbun fil-Bâh.
Râzî’nin eserleri asırlarca Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Avrupa ancak 18. asrın ortalarına doğru, Râzî’nin bulunduğu noktaya ulaşabilmiştir.
Dehli sultanı. Babası Şemseddîn İltutmuş, annesi Terken Hâtundur. Sultan Şemseddîn İltutmuş tarafından, 1232 yılında Dehli tahtına veliaht tâyin edildi ve devlet adamları da bîat etti. İltutmuş’un iki oğlu varken, kızı Râziye Sultanı Dehli tahtına veliaht tâyin etmesi; aklı, zekâsı, fazla olması, halkın sevmesi ve saraydaki idârî hareketlerindendir. Fakat babasının 1236’da vefâtıyla, kardeşi Rükneddîn Fîrûz Şâh, Dehli Sultanı îlân edildi. Fîrûz Şâhın devlet idâresiyle alâkadar olmaması üzerine, tahttan indirilip, Râziye Begüm, Dehli Sultanı oldu.
Râziye Begüm Sultan, 1236’da Dehli tahtına sâhip olunca, babasının hastalığı ve kardeşi devrinde ihmâle uğramış ve ortadan kakmış an’ane ve âdetleri tekrar canlandırdı. Ülkede âdil bir îdare kurup, ihtiyâç sâhiplerine cömertçe ihsânlarda bulundu.
Râziye Sultanın saltanatı devrinde, Hindistan’daki Râfizîlerden Karmatîler ve Mülhidler zümresi faaliyetlerini arttırdı. Bozuk din mensubu Karmatî ve Mülhidler, Nur-Türk liderliğinde isyân edip, Sind bölgesinden, Con ve Ganj nehirleri kıyılarından gelerek, Dehli’de toplandılar. Nur-Türk’ün, Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile mezhep mensuplarının aleyhinde bulunmaları, sapıkların Cumâ günü Dehli’deki Câmi-i Mescid’e, Muizzi Medresesine silâhla girmeleri ve katliam yapmaları üzerine, tedbir alındı. Âsî Karmatîler, ordunun ve halkın desteğiyle Nur-Türk ve pekçok taraftarı öldürüldü. Dehli, âsîlerden ve bozuk din mensuplarından temizlenerek, emniyet ve huzur sağlandı.
Râziye Sultan, 1238 yılında Gvalyar Seferine çıktı. Gvalyar’da ordu ve ihtiyâç sâhiplerine bol bahşiş ve ihsânlarda bulunup, hediyeler dağıttı. Görev vermede hassâsiyetle hareket edip, kıymetli âlimleri Dehli’deki Nâsıriyye Medresesine tâyin etti.
Râziye BegümSultanın hükümdârlığını Türk asıllı kumandan ve beyler çekemeyerek, 1240’ta tahttan indirip, kardeşi Behrâm Şâhı Dehli Türk Sultanlığına getirdi. RâziyeBegüm Sultan, ise hapsedilmek üzere Taberhinde Kalesine gönderildi. Buradayken, Melik İhtiyârüddîn Altuniyye ile evlenen Râziye Begüm, büyük bir kuvvetin başına geçti. Nitekim Melik Altuniyye’nin birlikleri yanında Gakhar, Catvan ve diğer yerlilerden topladığı askerlerle 1240’ta harekete geçerek Dehli tahtını tekrar ele geçirmek üzere harekete geçti. Dehli’den Melik İzzeddîn Muhammed Sâlari ve Melik Karakuş da Râziye Begüm Sultanın kuvvetlerine katıldı. Behrâm Şâhın ve Râziye Begüm Sultanın orduları Kaytal’da karşılaştı. Mağlup olan Begüm Sultan, esir olmamak için savaş meydanından uzaklaştı. Hindû bir rençber, Râziye Sultanı zîneti için öldürüp, tarlaya gömdü. Hindû rençber mücevherlerle işlenmiş elbiseleri satarken, çarşıda yakalandı. Soruşturmalar netîcesinde Râziye Begüm Sultanın mezarı bulundu. Râziye Begüm Sultan, bozuk din mensuplarına karşı mücâdele ettiğinden ve âdil, cömert ve cesur olduğundan âlimler ve Dehlililer tarafından kendisine çok hürmet edilirdi. Cesedi tarladan çıkarılarak, muhteşem bir dînî merâsimle defnedilip, Con Nehri kenarındaki mezarının üstüne türbe yapıldı.
Râziye Begüm Sultan, Türk İslâm târihinde ender rastlanan, ilk hâtun sultandır. Batıdaki nümûnelerinin dışında, ahlâksızlığa ve saray entrikasına düşmeden hükümdârlık yapıp, devlete ve millete çok hizmet etti. Adâleti, cömertliği, ilme, âlimlere ihsânı ile meşhurdur. Dehli’de kestirdiği paralarda “Umdetü’n-Nisvân Melike-i Sultan Râziye binti Şemseddîn İltutmuş” diye yazılıp, “Râziyetü’d Dünyâ ve’d-Dîn” ve “Belkıs-i Cihân” ünvânlarını taşıyordu. Râziye Begüm Sultan giyimine çok dikkat eder, erkek elbisesi hiçbir zaman giymez ve yüzüne de nikap takardı.
ABD başkanı. 6 Şubat 1911’de Tampico’da doğdu. Babası bir ayakkabı satıcısıydı. 1932’de İllinois’teki Evreka Kolejini bitirdikten sonra Lowo’da radyo spikeri olarak çalışmaya başladı. 1937’de sinema oyunculuğuna geçen Reagan, onu tâkip eden yıllarda aralarında Ölümüne Kadar (1939), Aceleci Kalp (1950), KahramanDenizciler (1957) adlı filmlerin de arasında bulunduğu elli civârında filmde rol aldı. 1947-52, 1959-60 yılları arasında Sinema Oyuncuları Sendikasının başkanlığını yaptı. Bu sırada komünist görüşlü sanatçılara karşı yapılan kampanyada önemli rol oynadı.
Reagan 1966’da Cumhûriyetçi Partiden aday olarak katıldığı California vâliliği seçimlerini kazandı. Aynı göreve 1970’te ikinci defâ getirildi. 1968’ ve 1976’daki başarısız girişimlerin ardından 1980’de Cumhûriyetçilerin başkan adayı oldu. Rakibi Jimy Carter karşısında oyların % 51’ini alarak Amerika Birleşik Devletleri başkanı oldu. Göreve başlamasından bir süre sonra 30 Mart 1981’de hedef olduğu bir suikast girişiminde ağır yaralandıysa da kısa zamanda sağlığına kavuştu.
Reagan, başkanlığı sırasında silâhlanmaya önem verdi. Dış ilişkilerde komünizm karşıtı katı bir tutum tâkip etti. Sovyetler Birliğiyle yürütülen silâh indirimi ve görüşmelerine büyük bir ihtiyat ve isteksizlikle yaklaştı. ABDbirliklerinin Marksist hükümeti devirmek için 1983’te Grenada’yı işgal etmesi ve orta menzilli nükleer füzelerin sınıflandırılmasını öngören Orta Menzilli Nükleer Füzeler Anlaşmasının imzâlanmasıyla neticelenen 1988’deki Reagan-Gorbaçov zirvesi, başkanlık döneminin en önemli dış politika olaylarıdır.
Reagan 1984’te Demokrat Partinin başkan adayı Walter Mondale karşısında yeniden başkanlığa adaylığını koydu. Halkla iletişim kurmadaki yeteneğinin yardımıyla oyların % 59’unu alarak ezici bir zafer kazandı ve ikinci kez başkan oldu. 1986 senesi sonlarında Reagan yönetiminin İran yanlısı teröristlerce Beyrut’ta rehin tutulan Amerikalıları kurtarmak için İran’a silâh gönderdiği ortaya çıktı. Ardından İran’a gönderilen silâhlardan elde edilen paranın bir kısmının Nikaragua’daki Marksist Sandinista hükümetine karşı çarpışan ABD desteğindeki Contralara aktarıldığı anlaşıldı. Bu gelişmeler kongrede ciddi rahatsızlıklara sebep oldu ve aynı zamanda Reagan’ın popüleritesini ve saygınlığını önemli ölçüde azalttı. Böylece başkanlık görevi 1989 ocak ayında son buldu. Çiftliğine çekildi. Zaman zaman çeşitli yerlerde konferanslar vermektedir.
(Bkz. Edebî Akımlar)
Tanzimat dönemi şâir ve yazarı. 1847’de İstanbul’da doğdu. İlk tahsilini ve Arapça, Farsça öğrenimini Takvimhâne Nâzırı olan babası Recâi Efendiden yaptı. Bâyezîd Rüştiyesini bitirdi, Harbiye İdâdisini hastalığı yüzünden tamamlayamadı. Çeşitli kademelerde memurluk, edebiyat öğretmenliği, Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) üyeliği ve başkanlığı yaptı. 1908’de kısa bir müddet Evkaf ve Maarif Nâzırlıklarında bulundu. Aynı yıl Âyan âzâlığına (Senato üyeliğine) tâyin edildi. 1914’te ölünceye kadar bu görevde bulundu.
Edebî hayâta eski şiirle giren Recâizâde, Nâmık Kemâl’in tesiriyle batı edebiyatına yönelerek Tasvir-i Efkâr gazetesinde yazmaya başladı. Şiir, tiyatro, roman ve tenkit türlerinde eserler verdi. Tanzimat edebiyatının ikinci grubundan olduğu için “Sanat sanat içindir” anlayışına bağlı kalmıştır. Yeni Türk Edebiyatının bilgileriyle yeni kurallarını ortaya koyarak yenileşme, batılılaşma hareketlerini, yeni edebiyat örnekleriyle, genç nesle öğretip işledi. Bu arada Servet-i Fünûn Dergisinin başına Tevfik Fikret’i getirerek “Edebiyat-ı Cedide” akımını hazırladı. Ona göre şiirin şiir olmaktan başka gâyesi olamaz. Şiir ahlâkçı olmalı. Şiirin temel konuları insan ve tabiattır. Dünyâda görülen her güzel şey, şiirdir. Sokak dili, hattâ konuşma dili şiire giremez. Şiirin kendine göre sözleri ve deyimleri olması gerekir. Kâfiye göz için değil, kulak içindir.
Ekrem, halkın konuştuğu ve anladığı kelimelerin şiir lisânında kullanılmasına karşı çıktı. Tenkit ettiği divan edebiyatı şâirlerinden daha ağır, anlaşılması zor bir lisanla şiirler yazdı.
Recâizâde üslûpçu bir yazar ve şâirdir. Ona göre üç çeşit üslûp vardır: Sâde (yalın, süssüz), müzeyyen, âlî (çok sanatlı). Sanat eserleri için onun uygun bulduğu ikinci ve üçüncüsüdür. Batının şiirlerinde ilham tarafı eksik, hayâller oldukça fazla ve düşünceler zayıftır. Üç oğlunun, özellikle çok sevdiği Nijât Ekrem’in genç yaşta vefâtı; ölüm karşısında sızlanan bir babanın, gözyaşı ve ıstırap dolu, ağlamaklı duygularını işlemesine sebep oldu. Edebiyatımızda bir “Ağıtlar şâiri” olarak tanındı. Yine edebiyatımıza, ferdî teessür ve ızdırabı getiren Abdülhak Hâmid’le berâber Recâizâde olmuştur.
Roman ve hikâye sahasında başarılı eser olarak kabul edilen Araba Sevdâsı ile realizmi romancılığımıza uygulamıştır. Bu romanda, Avrupalılaşmayı, züppeleşmek şeklinde anlayan ve uygulayan o zamanki İstanbul sosyetesi tenkit edilmiştir. Esas îtibâriyle sosyal konulu bir romandır.
Edebiyat nazariyatçılığı (edebiyat üzerine düşünceleri) tenkitçiliği, roman ve komedi yazarlığı, şâirliğinden çok daha güçlüdür. Şiir, tenkit, hâtıra, tercüme, inceleme, hikâye, roman ve tiyatro alanında 25’i aşkın eser vermiştir.
En tanınmış eserleri:
Romanları: Araba Sevdâsı (1896), Atala (tercüme).
Piyesleri: Vuslat yâhut Süreksiz Sevinç, Çok Bilen Çok Yanılır, AfifeAnjelik.
Şiirleri: Yâdigâr-ı Şebâb, Zemzeme (üç cilt), Pejmürde, Nijad Ekrem (mensur manzum şiirler, hatıralar), Nağme-i Seher.
Hikâyeleri: Muhsin Bey, Şemsâ.
Diğerleri: Tâlim-i Edebiyat (Edebiyat Bilgileri), Takdir-i Elhan (tenkit).
ŞEVKİ YOK
Gül hazîn... Sünbül perîşân, bâğ-zârın şevki yok...
Derd-nâk olmuş hezâr-ı nağme-kârın şevki yok...
Başka bir hâletle çağlar, cûy-bârın şevki yok...
Ah edip inler nesîm-i bî-karârın şevki yok...
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!...
Farkı yokdur giryeden rûy-i çemende Jâlenin
Hûn-i hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin.
Meh bile zucretle âğûşunda ağlar hâlenin!
Gönlüme te’sîri olmaz âteş-i seyyâlenin...
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!...
Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb,
Câna geldikçe temâşâ-yı ufukdan piç-ü-tâb,
İhtizâz eyler çemen, izhâr eder bin ızdırâb,
Hem tabîat münfail hecrinle, hem gönlüm harâb...
Geldi amma n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!..
Kamerî ayların yedincisi. İslâm dîninde mübârek üç aylardan birincisi. Müslümanlar arasında mübârek üç aylar olarak bilinen Receb, Şâban ve Ramazan ayları, İslâm dîninin kıymet verdiği aylardır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için bâzı gecelere, gün ve aylara kıymet vermiş; bu gece, gün ve aylardaki duâ, tövbe, namaz ve oruç gibi ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları sebep kılmıştır. Receb, içinde iki mübârek gecenin de bulunduğu bir aydır.
Receb-i şerîfin ilk Cumâ gecesine Regâib Gecesi denir. Çünkü Allahü teâlâ, bu gecede mümin kullarına, ragîbetler, yâni ihsânlar, ikrâmlar yapar. O gece yapılan duâ reddolmaz. Namaz, oruç, sadaka gibi ibâdetlere, kat kat sevap verilir. O geceye hürmet edenleri affeyler (Bkz. Regâib Gecesi). Receb ayının yirmi yedinci gecesi de Mîrâc Gecesidir. Mîrâc “merdiven” demektir. Resûlullah’ın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü ve Allahü teâlâ ile konuştuğu gecedir. (Bkz. Mîrâc)
Receb ayı, Âdem aleyhisselâmdan beri kıymetliydi. Bu ayda muhârebe etmek günahtı. Her ümmet, bu aya saygı gösterirdi. Receb demek, “mürecceb, muazzam, muhterem, kıymetli” demektir. Enîs-ül-Vâizîn kitabında diyor ki:
“Îsâ aleyhisselâm zamânında bir genç, güzel bir kıza tutulmuştu. Ona kavuşmak için çırpınıyordu. Nice zaman sonra söz aldı. Bir akşam, odada buluştular. Genç, pek sevinçliydi. Ansızın, pencereden hilâlî (yeni ayı) gördü. Bu hangi aydır, dedi. Kız, Receb, deyince, genç toparlandı. Giyindi. Kız şaşırıp, ne oluyorsun, dedi. Genç, babalarımdan işittim. Receb ayında günâh işlenmez. Bu aya saygı gösterilir, deyip, özür diledi ve evine gitti. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma vahy gönderip, olanları bildirdi. Bu genci ziyâret et! Selâmımı söyle, buyurdu. Genç, Receb ayına gösterdiği bir saygı için, büyük bir peygamberin kendine gönderildiğine sevinerek îmân etti. İyi bir mümin oldu. Receb ayına gösterdiği bir saygı sebebiyle, îmân şerefine kavuştu.”
Allahü teâlâ Tevbe sûresi 36. âyetinde meâlen; “Ayların sayısı, Allah’ın yanında gökleri ve yeri yarattığı günkü kitabında olduğu gibi on ikidir. Bunlardan dördü haramdır (yâni, muhteremdir).” buyuruyor. Daha önce ve İslâmın ilk yıllarında harp yapmanın haram, yasak edildiği dört aydan biri de Receb ayı idi. Peygamberimizden evvel, câhiliye zamânında da Receb ayına çok fazla tâzim eder, saygı gösterirlerdi. Receb ayının başından sonuna kadar Allahü teâlâ tarafından üç şey ihsân olur: Kula azâpsız rahmet, cimrilik etmeden cömertlik, eziyet etmeden iyilik ve ihsân.
Receb ayı için “Receb-i Mudır, müttasıl-ül-esne, şehr-ül-asem, şehrullah-il-ehab, şehr-ül-mutahhar, şehr-üs-sâbık ve şehr-ül-ferd...” gibi isimler de kullanılmıştır. Bu isimlerle anılmasının ayrı ayrı sebepleri vardır. Bir çoğu hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Uyanınız ve biliniz ki, Receb ayı haram aylardandır. Allahü teâlâ bu ayda Nûh aleyhisselâmı gemiye bindirdi. Nûh aleyhisselâm gemide oruç tuttu ve yanında olanların tutmasını emretti. Allahü teâlâ onları kurtardı, boğulmaktan korudu. Ve Allahü teâlâ yeryüzünü tûfan sebebiyle küfür ve taşkınlıklardan temizledi.” buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte; “Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Şâban, benim ayımdır. Ramazan, benim ümmetimin ayıdır” buyuruldu.
Recebin üstünlüğünü bildiren bir hadîs-i şerîfte; “Receb-i şerîf öyle büyük bir aydır ki, bir kimse bu ayda bir gün oruç tutsa, Allahü teâlâ ona bin yıl oruç tutmuş kadar sevap yazar. İki gün oruç tutsa, iki bin yıl oruç tutmuş kadar sevap yazar. Yedi gün oruç tutsa, Cehennem kapıları ona kapanır. Sekiz gün oruç tutsa, Cennetin sekiz kapısı ona açılır, hangisinden isterse Cennete girer. On beş gün oruç tutsa, günahları sevâba döner. Semâdan bir ses: “Allahü teâlâ senin geçmişte olan günahını affetti, bağışladı. Bundan sonraki ömrün için amelini (yâni, ibâdet ve işlerini) iyi yap!” der. Bunlardan çok tutarsa, Allahü teâlâ da onun sevap ve karşılığını arttırır.” buyruldu.
Diğer hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Bir kimse Allahü teâlânın ayı olan Receb ayında, bir mümin kardeşini gam ve üzüntüden kurtarsa, Allahü teâlâ ona, Firdevs’te (Cennette) gözünün görebildiği kadar büyük bir köşk ihsân eder. Uyanınız, kendinize geliniz ve Receb ayına hürmet ve ikrâm ediniz ki, Allahü teâlâ da size bin türlü kerâmetle ikrâm ve ihsân etsin.”
Cennet’te bir nehir vardır. Ona Receb denir. Sütten beyaz, baldan tatlıdır. Receb ayında bir gün oruç tutana Allahü teâlâ kıyâmet günü o nehirden su verir.
Cennette bir köşk vardır. Ona ancak Receb ayını oruç tutmakla geçirenler girer.
Bir kimse Receb ayında bir gün oruç tutsa, o kimse sanki bin yıl oruç tutmuş, bin köle azâd etmiş gibi sevâba kavuşur. Ve bir kimse Receb-i şerîfte az bir şey sadaka verse, bin altın sadaka vermiş gibi sevap alır. Bedenindeki her kılı için bin sevap yazılır. Derecesi bin kat yükselir. Bin günahı yok olur. Hergünkü orucu ve verdiği her sadakası için bin hac ve bin ömre sevabı yazılır. Cennette ona bin ev, bin köşk ve bin hücre yapılır. Her hücrede bin bölüm ve her bölümde çok güzel hûriler bulunur.
Bir kimse Recebin ilk günü oruç tutsa, Allahü teâlâ bu orucunu, yetmiş yıllık günâhına keffâret eder. On beş gün oruç tutsa, Allahü teâlâ kıyâmet gününde onun hesâbını kolay görür. Receb ayında otuz gün oruç tutana, Allahü teâlâ rızâ ve berâtı ve hücceti ihsân eder. Onu azâbtan korur.
Cumhûriyet devri ilim adamlarından. 29 Ocak 1927’de İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. Yüksek tahsilini ise İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde gördü. Mezun olduktan sonra “nöro psikiyatri” ihtisası yaptı. İhtisas tezi Türk Üniversitelerinde ilk olarak ele alınan “Hipnotizma ve hipnoz ile tedâvi” konusu üzerineydi.
1966’da Üniversite psikiyatri doçenti ünvanını alan Recep Doksat Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Gençlik Psikolojisi, Patolojik Psikoloji ve yine Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Psikolojisi dersleri verdi. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğretim üyeliği yaptı. Bu fakültede psikiyatri kürsüsünü kurdu ve kliniğini açtı. Aynı fakültede vazife yaparken profesörlüğe yükseltilen Receb Doksat, son olarak İstanbul’da MarmaraÜniversitesi Atatürk Eğitim ve İlâhiyat fakültelerinde, Spor Psikolojisi, Gençlik Psikolojisi ve Din Psikolojisi dersleri verdi. Ayrıca yüksek lisans proğramlarında Psikopatoloji, Şahsiyet Teorileri ve Pozitif Bilimler Târihi dersleri verdi. Çok sayıda bilimsel çalışması yayınlandı. Bilim ve teknoloji dergisi olan İnsan ve Kâinatdergisinin kuruluşunda ve çıkarılmasında büyük emek sarf etti. Yakalandığı akciğer kanserinden kurtulamayarak 8 Kasım 1989’da İstanbul’da vefât etti.
Alm. Konfitüre, Marmelade (f), Fr. Confiture (f), İng. Jam. Çeşitli meyvelerin su ve şeker karıştırılıp ateşte kaynatılması ile meydana gelen bir çeşit tatlı yiyecek. Reçelin târihi çok eski devirlere kadar uzanmaktadır. İlk zamanlar bâzı meyveler bal şerbetiyle kaynatılır ve beklemeye bırakılırdı. Fakat bu uygulama zamânına göre biraz lüks ve masraflı oluyordu. Daha sonraki asırlarda şekerin bugünkü şekliyle üretilmesi, meyvelere lâzım olan tatlı suyun kolayca temin edilmesi reçel yapımını yaygınlaştırdı. Hattâ milletlere, bölgelere, şehirlere göre değişik çeşitler ve isimler altında reçeller yapılmaya başlandı.
Reçel yapmanın değişik usûlleri vardır:
1. Meyveler tatlılık durumu iyi ayarlanmış koyu bir şerbet içerisine atılarak, ateşte kaynatılır. Bu usûlle, kayısı, elma, armut, portakal, patlıcan, karpuz kabuğu vb. meyvelerin reçelleri yapılır.
2. Bir sıra meyve, bir sıra şeker konularak hazırlanan reçel malzemesi 6-7 saat bekletilir. Sonra pişirilir. Bu usûlle; erik, vişne, gül, böğürtlen gibi meyvelerin reçelleri yapılır.
3. Reçel yapılacak meyvelerin, su ve şeker oranları ayarlanarak karıştırılır. Daha sonra güneşte beklemeye bırakılır.
Reçel yapımında şeker kullanıldığı gibi glikoz da kullanılmaktadır. Glikozla yapılan reçeller biraz daha ekonomik olur. Ticâret için yapılan reçeller genelde bu usûlle yapılmaktadır. Reçelde bol miktarda kalori bulunduğu için her yaş grubunun yemesi gerekli bir besin kaynağıdır.
Reçel yapılırken dikkat edilmesi gereken önemli hususlar şunlardır:
1. Reçel yapılacak meyveler çok tâze, temiz, çürüksüz ve olgun olmalı.
2. Temizlenen meyveler geniş bir kaba konularak şeker ve su ölçüleri iyi ayarlanmalı; miktarlar ne fazla ne de noksan olmalıdır. Her iki durumda da reçeller ya sulanarak bozulur veya kaynatılmasından çok kısa bir süre sonra kristalleşir (şekerlenir).
3. Reçel kaynatılırken karıştırmak gerekiyorsa bu işte tahta kaşık kullanılmalı.
4. Kaynarken reçelin üstünde meydana gelen köpükler, kaynama durduğu zaman, sıcak suyun içinde bulunan mâdenî süzgeç kepçeyle en kısa zamanda alınmalı.
5. Reçelin köpüklenmemesi için kaynarken çok az miktarda tereyağı atılır. Böylece kaynatılan reçel şurubunun üzerindeki köpüklenme önlenir.
6. Yapılan reçellerin ileride bozulmamasını, şekerlenmemesini istiyorsak, reçel şurubuna ateşten indirmeden 1-2 dakika önce biraz limon tuzu veya limon suyu sıkmamız gerekir. Bu sıkılma işlemi reçel şurubunun kıvama gelip gelmediği iyi tahmin edildikten sonra yapılmalıdır. Bunu anlamak için reçel şurubundan birkaç damla alarak küçük bir tabak içindeki soğuk suya bırakılır. Eğer şurup damlaları suyun içinde sağa sola dağılmazsa kıvama gelmiş olur. İşte limon tuzu veya suyu tam bu zamanda atılmalıdır. Buna halk arasında kestirme denir. Bu durumda zaman ayarı çok önemlidir. Şerbetin belli bir oranda yumurta beyazı ile kaynatılmasına da kestirme denir. Yumurta beyazının, suya yedirilerek kaynatıldığı şerbetin üzerinde biriken tortular kepçe ile alınır. Şerbet koyulaşıp berraklaşıncaya kadar bu işe devam edilir.
7. Reçel şuruplarının pişme ve kaynama kıvamları 104-105°C’ye kadar yükseltilmelidir. Bu arada şurup kaynatılan kabın geniş ve ağzının açık olmasına dikkat etmelidir.
8. Genelde reçeller âdi kavanozlarda, sırlı kaplarda çömleklerde saklanmaktadır. Reçellerin cam kavanozlarda saklanması sağlık açısından daha iyidir. Reçel doldurulacak kavanozlar iyice kurulanarak, ağızları hava geçirmeyen parşömen kağıdı, balmumu vs. gibi maddelerle kapatılmalı, hava temâsı kesilmelidir. Çok sıcak olmayan havadır yerlerde saklanmalıdır.
Bilinen başlıca reçel çeşitleri: Kayısı, elma, armut, ayva, vişne, üzüm, portakal, mandalina, bergamot, patlıcan, incir, karpuz kabuğu, kabak, çilek vb. dir.
Alm. Härze (n.pl.), Fr. Résines (f.pl.), İng. Resins. Fizyolojik hâdiseler neticesinde veya patolojik tesirlerle bitkilerde meydana gelen veya sun’î yollarla organik bileşiklerden elde edilen katı veya ağdalı sıvı maddeler. Bunlar, eczâcılıkta ilâç yapımında kullanılır. Kimyâsal yapısı kesin olarak bilinmemekle birlikte diterpenler, triterpenler ve politerpenler sınıfından olan maddelerden meydana geldiği bilinmektedir. Fiziksel olarak ısıtılınca yumuşar, isli bir alevle yanar, amorf sert bir kütle olarak kendini gösterir. Bu sert kütle kırılınca parlak yüzeyler ortaya çıkar. Reçineler kolayca toz hâline getirilebilir. Suda çözünmezler ve buharla sürüklenmezler. Bâzı reçinelerde suda çözünen çok az madde bulunması yanında bütün reçineler alkol, kloroform ve eter gibi organik bâzı çözücülerde çözünürler. Havada oksitlenince renkleri koyulaşan reçineler, sülfürik asitle kırmızı bir sıvı meydana getirirler.
Reçineler, bitkilerde bir yağ içerisinde erimiş hâlde veya zamklarla birlikte bulunurlar. Çamgiller, baklagiller, maydanozgiller gibi familyalarda reçine taşıyan bitkiler çoktur. Bu bitkilerde yağ ve zamklarla birlikte bulunan reçineler salgı kanallarında toplanır. Bitkilerde salgı kanalları tabiî olarak bulunduğu gibi, patolojik bir olay veya her yaralanma neticesinde meydana gelir. Reçinesi, hücrelerinde veya salgı tüylerinde toplanan bitkiler de vardır.
Eskiden eczâcılıkta ilâç hammaddesi olarak kullanılan kehribar, Baltık sâhillerinde bulunan Pinus succinifera (Kehribarçamı) adlı bir çam türünün fosilleşmiş reçinesinden ibârettir.
Reçineler bitkilerden saf olarak elde edilmeyip, yağ gibi çeşitli maddelerle karışım hâlinde elde edilir. Reçine elde etmek için bitkinin kabuğu özel bir bıçakla çizilir. Sonra balyozla dövülerek veya alevle yakılarak yaralanır. Bâzı bitkilerde ise reçine; etanol, eter gibi maddelerin yardımıyla, tüketme metodu ile elde edilir.
Bugün sanâyide tabiî reçinelerin yerini büyük ölçüde sun’î reçineler almıştır. Sun’î reçineler, fiziksel yönden tabiî reçinelere benzerse de kimyâsal yönden farklılıklar gösterir. “Termoplastik” ve “termoset” reçineler olarak iki sınıfa ayrılırlar. Sun’î reçineler en çok plastikte, ayrıca vernik, yapıştırıcı ve iyon değiştiricilerin üretiminde kullanılır.
Sınâî önemi büyük olan reçineler ayrı konular hâlinde verilmiştir (Bkz. Plastik, Polimer). Aşağıda polimerleşme ile elde edilen bâzı reçineler verilmiştir:
Polieter: Monomerlerin eter bağlarıyla bağlanması netîcesinde teşekkül eden polimerlerdir. Polieterlerden “polietilen glikoller”; başlıca kozmetik ve eczâcılık ürünlerinin, emülsiyon yapıcı veya nemlendirici malzemelerin ve yağlayıcıların îmâlinde kullanılır. Bir polieter olan “epoksi reçineleri”nden yaygın olarak yapıştırıcı ve kaplama malzemesi olarak istifâde edilir. Yine bir polieter olan “penton”, kimyâsal maddelere dayanıklı olduğu için depolama tanklarının iç cidarlarının kaplanmasına yardımcıdır.
Polistiren: Stiren monomerinden elde edilen polimerdir. Genellikle mâliyeti düşük, dayanıklı ve termoplastik yapıda bir üründür. Kimyevî maddelere karşı dayanıklıdır. İyi bir elektrik yalıtkanıdır. Buzdolabı ve klima gibi çeşitli eşyâların îmâlinde kullanılır.
Polisülfon: Temel yapı zincirleri sülfonil, eter ve izopropiliden gruplarıyla bağlanmış benzen halkalarından meydana gelen polimerlerdir. Polisülfonlar sağlam, sıcağa ve kimyevî maddelere karşı dayanıklıdır. Tel kaplamalarında, otomobil parçalarında ve çeşitli ev âletlerinde kullanılır.
Polisülfür: 3 ilâ 10 sayıdaki kükürt atomunun bağlanmasıyla teşekkül eden bileşiklerdir. Bunlar, kükürdün sülfür iyonu (S-2) ihtivâ eden çözeltilerde çözündürülmesiyle elde edilirler. Sodyum polisülfürler hayvan postlarından kılların temizlenmesinde ve ticârî adı “tiyokol” olan reçinelerin îmâlinde kullanılır. Tiyokoller oldukça yaygın kullanım sahası bulunan ürünlerdir. Yüzey korunmasında, roket yakıtlarında kullanılır. Diğer bâzı polisülfürlerle haşere ilâcı olarak üretilir.
Polivinilasetat: Vinilasetat monomerlerinden elde edilen renksiz bir reçinedir. Su esaslı boyalarda bağlayıcı olarak; yapıştırıcılarda, lakelerde ve çimentolarda kullanılır.
Polivinilflorür: Vinilflorür monomerinin polimerleştirilmesiyle elde edilen bir reçinedir. Kimyevî maddelere karşı dayanıklıdır. Binaların dış cephelerinde, boru kaplamalarında kullanılır.
Polivinilalkol: Polivinilasetatın asit veya bazlarla reaksiyona sokulmasıyla elde edilen bir reçinedir. Kâğıt ve dokumaların yağlara ve greslere karşı dayanıklılığını arttırmak için kullanılan tutkallama maddelerinde, yapıştırıcı ve emülsiyonlaştırıcılarda kullanılır. Polivinilalkolden elde edilen polivinilformali ve polivinilasetali, kaplama malzemesi ve ince katman îmâlinde kullanılır.
Poliklorodifenil: Difenil ve klordan elde edilen sun’î bir reçinedir. Poliklorodifenil karışımları başlıca yağlayıcı, ateşe dayanıklı dielektrik akışkan ve ısı transfer vâsıtası olarak kullanılır. İlâveten, yapıştırıcıların, tel kaplama malzemelerinin ahşap ve beton gibi yüzeylerin kaplanmasında da kullanılır.
Poliklorotrifluoroetilen: Klorotrifluoroetilenin polimerleştirilmesiyle elde edilen bir reçinedir. Kolay şekillendirilebilen bir reçine olduğundan kalıplama ve çekme yoluyla conta, pompa ve vana gibi bâzı malzemelerin îmâlinde kullanılır.
Poliakrilonitril: Akrilonitrilden türetilen polimerlerin genel adı. Bu polimerler akrilonitril monomeriyle bütadien, stiren veya viniliden klorür monomerlerinden meydana gelmiş kopolimerlerdir. Orlonda % 85 nispetinde akrilonitril bulunur. Akrilonitrilin en önemli polimerlerinden biri, akrilonitril-bütadien-stiren (ABS) reçinesidir. ABS reçinesi oldukça sert, sağlam ve dayanıklıdır. Bilhassa boru ve mutfak eşyâsı îmâlatında kullanılır.
(Bkz. Kâfiye)
Osmanlı Devletinde ihtiyat askerine verilen ad.
Sultan İkinci Mahmûd Han, 1826 târihinde Yeniçeri Ocağını kaldırarak yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir ordu teşkilâtı kurdu. Daha sonra da, Osmanlı ordusunun muvazzaf birliklerine, ihtiyaç hâlinde kaynak olması için yeni terhis edilmiş askerlerden faydalanma yoluna gidilerek devlete mâlî bakımdan fazla yük yüklemeyecek Redîf Teşkilâtı kuruldu. Redîf-i Asâkir-i Mansûre adı verilen bu ihtiyât kuvvetlerinin tertip tarzı Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından Serasker Hüsrev Paşaya havâle edildi. Ancak halkın yeni kurulmuş Asâkir-i Mansûre ve Hassa Teşkilâtına iyice intibak etmesi için Redîf teşkilâtı kurulması biraz geciktirildi. Bu esnâda Redîf teşkilâtı hakkında halka bilgi verilip, redîf (ihtiyat) yazılmaya heveslendirildi.
24 Mayıs 1834 târihinde Sultan İkinci Mahmûd Hanın kızı Sâliha Sultanın düğünü vesîlesiyle taşrada bulunan vezirlerle âlim ve eşraftan bâzıları dâvet edilerek, Redîf Teşkilâtı konusunda istişârî mâhiyette görüşmeler yapıldı. Bunu ikinci ve üçüncü toplantılar tâkip etti. Bâb-ı fetvâda Kânunnâme okunup, kabul olundu ve pâdişâhın irâdesi alınarak 8 Temmuz 1834 târihinde Redîf Nizamnâmesi yürürlüğe girdi. 28 Temmuz 6 Ağustos 1834 târihli hükümlerle de durum Redîf Teşkîlâtı kurulacak yerlerin vâli, mutasarrıf ve diğer ilgililerine bildirildi.
Redîf kuvvetlerinin alay ve merkezleri şu şekilde tanzim ve tespit edilmişti:
1. Hassa ordusu redîf alayları: Merkezleri sıra ile İzmit, Bursa, İzmir, Aydın, Afyonkarahisar ve Isparta’da bulunan altı piyâde alayı; Bursa, Aydın ve Isparta’da üç süvârî alayı ve yine Isparta’da bir topçu alayı.
2. Dersaâdet (İstanbul) ordusu redîf alayları: MerkezleriEdirne, Bolu, Ankara, Çorum, Konya ve Kayseri’de altı piyâde alayı; Bolu, Ankara ve Kayseri’de üç süvârî alayı ile Çorum ve Edirne’de birer topçu alayı.
3. Rumeli redif alayları: Merkezleri Manastır, Selânik, Yanya, Üsküp, Sofya ve Şumnu’da altı piyâde alayı.
4. Anadolu ordusu redif alayları: Merkezleri Sivas, Tokat, Harput (Elazığ), Erzurum, Diyarbakır ve Kars’ta altı piyâde alayından kurulmuştu. Her dört ordudaki redîf piyâde alayları dörder taburluydular.
Dörder bölükten meydana gelen redîf taburlarında başlangıçta 1308 nefer bulunması gerekmekte ve her bölüğün ilk üç onbaşısına 28, diğer dokuz onbaşısına ise 27’şer nefer isâbet etmekteydi. Şubat 1835 târihinde alınan bir kararla redîf taburlarında bulunması gereken nefer sayısı 1200’e indirildi. Bu değişiklikle bölüklerde bulunan onbaşılar arasında eşitlik sağlandı. Böylece her onbaşıya 25 nefer verildi.
1836’da Redîf Teşkilâtında bâzı yenilikler yapıldı. Redîf süvârî alayları teşkil edildi. 1869’da çıkarılan yeni bir kânuna göre muvazzaflık hizmet süresi dört yıla indirildi ve bir yıl muvazzaf ihtiyattan sonra, altı yıl sürecek bir redîflik hizmet dönemi esas kabul edildi. Rediflik süresi 1887’de sekiz yıla çıkarıldı.
Redîf Teşkilâtına kumanda edecek subaylar, muvazzaf ordu subaylarıyla aynı niteliklere sâhip bulunuyorlardı. Ancak bunlar, rediflerin bulundukları yerleşim bölgelerinde sulh zamânında askerlik şûbelerinde vazîfelendirilmişlerdi. Redîf teşkilâtı 1912’de kaldırıldı.