PİRİNÇ (Oryza sativa)

Alm. Reis (m), Fr. Riz (m), İng. Rice (plant). Familyası: Buğdaygiller (Gramineae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu’da yetiştirilen bir kültür bitkisi.

Sulak yerlerde yetişen, 50-150 cm boylarında, yıllık otsu bir bitki. Çiçek durumu bileşik salkımlıdır. Başakçıklar tek çiçeklidir. Diğer tahıl bitkilerinden farklı olarak erkek organ sayısı altıdır. Pirinç tâneleri kavuz içerisinde kapalı olarak bulunur. Hasattan sonra kavuzlarından ayrılır. Kabuğu çıkarılmamış pirince çeltik denir. Kavuzlardan sonra dış zarlar da çıkarılmaktadır. Bu tarzda soyulmuş pirinç tânelerinde protein tabakası ayrılmış, yalnız nişasta kalmıştır. Devamlı sûrette böyle soyulmuş pirinçler yenildiği taktirde, B vitamini noksanlığından beriberi hastalığı meydana gelmektedir. Bu hastalığı B vitamini ihtivâ eden soyulmamış pirinçlerle tedâvi etmek mümkündür. Beriberi hastalığına da en çok Çin’de rastlanmaktadır.

Pirincin vatanı Asya’dır. Hâlen tropik ve subtropik bölgelerde ekilmektedir. Pirincin en çok yetiştirildiği yerler arasında Çin, Japonya, Filipinler, Kore, Güney Amerika, Hindistan, Mısır, Senegal başta gelmektedir. Pirincin yetişmesi için nemli iklim ve bilhassa sulak arâziye ihtiyaç vardır. Pirincin köklerini kaplayan devamlı bir su tabakası olması gerekmektedir. Bundan dolayı suyu emmeyen killi topraklar, pirinç tarımı için elverişli olmaktadır. Türkiye’de yaklaşık olarak 14 milyon hektarlık tarım alanı vardır. Bunun 53.000 hektarında pirinç ekimi yapılmaktadır. Memleketimizde pirinç üretim alanları; Marmara, Karadeniz ve Ege bölgelerindedir. En çok pirinç üretimi yapılan iller ise Edirne, Samsun, Sinop (Boyabat), Kastamonu (Tosya), Çorum, İzmir, Manisa ve Balıkesirdir. Fakat bataklık gibi sulak yerler sıtmaya yol açtığından, pirinç yetiştirilmesi “Çeltik Kânunu” çerçevesinde müsâade ile olmaktadır.

Pirinç, Çin’de takriben 5.000 seneden beri besin olarak kullanılan çok eski bir tahıl bitkisidir.

Memleketimizde bulunan pirinç çeşitleri şunlardır:

Kılçıksız çeltik: Maraş çevresinde yetiştirilir. Çok verimli olup, hastalıklara dayanıklıdır.

Kırmızı çeltik: Kılçıkları kırmızıdır. Verim azdır, hastalıklara dayanıksızdır.

Ak çeltik: Kılçıkları beyazdır. Hastalıklara dayanıksızdır.

Kasım beyazı: Marmara Bölgesinde yetiştirilir. Büyük tâneli ve değerli bir pirinçtir.

Onsen pirinci: Kılçıksızdır. Değerli bir pirinçtir.

Japon pirinci: Ufak tâneli, verimi yüksek bir pirinçtir.

Misbak: Uzun tâneli, değerli bir pirinçtir.

Memleketimizde yılda ortalama 235.000 ton civârında pirinç üretilmektedir.

Kullanıldığı yerler: Pirinçle hazırlanan pilav, şark mutfağının en karakteristik yemeğidir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem pilav yemeyi severlerdi. Bu bakımdan pilav yerken salevât getirilir. Ayrıca pirinç unu yapılarak, tatlılarda ve çocuk beslenmesinde fazlaca kullanılır. Pirinç, nişasta bakımından zengindir. Tanelerdeki nişasta oranı % 72-80 gibi yüksek bir orandadır.

PİRİNÇ (Kimyâ)

Alm. Messing, Fr. Laiton, İng. Brass. Bakıra çinko katılarak elde edilen sarı renkteki alaşımların genel ismi. Pirinçte bulunabilen diğer bâzı elementler, kalay, kurşun, nikel, mangan, demir, alüminyum, arsenik, antimon ve fosfordur. Mangan ihtivâ eden bâzı pirinçlere tunç da denilmektedir. Aslında tunç (veya bronz) bakır-kalay alaşımıdır.

Pirinç mîlâttan önceki devirlerde dahi bilinmektedir. Günümüze kadar ulaşan en eski pirinç malzeme, kalamin pirincidir.

Alaşımlarının özellikleri: Pirinç oldukça sert ve kolay işlenebilen bir malzemedir. Dövülebilirliği bakır muhtevâsına bağlıdır. % 55’ten az bakır ihtivâ eden beyaz pirinçler, kolay işlenemez. Bunlar ancak toz hâline getirilerek sert lehim işlemlerinde kullanılma sahası bulurlar. Dövülebilir pirinçler ise umûmiyetle % 62’nin üzerinde bakır ihtivâ eden ve soğuk olarak işlenebilen alfa pirinçleri ile daha az bakır ihtiva eden ve sıcak işlem gerektiren beta pirinçleridir. Alfa pirinçleri üstün soğuk işlem özelliklerine sâhip olup civata, pim ve vida yapımında yaygın olarak kullanılır. Beta pirinçleriyse daha az sünek, fakat daha dayanıklıdır. Bunlar bilhassa musluk vanası, kapı ve pencere kolu ve bâzı bağlantı parçalarının îmâlinde kullanılır.

Üçüncü grup pirinçler diğer elementlerle özellikleri geliştirilen alaşımlardır. Meselâ, alüminyumlu pirinçler korozyona karşı dayanıklıdır. Kurşunlu pirinçler kolay işlenir. Kalaylı pirinçler ise deniz suyunun korozif etkisine karşı dirençlidir.

Bakır kırmızı renkli bir metaldir. Çinko katılarak rengi açılır. Pirinçteki çinko yüzdesi arttıkça renk, kırmızıdan altın sarısına doğru yaklaşır. Pirincin renginden çinko muhtevası tahmin edilebilir.

Pirinç eşyâ: Târihte pirinç, gemi parçalarından zırha, mücevherlerden kemer tokasına kadar değişik yerlerde kullanılmıştır. Tunca göre daha dövülebilir olduğundan, ibrik, leğen, kâse ve testi gibi çeşitli ev eşyâsı yapımında kullanılmıştır.

Altın ve gümüş, dekoratif maksatlarla kullanılmaya başlayınca; pirinç de avize, şamdan, duvar saati gibi eşyâların yapımında daha yaygın olarak kullanılmaya başlandı.

PİRİT

Alm. Der Pyrit, Eisenkies, Fr. Pyrite, İng. Pyrite. Çok yaygın olarak bulunan bir sülfür (demir sülfür) minerali. Mineralin kompozisyonu FeS2 dir.

Pirit kristalleri altın gibi güzel görünümlüdür. Hattâ sahte altın olarak da adlandırılırlar. En büyük pirit yataklarına kontak metamorfizmaya uğramış kayaçlarda rastlanır. Pirit kolaylıkla ufalanarak hidratlı demir okside, götite veya limonite dönüşür.

Pirit, bilhassa ticârî ehemmiyeti olan kükürt ve kükürt dioksit üretiminde kullanılır. Kükürt dioksitten de sülfat asidi üretilir.

En mühim pirit cevherleri İspanya’da Rio Tinto’dadır. Diğer mühim cevherler Çekoslovakya, Arizona, Kanada, İtalya ve Japonya’dadır. Türkiye’de pirit cevheri Karadeniz ve Doğu Anadolu’da bulunur. Artvin, Rize, Trabzon, Giresun, Siirt ve Elazığ pirit cevheri bulunan başlıca illerimizdir. MTA’ya göre Türkiye’deki pirit cevherinin görünür rezervi 75 milyon ton’dur (Bkz. Demir).

PİROGALLOL

Alm. Pyrogallussäure, Fr. Pyrogallol, İng. Pyrogallol. C6H6O3 formülünde bir benzen türevi. 1, 2, 3-trihidroksibenzen olarak da isimlendirilir. Hidroksil;

ŞEKİL VAR.

grupları asidik karakter gösterdiği için pirogallik asit de denir. Gallik asit basınç altında su ile reaksiyona sokularak pirogallola dönüştürülür. Fotoğraf geliştirme banyolarında ve çeşitli kimyasal maddelerin sentezinde kullanılır.

PİROKSEN

Alm. Augit, Fr. Pyroxéne, İng. Pyroxene. Değişik kimyasal kompozisyona sâhip kayaç teşekkül ettirici silikat mineralleri grubunun ortak adı. Mineraldeki silisyum/oksijen oranı 1/3’tür. Böylece grup formülü MSi2O6 şeklinde olur. Burada M iki değerlikli bir metali gösterir ve bu ekseriyâ Ca, Mg ve Fe’dir. Piroksenlerin kristal yapısı, bitişiklerindeki dörtyüzlülerle iki oksijen atomu paylaşan tekil silisyum dörtyüzlüleri zincirlerinden meydana gelir. Kristaller uzamış biçimlidir ve yaklaşık 90°de iki farklı dilimin özelliğine sâhiptir.

Düşük kalsiyum ve yüksek mağnezyum muhtevâlı piroksenler umumiyetle ortorombik kristal yapısındadır ve ortopiroksen veya hipersten olarak isimlendirilirler. Yüksek kalsiyum, düşük mağnezyum ve orta derecede demir ihtiva edenler ise monoklinal kristal yapıdadır ve klinopiroksen veya ojit olarak isimlendirilirler. Ojit ve hipersten arasında kompozisyona sâhip piroksenlere ise pijonit denir.

PİROKSENİT

Alm. Pyroksenit, Fr. Pyroxénite, İng. Pyroxenite. Esâsen piroksenden meydana gelmiş, koyu renkli derinlik korkayacı. Piroksenitler fazla yaygın değildir. Katmanlaşmış sillerde ve lapolitlerde, dallanmış damarlarda, dar dayklarda ve silisce zengin olmayan plütonlarda kalıntılar hâlinde bulunurlar. Umûmiyetle ihtiva ettikleri hâkim piroksen mineraline göre isimlendirilirler.

PİROL

Alm. Pyroll, Fr. Pyrole, İng. Pyrole. C4H5N formülünde heterosiklik bir organik bileşik.

Doymamış iki çifte bağ hidrojenle doyurulduğu zaman tetrahidropirol veya pirolidin meydana gelir.

Pirol 130°C kaynama noktasına sâhiptir. Havada özellikle asit etkisine mâruz kaldığında kararır. Pirol ve pirolidin bileşiklerinin türevleri kendilerinden daha kıymetli bileşiklerdir. Prolin ve hidroksiprolin gibi aminoasitlerin, klorofil, hemoglobindeki hem grubu ve safra pigmentleri gibi tabiî pigmentlerin yapısında pirol halkası bulunur.

PİROLÜSİT

Alm. Pyrolusit, Fr. Pyrolusite, İng. Pyrolusite. MnO2 yapısında yaygın ve kıymetli bir manganez minerali. “Camcı sabunu” olarak da bilinir. Siyaha yakın renkte ve metal parlaklığında bir mineraldir. Daha ziyâde diğer manganez minerallerinden kuvvetli yükseltgenme şartları altında meydana gelir. Pirolüsit çelik ve manganlı tunç îmâlinde ehemmiyet kazanır. Kuru pillerde yükseltgeyici olarak; camın rengini gidermede ve klor elde etmede kullanılır. Kıymetli cevherleri Rusya, Hindistan, Gana, Güney Afrika Cumhûriyeti, Kongo, Brezilya, Meksika ve Küba’da bulunur.

PİROMETRE

(Bkz. Termometre)

PİROMORFİT

Alm. Pyromorphit, Fr. Pyromorphite, İng. Pyromorphite. Pb5 (PO4)3Cl kompozisyonunda apatit grubu minerali. Kurşun çökellerinin yükseltgenmiş bölgelerinde galen, serüsit ve limonitle berâber, açık renkli, fıçı biçimli kristaller veya yuvarlak kütleler hâlinde bulunur. Sertliği 3,5-4, özgül ağırlığı 6,7-7,1 arasındadır. Genellikle bâzı arsenatlar (AsO4), fosfatların yerini almış olabilir. Bu durumda mineral mimetit olarak isimlendirilir. Piromorfit mineralleri en çok Saksonya, Çekoslovakya, Ural Dağlarında, İngiltere ve Kolorado’da bulunur.

PİROTİT

Alm. Pyrotit, Fr. Pyrrhotite, İng. Pyrrhotite. FeS formülünde bir demir sülfür minerali. Pirite göre daha az yaygındır. Silisyum bakımından fakir korkayaçlarda ekseriyetle pentlandit ve diğer sülfür mineralleriyle berâber bulunur. Pirotit kristalleri heksagonal yapıdadır. Mineraldeki Fe/S oranı umûmiyetle birden küçük olduğundan kompozisyonu Fe1-x S şeklinde ifâde edilir. FeS formülüne oldukça yakın olan ve troylit diye anılan mineral bâzı göktaşlarının önemli bir bileşenidir. Dünyâda başlıca Norveç, ABD ve İtalya’da bulunur.

PİSİBALIĞI (Limanda Limanda)

Alm. Kleische (f), Fr. Limande (f), İng. Limanda, Plaice. Familyası: Yanyüzergiller (Pleuronectidae). Yaşadığı yerler: Avrupa kıyılarının kumlu koylarında. Yurdumuzda Karadeniz ve Marmara’da bulunur. Özellikleri: 30 cm boyunda yassı bir balık. Gözleri sağ üst kısımda bulunur. Solucan ve midye yiyerek beslenir. Kumluk ve çakıl diplerde yatar. Çeşitleri: Pisi, yaldızlı pisi, dere pisisi gibi çeşitleri vardır.

Kemikli balıklar takımının yanyüzergiller familyasından, kalkana benzer yassı vücutlu bir balık. Boyu 30 cm kadardır. Atlas Okyanusu, Manş ve Kuzey Denizinde yaşar. Yurdumuzda Karadeniz ve Marmara’da bulunur. Ağırlığı 1,5-2 kg kadardır. Atlas Okyanusu ve Manş Denizinde ticârî önemi olanları vardır. Boyları 50 cm’yi pek geçmez. Rengi esmer, kahverengimsi veya yeşilimtraktır. Her iki gözü de vücûdunun sağında bulunur. Zemine değen sol kısmı beyazdır. Sırtı pürtüklü ve kırmızı noktalıdır. Fakat kalkan gibi düğmeli değildir. Nehirlere de geçebilir. Karadeniz’e dökülen bütün nehir ağızlarında bulunur. Gündüz diplerde dinlenir. Gece aktiftir. Solucan ve kabuklu yumuşakçalarla beslenir. Güçlü dişleriyle midye ve istiridyelerin kabuklarını kırarak içlerini yer. Üreme dönemi mart ve mayıs ayları arasına rastlar. Yumurtalarını açık denizlere bırakır. Kalkanla berâber avlanır. Bizde en çok ekim-ocak ayları arasında yakalanır ve tâze olarak tüketilir.

PİSTON

Alm. Kolben, Piston (n), Fr. Piston (m), İng. Piston. Bir silindir içine hassas olarak uyarak ileri-geri hareket eden silindirik veya disk şeklinde parça. Motor, pompa ve kompresör gibi makinalarda silindirden dışarı uzanan (biyel) piston koluna bağlı olarak kullanılır.

Bir otomobil motorunda yakıt-hava karışımı silindir içinde ateşlendiğinde genişleyen gazlar pistonu aşağıya iterek piston koluna (biyel) bağlı olan krank milini döndürür. Bu buhar makinasında, yüksek basınçlı buhar silindirin bir ucundan girerek pistonu iter. Bu ilerleme hareketi pistona bağlı krank-biyel mekanizması yardımıyla dönme hareketine çevrilir. Bu pompada piston elle veya bir makina ile hareket ettirilerek su veya sıvıların hareket ettirilmesinde veya yükseğe basılmasında kullanılır. Bir kompresörde makina veya motor pistonu çalıştırarak silindir içindeki hava veya diğer gazların daha yüksek bir basınçta sıkıştırılmasını sağlar.

Eldeki bilgilere göre M.Ö. 200 veya M.S. 200 sıralarında piston, Bizanslı Phito, Aleksandrialı Ctesibius ve Hero tarafından tasarlanmıştır. Fakat genel olarak kullanılması verimli mâdenlerden su tahliyesi için kullanıldığı 1550 yılına kadar gerçekleşmedi. 1712 senesinde Thomas Newcamen, pistonu ilk defâ buhar makinasında kullandı. Bugün pistonun, motor silindirlerinde ve pistonlu pompalarda geniş bir kullanma sahası bulunmaktadır.

Piston, yapı îtibâriyle gövde, sızdırmazlığı sağlayan segmanlar ve biyel ile bağlantıyı sağlayan mafsaldan meydana gelir. Gövde ve segmanlar, patlamalı motorlarda yüksek sıcaklıklara dayanması için alaşımlı çelikten yapılır. Segmanlar makina ve akışkanın cinsine ve sıcaklığına göre kenevir, keçe, dökme demir, çelik, bronz, kösele ve kauçuktan yapılabilir. Hidrolik cihazlarda sızdırmazlığı sağlamak için kauçuk ve köseleden yapılan segmanlar kullanılır. Pistonlarda en önemli problem bunların gövde ve segmanlarının aşınmasıyla sızdırmazlıklarını kaybetmeleridir. Bu sebeple bilhassa yüksek basınçta çalışan motor pistonlarının silindirine sürtünen yüzeyleri iyice işlenip parlatılarak ısıl işlemle sertleştirilir.

PİŞİK

Alm. Intertrigo (f), Hautwolf (m), Fr. Affections (pl) (rougeurs) de la pedu, İng. (Diaper) rash. Özellikle vücûdun eklem yerlerinde, deri kıvrımları arasındaki sürtünmeden veya cildin herhangi tahriş edici bir maddeyle temâsından meydana gelen kızarıklık. En fazla tenasül organları çevresinde, koltuk altlarında, meme altlarında, ayak parmakları arasında ve altında görülür.

Konuşma dilinde pişik kelimesiyle daha ziyâde bebeklerde ciltte görülen ve önem verilmeyen kızartı ve kabarcıklar ifâde edilir. Bu târif yanlış olup, pişikler büyüklerde de sıklıkla görülebilir ve ayrıca yalnız büklüm yerlerinde değil, tahrişe mâruz kalmış olan her yerde ortaya çıkabilir. Özellikle yaz aylarında naylon çorap giyenlerde, ayak parmakları arasında pişik çok görülür.

Bebeklerde cilt çok hassas olduğu için aşırı sıcak, ter, idrar veya başka bir şeyle tahriş olabilir. Eğer tedbir alınmazsa meydana gelen pişikler, zamanla açık yara hâline dönüşebilir ve mikrop kapabilir.

Tedâvisi iki yönlü olmalıdır: Birincisi pişiğin meydana gelmesini önlemek, ikincisi de pişiğin iyileşmesi ve enfeksiyona mâni olunmasıdır. Pişiğin meydana gelmesini önlemek için, gerek bebeklerde, gerekse büyüklerde sentetik çamaşır kullanılmasını önlemelidir. Vücûdun kıvrım yerleri nemli tutulmamalıdır. Bebeklerin altı sık sık temizlenmeli, bir süre oda havasında açık bırakılmalıdır. Bebeklerin kıvrım yerlerine ve tenasül organları çevresine talk pudrası serpilmelidir. Pişiği iyileştirmek için yukarıdaki tedbirlere ilâveten pomadlar kullanılabilir. Enfeksiyon meydana gelmişse, doktor tavsiyesi üzerine antibiyotik kullanılabilir. Basit pişiklerde zeytinyağı da sürülebilir.

PİTON (Python sp)

Alm. Pythonschlange (f), Fr. Python (m), İng. Python. Familyası: Pitongiller Pythonidae). Yaşadığı yerler: Eski Dünya’da su kenarları ve ormanlarda. Özellikleri: Zehirsiz, büyük yılanlar. Avlarını sıkarak öldürdükten sonra yutarlar. Ömrü: 70 yıl kadar. Çeşitleri: Kafesli piton, kaya pitonu, kaplan pitonu gibi çeşitleri vardır.

Pitongiller âilesinden, Asya, Afrika ve Avustralya gibi EskiDünya’nın orman ve bataklık kenarlarında yaşayan, zehirsiz, büyük bir yılan. Boyları, 1,5 metreden 10 metreye kadar değişir. En irileri Güney Doğu Asya’da yaşayan kafesli piton (Python reticulatus) dur. 10 m boyunda ve 100 kg ağırlığında olabilir. 70 yıl kadar yaşar. Çoğu gececidir. Avlarını önce sıkarak boğar, sonra başlarından yutmaya başlar. Çoğunlukla bir dala asılarak altlarından geçen memelilere pusu kurar, yakınından uçan kuşları havada kaparlar. Avlarını yerde de tâkip edebilirler. Parlak pullarla kaplı derilerinden kadın eşyâsı yapılır. Yumurtlayarak ürerler. Bâzılarının dişisi, yumurtaların üzerine kıvrılarak kuluçkaya yatar. Yumurtalar 2-3 ay içinde açılır.

PİYÂDE

Alm. Infanterie (f), Fr. Infantery (f), İng. Infantry. Kara Kuvvetlerinin muharip bir sınıfı olup, piyâde tümeninin çekirdeğini teşkil eder ve muhârebe için aynı tarzda silahlanmış ve teçhiz edilmiş bir sınıftır. Mekanize piyâde, zırhlı piyâde, tanksavar, dağ ve hava indirme birlikleri bu sınıf içerisinde mütâlaa edilir. Deniz kuvvetlerinde amfibi harekatta kullanılan “deniz piyâde” ve Hava Kuvvetlerinde de “hava piyade” sınıfları mevcuttur. Piyâde, muhârebede düşmana en yakın olan birliktir. Her türlü arâzi ve hava şartlarında muhârebe kâbiliyetine sâhiptir. Piyâde, taarruzda düşmana yaklaşır, onu imhâ veya esir eder. Savunmada düşmanı uzaktan îtibâren giderek artan ateş gücü ile karşılar. “Zafer süngünün ucundadır!” tâbiri piyâde için söylenmiştir.

Eskiden bir çift kürekle çekilen sandala da piyâde denirdi. Halk arasında yaya kaldırımı “piyâde kaldırımı” tabiriyle anılır.

Piyâde tüfeği: Avcının esas silahıdır. Menzil kullanma kolaylığı ve hafif olmasından ötürü, muhârebenin her çeşidinde kullanılır.

Piyâde tugayı: Çeşitli muharip ve hizmet sınıflarından teşkil edilmiş, hem taktik hem idârî faaliyetleri bünyesinde toplayan genel olarak müstakil vazîfe görecek şekilde teşkilâtlandırılmış bir birliktir. Ana ast birlikleri Tabur’dur.

Piyâde tümeni: Çeşitli muharip ve hizmet sınıflarından teşkil edilmiş kara kuvvetlerinin temel birliğidir. Hem taktik hem de idârî faâliyetlere sâhiptir. Ana ast birlikleri Alay’dır.

Piyâdenin târihi, harbin târihi kadar eskidir. Hemen hemen her ordunun, yere ve zamâna göre atlara, fillere savaş arabalarına vs. olduğu kadar kesin netîceyi alacak, kazanılan yeri muhâfaza edecek yaya elemana da ihtiyacı olmuştur. Zamânında dünyânın her bakımdan olduğu kadar ordu teşkilâtı bakımından da en gelişmiş devleti olan Osmanlı Devleti; piyâdesini yerinde ve zamânında çok güzel kullanırdı. Osmanlı piyâdesi disiplinli, elâstik ve süratliydi. Pertrandon de la Bracquiere; “Bizim 10 askerimizin yaptığı gürültüyü 1000 Osmanlı askeri bir araya geldiği zaman duymadım!” diye yazmaktadır. Rodos’u teslim almak üzere kaleye giren 30.000 Osmanlı askerinden bir tek gürültü, bir tek kelime, adım seslerinden başka hiçbir şey duyulmadığını, hâdiseyi gözleriyle gören Hıristiyan müşâhitler yazmışlardır. Paul Jove, Türk askerinin Hıristiyan askerinden üç üstünlüğü olduğunu kaydeder: “Kumandanlarına mutlak itâat, muhârebe meydanında canını sakınmamak, yiyip içmeden çok uzun yol yürüyebilmek.” Thevenot diyor ki: “Bir şeyleri eksik olduğu zaman sâdece sabrederler. Giyimleri ve teçhizatları hafif, yorgunluğa dayanıklıdırlar. Süratleri hayret vericidir.” Postel ise; “Hıristiyan askerinin üç gün üç gecede aldığı yolu, Osmanlı askeri bir gecede alır.” diye yazmaktadır.

İstiklâl Harbinde piyâde sınıfının destanlaşan kahramanlıkları, târih sahîfelerinin unutulmaz hatıralarıdır.

Birinci Dünyâ Harbinde hâkim olan mevzi harbi doktrini, İkinci Dünyâ Harbi sırasında yerini “yıldırım harbi” doktrinine terketmiş olduğundan, piyâdenin motorize ve mekanize hâle getirilmesi ehemmiyet kazandı. Artık muhârebe meydanlarında piyâde harp edeceği mevziye kadar yorulmadan ve çok süratli getirilmeye, arâzinin durumuna göre îcâbında helikopterle indirilmeye, paraşütle atılmaya ve en yaygın olarak da kariyer adı verilen zırhlı personel taşıyıcı araçlarla nakledilmeye çalışılmaktadır. Diğer taraftan emrine ve desteğine verilen çeşitli modern teçhizat, silâh ve malzemeyle piyâde sınıfının en elverişsiz şartlarda bile harp edebilmesi temin edilmeye başlandı.

Günümüzde kimyevî harpten sonra en korkunç harp olma husûsiyetini devâm ettiren nükleer bir harpte, piyâdenin işi zannedildiği gibi artık bitmiş değildir. Aksine böyle bir harpte, düşmanın nükleer bir taarruz imkân ve kâbiliyetini bertaraf edecek aktif ve pasif tedbirlerin alınması, yine piyâde sınıfına düşmektedir. Meselâ; düşman nükleer tesislerine sabotaj, tahrip, gerilla faaliyetleri, piyade sınıfının sorumluluğundadır. Dost birliklerin, düşmana karşı kullanacağı nükleer bir silahın artıklarını göğüs göğüse muhârebe ile temizleyecek olan da yine piyâde sınıfıdır.

PİYÂLE PAŞA

Osmanlı târihinin büyük denizcilerinden. Doğum târihi kesin olmamakla birlikte, 1515 olarak tahmin edilmektedir. 1526 Mohaç Seferi dönüşünde saray hizmetine alınarak Enderunda yetiştirildi. Kapıcıbaşı ve Gelibolu Sancakbeyliği vazîfelerinde bulunduktan sonra Bahriye Beylerbeyliğine yükseltilerek, kırk yaşlarında Kaptân-ı deryâ oldu. Bu devirde donanma-yı hümâyûn ve Cezâyir donanması yılın on iki ayında Akdeniz’de seyredip, kuş uçurtmuyordu. Osmanlılar, Avrupa’da büyük devletler arasındaki dengenin bozulmaması için, Fransa Kralı İkinci Fransuva’nın annesinin yalvaran yardım taleplerini karşılamak üzere, Piyâle Paşa kumandasında büyük bir donanma gönderdi. PiyâlePaşa, 1555’te İstanbul’dan hareket etti. Turgut Reis’in de katıldığı donanma yardımda ve fetihlerde bulunarak, geri döndü. 1556-1557 deniz mevsiminde tekrar Akdeniz’e açılan Piyâle Paşa, bâzı limanları fethettikten sonra İstanbul’a döndü.

1558 sefer mevsiminde Akdeniz’e açılan Piyâle Paşaya Turgut Reis’in de katılmasıyla donanma-yı hümâyun Balear Adalarının hemen hemen her yerini Osmanlı hâkimiyetine aldı. Her seferde olduğu gibi, bu seferde de İspanyol donanması, donanma-yı hümâyûnun karşısına çıkmaya cesâret edemedi.

İspanya Kralı İkinci Filip ve Papa’nın teşvikiyle hazırlanan büyük armada Osmanlılar tarafından üs olarak kullanılan Cerbe Kalesini 1560’ta almıştı. Bunun üzerine Piyâle Paşa komutasında hareket eden Osmanlı donanması, 9 Mayıs 1560 günü Cerbe’ye vardı. Turgut Reis’in muhârebenin üçüncü günü yetişebildiği târihin en büyük deniz savaşlarından biri olan Cerbe Muhârebesinde, Piyâle Paşa, kâbiliyetli ve becerikli amiralleriyle Haçlı armadasını iki-üç saat içinde perişan etti (Bkz. Cerbe Muhârebesi). Cerbe Kalesi de alındıktan sonra seferden dönen Piyâle Paşa, İstanbul’da büyük bir merâsimle karşılandı. Donanma-yı hümâyûn, yanında vezirler ve elçilerle berâber Alay Köşkü’nde bulunan Kânûnî SultanSüleyman Hanı bütün toplarını kuru sıkı ateşleyerek selâmladı. Bu haşmetli manzara karşısında Kânûnî, yanındakilere; “İşte insan bütün bunları görüp gurura kapılmamalı, her şeyin cenâb-ı Hakk’ın müsâadesiyle olduğunu düşünüp, Allah’a şükürler etmelidir.” diyerek duygularını dile getirdi. Bu muhteşem sefer dönüşünde şehzâde Selim’in kızı Gevher Han Sultanla evlenen Piyâle Paşa, Osmanlı sarayına dâmât oldu.

Her sene sefer mevsiminde bütün Akdeniz’i dolaşan Piyâle Paşaya, Malta Seferine hazırlanması görevi verildi. Büyük bir donanma ile Malta kuşatmasına katılan Piyâle Paşa, mevsim şartlarının bozulmasından dolayı ordunun İstanbul’a dönmesiyle geri geldi. 1568 yılında on dört senedir vazîfesini şanla şerefle yürüttüğü Kaptân-ı deryâlıktan Kubbe Vezirliğine getirildi. Böylece Osmanlı târihinde vezirlik rütbesini alan ilk denizci oldu. Kıbrıs Seferinde vezir olarak donanmaya kumandanlık etti. Kıbrıs’ın çıkartma ve fethinde büyük hizmetleri oldu. 1573 yılında son deniz seferine çıkan Piyâle Paşa, İkinci Vezir olduktan sonra, 21 Ocak 1578 yılında İstanbul’da vefât etti. Kasımpaşa’daki kendi yaptırdığı câminin yanındaki türbesine gömüldü.

Osmanlı târihinin en büyük amirâllerinden olan Piyâle Paşa; İstanbul’da Eyüp, Kasımpaşa, Mercan ve Üsküdar’da, ayrıcaSakız, Kilidül-Bahir’de câmi ve başka hayır eserleri yaptırarak, adını hâlâ yâd ettirmektedir.

PİYASA

Alm. Markt, Hande (m), Fr. Marché (m), İng. Market. Alım satım işlemlerinin yapıldığı yer. Gelişmiş ve organize edilmiş pazar. Piyasa serbest mübâdele ekonomisinin ortaya çıkardığı bir müessesedir. Ayrıca, kavram olarak, bir mal ve hizmetin arz ve talebinin düzenli bir şekilde karşılaşması olarak da açıklanabilir.

Piyasalar alım satım işleminin yapıldığı yerin özelliğine veya yapılan muamelelerin çeşidine göre sınıflandırılabilir.

Yer veya mekân bakımından mahallî piyasa, iç piyasa (yurt içi), dış piyasa (yurt dışı), veya dünyâ piyasalarından söz edilebilir.

Muâmele türlerine göre de para, kredi piyasaları, mal piyasaları ve işgücü piyasaları mevcuttur.

PİYES

Alm. Theaterstück, Bühnenwerk (n), Fr. Piéce (f) (de théatre), İng. Play. Tiyatro oyunu. İki veya daha fazla kişi tarafından oynanmak üzere yazılmış; genellikle sınırlı bir zaman içerisinde, dar bir çevrede geçen, bir olayı anlatan eser veya bu esere sâdık kalarak sahneye konan oyun.

Önceleri tiyatro oyunları, konularına göre trajedya (acıklı), komedya (güldürücü), dram (acıklı güldürü karışımı) olarak isimlendiriliyordu. On dokuzuncu yüzyıldan îtibâren hepsine birden piyes denmeye başlandı.

Piyesler perdelere, meclis (tablo) lere ayrılır. Çoğunlukla üç perdelik olarak yazılırlar. Radyoda oynanmak üzere yazılmış piyeslere radyofonik piyes veya skeç denir.

İlk Türk piyesi olarak Prof. Fahir İz’in Viyana Millî Kütüphânesinde tesâdüf ettiği, üzerinde “Ketebe el Fakir İskerleç” ibâresi bulunan Vak’ayi-i Acibe ve Havâdis-i Garibe-i Kefşer Ahmed (Pabuççu Ahmed’in Garip Vak’aları ve Sergüzeştleri kabul edilmektedir. Aynı kütüphânede bu piyesin Fransızca, Almanca, İtalyanca tercümeleri de mevcuttur. İtalyanca tercümesi 1809 târihlidir. Piyesin vak’ası Bağdat’ta geçmektedir.

1842’den îtibâren Avrupalı yazarların piyesleri tercüme edilmeye başlanmış ve ilk olarak Molière’in Bourgeois Gentilhomme ve Malade İmaginaire Hastalık Hastası tercüme edilmiştir. Batı piyeslerine benzeyen ikinci oyun, Abdülhak Hamid’in babası Hayrullah Efendi tarafından yazılmış olan Hikâye-i İbrâhim Paşa ile İbrâhim-i Gülşenî’dir. Bu yıllarda gazetelerde tiyatro ile ilgili yazılar yayınlanmaya başlamıştır. Ayrıca 1860’ta batı tarzında Türk komedyasını kurmak gâyesiyle Şinâsi’nin ortaoyunundan faydalanarak yazmış olduğu Şâir Evlenmesi de ilk piyesler arasında sayılabilir.

Nâmık Kemâl Vatan Yahut Silistre isimli bir oyun yazmıştır. Bu oyun çok meşhurdur. Necip Fâzıl’ın 1940’ta yazdığı Sabırtaşı isimli piyesiyle Reis Bey, Nam-ı Diğer Parmaksız Sâlih, Künye, Abdülhamîd Han, Tohum önemli olanlarıdır.

PLANCK, Max Karl Ernst Ludwig

Kuvantum teorisini geliştiren Alman fizikçi. Max Planck, 23 Nisan 1858’de Almanya’da Kiel şehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kiel’de yaptı. 1889’da Berlin Üniversitesinde çalışmaya başladı. Berlin’deki faaliyeti 30 sene kadar sürdü. Aynı zamanda şimdiki ismi Max Planck Society olan “Kaiser Wilhelm Society”ye başkanlık yaptı. 4 Ekim 1947’de öldü.

Max Planck, özellikle ışıldama ile meşgul oldu. En büyük keşfi, atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kuvant) hâlinde yapıldığını meydana çıkarmaktır. Planck, bu keşfine Kuvantlar Teorisi adını verdi ve meydana gelen enerjiyi hesapladı.

Kuvantlar Teorisi formülü: E=h.V olup, burada E, meydana gelen enerjiyi Erg. olarak belirtir. V, ölçülen dalganın frekansıdır; h ise, Planck sâbitesi adını alan bir rakamdır ve 6,55x10-27ye eşittir. (h simgesi ile gösterilen bu sâbitin günümüzde kabûl edilen değeri 6,626176x10-27 erg-sâniyedir.) Böylece herhangi bir enerji dalgasının frekansı ile bu rakam çarpılacak olursa, enerjiyi yukarıdaki gibi, Erg cinsinden hesaplamak kâbildir.) Bu keşfi, ona 1918’de Nobel Fizik mükâfatını kazandırdı.

Max Planck Der Strom von der Aufklärung bis zur Gegenwart adlı kitabında diyor ki: Gerek din ve gerek tabiî ilimler, üzerimizde kendisine erişmek kâbil olmayan çok muazzam bir kudretin dünyâyı kurduğunu ve ona hükmettiğini ortaya koymaktadır. Ancak bu kudreti îzâh husûsunda kullandıkları dil, birbirinden farklıdır. Fakat her iki îzâh tarzı ayrı bile görünseler, hakîkatte birbirinin aynıdır. Bu iki îzâh birbirine zıt değildir. Bilakis birbirini tamamlarlar.

Gerek din, gerek tabiî ilimler, bu âlemi ancak mâhiyetini hiçbir zaman anlayamayacağımız, insanların hiçbir zaman erişemeyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabul ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiçbir zaman bilemiyeceğiz. O’nun kudretinin ancak en küçük bir parçasını ve dolaylı olarak öğrenebiliriz.

Din bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları ona yaklaştırmak için kendine mahsus akla hitâbeden semboller kullanır. Tabiî ilimler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden faydalanır. Halbuki, bu iki yolu birleştirecek olursak, asıl o zaman bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydana çıkar, O’nun zâtını ve büyüklüğünü meydana koyar.

Din ile tabiî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiçbir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabiî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamayacağını kabûl ederler. Tabiî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesikadır. Din ile tabiî ilimler arasında hiçbir fark yoktur. Bâzılarının sandığı gibi tabiî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, bâzı insanlar, tabiî ilimlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Halbuki bu, çok yanlıştır. Yukarıda îzâhına çalıştığım gibi, tabiî ilimler, bilakis dînî inanç ve düşünceleri takviye ederler.

Târihe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabiî ilim bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindar insanlardı. Esâsen o zamanlar tabiî ilim araştırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde râhiplerin ellerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilim merkezleri kurulduktan sonra, din adamları ile tabiî ilimler bilginleri birbirlerinden ayrıldı. Ayrı çalışma usûlleri tatbike başladılar. Zamanla bunların çalışma metodları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Halbuki, bu iki yol, ayrı ayrı istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bilakis birbirine tamâmiyle paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birleşeceklerse, din ile tabiî ilimler de, esas gâye sonsuzunda birbiriyle kucaklaşacaklardır.

PLÂN

Alm. Plan (m), Fr. Plan (m), İng. Plan, scheme. Bir düşünceyi, bir işi ve tasarıyı sonuçlandırmak için önceden belirtilen hususların çizgi, resim veya yazı ile gösterilmesi. Plân çok çeşitli anlamlarda kullanılan bir kelimedir. Plân genel anlamda yapılacak bir işin tasarıları toplamıdır. İşin cinsine göre plân değişik isimler alır. Şehircilikteki ismi nâzım plânı; iktisatta kalkınma plânı; gemi, uçak, binâ yapılmasında ölçü, yerleştirme, malzeme özelliklerini gösteren plân.

Plân daha birçok sahada yapılmaktadır. Meselâ; muhâsebe plânı, harekât plânı, atış plânı gibi (Bkz. Pânlama). Şehircilikte kullanılan plân şehir ve mahallelerin düzenlenmesi, yolların ayrılması, okul, câmi, park vs. gibi yerlerin her türlü incelikleri ve görünüşleri incelenip çizilmesi şeklindedir. Bu çiziş, şehrin düzenlenmesini bütün teferruatıyla değil de ana hatlarıyle gösterirse Nâzım Plânı, bölge bölge, mahalle mahalle şehrin en ince özelliklerini içine alan plânlara da Teferruat Plânı denilmektedir.

Plân; askerlik alanında da çok geçerlidir. Askerlerin eğitilmesi, vatan savunmasına hazırlanması, atışların düzenlenmesi, bir askerî harekâtın nasıl gerçekleştirileceği gibi hususların hepsi bir plân ve program içinde yürütülür. Eğer hazırlanan plânlara uyulmazsa istenilen sonuçlar alınamayabilir.

Denizcilik sektöründe, gemilerin nasıl yükleneceği, hangi limanlara uğrayacağı, uğradığı limanlarda hangi malları bırakacağı, belli bir plân içinde yürütülmektedir. Buna aynı zamanda İstif Plânı ismi verilmektedir.

Bu plân ambarcılıkta ve buna benzer birçok yerlerde de geçerlidir. (Arabaların vapura bindirilmesi indirilmesi vs. gibi.)

Plân inşaat sektöründe kendini daha çok göstermektedir. Binâların yerlerinin belirlenmesi, yerleşime uygun olması, kullanımı ve insan sağlığına ve diğer hususlara rahatlıkla hizmet verebilir olması hep plânlarla sağlanan hususlardır. Bunun için inşaat plânları ile sanâyi sektöründeki plânların hepsinin mütehassıs kişiler tarafından yapılması ve tâkip edilmesi istenen bir durumdur.

Plân, ekonomi ve iktisat alanında; belli sonuçlar elde etmek için iktisâdî hayâtın hangi unsurlarına ne ölçüde müdâhale etmek gerektiğini gösteren bir vâsıtadır. Bir başka ifâdeyle plân, belirli gâyeleri gerçekleştirmek için, bir iktisâdî karar merkezinin aldığı tedbirlerin bütünüdür. Burada varılması istenen gâyelerle bunları gerçekleştirecek araçlar, plân tâbirinin iki ana unsuru olarak kendisini göstermektir.

Modern iktisat ilminin kalkınma yolunda faydalandığı bir teknik olan plân, günümüz dünyâsında hemen her ülkede az veya çok kullanılmaktadır. Ancak aynı ideolojiye sâhip olan ülkelere âit plânlar bile tek tip değildir. Bir ülkeden diğerine değişiklikler arz eder.

Plân çeşitleri iki ana grupta toplanabilir: 1) Emredici plânlar, 2) Yol gösterici plânlar, Emredici plânlara dağılmadan önceki Sovyet Rusya ve Kıta Çininde rastlanır. Yol gösterici plânlara ise, batı ekonomilerinde, özellikle demokratik rejimi benimsemiş ülkelerde rastlanır.

PLÂNLAMA

Alm. Planung (f), Fr. Planing (m), İng. Planning. Bir ekonomide gâyelere optimum şekilde ulaşmada kullanılan bir iktisâdî strateji aracı ve üretim bölüşüm, yatırım ve tüketime dair ekonomik işlemlerde kullanılan bir sistem. Plânlama, belirli ekonomik hedeflerin tespiti ve bu hedeflere ulaşmak için gerekli usûllerdir. Plânlama matematiksel olarak bir “sınırlamalı maksimizasyon”dur. Plânlama belirli bir ekonomik gâyeye ulaşmak ve onu açığa çıkartmak için ekonominin elindeki kıt kaynakları kullanma biçimini belirler.

Plânlamanın tatbik edildiği sahalar çok fazladır. Bir devletin kendine has savunma strateji plânlaması olabileceği gibi, NATO veya diğer savunma kuruluşlarının da ortak savunma plânlamaları vardır. Plânlamanın en dar çerçeve içerisinde tatbik edildiği saha üretim ve donatım plânlamasıdır. Bu plânlamada işletmenin bir işi en verimli şekilde yapması için uygun malzeme, insan ve makina gücünü uygun zamanlamalarla kullanarak işin belli bir sıraya göre yapılması dikkate alınır.

Plânlamanın girdiği bir saha da, arâzi plânlamasıdır. Memleket çapında arâzinin en iyi bir şekilde değerlendirilmesi ve ekonomik gelirin arttırılması için dağıtımının plânlanması lazımdır. Bir arâzi plânlaması yapılırken az gelişmiş bölgenin canlandırılması, nüfusun bölgelere eşit dağılımı gözönünde bulundurulur. Böylece göçler önlenmiş, belli bölgelerde ânî nüfus patlamaları ile doğacak sosyo-ekonomik problemler önceden çözülmüş olur.

Plânlama genel anlamda hükümetlerin ekonomik ve siyâsî alanlarda tasarladığı plânları, aldığı tedbirleri içine alır. Devletlerin iktisâdî ve siyâsî alanda hazırladıkları plânlamaya kalkınma plânlaması denir ve belli zaman süresi içinde plânlama işlerinin tamamlanması ile arkasından yeni plânlama yapılması esas alınır. Ekonomik yapıya göre plânlama, ya devlete âit olur veya özel mülkiyeti de dikkate alacak şekilde olur. İlk devlet kalkınma plânlaması komünist Rusya ve Nazi Almanya’sında tatbik edilmiş, batı devletlerinde beş yıllık kısa süreli kalkınma plânları 1960’larda uygulanmaya başlamıştır.

Türkiye’de ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanâyinin ve tarımın yurt seviyesinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını plânlamak ve bu gâyeyle gerekli teşkilâtı kurmak devletin görevidir. Devlet bu görevini gerçekleştirirken, iktisadî kalkınmayı plâna bağlaması ve kalkınma plânı yapması mecbûrîdir. Kalkınma plânları, Devlet Plânlama Teşkilâtı tarafından hazırlandıktan sonra, Başbakanlığa sunulur. Yüksek Plânlama Kurulu plânı tetkikle rapor hâlinde Bakanlar Kuruluna sevk eder. Bakanlar Kurulunun onayından geçen plânlama tasarısı, Meclise sunularak kânunla onaylanır.

Kalkınma plânlamasının başarılı olması uzun vâdeli bütçe plânlaması, hedef ve stratejisi bulunan devletlerde mümkündür. Plânlamanın başarılı olması ayrıca bilgi toplayan müesseselerin mevcut olmasıyla da ilgilidir. Devlet İstatistik Enstitüsünün plânlamadaki önemi büyüktür.

Bir ekonomide uygulanacak plânın hazırlanması, çeşitli safhaları gerekli kılar. Bu durum safhaların birbirlerine bağlanmasında ve koordinasyonun, plânın gerçekleşme derecesinde çok büyük rol oynar.

Genel olarak plânlama çeşitleri: Nüfus Plânlaması (5 yıllık), Kalkınma Plânlaması, Üretim Plânlaması, (ihrâcat), Satış Plânlaması(Pazarlama), Yedek Parça Plânlaması, Tezgâh ve Yedekleri Plânlaması, Âile Plânlaması vs. gibi çeşitleri vardır.