PETROL İHRAÇ EDEN ARAP ÜLKELERİ TEŞKİLÂTI

Alm. OAPEC, Fr. OAPEC. İng. Organization of Arap Petroleum Exporting Coutries (OAPEC). Arap ülkeleri arasında petrol sanâyii alanında ekonomik işbirliğini geliştirmek gâyesiyle kurulmuş olan teşkilât. Ocak 1968’de kurulan Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Teşkilâtına Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezâyir, Irak, Katar, Kuveyt, Libya, Suriye ve Suudi Arabistan üyedirler. Teşkilâtın merkezi Kuveyt’tedir. Yılda dört defâ toplanan teşkilâtın başkanlığını her yıl bir başka ülke yürütür.

Teşkilâtın gâyeleri; millî bağları güçlendirmek, üye ülkelerin çıkarlarını korumak, petrolün dünyâ piyasasına kârlı fiyatlarla sunulması için harcanan gayretler arasında birlik ve berâberliği sağlamak ve üye ülkelerde sanâyi yatırımlarına elverişli bir ortam meydana getirmektir. OAPEC’in çalışmaları; ham petrol, doğal gaz ve rafineri ürünlerinin taşınması, tanker ve petrokimyâ tesislerinin yapımında ve taşımacılıkta Arap ülkelerinin payının arttırılması hususlarında yoğunlaşmıştır.

PETROL İHRAÇ EDEN ÜLKELER TEŞKİLÂTI

Alm. OPEC, Fr. OPEC, İng. Organization of Petroleum Exporting Countries (OPEC). İngilizce “Organization of Petroleum Exporting Countries” terkibinin baş harflerinden meydana gelen “OPEC” diye meşhur olan Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilâtı Eylül 1960’ta kuruldu. İlk olarak ham petrol fiyatlarındaki düşüşü durdurmak gâyesiyle Venezuela’nın teklifiyle kurulan teşkilâta Venezuela, İran, Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt katıldı. Daha sonra sırasıyla Katar, Libya, Endonezya, Abudabi, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezâyir, Nijerya, Ekvador ve Gabon da katıldılar. OPEC’in başlangıçta Cenevre’de olan merkezi 1965’te Viyana’ya taşındı. Teşkilâtın tâkip edeceği politikalar üye ülkelerin temsilcilerinin katıldığı, yılda en az iki defâ toplanan konferanslarda tespit edilir. Kararlar oybirliğiyle alınır. Üye ülkeler tarafından tâyin edilen yönetim kurulunun başkanı konferanslar sırasında seçilir. Viyana’da bir idâre ve araştırma sekreterliği vardır.

Dünyâ petrol üretiminin denetimini elinde tutan ve dünyâ petrol üretiminin yaklaşık yarısını sağlayan OPEC ülkeleri ham petrol rezervlerinin üçte ikisine ve doğal gaz rezervlerinin de üçte birine sâhip bulunmaktadır. Bu sebeple dünyâ petrol piyasasında zaman zaman etkili olmaktadır. 1973 sonbaharında Viyana’da toplanan 35. konferansta alınan kararla petrol fiyatlarının yüzde 70 oranında arttırılmasıyla OPEC’in kararları dünyâ petrol piyasasında önemli rol oynamaya başladı. Teşkilât içinde ağırlığı elinde tutan Ortadoğu ülkeleri, birbirini tâkip eden fiyat artışlarını Ekim 1973 Arap-İsrâil Savaşında İsrâili destekleyen batılı devletlere karşı siyâsî silah olarak kullandılar. Bu maksatla petrol fiyatları Aralık 1973’te Tahran’da toplanan konferansta yüzde 130 oranında arttırıldı ve ABD ile Hollanda’ya petrol sevkiyâtı bir müddet için durduruldu. Daha sonraki senelerde yapılan fiyat artışları petrolün varil fiyatının 30 ABD dolarına yükselmesine sebep oldu. Bu fiyat artışları OPEC üyesi ülkelerin bütçe gelirlerinde büyük artışlar sağladı. Üye ülkeler bu gelirlerin bir kısmını kalkınma projelerine harcarken, önemli bir bölümüyle de sanâyileşmiş ülkelerde özellikle de ABD’de büyük yatırımlara giriştiler. ABD bankalarına yatırılan petrodolarların büyük bölümü bu bankalarca gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere verilen borçların finansmanında kullanıldı. Ayrıca Avrupa para piyasasına bir miktar para aktarılarak gelişmekte olan ülkelere yardım gâyesiyle OPEC Milletlerarası Kalkınma Fonu kuruldu.

OPEC’in 1980’den îtibâren dünyâ petrol fiyatları üzerindeki etkisi azalmaya başladı. Batılı sanâyileşmiş ülkeler başta kömür ve nükleer enerji olmak üzere farklı enerji kaynaklarına yöneldiler. Kendi ülkelerinde petrol arama ve çıkarma çalışmalarına ağırlık verdiler. Petrol ihtiyaçlarını da Meksika, SSCB gibi OPEC dışındaki petrol ihracatçısı ülkelerden karşılamaya başladılar. Enerji talebini kısmaya yönelik tasarruf politikaları uyguladılar. Bu çabaların neticesinde Batılı ülkelerin OPEC ülkelerinde üretilen petrole olan bağımlılığı azaldı ve OPEC 1982’de petrol fiyatlarını düşürmek ve üretimi kısmak zorunda kaldı. Batılı ülkelerin petrol talebinin azalması, teşkilâtın iç çekişmeler ve 1980’de başlayan İran-Irak savaşı sebebiyle zâten zayıflamış olan iç bütünlüğünü daha da sarstı. Suudi Arabistan teşkilât içindeki etkisi bugün büyük ölçüde azalmış olmakla birlikte OPEC’in en fazla petrol rezervine sâhip üyesi olarak uzun yıllar petrol fiyatlarının tespitinde belirleyici rol oynamıştır.

PEYAMİ SAFA

Son devir, meşhur Türk yazar ve romancısı. Psikolojik roman tarzının Türk edebiyatındaki güçlü ustalarındandır.

Peyami Safa, 1899 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Servet-i Fünun şâirlerinden İsmail Safa’dır. İki yaşında babasını kaybetmesi yüzünden düzenli bir eğitim görmedi. 13 yaşında ilk yazı denemelerine başladı. 15-19 yaşları arasında öğretmenlik yaparken Fransızca da öğrendi. Edebiyat, felsefe, târih, psikoloji sahalarında o yaş içinde fevkalâde sayılacak bilgiler elde etti. 19 yaşında başladığı gazeteciliğe ölümüne kadar devam etti. Belli başlı bütün gazetelerde fıkra ve makaleler, tefrika romanlar yazdı. Kalemiyle geçindi. 15 Haziran 1961’de beyin kanaması sonunda öldü. Mezarı Edirnekapı’dadır.

Peyami Safa, kendi kendini yetiştirmiş, kültürlü, çok yönlü bir yazardır. Estetik ve sosyal bilimlerin hemen her kolunda (resim, mûsikî, edebiyat, psikoloji, sosyoloji, târih, hukuk, felsefe, tıp gibi) bilgi ve görüş sâhibidir. Siyâsî, iktisâdî, edebî, felsefî, hemen her sahada, ortalama 20 bin makale ve fıkrası ile 150’ye yakın basılı eseri vardır.

Peyami Safa, yetiştiği çevrenin tesiriyle küçük yaşta edebiyata yöneldi. Geçinmek için yazdığı, edebî kıymeti olmayan ve kendince değersiz bulduğu hikâye ve romanlarında Server Bediî takma adını kullandı. Yazar asıl ismini taşıyan romanlarında çok yönlü bir sanatçı olduğunu ortaya koymuştur. Geniş kültürü ve kuvvetli sezgi kâbiliyetiyle düşünce ve duygu alanlarında araştırmaya girişir. Olaya değil, tahlile önem verir.

İlk romanı Sözde Kızlar da bir toplum yarasına neşter vurmuş; Mahşer de Birinci Dünyâ Savaşının ahlâkî sahada meydana getirdiği çöküntüleri incelemiş; Dokuzuncu Hâriciye Koğuşu isimli eserinde hasta genç psikolojisini, kendi hayatının otobiyografik romanı olarak ortaya koymuş; Fâtih-Harbiye isimli romanında Doğu ve Batı arasındaki bocalamaları ele alarak Batı taklitçiliğinin ülkemizde meydana getirdiği çöküntüyü işlemiş; Bir Tereddüdün Romanı’nda İnkılâp sonrası ahlâk zayıflığını, bezginlik ve rûhî bunalımları sebep ve sonuçlara bağlamış; Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nda kâinat ve varlık muammalarını çözmeye çalışmış; Yalnızız’da günümüz insanının hayâl kırıklıklarını ele almıştır.

Hemen her romanında, devirler, anlayış ve gelenekler arasında psiko-sosyolojik karşılaştırmalar yaptığı; toplumdaki değişmelerin meydana getirdiği buhranları, ahlâk çöküntülerini ve bu değişme sebebiyle meydana gelen çatışmaları, konu olarak seçtiği görülür. Son romanlarında ise felsefî arayışlar içine girerek karamsar bir anlayışla kahramanlarının iç dünyâsını tahlile çalışır. Eserlerinde kendi rûhî durumunu da tahlil etmiştir.

Böyle romanlarındaki ağır ve meseleler karşısındaki çözümsüz melankolik hava, bilhassa gençlerin rûh ve karakterleri üzerinde karamsar izler bırakabilmektedir.

Peyami Safa, üstün romancılığının yanında, dile hâkimiyetiyle de tanınmaktadır. Dili kullanış kolaylığı ve kelime hazinesinin zenginliğiyle dikkati çeker. Yazdığı makale ve fıkralarla dilde uydurmacalığa karşı çıkmıştır. Yazarın, Nazım Hikmet ile giriştiği Sosyalizm ve Komünizm konusundaki kalem tartışmaları, daha doğrusu kavgaları da meşhurdur.

Peyami Safa; bol kelimeli, yeni bileşimlerle dolu incelikleri, ayrı ayrı ve bol sıfatlarla, zarflarla, dile getiren canlı, bol imajlı, teşbihli, istiareli bir üslûbun sâhibidir. Felsefeye, psikoloji ve sosyal konulara düşkünlüğü dolayısıyla tıbbî ve mücerret kavramları, yabancı terimlerle, frenkçe kelimeleri çok kullanmıştır.

Eserleri:

Tanınmış romanları: Sözde Kızlar (1923), Şimşek (1923), Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Cânân (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Fâtih-Harbiye (1931), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959).

İnceleme-deneme-makâle: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938), Büyük Avrupa Anketi (1938), Felsefî Buhran (1939), Millet ve İnsan (1943), Mahmutlar (1959), Sosyalizm (1961), Nasyonalizm (1961), Mistisizm (1962).

Peyami Safa’nın makale ve fıkralarından derlenmiş bir kısım seçme yazıları şu isimler altında yayınlanmıştır:

Doğu-Batı Sentezi (1963), Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca (1970), Sanat-Edebiyat-Tenkid (1970), Seçmeler (1970), Din-İnkılâp-İrtica (1972), Kadın: Aşk-Âile (1973).

PEYGAMBER

Alm. Prophet (m), Fr. Prophéte (n), İng. Prophet. Allahü teâlâ tarafından insanlar arasından seçilmiş ve görevlendirilmiş, her bakımdan güvenilen, kusursuz, günâhsız kimse. İnsanlara, dînin hükümlerini tebliğ eden, duyuran, öğreten elçi, haberci.

Peygamber, Farsça bir kelimedir. Lügatta, gönderilmiş zât ve haberci mânâsına gelir. Nebî ve Resûl ise Arapçadır. Türkçede her üçü de kullanılmaktadır. Resûl kelimesinin çoğulu Rusül, Nebi’nin çoğulu ise Enbiyâ’dır.

Dinde inanılacak altı şeyden dördüncüsü, Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmaktır. İnsanları, Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. İslâmiyette peygamber demek, yaratılışı, huyu, ilmi, aklı zamânında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem bir adam demektir. Hiçbir kötü huyu, beğenilmeyecek hâli yoktur. Peygamberlerde İsmet sıfatı vardır. Yâni peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiçbir günâh işlemezler. Peygamber olduğu bildirildikten sonra, peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve benzeri ayıp ve kusurları da olmaz. Peygamberler de, diğer insanlar gibi doğarlar, yerler, içerler, hasta olurlar ve vefât ederler. Dünyâya bağlılıkları görünüştedir, muhabbet üzere değildir. İnsanlıkları icâbıdır. Hakîkatta meleklerden de üstündürler.

Nebî ve resûl arasındaki fark: Peygamberler vâsıtası ile gönderilen din, insanları saâdet-i ebediyyeye götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik denir. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede bir peygamber vâsıtasıyla, insanlara bir din göndermiştir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlarla, dinleri kuvvetlendirmiştir. Yeni bir din getiren peygamberlere “Resûl” denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne dâvet eden peygamberlere “Nebî” denir. Emirleri tebliğ etmekte ve insanları, Allah’ın dînine çağırmakta, Resûl ile Nebî arasında bir ayrılık yoktur.

Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü  olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur. Bütün peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmeyi istemişlerdir. Fakat ibâdet ve amelleri, yâni kalple, bedenle yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, İslâmlıkları, Müslümanlıkları da ayrıdır.

Peygamberlerin her söylediği doğrudur. Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesiyle olur. İnsanların dünyâdaki ve âhiretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve onları yanlış, zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, rahata ve saâdete kavuşturmak için, peygamberlerle, din gönderilmiştir. Düşmanları çok olduğu ve alay ettikleri, üzdükleri hâlde, Allahü teâlânın, inanmak için ve yapmak için olan emirlerini insanlara tebliğ etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış, göz kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, peygamberlerin sıdk sâhibi olduklarını, doğru söylediklerini göstermek için, onları mûcizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mûcizelere karşı gelemedi. Peygamberi kabul edip inanan kimseye, o peygamberin ümmeti denir. Kıyâmet gününde, ümmetlerinden, günâhı çok olanlara şefâat etmeleri için izin verilecek ve şefâatları kabul olacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, velî olanlarına da, şefaat etmeleri için Allahü teâlâ izin verecek ve şefâatlerini kabûl buyuracaktır (Bkz. Şefâat). Peygamberler, mezarlarında, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Mübârek vücutlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfte; “Peygamberler, mezarlarında, namaz kılarlar.” buyruldu.

Peygamberlik vazifelerini görmekte, peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsâvidir, eşittir. Aşağıda bildirilen yedi sıfat hepsinde vardır. Peygamberler, peygamberlikten atılmaz. Velîler ise, evliyâlıktan ayrılabilir. Peygamberler insandan olur, cinden, melekten insanlara peygamber olmaz. Cin ve melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez.

Peygamberlerin Sıfatları

1. Emânet: Peygamberler emindirler. Bir kimsenin ırzına, malına veya canına hıyânet etmekten münezzeh, uzak oldukları gibi Allahü teâlânın vahyine karşı da hâinlik etmeleri düşünülemez. Allahü teâlâ onları vahy’e ve peygamberliğe emin etmiştir.

2. Sıdk: Din ve dünyâ işlerinde sâdık olduklarında icmâ yâni söz birliği vardır. Doğrudurlar, doğru söyleyicidirler. Aslâ onlardan yalan duyulmamıştır.

3. Tebliğ: Allahü teâlanın vahy ettiği hükümleri tebliğ ederler, bildirirler. Aslâ bir şeyi söylememezlik etmezler, saklamazlar. Doğruyu söylerler. Bir kimsenin hâtırı için müdâhene etmezler. Allahü teâlânın emrini yerine getirirler.

4. Adâlet: Peygamberler âdildirler. Hak üzere gönderilmişlerdir. Onlarda aslâ zulüm yoktur.

5. İsmet: Peygamberden küfür, yalan, fısk, zinâ, livâta gibi şeyler peygamberlikten önce ve sonra meydana gelmez. Bu icmâ-ı ümmettir. İnkârı küfürdür. Beğenilmeyen ve çirkin şeylerden ve insanların nefret ettikleri şeylerden münezzehtirler. Adâlete uymayan işlerden mâsumdurlar, hepsi âlim, âmil ve kâmildirler.

6. Emnü’l-Azl: Peygamberler peygamberlik makamından, dünyâ ve âhirette azl olmazlar. Peygamberlik sıfatı onların zâtlarından dünyâda ve âhirette ayrılmaz. Önce gelen peygamberlerin dinleri nesh olmakla peygamberlikten azl lâzım gelmez. Zîrâ peygamberlik onların sıfatlarıdır. Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmakla elde edilmez. Evliyâlık ise çalışmakla kazanılır. Her peygamberde evliyâlık vardır. Doğru olan sözlere göre peygamberlikleri evliyâlıklarından üstündür. Çünkü peygamberlikle vahye kavuşmuş, melekleri görmüş ve diğer üstünlüklere sâhip olmuşlardır.

7. Fetânet: Peygamberlerin akılları kâmildir. Akılsızlıktan ve aklı az olmaktan münezzehtirler, uzaktırlar. Köleden ve soyu asil olmayan âileden peygamber gelmemiştir. Köylü, dağlı ve yabânî kimselerden ve insanlar arasında aşağı olan kimselerden peygamber olmamıştır. Kusurlu kimselerden, kör, çolak, topal, sağır, diğer ayıp ve noksanları bulunan insanlardan da peygamber gelmemiştir.

Peygamberlerin dereceleri: Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ, ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve mârifetlerinin çok yerlere yayılması, mûcizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından, âhir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün peygamberlerden daha üstündür. “Ülül’azm olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve resûller, nebîlerden daha üstündürler.

Peygamberler, üstünlük sırasına göre dört makamda (derecede) bulunurlar:

1) Nebîler. 2) Resûller. 3) Ulül’azm peygamberler; bunlar altı tâne olup gönderiliş sırasına göre Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. 4) Hâtemül-enbiyâ; Peygamberlerin en üstünü ve en sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâmdır.

İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullahtır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka, hiçbir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullahtır. Çünkü, Allahü teâlâ ile konuştu. Îsâ aleyhisselâm rûhullah ve Kelime-tullahtır. Çünkü babası yoktur. Yalnız “Ol!” kelime-i ilahiyyesiyle anasından dünyâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu kelimelerini, vaaz vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.

Mahlûkların yaratılmasına sebep olan ve Âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunan Muhammed aleyhisselâm, Habîbullahtır. Onun Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pekçoktur. Bunun için, O’na, mağlup olmak, bozguna uğramak gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennete herkesten önce girecektir. Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve insan gücü yetişmez. Bu konuda ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır. (Bkz. Muhammed Aleyhisselâm)

Peygamberlerin sayıları: Peygamberlerin sayısı belli değildir. 124.000’den çok oldukları meşhurdur. Bunlardan 313 veya 315 adedi Resûldür. Bunların içinden de altısı daha yüksektir. Bunlara (Ülül’azm) Peygamberler denir. Ülül’azm peygamberler, Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafa hazretleridir. Üstünlük sırası şöyledir: Habîbullah Muhammed aleyhisselâm, Halîlullah İbrâhîm aleyhisselâm, Kelîmullah Mûsâ aleyhisselâm, Rûhullah Îsâ aleyhisselâm, Safiyyullah Âdem aleyhisselâm, Neciyyullah Nûh aleyhisselâmdır.

Peygamberlerin içinde otuz üç adedi meşhurdur. Bunların adı: Âdem, İdrîs, Şît veya Şîs, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Lût, İsmâil, İshak, Yâkûb, Yûsüf, Eyyüb, Şu’ayb, Mûsâ, Hârun, Hıdır, Yûşa’ bin Nûn, İlyâs, Elyesâ’, Zülkifl, Şem’un, İşmoil, Yûnus bin Metâ, Dâvûd, Süleyman, Lokmân, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, Îsâ bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâmdır.

Bunlardan, yalnız yirmi sekizinin isimleriKur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Şît, Hıdır, Yûşa, Şem’ûn ve İşmoil bildirilmemiştir. Bu yirmi sekizden Zülkarneyn ve Lokmân ve Uzeyr’in peygamber olup olmadıkları kesin belli değildir. Zülkifl aleyhisselâmın ikinci adı Hazkıl’dır. Bunun İlyâs veya İdrîs yâhut Zekeriyyâ olduğunu söyleyenler de vardır.

Peygamberler niçin gönderilmiştir: Allahü teâlâ, yarattığı bu âlemle varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok acıyarak, var  olduğunu ayrıca da bildirmiştir. Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak yarattığı birisine melekle haber göndererek, kendi isimlerini bildirmiş ve insanların dünyâda ve âhirette rahat etmeleri, iyi yaşamaları için, ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır. İnsanlar eski şeyleri unuttukları için ve her zaman bulunan kötü kimseler, peygamberlerin kitaplarını ve sözlerini değiştirdiklerinden, eski dinler unutulmuş, bilinenleri de bozulmuştur. Herşeyi yaratan yüce Allah, insanlara acıdığı için, kullarına son bir peygamber ve yeni bir din göndermiştir. Bu dîni kıyâmete kadar koruyacağını, kötü insanlar saldıracaklar, değiştirmeye, bozmaya kalkışacaklarsae da kendisi bunu, bozulmamış olarak her yere yayacağını müjdelemiştir.

Allahü teâlâ, insanları olgunlaştırmak ve kalplerindeki hastalıklarını tedâvi etmek için, ezelde merhamet ederek, peygamberler göndermeyi dilemiştir. Peygamberlerin, bu vazifelerini yapabilmeleri için, itâat etmeyenleri korkutmaları, itâat edenlere müjde bildirmeleri lâzımdır. Âhirette, birinciler için azap, ikinciler için sevap bulunduğunu haber vermeleri lâzımdır. İnsan, kendine tatlı gelen şeylere kavuşmak ister. Bunlara kavuşabilmek için doğru yoldan sapar, günah işler. Başkalarına kötülük yapar. İnsanları kötülük yapmaktan korumak, dünyâda ve âhirette rahat ve huzur içinde yaşamalarını sağlamak için peygamberlerin gönderilmesi lâzımdır. Dünyâ hayâtı kısadır. Âhiret hayâtı sonsuzdur. Bunun için, âhiret hayâtındaki saâdeti sağlamak önce gelmektedir.

Peygamberler Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru yola, saâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâvetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmayanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır. O’nun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. O’nun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. O’nun getirdiği din kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değiştirilemeyecektir. Îsâ aleyhisselâm gökten inecek ise de, O’nun dîniyle amel edecek, yâni O’nun ümmeti olacaktır.

Büyük İslâm âlimleri İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî’nin de ifâde ettikleri gibi, peygamberlerin gönderilmesi kahırdır, cebirdir. İnsanları cebir zinciriyle Cennete çekmek içindir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Zincirlerle Cennete çekilen insanlara hayret mi ediyorsun?” buyruldu. Din, Cehenneme gitmemeleri için, insanları bağlayan bir kemenddir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Siz pervâne gibi, kendinizi ateşe atıyorsunuz. Ben kemerinizden tutup geriye çekiyorum” buyruldu. Allahü teâlânın cebbarlık (her istediğini yapmak) zincirinin halkalarından biri de, peygamberlerin sözleridir. İnsanlar, doğru yolu, eğri yollardan, bu sözlerle ayırabilir. Onların gösterdiği tehlikeden, insanda korku hâsıl olur. Bu ayırış bilgisiyle korku, akıl aynası üzerindeki tozları temizler. Akıl cilâlanıp, âhiret yolunu tutmanın, dünyâ zevklerine kapılmaktan daha iyi olacağını anlar. Bu anlayış, âhiret için çalışmak irâdesini hâsıl eder. İnsanın uzuvları, irâdesine tâbi olduğundan, Uzuvlar âhiret için çalışmaya başlar. Allahü teâlâ, bu zincirle insanı zorla Cehennemden uzaklaştırmış, Cennete sürüklemiş olur. Peygamberler koyun sürüsünün çobanına benzer. Sürünün sağ tarafında çayır olsa, sol tarafında mağara bulunsa, mağarada kurtlar olsa, çoban, mağara tarafında durup, sopa sallayıp, koyunları korkutarak, çayır tarafına kovalar. İşte peygamberlerin gönderilmesi de, buna benzer.

İnsanların peygamberlere ihtiyâcı: İnsanların doğruyu, iyiyi, güzel olanı bulabilmeleri tek başına akılla mümkün değildir. Akıl, göz gibidir. Peygamber vâsıtası ile gönderilen din ise ışık gibidir. Yâni, insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Göz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletinden (gözden) faydalanmak için güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, göz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdı.

Akıl da, yalnız başına mâneviyatı, faydalı, zararlı şeyleri anlamıyor. Allahü teâlâ, akıldan faydalanmak için, Peygamberleri, din ışığını yarattı. Peygamberler, dünyâda ve âhirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, akıl bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdı. İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyâda ve âhirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz.

Peygamberler hakkında Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruluyor ki:

Peygamberlerin üzerinizdeki (vazifesi) ancak ilâhî emirleri tebliğdir. Allah, açıkladığınız ve gizlediğiniz sözlerle hareketlerinizin hepsini bilir. (Mâide sûresi: 99)

Kâfirler, Allahü teâlânın emirleriyle Peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız diyorlar. Îmân ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık (Nisâ sûresi: 150-151)

(Îmân edenleri Cennetle) müjdeleyici, (Küfredenleri de Cehennemle) korkutucu olarak peygamberler gönderdik ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyâmette: “Bizi îmâna çağıran olmadı” diye Allah’a bir hüccet ve özürleri olmasın. Allah azizdir, hükmünde hikmet sâhibidir. (Nisâ sûresi: 165)

Peygamberler göndermedikçe azap yapmayız. (İsrâ sûresi:15)

Peygamberleri, müjde vermek ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahâne yapmaları önlendi. (Nisâ sûresi:164)

PEYGAMBERDEVESİ (Mantis religiosa)

Alm. Gottesanbeterin (f), Fr. Mante religieuse (f), İng. Praying insect (mantis). Familyası: Peygamberdevesigiller (Mantidae) Yaşadığı yerler: Sıcak ve tropikal ülkelerde. Yurdumuzda da vardır. Özellikleri: İnce uzun vücutlu, yeşil veya kahverenkli avcı bir böcek. Çakı gibi bükülebilen ön ayaklarıyla sinek, kelebek ve diğer böcekleri avlar. Ömrü: Üç-dört ay. Çeşitleri: Familyanın 1800 kadar türü vardır.

Peygamberdevesigiller familyasından, sıcak ve ılık bölgelerde, özellikle çalılık yerlerde çok rastlanan oynak başlı, iri gözlü, avcı bir böcek. 5-7 cm boyunda, yeşil veya kahverenkli vücutludur. Yaprak ve dallar arasına gizlenerek böceklere pusu kurar. Ön ayaklarını duâ eder gibi kaldırarak hareketsiz durduğundan “duâ eden böcek” olarak da bilinir. Göğsünün ön parçası boyun gibi ileri uzamış olup üçgen başını her tarafa çevirebilir. Yanlarda iri petek ve alnındaki üç adet basit (osel) gözlerle çevresinde uçuşan böcekleri, başını çevirerek tâkip eder. Kamufle olduğu dal veya yeşil yaprakta hareketsizce durarak yakınına bir böceğin konmasını bekler. Av kendisine yakın bir mesafeye geldiği ân, ön bacaklarını hızla ileri uzatarak böceği ayakları arasında sıkıştırır. Sonra tekrar duâ pozisyonuna geçer. Avı bundan sonra bulunduğu yerden hiç kımıldamadan yavaş yavaş yer.

Antenleri kıl gibi ince uzundur. Ön kanatları parşömen gibi sert, arka kanatları zar şeklindedir. Kanatsız veya yarı kanatlı türleri de vardır. Alt kanatlar yelpaze gibi katlanarak üst kanatların altında gizlenir. Ancak ikinci ve üçüncü çift bacaklar yürümede, ön bacaklar ise avlanmada kullanılır. İç kısımları avı yakalamaya yarayan kuvvetli dişlerle bezenmiştir. Ağız parçaları kesici çiğneyici tipte olup, kuvvetli ve gelişmiştir.

Peygamberdevesi duâ eder gibi göründüğü zaman aslında avlanmaktadır. Doymak bilmeyen bir iştahı vardır. Başlıca gıdâsı böcekler olmakla beraber, kendisini yemeyen herşeyi yemeye teşebbüs eder. Çekirgeler, sinekler, tırtıllar, kelebekler, eşek arıları ve hattâ zehirli örümcekler en çok avladığı böceklerdir. En zehirli bir böceği yemekten çekinmez. Bir arada oldukları taktirde birbirlerini de yerler. Afrika, Asya ve Kuzey Avrupa’nın bâzı bölgelerinde yaşayan peygamberdeveleri, Kuzey Amerika’da sonradan üretilmiştir. Erkekler dişilerden küçüktür. Üreme zamanlarında erkek kaçamadığı taktirde dişiye yem olur. Amerika kıtasında bâzı iri türler küçük memeli ve sürüngenlere saldırmaktan çekinmezler. Bir defâsında iki küçük kurbağayı yedikten sonra, kendisinden üç defâ daha büyük olan bir kertenkeleyi yemeye başlayan bir peygamberdevesi görülmüştür.

Bütün vahşiliğine rağmen peygamber devesi, bahçıvan ve çiftçilere zarar veren böcekleri tükettiği için faydalıdır. Bâzı çiftçiler üretmek için arâzilerine peygamberdevesinin yumurta keselerini koyarlar. Bu obur hayvan, besin bulunmadığı zamanlarda kendi ayaklarından birini bile kemirmekten çekinmez. Anten veya ayaklarından biri koptuğu zaman, kısa bir sürede yerine yenisi uzar. Kavga sırasında başı kopan peygamber devesinin, birkaç saat sonra yeniden kalkarak, yürüdüğü ve kanatlarını açarak uçmağa teşebbüs ettiği görülmüştür. Başedemediği yegâne düşmanı minik karıncalardır. Bâzan karıncalar sürü hâlinde yavru peygamberdevelerine saldırarak yumuşak vücutlarını parçalarlar.

Peygamberdevelerinin ömrü en çok bir mevsimdir. Yaz sonlarında birden bire ortaya çıkar, sonbahar sonlarında da yumurtladıktan sonra ölürler. Çiftleşme sonunda genellikle erkek dişiye yem olur. Dişi yumurtalarını paketler hâlinde köpük bir kapsül içinde ağaç, çalı dallarına yapıştırır. Köpüklü madde sonra sertleşir. Ceviz büyüklüğünü bulan bu kümeden 125-350 kadar yavru çıkar. Kanatsız doğan yavrular, birkaç deri değişiminden sonra erginlere benzerler. Yavrular anne ve babalarını hiç görmedikleri ve onlardan birşey öğrenmedikleri hâlde, aynı onlar gibi avlanır ve hayatlarını sürdürürler.

PEYK

(Bkz. Uydu)

PEYK ÜLKELER

Alm. Satellitenstaaten (m.pl.), Fr. Pays (m.pl.) satellite, İng. Satellite countries. Güçlü ve nüfûzlu bir devlet etrafında askerî, politik, ekonomik, antlaşmalarla toplanmış olan güçsüz, küçük devletler. Çeşitli asırlarda kuvvetli devlet etrâfında toplanmalar ve bağlanmalar o günün şartlarına ve devlet anlayışına göre değişik olmuştur. Peyk deyimi, astronomi ilmindeki güneş ve diğer gezegenlerin etrafında bulunan ve bunlardan ayrılmayan uydular düşünülerek kullanılmaya başlanmıştır.

İkinci Dünyâ Savaşından önce Almanya, İtalya ve Japonya’dan meydana gelen üçlü mihver devletleri bir eksen kabûl edilirdi. Bu eksene bağlı ve tâbi olan Macaristan, Romanya ve Bulgaristan için peyk sıfatı kullanılmıştı. İkinci Dünyâ Savaşından sonra bu deyim, daha ziyâde Rusya etrafında toplanan ve komünizmle idâre edilen devletler için kullanılmaya başlandı. 1989’dan sonra komünizmin çökmesiyle birlikte Macaristan, Çekoslovakya, Polonya gibi peyk devletler Rusya’nın baskısından kurtuldular.

Peyk ülkeler görünüşte bağımsız ülkelerdir. Fakat içinde bulundukları sistemin merkezi durumundaki hâkim ve nüfûzlu gücün ekonomik ve politik bağımlılığı altındadırlar.

PEYNİR

Alm. Käse (f), Fr. Fromage (n), İng. Cheese. En önemli süt mâmüllerinden olan, sütün maya vâsıtası ile pıhtılaştırılmasından elde edilen çökeleğin olgunlaşmış hâli. Pekçok peynir çeşidi vardır. Bunlar yumuşak, sert veya yarı sert olabildikleri gibi, peynir imâlinde kullanılan sütün cinsine, yağının azlığına çokluğuna, ayrıca kaymak ilâve edilip edilmediğine, çiğ veya pişmiş sütten yapılışına bağlı olarak çeşitlenir. Peynir denilince akla önce beyaz peynir gelir. Fakat yapılışına, görünüşüne ve lezzetine bağlı olarak da çok çeşitli peynir vardır.

Beyaz peynir: Mayalanan sütte önce kazein çöker ki buna pıhtılaşma denir. Pıhtılaşma sonucu meydana gelen çökelek süzülür ve olgunlaştırılır. Kazeinin pıhtılaştırılması tatlı sütte maya ile, ekşimiş sütte mayasız yapılır. Fakat en iyisi, önce süte streptococcus lactis gibi asit meydana getirici organizmalar ilâve edip, sütü ekşitmek (aset asidi cinsinden asiditesini % 0,17-0,22’ye çıkarmak) sonra da maya ilâve ederek peynir elde etmektir. Labferment ihtivâ eden maya ilâvesinden sonra 23-32°C’de tutulan sütte 15-20 dakikada çökelek meydana gelir. Bu çökelek 30-40 dakikada bâzan de 1,5-2,5 saatte kesilebilecek hâle gelir. Ayrılan çökelek, bezlerden süzülerek suyun büyük bir kısmından ayrıldıktan sonra ayrıca basınç altında sıkılarak da kalıntı sularından iyice ayrılır. Bu şekilde elde edilen tâze peynir umûmiyetle 8x8 cm’lik kareler hâlinde kesilerek % 14-20’lik tuz çözeltisinde (bir litre tuz çözeltisinde 140-200 gr tuz olacak) yeterli sertlik kazandırmak için beş saat bekletilir. Bundan sonra kalıplar arasına yağlı kâğıt koyarak mikrobu ve bakterileri öldürülmüş tenekelere yerleştirilir. Her sıra tamam olunca bir miktar tuz serpilir. Böylece teneke doldurulduktan sonra alabildiği kadar salamura (tuzlu su) katılır, ağızları lehimlenir ve soğukta muhâfaza edilir. Yaklaşık 14°C sıcaklıkta peynir 3-4,5 ayda olgunlaşır. Peynirde pek az miktarda kalan laktoz süt asidi bakterilerinin etkisiyle süt asidine, sonra da kalsiyum laktat hâline dönüşür. Bu kalsiyum laktatın bir kısmı da bir çeşit bakteri vâsıtasıyla propiyon asidi, aset asidi ve karbonat asidine dönüşür. Bu olay sonunda peynirde boşluklar hâsıl olur.

Peynirin olgunlaşmasına küf ve bakteriler sebep olur. Küfler, yumuşak, ıslak ve ortamı asidik olan peynirlerde çok etkilidir Tuzlanıp soğuk yerde olgunlaşmaya bırakılan yumuşak peynir kalıplarından çıkarılır ve bir yüzüne penisilin küfü aşılanır. On iki saat sonra küf aşılanan kısım da tuzlanır ve tuzlama tahtasında bırakıldığının üçüncü günü alınıp olgunlaşma odalarına bırakılır. İki-Üç hafta içinde bu peynirin nemi % 50’de sabitleşir.

Bu arada peynir yüzeyindeki süt asidi okside olurken kazein de amonyak ve amonyum karbonata (böylece ortam kaleviye) dönüşür. Bundan sonra küf faaliyeti durur ve bakteri gelişmeye başlar ve olgunlaşmayı tamamlar. Küflü peynir yapmak için mayalanacak süte önceden Penicillium glaucum küf sporları ekilir. Bu küfler az oksijenli ve fazla karbondioksitli ortamda iyi gelişir.

Yaklaşık olarak 4-12 litre sütten 1 kilo peynir elde edilir.

Kaşar peyniri: Kaşar peyniri aslında koyun sütünden yapılır. Eğer inek ve keçi sütü katılırsa verim ve kalite düşer. Süt 3-4 kat bezden süzülür ve 30° de peynir mayası ile mayalanır. Bir-bir buçuk saat sonra meydana gelen çökelek özel bıçaklarla ufalanır ve salaşpur bezi içerisine konur. Bir-dört saat basınç altında tutulur. Buradan alınan çökelek büyük parçalara kesilerek yerine göre 2-12 saat ilk mayalanmaya bırakılır. Sonra bu parçalar küçük dilim hâline getirilip sepetler içinde 65°-80°lik suda iki dakika tutularak yumuşatılır. Sonra yoğrulur ve kalıplara dökülür. İlk 1-2 saat içinde 3-4 defâ alt üst edilir. Birgün sonra tuzlanarak mayalanma odasına alınır. Sonra hergün sayı arttırılarak üst üste dizilir. Kalıp (teker) sayısı 6-8 olunca 45°-50°lik ılık suda yıkanarak çardaklarda kurutulur. Bundan sonra piyasaya sürülür.

Tulum peyniri: Her çeşit sütten elde edilen çökeleğin, koyun veya keçi derisinden yapılmış tulumlarda olgunlaştırılması ile elde edilen peynire tulum peyniri denir. Lezzeti kendine has olup, kullanılan sütün cinsine ve içine konulan bâzı baharatlara bağlı olarak değişiktir.

Mihaliç peyniri: Marmara bölgesinde yapılan bir peynirdir. Yuvarlak kalıplar hâlinde olup iç kısmı gözeneklidir.

Gravyer peyniri: Bir miktar kaymağı alınmış süt 32°de mayalanır. Bu mayalanmış süt koyulaştıktan sonra, 55° civârında savrularak pişirilir. Basınç altında süzülür. 24 saat süzülmüş bu çökelek tuzlanır ve soğuk odada kuruyup kabuk bağlayana kadar bekletilir. Bundan sonra sıcak odaya alınır. Burada göz göz oluncaya kadar bekletilir. Yine bu arada zaman zaman kabuğu tuzlu su ile ovulur.

Krem peynir: % 15 yağ ihtiva eden süt, 62°C’de 30 dakika pastörize edilir. 48,9°C’ye kadar soğutulan bu süt, yüksek basınç altında homojenize edilir. Daha sonra 500 kg süt başına 1-1,5 kg yoğurt mayası ve yaklaşık 10 gram peynir mayası katılır. Asitlik pH’sı 4,4-4,5 civârına geldiği zaman pıhtılaşmış kısım karıştırılır ve 46,5-51,7°C’de 45-60 dakika bekletilir. Isıtılmış çökelek torbalara konur. Daha sonra paslanmaz çelikten yapılmış fıçılara konularak sıvı kısım çökelekten uzaklaştırılır. Bir de karıştırıcıya konularak % 1 nisbetinde tuz ilâvesiyle karıştırılır. Bundan sonra da paketlenerek piyasaya arz edilir.

Çedar peyniri: Eskiden çiğ sütten yapılırken bugün pastörize sütten yapılır. Sıcaklığı 30°C olan süte % 0,5-1 oranında yoğurt mayası ve bir miktar da renk verici madde ilâve edilir. Genellikle 45 dakika sonra sütün asitliği % 0,01’lik bir artış gösterir. Bu esnâda 500 kg süt başına 100-120 gram peynir mayası ilâve edilir. 25-30 dakika içinde tam çökelek hâsıl olur ve şekil verilebilir. Sonra küpler şeklinde kesilir ve 37,8-38,9°C sıcaklığa kadar ağır ağır ısıtılır. Çökelekten ayrılacak su miktarı, sıcaklık, asidite ve maya miktarının üçüne birden bağlıdır. Su çökelekten ayrılırken çökelekte matlaşma ve sertleşme olur, peynir de ince kareler hâlinde kesilir ve % 1,5 kadar tuz ilâve edilir. Kesilmiş ve tuzlanmış parçalar bir müddet basınç altında metal kaplarda bırakılır. Bu peynirler birbirine yapışmazlar. Sonra kuru ve soğuk odalarda 3-4 gün bekletilip sertleştirilir. Bu peynirler 0-4,4°C sıcaklıkta 3-4 ay muhâfaza edilebilir, 0°C’nin altında uzun süre saklanabilir.

Temel olarak peynir; su, yağ ve kalsiyum fosfattan meydana gelmiştir. Suyun miktarı peynirin cinsine bağlı olarak % 30-70 arasında değişir. Kuru madde içerisindeki yağ yüzdesi sütün cinsine bağlı olarak değişir. Genel olarak peynirler tam yağlı, yarı yağlı ve yağsız olmak üzere sınıflandırılır. Ayrıca krema ilâve edilerek elde edilen çok yağlı peynirler de vardır.

Gıdâ maddeleri tüzüğüne göre, tam yağlı peynirin kuru maddenin 100 gramında en az 40 gram süt yağı, yağlı peynirde en az 30 gram süt yağı, yarım yağlı peynirde en az 20 gram süt yağı ve yavan peynirde 20 gramdan az süt yağının bulunması gerekir.

Edirne peynirinin ortalama bileşimi % 55 su, % 14 protein, % 27 yağ ve % 3,5 tuzdur. Tulum peynirlerinde % 37 su, % 27 yağ, % 27 protein ve % 5 tuz; Bursa kaşar peynirinde ise yüzde olarak 31 su, 34 protein, 30 yağ ve 4,5 tuz bulunur. Peynir önemli miktarda yağ ve protein ihtivâ eden besin maddesidir. Proteinler sütteki kadar olmasa da yüksek değerli amino asitler ihtivâ ederler.

Kalsiyum-fosfor ve sodyum-potasyum dengesi: Peynir, protein, yağ ve çok çeşitli minareller ihtiva etmesi sebebiyle çok kıymetli bir besin kaynağıdır. Fakat hadîs-i şerîfte, peynirin cevizle yenilmesinin şifâ olduğu ve bunların yalnız yenilmesinin zararlı olduğu bildirildi. Çünkü, bâzı minerallerin vücut tarafından alınabilmesi için bu mineralin başka bir mineral veya elementle belirli oran dâhilinde alınması gerekir. Meselâ vücut için çok lâzım olan kalsiyumun, fosfor ile belirli bir oran dâhilinde alınması faydalıdır. Bu oran yaklaşık 1/1 gibidir. Peynirin 100 gramında 873 mg kalsiyuma(Ca) karşılık 610 mg fosfor (P) vardır. Eğer 100 gr peynirle 100 gr ceviz karıştırılıp yenilirse 956 mg kalsiyuma karşılık 990 mg fosfor alınmış olur. Bu da bugünkü tıbbın tespit ettiği orana uygun gelmektedir.

Diğer taraftan kemik ve diş teşekkülünde kalsiyum, fosfor ve flor oranı çok önemlidir. Cevizde flor yoktur, fakat peynirde vardır. İkisi birlikte yenirse faydalı olur. Cevizde fosfor, kalsiyum ve flor dengesi çok bozuk olduğundan, yalnız yenirse vücut için zararlı bir besin olur. Bir insanın günlük olarak ihtiyaç duyduğu sodyum ve potasyum miktarı oranı Na/K= 2/1’dir. Potasyum, peynirin 100 gramında 13 mg; cevizin 100 gramında ise 525 mg’dır. Toplam 538 mg eder. Sodyum ise 100 g peynirde 880, 100 g cevizde ise 4 mg’dır. toplam 884 mg eder ki, Na/K= 844/538 oranı elde edilir. Bu da yaklaşık 2/1 dir.

PEZDEVÎ (Ali bin Muhammed)

Mâverâünnehr’de yetişen Hanefî fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ali bin Muhammed bin Hüseyin bin Abdülkerîm bin Mûsâ bin Îsâ bin Mücâhid-en-Nesefî el-Pezdevî’dir. Künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Fahr-ül-İslâm lakabıyla meşhur oldu. 1009 (H.400) yılları civârında İran’ın Pezde (veya Bezde) şehrinde doğup büyüdüğü için, Pezdevî diye de tanınmıştır.

Babası Muhammed, Semerkand ve Buhârâ kâdılığında (hâkimliğinde) bulunmuş, sonra vazifeden ayrılarak Pezde’ye yerleşmiştir. Kardeşi Muhammed bin Muhammed el-Pezdevî de, Mâverâünnehr’deHanefî âlimlerinin en büyüklerindendir ve Sadr-ül-İslâm lakabı ile meşhur olup, kitapları kolay anlaşıldığından, Ebü’l-Yüsr diye künyelenmiştir. Fahr-ül-İslâm Pezdevî de; kitaplarının zor anlaşılması sebebiyle, Ebü’l-Usr künyesiyle meşhûr oldu ve birçok eser yazdı. 1089 senesi Receb ayının beşinde Keşş denilen yerde vefât etti. Kabri Semerkant’tadır.

Fahr-ül-İslâm Pezdevî, Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerindendir. Mâverâünnehr’in en büyük fakihlerinden olan Şems-ül-Eimme Muhammed bin Sehl-es-Serahsî ile aynı asırda yaşamış ve Abdülazîz bin Ahmed el-Halvânî tarafından idâre edilen medresede, İmâm-ı Serahsî’ye arkadaşlık etmişti. Ayrıca o; hadis ilmini de tahsil edip, birçok hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Arkadaşı olan Semerkant hatibi Ebü’l-Meâlî Muhammed bin Nasr bin Mensûr-el-Meydanî ve kendi oğlu Kâdı Ebû Sâbit-el-Pezdevî, ondan rivâyette bulunmuşlardır. Bir ara gittiği Semerkant’ta ders okutmuştur.

Başlıca eserleri şunlardır:

1. Kenz-ül-Vüsûl ilâ Mârifet-il-Usûl: Diğer adıyla Usûl-i Pezdevî diye de bilinen kitabı, usûl-i fıkıh ilminde en mûteber eserdir. Osmanlı Devleti zamânında medreselerde çok okutulan ve önem verilen bu kitap, teferruâtlı olduğu gibi, îcâzın mükemmel bir örneği de sayılmıştır.

2. El-Mebsût: On bir ciltlik bir fıkıh kitabıdır.

3. Tefsîr-ül-Kur’ân: Yüz yirmi cilt olan bu eser, ele geçmemiştir.

4. Şerh-i Câmi-i Kebîr ve Câmi-i Sagîr: Usûl ilmine âit olan iki kıymetli eserdir.

5. Ez-Ziyâdât: Fıkıh ilminin füru’ meselelerini anlatan bir eserdir. Bir nüshası, Süleymâniye Kütüphânesi, Fâtih Kısmı No: 1665’te kayıtlıdır.

6. Ziyâdât-üz-Ziyâdât: Ziyâdât kitabının sonunda vardır.

7. Şerh-ül-Hidâye: Hidâye adındaki fıkıh kitabının nikâh bâbına kadar olan kısmının şerhidir.

8. Ginâ-ül-Fukâhâ.

9. Er-Risâle fî Kırâat-il-Musallî.

10. Zellet-ül-Kârî.