RAMAZANOĞULLARI

Adana bölgesinde 1352 yılından 1608 yılına kadar hüküm süren bir Türk beyliği. Oğuzların Yüregir boyuna mensup olan Ramazan Beyin kurduğu beylik; 1383 yılına kadar Elbistan’ı, oranın Dulkadiroğullarına geçmesi ile de Adana’yı merkez yapmıştır. Ramazanoğulları Beyliği 1352’den 1608’e kadar 256 yıl devâm etmekle berâber, son 92 yılı tam bir Osmanlı tâbiyeti hâlinde geçmiş, hânedânın üyeleri Osmanlı sancakbeyi olarak vazîfe yapmışlardır.

Ramazanoğullarının mensup oldukları Üç Oklu Türkmenleri, Moğol istilâsı sebebiyle, 13. yüzyılda Anadolu’ya kalabalık sayıda gelen Türkmen kütleleri arasında bulunuyorlardı. Bu Türkmenler dâimî bir şekilde Moğollarla mücâdele hâlinde idiler. Onlara itâat etmediklerinden dolayı Anadolu’da da kesin bir iskân sahası bulamadılar. Bundan dolayı Suriye’ye inen bu Türkmenleri Memlûk Sultânı Baybars, Antakya’dan Gazze’ye kadar uzanan bölgeye yerleştirdi ve kendilerine dirlikler verdi. Böylece bu Türkmenler Memlûk Devletinin en mühim yardımcı askerî kuvvetini teşkil ettiler. Bu sâyededir ki, Sultan Baybars, Haçlılar ve Moğollar ile yapılan savaşlarda parlak zaferler kazandığı gibi, Kilikya’daki Ermeni Krallığına da ağır darbeler indirdi.

Netîcede Anadolu’da Moğol nüfûzunun yayılmaya başlamasından ve bilhassa Ebû Saîd Bahadır Hanın ölümünden sonra Üçok Türkmenleri, Kilikya üzerine akınlarını yoğunlaştırıp, elde edilen topraklara yerleşmeye başladılar. Bu sırada Ramazanoğullarının başında Ramazan Bey bulunmaktaydı. 1344 yılından îtibâren batıya doğru gelişen fetih hareketi Silifke’ye kadar uzadı ve 1360 yılında Memlûkluların da yardımı ile Adana ve Tarsus da ele geçirildi. Böylece Ermenilerin elinde, merkezleri Sis olmak üzere birkaç kale kalmış oluyordu.

Ramazan Beyin ölümünden sonra yerine geçen oğlu İbrâhim Bey, Çukurova’da Memlûk hâkimiyetini kırmak ve istiklâlini îlân etmek üzere Karamanoğlu Alâaddîn Beyle itifak ederek, başkaldırdı. Bunun üzerine büyük bir Memlûk ordusu, Türkmenlerin arâzisine girerek yağmalamaya başladı. Ancak Belen Boğazında meydana gelen çarpışmada İbrâhim Bey idâresindeki Türkmen ordusu, Memlûkleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Bizzat kumandan Temür Bayın da esir edildiği muhârebede Memlûklerden çok az kimse kurtuldu. Bu durum üzerine Memlûklerin Haleb Vâlisi Yılboğa, Türkmenler üzerine yürüdü. Misis Kalesini ele geçirdi. İbrâhim Bey, Sis’e çekilmek zorunda kaldı ise de, Sis vâlisi kendisini yakalayıp Memlûklere teslim etti. Yılboğa, başta İbrâhim Bey olmak üzere kardeşi Kara Mehmed’i, annesi ve diğer esirleri derhâl öldürttü. Emirlerinin öldürülmesinden büyük üzüntü duyan Yüregirliler, Misis’e dönmekte olan Yılboğa’ya, Saruca-Şam Geçidinde büyük bir baskın düzenlediler. Yılboğa’nın gözünden yaralanıp ortadan kaybolması ile paniğe kapılan Memlûkler, kaçmaya başladı. Bu durum Türkmenlerin işini kolaylaştırdı ve elverişli bölgelerde Memlûklere üst üste baskın düzenlediler. Memlûkler Haleb’e ulaştıklarında ancak birkaç yüz kişi kalmışlardı.

İbrâhim Beyin yerine kardeşi Ahmed Bey geçti. Ahmed Bey, yerini sağlamlaştırıncaya kadar Melûklerle iyi geçinmeye gayret etti. Daha sonra Memlûklu Sultânı Berkuk’un ölümü ile bu ülkede ortaya çıkan karışıklıklar esnâsında durumunu kuvvetlendirdi. Bu sırada Haleb’i kuşatan meşhur Arap kumandanı Nuayr’a karşı Memlûklerin yardımına koşan Ahmed Bey, Sultan Ferec’in iltifâtına kavuştu. Kızını da Sultan Ferec’le evlendirerek Memlûklerle akraba oldu. 1410 yılında Mısır’ı ziyâret etti. Böylece daha rahat hareket edebilme imkânına kavuşan Ahmed Bey, 1415 yılında yedi ay süren bir kuşatma sonucunda Tarsus’u Karamanoğullarından aldı. Ahmed Bey’in 1416 yılında ölmesi üzerine yerine oğlu İbrâhim Bey geçti.

Ahmed Bey kaynaklarda cesur, heybetli, dirâyetli bir emir olarak vasıflandırılmaktadır. Âlimlere hürmetli, fakirleri koruyan, iyiliksever bir beydi. Onun ölümünden sonra Üçokların siyâsî ehemmiyeti gittikçe azaldı.

İkinci İbrâhim Bey, Karamanoğlu Mehmed Beyin dâmâdı olmaktaydı. 1415-1417 yılları arasında Tarsus ve Adana havâlisinde tam bir hâkimiyet tesis etmişse de Memlûklerle arasının açılması yüzünden Tarsus’u kardeşi Hamza Beye bırakmak zorunda kaldı. Ancak Hamza Bey, Memlûk kuvvetlerinin yardımıyla Adana’yı da ele geçirdi. İbrâhim Bey, 1427 yılında Kahire’de öldürüldü. Hamza Beyin beyliğinin ne kadar sürdüğü ve nerede öldüğü bilinmemektedir. Ancak onun da kardeşinin ölümünden sonra Memlûklerce öldürtüldüğü tahmin olunmaktadır.

1427 yılında beyliğin başına Mehmed Bey getirildi. Fakat bu târihte bölgede tam bir Memlûk hâkimiyeti kurulmuş olup, Sis, Adana ve Tarsus gibi önemli merkezler Memlûk vâlilerince idâre edilmeye başlandı. Bu dönemde Ramazanoğulları beylerinden sırasıyla Eylûk Bey, Dündar Bey ve Ömer Bey sembolik olarak beyliğin başında bulundu.

Ömer Beyden sonra beyliğin başına, 1480 senesinde Halep’te öldürülen Dâvûd Beyin oğlu Gıyâseddîn Halil Bey geçti ve otuz sene gibi uzun bir zaman hüküm sürdü. Hattâ, Osmanlıların çukurova bölgesinde hâkimiyetlerini kabul ettikten sonra, bu devletle iyi geçinmeyi, beyliğinin geleceği bakımından daha faydalı gördü. Osmanlılarla olan bu dostluğu, Ramazanoğulları Beyliğinin Memlûk Devletiyle bağlantılarını iyice zayıflattı. Uzun süren saltanatı sırasında, bölgede barışın sağlanması için büyük dikkat sarfeden Halil Bey; âlimlere hürmet eden, cömert, fakir-fukarâyı koruyup gözeten bir beydi. Tebaası tarafından çok sevildiği için, hizmetleri sebebiyle kendisine, dîne yardım eden mânâsına gelen “Gıyâseddîn” lakabı verildi. Ramazanlı ülkesi en çok bu bey zamânında îmâr görmüş, câmiler, medreseler, saraylar, hanlar ve çeşmelerle ülkenin dört bir yanı tezyin edilmişti. Halil Bey, mezâr kitâbesinden anlaşıldığına göre 1511 senesinde vefât etmiştir.

Halil Beyin vefâtından sonra, yerine kardeşi Mahmûd Bey geçti. Mahmûd Bey de, OsmanlıDevletine yaklaşmak ve Memlûklerle olan yakınlığını azaltmak sûretiyle ağabeyi Halil Beyin siyâsetini devâm ettirdi. Ancak Memlûkler, Mahmûd Beyi beylikten azlederek, yerine kardeşinin oğlu Selim Beyi tâyin ettiler. Bu durum üzerine Mahmûd Bey, İstanbul’a gelerek Yavuz Sultan Selim Hana tâbiyetini arz etti. Mahmûd Beye büyük îtibâr gösteren OsmanlıSultânı Yavuz SultanSelim Han, iki yüz bin akçelik bir dirlik verdi. Ayrıca seferde kendisine refâkat etmek imtiyâzını da bahşetti. Böylece Mahmûd Bey, sultandan başka kimseye tâbi olmayacaktı.

1516 senesinde Osmanlı ordusu, Mısır Seferine çıktığı zaman, Mahmûd Bey de pâdişâhın yanında bulunuyordu. Ordu Haleb’e geldiği zaman, Mahmud Beye bağlı Ramazanlı kuvvetleri Osmanlı sultânının ordusuna katıldılar. RidâniyeSavaşı sırasında Memlûk Sultanı Tomanbay ve üç yüz seçme silâhşörün, pâdişâhı öldürmek için otağ-ı hümâyûna baskında bulundukları sırada, Sadrâzam Sinan Paşanın yanı sıra, Ramazanoğlu Mahmûd Bey de öldürüldü. Mahmûd Beyin nâşını Haleb’e gönderen Yavuz Sultan Selim Han, Ramazanoğulları Beyliğinin başına Halil Beyin oğlu Kubad Beyi tâyin etti (1517).

Ancak bu târihten îtibâren Ramazanoğulları beyleri bir Osmanlı sancakbeyi olarak hüküm sürdüler. Bundan sonra hânedândan mühim Osmanlı devlet adamları yetişti.

Ramazanoğulları Beyliğinin teşkilâtı hakkında kesin delillere dayalı bir bilgi yoktur. Ancak Dulkadırlılarda olduğu gibi Oğuz geleneklerine, yâni töre esâsına dayanmış oldukları görülmektedir. Kendilerine âit olarak para bastırmamışlardır. Halil Beyden önceki Ramazan Beylerine âit câmi, medrese ve hamam gibi eserlere rastlanmamıştır. Halil Bey ve bilhassa Osmanlı sancakbeyi olan, hattâ daha sonra paşalık rütbesine yükseltilerek Halep ve Şam beylerbeyliklerinde bulunan oğlu Pîrî Paşanın Adana’da câmi, medrese, han ve hamam olmak üzere birçok hayır eserleri mevcuttur. Ramazanoğulları zamânında Çukurova, hac yolunun geçtiği mühim bir bölge hâline gelmişti. Osmanlı Devletinin yükselişiyle birlikte bu yolun önemi daha da artmıştır. Bu durumun bölgenin iktisâdî hayâtına önemli ölçüde tesir ettiği anlaşılmaktadır.

Ramazanoğulları Beyleri

Ramazan Bey

(1352-1378)

İbrâhim Bey  

(1378-1383)

Şihâbeddîn Ahmed Bey

(1383-1416)

İkinci İbrâhim Bey

(1416-1418)

İzzeddîn Hamza Bey 

 (1418-1426)

Mehmed Bey

(1426-1435)

Eylûk Bey

(1435-1439)

Dündar Bey

(1439-1470)

Ömer Bey

(1470-1485)

Gıyâseddîn Halil Bey 

 (1485-1510)

Mahmûd Bey 

 (I. 1510-1514- II. 1516-1517)

Selim Bey

(1514-1516)

Kubad Paşa  

(1517-1520)

Pîrî Mehmed Paşa

(1520-1568)

Derviş Bey

(1568-1569)

Üçüncü İbrahim Bey

  (1569-1589)

İkinci Mehmed Bey

(1589-1594)

Pir Mansur Bey

(1594-1608)

RAMEHÜRMÜZÎ

Büyük hadis âlimlerinden. Adı Hasan bin Abdurrahmân’dır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. İlk defâ 902 (H.290) yılında İran’da hadis dinledi. Babası Abdurrahmân bin Hallâd’dır. 970 (H.360) yıllarında Ramehürmüz şehrinde vefât etti; Ramehürmüzî adıyla şöhret buldu.

Ramehürmüzî, ilk bilgileri babasından aldı. Sonra Muhammed bin Abdullah-el-Hadramî, kâdı Ebû Hüseyin-el-Vâdiî, Muhammed bin Hibbân-el-Mâzinî, Ubeyd en-Nehâî, Hasan ibni Müsennâ, Muhammed bin Osman bin Ebî Şeybe, Yûsuf bin Yâkûb, Mûsâ bin Hârûn ve zamânında bulunan birçok âlimden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Kendisinden ise; Ebü’l-Hüseyin Muhammed bin Ahmed Saydâvî, Hasan bin Leys-eş-Şîrâzî, Hâfız Ebû Bekr, Ahmed bin Mûsâ Merdeveyh, Ebû Abdullah bin İshâk-en-Nihâvendî ve birçok âlim ilim tahsil edip, hadîs-i şerîf rivâyet ettiler. 970 (H.360) senesinde Ramehürmüz şehrinde vefât etti.

Ramehürmüzî birçok eser yazmıştır. Bunlardan El-Muhaddis-ül-Fâsıl Beyn-er-Râvî ve’l-Vâî adlı eseri, usûl-i hadîs sahasında yazılan ilk kitaptır. Doktor Muhammed Accâc el-Hatîb tarafından Şam’da neşredildi.

Ramehürmüzî hazretlerinin; Rabı-ül-Müteyyemin fî Ahbâr-il-Uşşâk, Kitâb-ül-Emsâl, Kitâb-ün-Nevâdir, Kitâb-ı Risâlet-üs-Sefer, Kitâb-ur-Rûh, Edeb-ün-Nâtık adlı eserleri de vardır.

Ramehürmüzî’nin El-Muhaddis-ül-Fâsıl Beyn-er-Râvî ve’l-Vâî adlı eserinde yazdığı hadîs-i şerîflerden bâzıları:

Allahü teâlâ, benden bir hadis duyup da başkasına ulaştıran kimsenin yüzünü kıyâmet günü aydınlatır. Nice fıkıh bilenler fakîh değildir. Nice fıkıh bilenler vardır ki, öğrendiği kimseden daha fakîhtir.

Şu üç kimseye karşı Müslümanın kalbinde hıyânet ve aldatma bulunmaz: Allah için ihlâsla amel edene, Müslümanlara nasîhat edene ve Müslümanların cemâatine tâbi olanlara.

Ümmetimden kıyâmete kadar hak üzere bulunan olacaktır.

RAMİ (Boehmeria nivea)

Alm. Ramie (f), Fr. Ramie (f), İng. China-grass, ramie. Familyası: Isırganotugiller (Urticaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Tabiî olarak yetişmez.

Vatanı Çin olan, fakat bütün tropikal bölgelerde kültürü yapılan, 2-4 m yüksekliğinde, çok yıllık otsu bir bitki. Gövdelerinin kabuk kısmından çıkarılan lifler “rami” adını taşır, yumuşak ve çok sağlamdır.

Kullanıldığı yerler: Rami, ince ve kaba dokumacılıkta kullanılır. Yünle veya pamukla karıştırılan liflerle dokunan kumaşlar sert ve dayanıklı olduğundan bilhassa döşemecilikte çok rağbet görür.

RÂMÎ MEHMED PAŞA

Osmanlı sadrâzamlarından. 1654’te İstanbul Eyüp’te doğdu. Terâzici Hasan  Ağa adında birinin oğludur. İlk tahsilini Eyüp’te yaptıktan sonra Reîs-ül-Küttaplık Kalemine kâtip olarak girdi. Bu sırada şiire istidadı sebebiyle Nâbî ve Sâmî gibi devrinin büyük şâirlerinin meclisine devam ederek yükseldi. Râmi mahlasını aldı. 1686’da Dîvân-ı Hümâyûn Kalemine girdi. divan işlerindeki geniş bilgisi ve mahâreti göz önünde bulundurularak 1690 yılında Beylikçiliğe tâyin olundu. Yıllarca bu vazîfede bulunduktan sonra 1696’da Acem Bekr Efendinin yerine Reis-ül-Küttab oldu. Karlofça Antlaşması için yapılan görüşmelere murahhas olarak katıldı. Bu müzâkerelerde gösterdiği başarılarından dolayı pâdişâhın iltifâtını kazandı. 1703’te Daltaban Mustafa Paşanın yerine sadrâzam oldu. Yedi ay kadar sadârette kalan Râmî Mehmed Paşa, pekçok ıslahat hareketlerinde bulundu. Harpler dolayısıyla bozulmuş olan mâlî vaziyeti düzeltti. Tersane işlerini yoluna koydu. Millî Sanâyiye ehemmiyet verdi. Yerli çuha ve ipek sanâyiini teşvik etti ve her hususta himâye edileceklerini taahhüt etti.

1703’te İkinci Mustafa Hanın tahttan indirilmesiyle sonuçlanan Edirne Vak’ası ile Râmî Mehmed Paşa da görevinden alındı. Önce Kıbrıs (1703) ve arkasından Mısır vâliliğine getirildi. Bu görevdeyken halkın hoşnutsuzluğu sebebiyle azlolunarak Rodos’a sürgüne gönderildi. Burada 1704 yılında üzüntü içerisinde öldü.

Râmî Mehmed Paşa işgüzar, geniş mâlumat sâhibi, mâlî işlerde ehliyetli ve gayretli bir devlet adamıydı. Arapça ve Farsça bilir, divan edebiyatında seçkin bir üslûp üstâdı olarak tanınırdı. Bursalı Mehmed Tâhir onun için; “Şiirde Nef’î ve Nâbî derecesinde en büyük simâlardan olmasına rağmen lâyık olduğu şöhreti bulamamıştır.” demektedir. Râmî Mehmed Paşanın başarılı gazellerinin yer aldığı bir Dîvân’ı, Karlofça sulh müzâkerelerini bütün teferruâtı ile anlatan Karlofça Sulhnâmesi ve 1400 kadar resmî yazının toplandığı Münşeât’ı başlıca eserleridir.

Mücevher, tac-ı devlet kimseye sûd etmez ey Ramî
        Nice şah-ı cihanın çeşmi ol efserde kalmıştır.

RAMSES

Eski Mısır firavunlarından on birinin adı. Ramseslerin hepsi de mîlâttan önce yaşayıp, on dokuzuncu ve yirminci Mısır hânedanlarına mensupturlar. Meşhur olanlarından I. Ramses (takriben M.Ö. 1314-1312), II. Ramses (takriben 1301-1235), III. Ramses (takriben 1198-1166), IV. Ramses ile XI. Ramses’in arasındaki firavunların siyâsî târihi bütünüyle bilinmemekle berâber, bu hânedânın 1085 yılında sona erdiği tahmin edilmektedir. II. Ramses Suriye’yi almak için Anadolu’ya hâkim olan Hititlerle mücâdele edip, Kadeş Savaşını yaptı. Mîmârî eserler ve pekçok tapınak yaptırdı. III. Ramses, Mısır’da pekçok mîmârî eser, büyük tapınak ve kral mezarı inşâ ettirdi.

RAPİSTRA (Brassica rapa var. Olelfera)

Alm. Raps (m), Fr. Colza (m), İng. Rape, Colza. Familyası: Turpgiller (Cruciferae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Trakya’da kültürü yapılır.

60-100 cm boylarında, otsu, taban yaprakları parçalı ve tüylü sarı çiçekli otsu bitkiler. Meyveler 2-3 cm boyundadır. Tohumları yağ bakımından zengin olduğundan dolayı zirâati yapılır. Yağ şalgamı olarak da bilinir.

Kullanıldığı yerler: Rapistra yağı memleketimizde yemeklik yağ olarak kullanılmaktadır. Küspesi de hayvanlara yem olarak verilir. Tedâvide yara iyi edici olarak haricen faydalanılır. Rapistra kökü boğmaca, öksürük ve nefes darlığında göğüs yumuşatıcı olarak kullanılır.

RASATHÂNE

Alm. Sternwarte (f), Observatorium (n), Fr. Observatoire (m), İng. Observatory. Uzayda bulunan cisimleri incelemeye elverişli teleskop ve diğer yardımcı âletlerle donatılmış kubbesi açık özel binâ. Binânın üzerindeki kubbe döner tertibâtlı olup, ekseni etrâfında 360° döner. Kubbenin üst orta kısmında boydan boya yarık şeklinde açıklık vardır. Bu yarık bir perde ile kapalı olup, gerektiği kadar açılabilir özelliktedir. Teleskop bu açıklıktan gök yüzüne doğru yöneltilir. Modern rasathânelerin hemen yan tarafında, idârî binâ, kütüphâne, kompüter odası gibi yardımcı binâlar bulunur.

Târihi: Rasathânelerin târihi Bâbil, Eski Yunan ve Mısır medeniyetlerine kadar uzanır. Bu devirlerde rasathânelere önem verilmesi dînî törenlerin ve ibâdetlerin zamâna bağlı olmasından ileri gelmektedir. Sonradan bozulup sapık dinler hâline dönmesine rağmen, zamana bağlı olarak ibâdetlerin mevcûdiyeti, aslında bu medeniyetteki insanlara peygamberlerin geldiğine işâret etmektedir.

İlim târihinde müessese olarak arzu edilen şekliyle ilk rasathâne, İslâm dünyâsında görülür. Rasathâneleri İslâm medeniyeti ortaya koyup geliştirmiş, dünyâ kültür ve medeniyetine sunmuş, bu yolun öncülüğünü, kılavuzluğunu yapmıştır. Rasathânelerin, tam teşkilâtlı olarak, uzun yıllar devâmlı ve sistemli çalışacakları için büyük masraflara ihtiyacı vardır. Bu sebepten, incelendiğinde bu binâların hükümdar ve devlet adamları tarafından kurulduğu ve desteklendiği görülür. 829 senesinde Halîfe El-Me’mun Bağdat’ta astronomi rasathânesi kurdurdu. 877 senesinde ise El-Battanî kurduğu rasathânede astronomi tabloları hazırladı ve ekinoks açılarını hassas bir şekilde yeniden hesap etti.

Bağdat’taki rasathânenin ismi Şemmâsiye, Şam’dakinin ismi Kasiyûn idi. Ayrıca; Fâtımî Halîfesi El-Aziz (ölm. 996) ve El-Hâkim (990-1021)’in Kahire’de Mukaddem Dağında; Büveyhî Hükümdârı Şerefüddevle (982-987)’nin 1075’te Bağdat’ta ; Selçuklulardan Melik Şah (1054-1092)’ın 1075’te İsfehan’da; Horasan ve Mâverâünnehr Hükümdârı Uluğ Bey (1394-1449)’in 1421 yılında Semerkant’ta ve Osmanlı Hükümdârı Üçüncü Murâd (1574-1595)ın 1576 yılında İstanbul’da (Tophâne’de) kurdukları rasathâneleri belirtebiliriz. Bunların devamlı çalışabilmeleri için zengin vakıflar kurulmuştur.

İslâm dünyâsında devlet kuruluşları olan rasathâneler yanında, ferdî (kişisel) olanlarına da rastlanmaktadır. Astronom Mûsâ bin Şâkir’in oğullarından Muhammed (825-972) ve Ahmed’in Bağdat’ta Dicle Irmağı kenarında bulunan evlerinde kurdukları rasathâne bunlardan biridir. Bu iki kardeş yer küresinin çapını ilk defâ ölçmüşlerdir. Bu ölçüm çok hassas olup bugünkü hesaplamalara çok yakındır.

Kasiyûn Rasathânesinde Hârezmî (780-850) gezegenlerin gökküresindeki yerleri (koordinatları) ve dolanım süreleriyle ilgili olarak Ziyc-ül-Hârezmî adlı eserini hazırladı. Sarkaç ilk defâ astronomide, İbn-i Yûnus tarafından kullanıldı. Küresel trigonometride görülen temel eşitlikler, Ebü’l-Vefâ tarafından ortaya kondu.

İbni Sinâ, 1025 yılında Hemedan Rasathânesini kurdu. Bu rasathânede mikrometreye benzer bir âlet ilk defâ kullanılmıştır. 1260 senesinde Meraga yakınında Nâsırüddîn teleskopla çok kıymetli çalışmalarda bulundu.

Horasan ve Mâverâünnehr Hükümdârı Uluğ Bey tarafından yaptırılan Semerkant Rasathânesinde, devrin ünlü astronomları çalışmışlardır. Bursalı Kâdızâde Rûmî (1337-1430), Gıyâsüddîn Cemşit (ölm. 1429), Ali Kuşçu (ölm. 1474) bunlardandır. Bu astronomların yaptıkları çalışmalar sonucu 1449 yılında, son kısmı Uluğ Bey tarafından tamamlanan, Uluğ Bey Zîc’i olarak tanınan eser hazırlandı. Bu eser uzun yıllar batı rasathânelerinde temel kitap olarak kullanıldı.

Kopernik’in (1475-1543) ünlü De Revolutionibus adlı eseri, dînî bir suç işlediği için 1882 yılına kadar yasak kitaplar arasında îlân edilirken, Erzurumlu İbrâhim Hakkı (1703-1780) kendi dergâhındaki rasat kulesinde çalışmalar yapıyor ve eserler ortaya koyuyordu. 8. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasındaki İslâm rasathâneleri akademik nitelik taşıyor, ekserisinde asrını aşacak tarzda öğretim ve araştırma faaliyetleri yapılıyordu.

Kısaca bu bilgilerden anlaşılıyor ki, gerçek ve modern anlamlı rasathâneler ferdî kuruluş olarak İslâm dünyâsında doğmuş ve büyük gelişme devreleri geçirmiştir. İslâm dünyâsı âlimlerinin ilk iltifat ettikleri ilim astronomidir. Diğer ilimler içinde astronomiye çok büyük önem vermelerinin esas sebebi: Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde meâlen; “Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz, gördüklerinizin içini özünü araştırınız, bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!” buyurmasıdır. İmâm-ı Gazâlî de; “Astronomi ve anatomi bilmeyen Allahü teâlâyı tanıyamaz.” demiştir.

Astronomiyle uğraşan İslâm âlimleri, çağımız astronomi ve matematiğine ışık tutmuştur. Roger Bacon, Galileo, Giordano Bruna ve Kopernik ile çağdaşlarının yetişip ortaya çıkmalarına sebep olmuşlardır. Kopernik ünlü eserinde, Batrûcî, İbn-i Şâtır ve Nâsirüddîn Tûsî’nin eserlerinden ilham aldığını belirtmektedir.

Avrupa’da rasathâneler 1400 senelerinde kurulmaya başlandı. 1418 senesinde yalnız denizcilik maksadı ile güneşin doğuş batış ve yücelim noktalarını tespit için Portekiz’in Vincent şehrinde rasathâne kuruldu. 1471 senesinde Nürnberg Rasathânesi, 1501 senesinde de döner kubbeli Kassel Rasathânesi kuruldu. 1609 senesinde teleskopun bulunması ile rasathânelerde büyük gelişmeler oldu. 1672 senesinde Paris, 1675 senesinde Greenwich, 1700 senesinde Berlin rasathâneleri kuruldu. Zamânımızda dünyâ üzerinde 150’yi aşkın rasathâne faaliyet göstermektedir. Ayrıca uzaya gönderilen uydular da bir nevi rasathâne vazifesi görmektedir. (Bkz. Uydu)

Rasathâne çalışması: Her rasathâne kendisine has program dâhilinde incelemelerini yapar. Uzay cisimlerinin fotoğraflarını çekebilmek için ay ışığının olmadığı geceler seçilir. Mevsim ve iklim şartları da rasathâne programlarına tesir eder.

Rasathânelerde iki tip teleskop kullanılır. Bunlar mercek ve ayna sistemiyle çalışan refraktörlerle, modern parabolik radyo teleskoplarıdır. Radyo teleskopları, parabolik antenden alınan mikro ışık dalgalarını 100 ile 1000 kat kuvvetlendirerek fotoğraf şeklinde tespitler yapar. Radyo teleskoplarla, radyo astronomisi başlamıştır. ABD Ohio eyâletinin Columbus şehrinde bulunan radyo teleskop, ekseni etrafında her yöne dönebilmektedir. Bu teleskopun çapı 600 metredir. Washington’da bulunan radyo teleskop 600 metre genişliğinde, 128 dipolden meydana gelmiş, düz antene sâhiptir.

Dünyâ atmosferinin, rasathânelerin çalışmalarına menfi etkisi olduğu bilindiği için incelemeleri atmosferin üst tabakalarından yapmak için çeşitli çâreler düşünülmüş ve bu arada balonlardan çok istifâde edilmiştir. İlk balonlu rasathâne 1958 senesinde yapıldı ve teleskop, spektrograf ve otomatik yıldız tâkip edici âletlerle techiz edilerek yeryüzünden 26 kilometre yükseğe gönderildi.

Uzaya gönderilen çeşitli uzay araçları ile dünyâ yörüngesine oturtulan uzay rasathâneleri atmosferin etkisi olmaksızın mikrodalgalar, fotoğraflar çekerek devamlı dünyâya bilgi göndermektedirler.

Nitekim 1990 yılında uzaya gönderilmiş olan Hubble uzay teleskobuyla atmosferdeki menfi şartlardan arınmış oldukça net ve önemli resimler elde edilmiştir. Hattâ, bu gelişmenin, astronomi biliminin yeniden kurulmasına bile yol açacağı ileri sürülmektedir.

RASMUSSEN, Knud Johan Victor

Kuzey kutbuna ilk ulaşan Danimarkalı kâşif ve etnolog. 7 Haziran 1879 senesinde Grönland’ın Jakobshavn şehrinde doğmuş, 21 Aralık 1933 senesinde Danimarka’nın Gentofte şehrinde ölmüştür. Rasmussen küçüklüğünü Eskimolar arasında geçirdi, onların yaşayış şekillerini, lisanlarını, karlar üzerinde ulaşım metodlarını ve diğer birçok husûsiyetlerini öğrendi.

1902 senesinde Danimarka Grönland Araştırma Cemiyetinin bir üyesi ve kutup kâşifi olarak çalışmaya başladı. Thule Eskimolarının ihtiyaçlarını göz önüne alarak, ticârî bir şirket kurdu. Bu şirketin gelirleri daha sonra yaptığı keşif çalışmalarını finanse etti. İlk olarak 1912 senesinde Grönland’da Peter Freuchen ve iki Eskimo ile birlikte Peary Land buzluk sahasını geçti. İkinci teşebbüsü, Lange Koch ve İsveçli botanikçi Thorild Wulff ile birlikte 1916-1918 senelerinde Grönland’ın en kuzeyine ulaşmasıdır. Daha sonra 1919 senesinde, doğu Grönland’a yaptığı gezide ise Eskimo folklörü üzerine çalışmalar ve araştırmalar yaptı. Bu çalışmalarını üç cilt olarak Myths and Legends from Greenland adı altında bastırdı. 1921-1924 senelerinde ise Kanada’nın kuzeyindeki Eskimoların yaşayışlarını inceledi. Bu incelemelerini iki cilt hâlinde Across Arctic America adı altında bastırarak Kopenhag Üniversitesinden doktora derecesi aldı.

Öldüğü 1933 senesine kadar Eskimoların yaşayışlarını inceledi. Eskimoların kutup civârında yayılırken tâkip ettiği göç yollarını tespit etmeye çalıştı.

RASPUTİN, Grigori Yefimovich

Rus politikacısı ve dînî mâceracı bir şahsiyet. 1873 senesinde Sibirya’nın küçük bir kasabasında dünyâya geldi. Genç yaşlarda kendisinde bâzı haller olduğunu fark edince, entrika çevirmek üzere faaliyete geçti. Okuma yazma bilmemesine rağmen, zekâsı ve bu halleri sâyesinde dolaştığı yerlerde etrâfında insanları toplamaya başladı. Mensubu olduğu Hıristiyanlık dîninin Ortodoks mezhebini beğenmez; “Mühim olan kalptir. Kalp temiz olduktan sonra günahların kişiye zararı olmaz. Günah, kişinin kendisine âit olup, yaptığı icraata teşbih edilemez.” derdi. Medeniyetten nasîbini almamış olan saray çevresi; pis ve pejmürde kılıklı, parlak sözleri ve birtakım tedâvi yetenekleri olan Rasputin’den çok etkilendi. Rasputin, 1905 senesinden sonra Çariçe Aleksandra’nın güvenini kazandı. Çariçe’nin tesiri altındaki II. Nikolay’ı etkisi altına aldı. Saraya yerleştikten sonra kendisine bağlı adamlarıyla muhâliflerini birer bahâne ile dışarı attırdı. Nüfûzunu arttırmasına rağmen, sürdürdüğü zevk ve eğlenceye düşkün hayâtı sebebiyle çeşitli çevrelerin düşmanlığını kazandı.

Birinci Dünyâ Savaşı sırasında II. Nikolay’ın ordunun başında cepheye gitmesi üzerine, Rusya’nın içişlerinin sorumluluğunu, Rasputin’in elinde oyuncak olan, Çariçe Aleksandra üstlendi. Bundan faydalanan Rasputin, kilise görevlilerinin tâyinlerinden, kabînedeki bakanların seçimine kadar, her konuya karışmaya başladı. Bâzan askerî işlere de müdâhale ederek büyük kayıplara sebep oldu.

Rasputin’i öldürüp Rusya’yı daha büyük felâketlerden kurtarmak gâyesiyle birçok girişimlerde bulunuldu. Bu girişimlerin sonucunda, aşırı milliyetçi grup lideri Prens F. Yusupov tarafından 30 Aralık 1916 günü vurularak öldürüldü.

RASTIK

Alm. 1. Getreidebrand (m), 2. Augenbraüenschminke (f), Fr. 1. Maladie (f), de céré, 2. Cosmétique (m), pour sourcils, İng. 1. Smut ball, 2. Evebrows cosmetic. Bâzı bitkilerin, özellikle buğday, çavdar, arpa gibi tahılların dokularında yaşayan bir kısım asalak mantarların sporlarınca meydana getirilen hastalık. (Bkz. Sürme)

Anadolu’da kadınların kaşlarını ve saçlarını güzel göstermek için boyadıkları maddeye “rastık”, bu işe de “rastık çekmek” denir. Küçük kutularda sert bir kıvamda bulunan rastık, aktarlarda satılır. Antimon tozundan yapılan bu boya, kına ile karıştırılırsa kahverengi olur. Bundan küçük bir parça kolonyada ezilerek sulandırılır ve pamuk sarılmış çubukla kaşlara sürülür.

Bir müddet öyle kaldıktan sonra bol su ile yıkanır. Böylece kaşlar koyulaşmış olur. Dînimiz kadınların sâdece kocalarına karşı süslenmelerine izin vermektedir.

RAŞİTİZM

Alm. Rachitis (f), Fr. Rachitisme (m), İng. Rachitis, rickets. Güneş ışınlarından yeterince istifâde etmeyen, düzensiz ve kötü beslenen, kötü sağlık şartlarında yaşayan çocuklarda görülen bir kemik hastalığı. Vücutta D vitamini eksikliği, kalsiyum ve fosfor metabolizması bozukluğu ile karakteristik özellik taşır. Raşitizm, 3 ay-3 yaş arasındaki gelişen organizmanın hastalığıdır. Sıskalarda ve gelişmesi duran çocuklarda görülmez.

İnsanlarda normal kemikleşmenin dört dönemi vardır: Birinci devrede, kemiğin ucundaki kıkırdak hücreler, paralel sıralar teşkil eder. İkinci dönemde, hücre kolonları arasında hazırlayıcı bir kireçlenme bölgesi meydana gelir. Röntgende bu bölge düz bir çizgi şeklinde seçilir. Üçüncü dönemde, ilikten gelen kılcal damarlar, daha önce şişmiş olan kıkırdak hücrelerini harap eder. Dördüncü ve son dönemde ise kemiğin ana hücreleri, hızla kalsiyum alarak, kemik dokusunu yapar.

Raşitizmde kemikleşmenin üçüncü dönemi kusurludur. İlikten gelen kılcal damarlar, kıkırdak hücrelerini eritemez ve buradaki kemik doku hücreleri şişer, düzensiz diziler hâlinde sıralanır. Bu sebeple röntgende uzun kemiklerin ucu şiş, ortası dışbükey, kenarları yüksek bir şekilde oldukları görülür.

Raşitizmin vücuttaki belirtileri: Kafa iki el arasına alınıp yan ve arka kafa kemiklerinin birleşme noktasına basılınca kemik çöker, bırakılınca eski hâline döner (ping-pong topu belirtisi). Kafada büyüme, bıngıldakların geç kapanması, anormal kafa şekilleri ortaya çıkar. Bacaklarda “O”, “X”, “K” gibi şekil bozuklukları olur. Bel kemiğinde eğrilikler veya kamburluklar ortaya çıkar. Leğen kemiklerinin iyi gelişememesi dolayısıyla kadınlarda zor doğumlara sebep olan darlıklar ortaya çıkar. Kaburgaların kıkırdak kısmı ile kemik kısmı arasındaki birleşme noktalarında tesbih tânesi benzeri şişlikler ele gelir. Göğüs kemiği içeri çökebilir veya benzeri göğüs şekil bozuklukları ortaya çıkabilir.

Tedâvide esas; çocuğun alamadığı D vitaminini ağızdan veya damardan vererek normal kemik gelişimini sağlamaktan ibârettir. D vitamininin en çok bulunduğu gıdalar; morino balığı, karaciğer yağı, balık, yumurta, tereyağı, süt, karaciğerdir.

RAUF DENKTAŞ

Kıbrıslı Türk siyâset adamı. Kıbrıs’ın Baf şehrinde 1924’te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kıbrıs ve Türkiye’de yaptı. Hukuk tahsili için Londra’ya gitti ve Lincoln’s Inn’de öğrenim gördü. 1947’de Kıbrıs’a dönerek Lefkoşe’de avukatlık yapmaya başladı. Ertesi sene Türk İşleriKomisyonunda vazife aldı. 1950-57 arasında Kıbrıs Başsavcı Yardımcılığı yaptı. Bu arada İngilizlerin hazırlamaya çalıştığı Kıbrıs Anayasası ile ilgili kurulda yer aldı ve Türk toplumunu temsil etti.

Adada iki toplum arasında tartışmaların şiddetlenmesi üzerine Dr. Fâzıl Küçük ile berâber Türk toplumunun lideri oldu. 1959’da İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın yer aldığı ve bağımsız bir Kıbrıs Devletinin kurulmasını sağlayan antlaşmaların yapıldığı Zürich ve Londra konferanslarına katıldı. 16 Ağustos 1960’ta kurulan bağımsız Kıbrıs Cumhûriyetinin Türk Cemaat Meclisi Başkanlığına seçildi. Anayasanın uygulanması sırasında iki toplum arasında baş gösteren gerginliğin çatışmalara dönüşmesi üzerine, Türk toplumunun can ve mal emniyetini sağlamak için, mücâhit örgütün kurulmasında liderlik yaptı. Erenköy çatışmalarının ardından İngilizlerle görüşmek amacıyla Kıbrıs’tan ayrılınca, Rum yetkililer tarafından sürgün îlân edilerek, dört seneden fazla bir süre Kıbrıs’a dönmesine izin verilmedi.

Denktaş, 31 Ekim 1967’de gizliceKıbrıs’a döndü ise de yakalanarak bir süre Lefkoşe’de göz altında tutuldu. Gayri meşrû yollardan Kıbrıs’a girmeyeceği hususunda söz vermesi üzerine salıverildi ve Kıbrıs’ı terk etti. Bu sırada iki toplumun fiilen birbirinden kopması üzerine 28 Aralık 1967’de kurulan Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi Yürütme Kurulu Başkanlığına getirildi. Rum Hükümetinin izin vermesi üzerine, 13 Nisan 1968’de Kıbrıs’a döndü. 1968-74 arasında Kıbrıs Temsilciler Meclisi Başkanı Glafkos Klerides ile yapılan toplumlararası görüşmelere katıldı.

Makarios’a karşı 15 Temmuz 1974’te yapılan darbenin ardından Türk Silahlı Kuvvetleri, askerî harekâtla, adanın bir kısmını ele geçirdi. Denktaş Türklerin denetimindeki bölgede 13 Şubat 1975’te kurulan Kıbrıs Türk Federe Devletinin başkanlığına seçildi. Birleşmiş Milletler aracılığı ile iki toplum arasında yapılan görüşmelerin başarısızlıkla neticelenmesi üzerine 15 Kasım 1983’te bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhûriyeti kuruldu. Rauf Denktaş kurucu meclis tarafından Cumhurbaşkanlığına seçildi. Bir süre sonra bu görevden ayrılan Rauf Denktaş, Haziran 1985’te yapılan halk oylaması ile yedi yıllık bir süre için yeniden bu göreve getirildi. Hâlen bu vazifeyi sürdürmektedir (1994).

Rauf Denktaş, evli ve 4 çocuk babasıdır. Çeşitli konularda kitap ve makâleleri ve fotoğraf sergileri vardır.

RAUF ORBAY

Türk asker ve siyâset adamı. Asıl adı Hüseyin Rauf, soyadı Orbay olup, Rauf Orbay diye meşhur olmuştur. 1881’de İstanbul’da doğdu. Trablusgarb vâliliği ve Hey’et-i âyân üyeliği yapmış olan Muzaffer Paşanın oğludur. İlk tahsilini gördükten sonra Trablusgarb Askerî Rüşdiyesini, Heybeliada Bahriye Mektebini ve Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyununu bitirdi. ABD’de denizcilik eğitimi gördü. Deniz Subayı olarak donanmaya katıldı. 1908’de Yemen harekâtında ve Sisam ayaklanmasının bastırılmasında vazife aldı. 1909’da Tuna Milletlerarası Suyolu Komisyonunda Osmanlı temsilcisi olarak bulundu. 1911-12’de Osmanlı-İtalyan Savaşında Trablusgarb Cephesinde savaştı. Balkan Savaşı sırasında Hamidiye Kruvazörüyle Karadeniz ve Akdeniz’de düzenlediği vur kaç baskınlarında gösterdiği başarılar sebebiyle“Hamidiye Kahramanı” ünvânıyla meşhur oldu. Birinci Dünyâ Savaşında Afganistan’ın Osmanlı Devleti yanında yer alması için olağanüstü temsilci olarak Kâbil’e gönderildi. Bu vazifesini henüz tamamlamamışken İran Cephesi Genel Komutanlığına tâyin edildi. İstanbul’a döndüğünde yarbaylığa terfi ettirilerek Bahriye Nezâreti Erkân-ı Harbiye reisliğine (Kurmay başkanlığına) getirildi. Türk ve Rus esirlerinin değişimi maksadıyla 1917’de Danimarka’da toplanan komisyonda miralay (albay) rütbesiyle Türk heyetine başkanlık etti. 1918’de Brest-Litovsk Konferansında Osmanlı temsilcisi olarak bulundu. Osmanlı Devletini bir mâcera uğruna Birinci Dünyâ Savaşına sokanEnver, Cemal ve Talat paşaların yurt dışına kaçmaları üzerine 14 Ekim 1918’de kurulan Ahmed İzzet Paşa hükûmetinde bahriye nâzırı olarak vazife aldı. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesini imzâlayan Osmanlı heyetine başkanlık etti.

Birinci Dünyâ Savaşından sonra Türkiye’nin düşman işgalinden kurtulması için Anadolu’da millî kurtuluş hareketinin başlatılması gerektiğine inananlar arasında yer aldı. 8 Mayıs 1919’da askerlikten ayrıldı ve Mustafa Kemal’in arkasından Anadolu’ya geçti. Amasya Tamiminin hazırlanmasında bulundu. Erzurum Kongresinde Heyet-i Temsiliyeye seçildi. Sivas Kongresinde başkan yardımcılığı vazifesini yürüttü. 12 Ocak 1920’de toplanan son Osmanlı Meclis-i Meb’ûsanına Sivas Meb’ûsu olarak katıldı. Mecliste Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti adına Felah-ı Vatan Grubunu kurdu. Sivas Kongresi kararlarının ana hatlarıyla yer aldığı Misâk-ı Millînin kabul edilmesinde tesirli rol aldı. 16 Mart 1920’de Osmanlı Meclis-i Meb’ûsanına İngiliz işgal kuvvetleri tarafından düzenlenen baskın sonrasında, İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya sürgün edildi. 16 Mart 1921’de Lord Gurzon’un yeğeni binbaşı Rawlinson’la değiştirilerek serbest bırakıldı. 11 Kasım 1921’deAnkara’ya gitti ve Sivas milletvekili olarak TBMM’ye katıldı. Nâfia Vekili olarak vazifelendirildi. 21 Kasım’da TBMM başkan yardımcılığına seçilerek her iki vazifeyi birlikte yürüttü. 12 Temmuz 1922’de başvekil (başbakan) oldu. Bu vazifedeyken başlayan Lozan Barış Konferansının ön hazırlıklarını yaptı. TBMM’de Mustafa Kemâl’e karşı muhâlefeti teşkil eden grup içinde yer aldı. Lozan Konferansında Türkiye baştemsilcisi ve Dışişleri Bakanı İsmet Paşayla (İnönü) anlaşmazlığa düşünce 4 Ağustos 1923’te başbakanlık vazifesinden ayrıldı. Halifeliğin kaldırılmasının gündemde olduğu günlerde İstanbul’da bulunan son halîfe Abdülmecîd Efendiyle görüştüğü için hilâfet ve saltanat taraftarıdır diye sert tenkitlere hedef oldu. Halk Fırkasından (Cumhûriyet Halk Partisi) ayrılan milletvekilleriyle birlikte Terakkiperver Cumhûriyet Fırkasını 17 Kasım 1924’te kurdu. Böylece TBMM içinde ilk muhâlefet partisinin kuruluşunde yer almak sûretiyle dikkatleri üzerine topladı.

Kâzım Karabekir’in başkanlığını, Ali Fuad Cebesoy’un genel sekreterliğini yaptığı Terakkiperver Cumhûriyet Fırkasının genel başkan vekilliğini yürüten Rauf Orbay, TBMM’de etkili bir grup meydana getirerek İsmet Paşayı başvekillikten çekilmeye zorladı. Muhâlefette aktif bir rol üstlenmesinden dolayı Şeyh Said Ayaklanmasının kışkırtıcıları arasında gösterilen Terakkiperver Cumhûriyet Fırkası, 3 Haziran 1925’te kapatıldı. Baskıların yoğunlaştığı bu dönemde tedâvi gâyesiyle Avusturya’ya giden Hüseyin Rauf Orbay Haziran 1926’da meydana gelen İzmir suikasti olayı sebebiyle gıyâbında yargılanarak on yıl hapse mahkûm edildi.

1935’te çıkarılan genel aftan sonra Türkiye’ye dönen Rauf Orbay Ali Fuad Cebesoy aracılığıyla Atatürk tarafından Ankara’ya çağırıldı. Hakkındaki suçlamanın kaldırılması üzerine yeniden İstanbul’a döndü. Askerî yargıtay tarafından hakkında berât kararı verilmesinden sonra 1939’da Kastamonu milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi. 1942’de Londra büyükelçiliğine tâyin edildi. İki yıl müddetle bu vazifeyi sürdürdükten sonra Dışişleri Bakanlığıyla anlaşmazlığa düşerek 1944’te vazifesinden ve devlet memurluğundan ayrıldı. Bundan sonraki hayâtını siyâsetten uzak olarak geçirdi. 16 Temmuz 1964 târihinde İstanbul’da öldü.

RAVDA-İ MUTAHHERA

Medîne’deki Mescid-i Nebî içinde bulunan mübârek yer. Buraya “Ravda-i mübâreke” ve “Ravda-i mukaddese” de denir. Ravda-i Mutahhera, Medîne Câmii içinde, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerîfiyle câminin o zamanki minberi arasında olup, yirmi altı metre uzunluktadır. Ravda, “bahçe” demektir. O zamanki minber-i şerîf, üç basamak ve bir metre yüksekti. 654 yangınında tamâmen yandı. Çeşitli yıllarda, çeşitli minberler yapılmış, bugünkü on iki basamaklı mermer minberi Sultan Üçüncü Murâd Han 1590 (H. 998) da İstanbul’dan göndermiştir.

Yeryüzünün en kıymetli yeri Kâbe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i haram denilen câmidir. Bundan sonra, Medîne’deki Ravda-i mukaddesedir. Üçüncü olarak Mekke-i mükerreme şehridir. Ravda-i mutahhera, Mekke’den daha üstündür. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “Kabrim ile minberim arasındaki yer, Cennet bahçelerinden bir bahçedir”. Burada yapılan ibâdetlerin kabûl edilmesi daha çok ümit edilir.

Hacca giden Müslümanlar, Mekke’deki hac vazîfelerini îfâ ettikten sonra, Medîne’ye gelirler. Medîne şehri uzaktan görülünce salât ve selâm getirilir. Sonra bu konuda yazılmış kitaplardaki duâlar okunur. Şehre veya mescide girmeden önce gusl abdesti alınır. Medîne’ye girince, yalnız kabr-i Nebî’yi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyârete niyet edilir. Şehirde edep ve saygı ile yürünülür ve namazda okunan salevât-ı şerîfeleri okuyarak ve duâ ederek mescide gelinip, minber yanındaki Ravda-i mutahherada iki rekat “Tehıyyet-ül-mescid”, iki rekat da “şükür namazı” kılınır. Duâdan sonra, kalkılıp edeple Hücre-i seâdete gelinir. Yüzü Peygamberimizin kabri tarafına dönerek sırası ile Peygamberimizin, hazret-i Ebû Bekr’in ve hazret-i Ömer’in kabirleri ziyâret edilip duâ edilir.

RAVENT (Rheum officinale)

Alm. Rhabarber (m), Fr. Rhubarbe (m), İng. Rhubarb. Familyası: Kuzukulağıgiller (Polygonaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Süs bitkisi olarak bir türü yetiştirilir.

Bir iki metre boylarında büyük yapraklı beyaz çiçekli, etli köklü, çok yıllık otsu bitki. Kuzey Çin ve Tibet bölgeleri dağlarında yabânî olarak yetiştirilir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kalın ve etli olan kökleri kullanılır. Kökler yassı silindirik şekillerde kırmızımtrak sarımsı renklerdedir. Bu kökler, “ravent kökü” olarak çok eskiden beri tanınır. Köklerin tadı hafif ve özel bir kokusu vardır. Birleşiminde tanenler ve antrasent türevleri bulunur. Ravent kökü çok eski yıllardan beri tedâvide kullanılmaktadır. Çok az dozları kabız, yüksek dozları ise müshil etkisi gösterirler. Bilhassa çocuklarda günde bir iki çorba kaşığı olarak müshil için kullanılmaktadır.

RAYNAUD HASTALIĞI

Alm. Raynaudsche Krankheit (f), Fr. Maladie (f), de Raynaud, İng. Raynaud’s dissease. Bölgesel (lokal) kılcal damarların büzülmesi (spazm)ne bağlı olarak özellikle parmaklarda, bâzan da burun, dil gibi organlarda aralıklı olarak derinin solukluğu veya morarması ile karekterize olan durum. Sebebi bilinmeyenler en çok görülen şekli olup daha çok sinirli genç kadınlarda görülür. Ayrıca; atardamar tıkanmasına bağlı olarak bağ dokusu hastalıklarına, ilâç zehirlenmelerine, protein metabolizması bozukluklarına bağlı olarak da görülebilir.

Parmaklarda nöbet nöbet olan solukluk veya morarmalar, soğuğa veya sinir gerginliğine bağlı olarak hızlanır ve artar. Renk değişikliği genellikle üç devrede olur. Önce solukluk, sonra morarma, en sonra da kızarma görülür. Hastalığın aktif devresinde ağrı olması pek sık değildir. Ancak uyuşuklukla birlikte, hissizlik, sızlama veya yanma sıktır.

Sebebi bilinmeyen Raynaud Hastalığı ikincil olarak meydana gelenlerden, iki taraflı olmasıyla, belirtilerinde hiçbir ilerleme olmaksızın en az iki yıldan beri bulunmasıyla ayrılır.

Diğer hastalıkların üzerine eklenen tipin tedâvisi, altta yatan sebebin tanınıp tedâvi edilmesiyle mümkündür. Sebebi bilinmeyenler, vücûdu soğuktan koruyarak ve hafif müsekkinler (yatıştırıcılar, sâkinleştirici ilâçlar) kullanılarak kontrol edilebilir. Nikotinin damarları büzücü hassasından dolayı bu hastalara sigara yasaktır.