PATRONA İSYÂNI

28 Eylül 1730 târihinde Patrona Halil’in önderliğinde İstanbul’da çıkarılan isyân. Lâle Devrindeki idârî, sosyal ıslâhat ve mîmârî yeniliklere askeriyenin de ilâve edilmesi, yeniçerileri telaşlandırdı. İran’a sefer hazırlığı içinde bulunulması, yeni tarzda kurulacak Asâkir-i nizâmiyye ordusu için Fransa’dan mütehassıslar getirtilerek Üsküdar’da bir kışla kurdurulması, bozulmaya yüz tutmuş yeniçerileri ve yenilikleri yanlış anlayanları veOsmanlı Hânedânı düşmanlarını harekete geçirdi. Dâmâd İbrâhim Paşanın, Patrona Gemisi İsyânına katılmak suçundan affettiği Patrona Halil ve İstanbul’daki gayri Türk serseri takımından avânesi, makam hırsındaki küçük rütbeli devlet adamları ile vazîfeden alınmış memurlar ve çıkarcılar tarafından isyâna teşvik edildi.

Pâdişâh ve sadrâzamın İran Seferi hazırlıkları da âsîlerin harekete geçmesine sebep oldu. Patrona Halil ve avânesi, teşvikler üzerine 1730 yılı başından îtibâren isyân hazırlıklarına başladı. 25 Eylül’de Mevlid Alayı günü isyâna teşebbüs ettilerse de, mübârek gün İstanbullulardan taraftar bulamadıklarından vazgeçtiler. Sonbaharda, devlet adamlarının merkezde bulunmadıkları, Bâbıâlî’nin tâtil olduğu bir günü beklediler.

Bâbıâlî tâtil olduğu 28 Eylül 1730 Perşembe günü, devlet damlarının yokluğundan faydalanan âsîler, isyân etti. Bâyezîd’de başlayan isyânda, âsîler, esnaftan dükkânlarını kapayıp, kendilerine katılmalarını istediler. İstanbul’daki tellak Arnavutlardan ve Onyedinci Ağa Bölüğü Yeniçerilerinden olan isyânın elebaşısı Patrona Halil, bir alay kadar avânesiyle, Ağa Kapasına gitti. Yeniçeri Ağası Hasan Ağa, 300 kadar kuvvetle karşı koymak istediyse de, kardeş kanı dökülmemesi için geri çekildi. Yeniçeri Ağasının geri çekilişi âsîleri cesâretlendirdi. Bunun üzerine Ağa Kapısında ve başka hapishânelerde bulunan mahkûmları serbest bırakıp, kendilerine kattılar. Bu başarılarından daha da cesâretlenen Patrona ve avânesi, Cebeci Kışlasına gidip, onları kendilerine kattılar. Sipâhi Çarşısı ve Bit Pazarında buldukları silâhları yağma ederek, Saraçhâne’yi kapattılar.

Sultan Üçüncü Ahmed Hanın İran Seferine Hareket etmek üzere Üsküdar’da, devlet adamlarının da tâtil münâsebetiyle yerlerinde bulunmaması isyâncıların işini kolaylaştırdı. İstanbul Kaymakamı Mustafa Paşa, isyânı haber alır almaz, Bağ-ı Ferah’tan şehre gelip, esnafa dükkanlarını açtırdı. Hâdiselerden pâdişâhı haberdâr etti. Sultan Ahmed Han ve devlet adamları İstanbul’a geldiler. Sarayda hâdiseler görüşülüp, tedbir alınması istendi. İsyâncılar akşam dağılıp, elebaşıları Patrona Halil ve Muslubeşe, Küçük Muslu, Kutucu Hüseyin, Çınar Ahmed, Ali Usta, Karayılan, Emir Ali, Turşucu ve İsmâil dâhil, kırk kişiye kadar düştüler. Âsîleri, bostancı ve hademelerin baskınlarıyla bertaraf etmek mümkündü.

Lâle Devrinin sulh, sükûn ve huzûruna alışan devlet adamlarının uzun müzâkereleri ve kardeş kanı dökülmesini istememeleri, isyâncıların dağıtılması teklifine meydan vermedi.

Halkın desteğini sağlamak için 29 Eylülde Sancak-ı şerîf çıkarıldı. Âsîler tekrar toplanıp, yolları tuttuğundan İstanbullular, Sancak-ı şerîfi göremediler. Sancak-ı şerîf altında toplanma olmayınca, yerine konuldu.

Âsîler 30 Eylülde liste yapıp, 41 kişinin kendilerine teslimini istediler. Listede; Sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa, Kaptan-ı deryâ ve İstanbul Kaymakamı Kaymak Mustafa Paşa, Sadâret Kethüdâsı Mehmed Paşa ve Şeyhülislâm Abdullah Efendiyle otuz yedi kişinin daha isimleri vardı. Çapulcu, gayri Türk ve hapishâne kaçkınlarından meydana gelen âsîler ve taraftarları, İstanbul’un nâdide eserlerini yağmalayıp, şehrin âsâyişini bozdular. Sultan Ahmed Han, âsîlerin istediği şahısları vazifeden alıp, İstanbul’dan uzaklaştırarak, hâdiselerin önüne geçmek istedi. Vezirliğe Silâhtar Mehmed Paşa tâyin edildi. Dâmâd İbrâhim Paşa, âsîlerin eline geçince, Kaymakam Mustafa ve Mehmed paşalarla berâber hunharca öldürüldüler.

Pekçok hayır ve hasenât, mîmârî ve ilmî eserlerin bânisi Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşanın öldürülmesiyle, âsîler daha da şımardı. Âsîler, kendilerince tâyin yapıp, gittikçe cesâretlendiler. İlk önce, pâdişâha sadâkatle bağlılıklarını ve ondan hoşnut olduklarını bildiren âsîler, asıl niyetlerini ortaya koydular. Sultan Üçüncü Ahmed Han aleyhinde propaganda yapıp, hâllini istemeye başladılar. Sultan Ahmed Han, tahttan çekilmedikçe âsîlerin isteklerinin tükenmeyeceğini anlayınca, katliamların önüne geçmek için oğlu Mahmûd adına, saltanattan ferâgat etti. 1/2 Ekim 1730 gecesi veliahd Mahmûd, Osmanlı sultanı oldu.

Birinci Mahmûd Han, Üçüncü Ahmed Hanın ferâgati ve âsîlerin arzularıyla Osmanlı sultanı olunca, devletin meselelerine cesâretle el attı. Güzîde sanat eserlerinin yıkımını ve katliamları durdurdu. Âsîlerin devlet kadrosuna tâyin ettiklerini vazîfeden alıp, onları İstanbul’dan uzaklaştırma çârelerini araştırdı. Sultan Mahmûd Han, âsîleri ortadan kaldırabilecek devlet adamlarını önemli yerlere dikkat çekmeden geçirdikten sonra, harekete geçti. 15 Kasım 1730 târihinde Patrona Halil ve avânesini imhâ ettirip, İstanbul’da âsâyişi yeniden sağladı. Devlet kademelerine tâyinlerde bulunup, isyâncılardan eser bırakmayarak, devletin otoritesini tesis etti.

PAULI PRENSİBİ

Alm. Paulsches Gesetz, Fr. Loi (f) de Pauli, İng. Pauli principle. Bir atomda iki elektronun aynı anda aynı enerji seviyesinde bulunamayacaklarını ifâde eden prensip. Avusturya asıllı İsviçreli Fizikçi Wolfgang Pauli tarafından 1925’te ortaya atılmıştır. Pauli bu prensibiyle 1945’te fizik Nobel ödülünü kazanmıştır.

Pauli’den önce elektronun enerji seviyesini gösteren üç tâne kuvantum sayısı (baş kuantum sayısı, tâli kuvantum sayısı ve manyetik kuantum sayısı) belirtilmişti. Pauli, elektronun spini (fırıl) ile ilgili dördüncü kuantum sayısını ifâde etmiştir. Bu da spinin saat yönünde veya ters yönde olabileceği şeklindedir. Pauli’ye göre, bir orbitale spini 1/2 olan bir elektron yerleşmişse, aynı orbitale yerleşen ikinci elektronun spini ters yönde (yâni 1/2) olmalıdır. Böylece birbirine ters yönde spinli iki elektronun yer aldığı orbital dolmuş olur.

PAULING, Linus C.

Nobel mükâfatı alan Amerikalı kimyâger. Oregon eyâletinin Portland şehrinde 1901’de doğdu ve çocukluğundan beri ilmî problemlerle uğraştı. On bir yaşında böcek koleksiyonları yapıyor ve entomoloji kitapları okuyordu. On üç yaşında bir kimyâ kitabı buldu ve evinin bodrumunda bir laboratuvar kurdu. Oregon Devlet Kolejine girdiği vakit, bir kimyâ mühendisi olmaya karar vermişti. 1922 yılında lisans diplomasını aldı ve Kaliforniya Teknoloji Enstitüsünde doktorasını verdi. Bu sırada ilgisi kimyânın temel problemlerine dönmüştü. Avrupa’da bir yıl doktora sonrası çalışmaları yaptıktan sonra, Kaliforniya Teknoloji Enstitüsüne öğretim üyesi olarak döndü ve orada parlak kariyerini ilerletti.

Linus Pauling’in verimli ilmî çalışmaları kimyanın çehresini geniş ölçüde değiştirdi. Dikkatlerini kimyâsal bağ üzerinde topladı. Kuvantum mekaniği metodlarının önemini en önce kavrayan kimyâcılardan biriydi. Elektronegatiflik kavramına nicel bir anlam verdi. Kimyâsal bağın iyonik ve kovalent karakterini bir arada tartıştı ve “rezonans” terimini ilme kazandırdı. Bu terimi birçok kimyâcı eleştirmesine rağmen, çoğu devamlı olarak kullanırlar. Pauling, atomların moleküllerdeki ve kristallerdeki faal büyüklüklerini ayrıntılı olarak ele aldı. Hidrojen bağı üzerinde bir otorite oldu ve metalik bağ teorisini teklif etti. Proteinlerin heliks yapısını savundu ve arkadaşları ile bu yapının bulunduğunu tespit etti. 300’den fazla araştırma yayınlarken geniş ölçüde başarı sağlayan kitaplar da yazdı: Kuvantum Mekaniğine Giriş (E. B.Wilson, Jt. ile birlikte), Kimyâsal Bağın Niteliği, Genel Kimyâ, Kolej Kimyâsı.

Bugün Linus C.Pauling’in fikirlerinden etkilenmeyen bir kimyâ dersi yoktur. Geniş hayâl gücü, dramatik karekteri ve değişik özellikleri bulunan bir insandır. İlmin sınırlarını genişletme yolunu seçtiği için insanlığın uzun süre onun çalışmalarından faydalanacağı tahmin edilmektedir. Kimyâsal bağın niteliği üzerindeki bilgilere Linus C.Pauling kadar katkıda bulunmuş olanı yoktur. Fikirleri kimyânın her yönünü etkilemiştir. Bu fikirler kendisine on yedi kadar ilim madalyası ve yüksek mükâfat sağladığı gibi, 1954 yılı Nobel Kimyâ, 1962 yılında ise Nobel Barış mükâfatlarını kazandırdı. Milletlerarası şöhreti, çeşitli on ülkenin on altı ilmî derneğinde şeref üyelikleri elde etmiş olması ile de pek açık bir şekilde Ortaya çıkmaktadır.

PAYTON

Alm. Kutsche (f), Fr. Phaéton (m), İng. Phthon. Tek ve çift atla çekilen ve insan taşıyan dört tekerlekli körüklü araba. Osmanlılar zamânında insan taşıyan arabalara genellikle kupa adı verilirdi. Sonradan hinto, talika, kâtip odası, lando isimleri de verilen arabalar yapılmıştı.

Lando ve kupalarda oturulacak yerler tamâmen kapalıydı. Paytonlarda ise arkadan öne doğru yarıdan fazlasını örtecek şekilde körükler vardı. Seyis denilen sürücülerin ön kısımda oturduğu yer daha yüksektir. Seyislerin iki yanında gece kullanıldıkları zaman yakılan iki fener bulunurdu. Zerafeti, atların bakım ve süsleriyle uzun zaman eski devrin sembolü olan paytonlar, otomobiller çıkınca yavaş yavaş ortadan kalktı. Yirminci asrın ikinci yarısına kadar Anadolu’da pek yaygın olan paytonlar, günümüzde muhtelif turistik yerlerde gezi için kullanılmaktadır.

PAZARLAMA

Alm. Marketing (n), Fr. Marketing (m), İng. Marketing. Dar anlamda, bir işletmenin ürettiği mal ve hizmetlerin piyasaya sürülmesi. Geniş anlamda malın üretiminden tüketilmesine kadar, mal akımını kolaylaştırıcı işlemlerin bütünü olarak târif edilebilir.

Pazarlama bir işletmenin temel ve aslî fonksiyonudur. Malı veya hizmeti üretmenin nihâî gâyesi, satış yaparak kâr sağlamaktır. Dolayısiyle, işletmenin, istihsal, finansman, muhâsebe, yönetim gibi diğer faaliyetleri hep pazarlamaya hizmet eder.

Bir malın uygun şekilde pazarlanabilmesi için öncelikle bir piyasa ve talep araştırmasına ihtiyaç vardır. Daha sonra, belirlenecek piyasa payı ölçüsünde reklâm ve diğer araçlarla, malın sürümü cihetine gidilir. Satış çeşitli tedbirlerle tahrik edilir.

Pazarlama politikası, malın kalitesi, tanıtımı, fiyatlandırılması, tüketici sevk ve tercihlerine uydurulması için yapılan ayarlamalardır. Bu politikadaki başarı kârlılığı doğrudan etkiler.

PEARSON, Carl

İstatistik ilminin kurucularından biri olan İngiliz matematikçisi. 27 mart 1857’de Londra’da doğdu. Londra’daki “University College School” ve Kembriç’teki “King College”de okudu. Okuduğu okul olan “University College”de uygulamalı matematik ve mekanik, “Gresham College”de geometri dersleri verdi. “Biometrika” adlı istatistik dergisinin kurucusu ve yayımcısıydı.

Pearson’un ders notları, ilim felsefesinin klâsiklerinden biri olarak “İlmin Grameri=The Grammer of Science” (1892) adı ile yayımlandı. 1890 yılından sonra istatistiğin kalıtım ve evrim gibi biyolojik meselelere tatbiki konusu ile ilgilendi. Özellikle biyolojik gözlemlerin istatistiki olarak doğrulanmasına ağırlık verdi. Bu şekilde istatistiğin biyolojiye tatbik edilmesine “biyometri” diyordu. 1933’te emekli oldu. 27 Nisan 1936’da Londra’da öldü.

Serbest Düşüncede Ahlâk (The Ethic of Free Thought, 1888), Evrimde Ölme Şansları ve Diğer Etüdler (The Chances of Death and Other Studies in Evalution, 1897). İstatistikçi ve Biyometriciler İçin Tablolar, 1914) eserlerinden bâzılarıdır.

PEARY, Robert Edwin

Amerikalı kutup kâşifi. Kuzey kutbunu keşfetmiştir. 1877’de Bowdoin Kollejinden mezun oldu. 1881’den îtibâren ABD’nin Deniz Kuvvetlerinde sivil mühendis olarak çalıştı. 1884-1885’teNicaragua Kanalının ölçüm işlerinde, sorumlu mühendisin baş asistanlığını yaptı. Grönland Adasının içerisindeki buzullar hakkında bir kitap okumasından sonra tropikal bölgeler konusundaki merâkı, kutupların keşfine dönüştü.

1886’da kuzeye doğru seyâhate çıktı. Danimarkalı Christian Maigaard’ın yardımıyla, o âna kadar ulaşılabilen en iç bölgelere kadar ilerledi. 1891’de Kuzey Grönland Adasına ilk seyâhatini organize etti. 1891 Haziranında Kite adlı gemiyle, İnglefield Körfezine doğru hareket etti. Müteakip kış, kızaklarla kuzey kutbunun buzullar üzerinde ilk ve en önemli gezisini yaptı. Eskimolar gibi kuşanan ve onlar gibi hareket eden Peary ve Norveçli Ervind Astrup, kuzeydoğuya, Kuzey Buz Denizine doğru ilerlediler. -15°C’nin altındaki soğuklarda yapılan 2160 km’lik bir turla Grönland’ın ada olduğunu ortaya çıkardılar.

Peary, bu esnâda hazırladığı Kuzey Kutbu Seyâhatinin Gizli Yönleri adındaki kitabında; mühendislik temellerinin ve askerî organizasyonunun eskimoların yaşayış ve ulaşım metodlarıyla birlikte kullanımının kendini başarıya ulaştırdığını söyledi. Seyâhatleri esnâsında nispeten daha sıcak ve fırtınalara karşı daha dayanıklı olan kar evlerinde kaldılar. Hafif, yumuşak eskimo elbiseleri giydiler. Bu seyâhat esnâsında tüfek, kronometre ve sekstant gibi birkaç âlet hâriç uyku tulumlarını, çadırları, kamp malzemelerini bile kullanmadılar.

1893-1895’te, 1896, 1897, 1898-1902’de ve 1905-1906’da kutba gittikçe yaklaşan seyâhatler yapıp ilmî bilgiler elde eden Peary; 1908’de Roosevelt adlı gemisiyle oldukça kuzeyde olan Ellesmere Adasındaki Cape Sheridan’a vardı. 1 Mart 1909’da senenin en soğuk, dolayısıyla en uygun zamânında Peary’nin grubu Cape Columbing’den buzullar arasındaki 400 millik aralık boyunca hedefe doğru ileri harekete geçtiler. 24 adamı, 133 köpeğin çektiği 19 kızağı vardı. Yanlarına yiyecek alarak, hem kendileri hem de köpekler için kızılderililerin yediği Pemmican adında bir yiyecek almışlardı. Mevcut ihtiyaç maddeleri miktarı azaldıkça; kısım kısım en zayıf köpekler ve en kötü kızaklarla yanlarına sâdece sâhile ulaşana kadar yetecek yiyecek alıp, sekstantla yollarını bulabilecek bir görevli komutasında geri dönüyorlardı. Robert A. Bartlett’in komutasında 1 Nisanda ayrılan en son grup 160 km daha beride idiler. Peary, Henson ve 4 eskimodan meydana gelen ekip, yükleri hafifletilmiş kızaklarla yola devâm etti.

6 Nisanda kutba sâdece 5 km kalmıştı. Kutbu geçmeyi müteâkip, geçtiklerine emin olmak için her istikâmette km’lerce yol aldılar. 23 Nisanda Cape Columbia’ya geri döndüler. 1909 Eylülünde Roosevelt adlı gemileriyle Labrador’a vardıklarında, daha önce 1891’de yanlarında seyâhate çıkan Cook’un 1908’de Kuzey Kutbunu çoktan keşfetmiş olduğu iddiâlarını öğrendiler. Cook’un daha önceden Axel Heiberg Adasına kadar yapmış olduğu hakîki seyâhatle Kuzey Kutbuna olan hayâlî seyâhatinin yayınlanması, Peary’in Kuzey Kutbu adlı kitabının basımını altüst etti. 1910’da Cook’u destekleyenlerin karşı çıktığı birçok farklı hususlara rağmen basıma girdi. Fakat Peary’nin iddiaları ilim adamları tarafından kabul ediliyordu. 1911’de Peary’nin başarısı kabul edildi ve kongre bir fert olarak onu Tuğamiralliğe yükseltti.

Kâşif, hayâtının geri kalan kısmını emekli olarak harcadı. 1912’de havacılıkla ilgilenmeye başladı ve Birinci Dünyâ Savaşı esnâsında Sâhil Hava Savunma MillîKomitesinin başkanlığını yaptı. 20 Şubat 1920’de Washington’da öldü.

Gezilerindeki incelemelerini kitap hâlinde neşretmiştir. Bunlar; Büyük Buz Üzerinden Kuzeye Doğru (Northword Qver the Great Ice), Kuzey Kutbu (The Nort Pole), Kutup Yolculuğunun Sırları (Secrets of Polar Travel)dır.

PEÇENEKLER

Türk boylarından. Oğuzların Üç-ok koluna mensupturlar. İslâm kaynaklarında “Beçene, Beçenek, Biçene”; Anadolu ağzında “Peçeneke, Beçenek” olan boyun adı, “iyi çalışır, gayret gösterir” mânâsındadır. Peçeneklere Bizanslılar “Patzinak”, Lâtinler “Bissenus”, Ruslar “Peçennyeg”, Macarlar “Beşennyö”, Ermenilerin “Badzinag” dedikleri kaynaklarda yazılıdır. Asıl yurtları, Orta Asya’da, Seyhun (Siriderya) ile İdil (Volga) nehirleri arasındadır.

Dokuzuncu yüzyılda HazarKağanlığı ve Oğuzların baskılarıyla asıl yurtlarını terk edip, batıya göç etmeye başladılar. Yayılma istikâmetleri Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara doğru idi. Hazar Kağanlığı, Rus Knezlikleri, Bizanslılar ve Balkan kavimleriyle mücâdele ettiler. 860-880 yılları arasında Don-Kuban nehirleri boyuna gelen Peçenekler, Macarları bu havâliden uzaklaştırdılar. Don NehrindenDinyeper’in batısına kadar yayıldılar.

915’te Rusların ataları Kiyef Rus Knezliği’ne ilk Peçenek akını yapıldı. Rusları Karadeniz kıyılarına indirmemek için, 915’ten 1036 yılına kadar, on biri büyük olmak üzere pekçok akın yaptılar. Peçeneklerin, Rusları Karadeniz’e indirmemeleri Bizanslıların menfaatineydi. Bizanslılar, 1018 yılına kadar Peçeneklerle dost geçinmeye çalıştılar. 1026, 1035, 1036’da Balkanlara akın tertip ettiler.

Peçeneklerin iç mücâdelesinde, önce Kegen’in, sonra da Turak’ın Hıristiyan olmasıyla, millî felâketleri başladı. Peçenekler arasında 1048 yılında başlayan Hıristiyanlaşma, Balkanlarda sıkışmalarıyla hızlandı. Hıristiyanlaşan Peçenekler, millî benliklerini unutup, Türklüklerini kaybettiler. Bizanslılar, Peçenekleri yurtlarından alıp, başka yerlere iskân siyâseti tâkip ettiler. Bizans ordusuna da asker alındılar.

1071 Malazgirt Muhârebesinde Bizans ordusundaki Peçenekler, Selçuklular safına geçmeleriyle, Sultan Alparslan’ın zafer kazanmasında yardımcı oldular. 1176 Miriokefalon Meydan Muhârebesinde de Anadolu Selçukluları safına geçtiler. Balkanlardaki Peçenekler, Anadolu’da Marmara kıyılarına kadar gelen soydaşı Selçuklularla münâsebet kurdular. Peçenekler, Trakya’da Bizans kuvvetlerini üst üste yenerek, Edirne ve Keşan’a hâkim olarak, Çekmece’ye kadar geldiler. Oğuzların Üç-ok kolu Çavundur boyuna mensup olan İzmir Beyi Çaka Bey’in, kuvvetli bir donanma kurarak, Bizans’a âit adaları zaptetmesi, iki soydaş boyun, Bizans’a karşı ittifakına sebep oldu. Bizans’a karşı Peçenek, Çavundur ittifakı entrika ile bütünüyle gerçekleşemedi. Bizansılar, Peçeneklere karşı Kıpçaklarla anlaştı. Bizans’a kırk bin atlı ile yardıma gelen Kıpçaklar, Bizans ordusuyla berâber olup, Meriç Irmağı ağzında ve Enez yakınında Peçeneklerle karşılaştılar. 29 Nisan 1091 târihinde Luvinyum Muhârebesinde Peçenekler yenildiler. Luvinyum Muhârebesi, Peçeneklerin siyâsî târihinin sonu oldu. Peçeneklerden kırk bin âile Arnavutluk kuzeyindeki Ohri Gölünün doğusuna yerleştiler.

Balkanlara dağılan Peçenekler, Müslüman olmadıklarından, Anadolu ve Hindistan’daki soydaşları gibi Türklüklerini muhâfaza edemeyip, Slavlaştılar. Asıl çoğunluğu Karadeniz’in kuzeyi ve Balkanlarda olmasına rağmen, günümüzde buralarda Peçenek hâtırasına rastlanmamaktadır. Anadolu’da Peçeneklere âit coğrafî adlar hâlâ mevcuttur. Ankara vilâyeti, Şereflikoçhisar kazâsı yakınındaki Peçeneközü vâdisi, Maraş’ın Elbistan kazâsında iki, Konya bölgesinde de dört yer adı. Peçeneklerin Anadolu’ya geldiklerinin hâtırasıdır.

PEÇEVÎ İBRÂHİM PAŞA

Osmanlı târihçisi ve devlet adamı. Güney Macaristan’da Mohaç ile Zigetvar arasındaki Peç kasabasında 1574 yılında doğdu. Babası, Bosna’da Alaybeyoğulları diye tanınan bir âileye mensup olan Câfer Beydir. Annesi ise Sokullu âilesindendir.

Peçevî İbrâhim, ilk tahsiline babasının sancakbeyi bulunduğu Peç’te başladı. On dört yaşında babası ölünce, Budin Beylerbeyi olan Gâzi Ferhad Paşanın yanına giderek orada tahsiline devam etti. Bilâhare Bosna’ya gelerek öğrenimini tamamladı.

Âile geleneklerine uygun olarak serhad boyunda vazife aldı. Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa, 1593 yılındaki Osmanlı-Avusturya Seferi sebebiyle oraya gelince, emrine girdi. Lala Mehmed Paşanın katıldığı bütün askerî hareketlerde bulundu ve on beş sene yanında kaldı. 1593-1606 yılları arasında devam eden Nemçe Seferindeki olayları bizzat gördüğü gibi, siyâsî müzâkerelerde de yazılı tercüman veya delege olarak bulundu. Estergon Kalesi ele geçirildiğinde, fetih müjdesini sultana götürünce huzûra kabul edildi ve Pâdişâh Birinci Ahmed Han (1603-1617) tarafından hil’at giydirildi.

Sadrâzam Lala Mehmed Paşa, İstanbul’a dönünce onunla berâber geldi. Sadrâzamın 1606’da ölümünden sonra yeni sadrâzam Derviş Paşa tarafından İnebahtı, Eğriboz, Karlı ili sancaklarının tahriri ve yoklamasıyla vazifelendirildi. Kuyucu Murâd Paşa zamânında başka vazife verildiyse de kabul etmeyerek memleketi Peç’e döndü. Bir müddet burada kaldıktan sonra, 1618’de Diyarbekir defterdarlığına tâyin edildi. Tokat, Tuna ve Anadolu defterdarlıklarında bulunduktan sonra Kırka Sancakbeyi olarak memleketine döndü. Buradan bâzı defterdarlık vazifelerine tâyininden sonra 1641’de resmî vazifelerden tamâmen ayrıldı.

Peç’te ve Budin’de sâkin bir hayat yaşayarak ölümüne kadar meşhur iki ciltlik Peçevî Târihi’ni yazmakla vaktini geçirdi. Macar dilini çok iyi bilmesi, yabancı târih kitaplarını da tetkik etmesine yardımcı oldu.

Peçevî İbrâhim’in ölüm târihi kat’î belli değildir. 1649 veya 1651 olarak tahmin edilmektedir. Kabri memleketindedir.

Peçevî İbrâhim Efendi, meşhur târih kitabını yazmaya 1640 târihinde başladı. Macaristan’ın Osmanlı yönetimindeki târihini ve bunların geçirdiği değişiklikleri anlatan eserini, Budin Beylerbeyi Kara Mûsâ Paşaya sundu. Onun tavsiyesiyle barış zamânındaki olayları da içine alacak şekilde eserini yeni baştan yazarak genişletti. Kânûnî Sultan Süleyman Hanın 1520’de, tahta geçişinden 1648’e kadar geçen olayları anlattığı eserine, daha sonraki senelerde Tameşvar Defterdârı Belgradlı Mustafa ibni Ahmed Efendi 1635-1648 yılları, Mehmed Paşa 1640-1648 yılları için zeyl (ek) yazdılar. 1520-1648 yılları arasındaki Osmanlı târihini en iyi anlatan, kaynak olan bu eser, yazılı kaynaklardan başka, yazarın kendi müşâhedelerini ve hâtıralarını da içine toplamıştır. Eser, Târih-i Peçevî adıyla 1864-1866 yıllarında bastırıldı.

PEDAGOJİ

Alm. Pädagogik (f), Erziehungswissen schaft, Fr. Pédagogie (f), İng. Pedogogy. Tâlim ve terbiye, çocuk terbiyesi ilmi. Lâtince bir kelime olan pedagoji, çocuk eğitimi faaliyetlerinin bütününü içine alır. Hattâ bunun için, “eğitime yön verici kuralların bütünü” olarak da târif edilmektedir. Pedagoji, hem ilim ve hem de sanattır.

Pedagoji, belirli prensiplere sâhip olduğu, birçok deneylerin sonuçlarına dayanan müşâhedelerden (gözlemlerden) faydalandığı için bir ilimdir. Bu ilmin, çocuğu en iyi şekilde yetiştirmek gibi bir gayesi vardır. Prensiplerden hareket ederek istidlal (akıl yürütme)ler yapar, tecrübelerden hareket ederek neticelere, kesin hükümlere (kaziyyelere) ulaşır.

Eğitim bir tatbikat işi olduğundan bir sanat niteliği arzeder. Eğitimci (anne, baba, öğretmen...), tâlim ve terbiye edeceği, talebelerin durumuna, yaşlarına göre çeşitli metodlar uygulamak ve gerektiği zaman takibettiği yolda değişiklikler yapmak mecbûriyetindedir. Böyle bir faaliyet, güzel sanatlarda olduğu gibi bir tekniğe, bir kabiliyete ihtiyaç gösterir. Hakîkî pedagoglar (eğitimciler), yaratılıştan var olan kabiliyetleri ve sonradan kazandıkları genel kültürleri ve özel sahadaki eğitimlerle elde ettikleri ihtisasları sâyesinde, eğitimde başarılı sonuçlara ulaşabilmektedirler. Bu pedagojik formasyon olmadan, pedagojinin bütün kuralları öğrenilebilir, fakat iyi bir terbiyeci olunamaz.

Terbiye, insana mahsus bir faaliyettir. Nerede bir insan grubu varsa, içtimaî bir müessese olarak, orada mutlaka bir tâlim ve terbiye işi var demektir.

İnsan, tabiatla yetinmeyen bir canlı varlıktır. İnsan, sâhip bulunduğu biyolojik, psikolojik ve sosyolojik değerleri sebebiyle statükosunu beğenmeyen, dolayısıyla hem içinde yaratıldığı tabiat çevresini hem de kendi tabiatını geliştirip değiştirmek isteyen bir yaratılıştadır.

İnsan, ilim ve teknikle, din, ahlâk ve hukukla, güzel sanat gayretleriyle hem çevresini, hem kendini sürekli geliştirmek istemektedir. Onun için, insan, bitmez-tükenmez bir yücelme gayreti içindedir.

Tâlim ve terbiye âlemşümûl bir faaliyettir ve bütün beşer (insanlık) târihi boyunca mevcut olmuştur. Onu, şu veya bu şekilde anlamak, yorumlamak ve tatbik etmek mümkündür, fakat, inkâr ve ihmâl etmek mümkün değildir.

Bütün insan grupları, kendine mahsus bir pedagojik sistem, bir tâlim ve terbiye nizâmı bulmuş, içinde yaşadığı zemine ve zamâna göre, bunu tatbik de etmiştir. Ancak, bunun felsefesi, muhtevâsı, programı, tatbikatı, metod, vâsıta kadro ve müesseseleşmesi farklı olmuştur. Bu faaliyetler, zamana, zemine, ferdin ve cemiyetin yapısına, cemiyete hâkim olan dîne veya felsefi ideolojilere göre biçim kazanmışlardır.

İlimle hiçbir din, hiçbir felsefe ve hiçbir ideoloji çatışmak istemez. Her biri, büyük bir hırsla ilme sarılmakta ve onu kendi safında tutmaya çalışmaktadır. Esâsen ilim ve teknik başlı başına bir ideoloji olmaksızın, bütün dinlere, felsefelere ve ideolojilere yardımcı olabilmektedir.

Çeşitli pedagojik sistemler: Her cemiyette, bir talim ve terbiye faaliyeti mevcuttur. Dün olduğu gibi, bugün de Hinduizmin, Yahûdîliğin, Hıristiyanlığın, Müslümanlığın kendine mahsus bir tâlim ve terbiye anlayışı vardır. Yine, günümüzün felsefî cereyanlarına uygun olarak, materyalist, idealist, realist, slpirtüalist amprist, pragmatist tâlim ve terbiye sistemleri mevcut bulunmaktadır. Bütün bunların yanında, siyâsî ve ideolojik kamplaşmalara göre biçimlenen maarif sistemleri de vardır. Bunlara örnek olarak individüalist (ferdiyetçi), sosyalist (cemiyetci), demokratik ve otokratik talim ve terbiye anlayışları sayılabilir.

İslâm tâlim ve terbiye sistemi: İnsanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmaları için Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderilen son gerçek ilâhî din olan İslamiyetin de tâlim ve terbiye sistemi vardır. Bu sistem, koyduğu temel inançları, getirdiği tefekkür biçimi, geliştirdiği ahlâkî ve güzel sanat ürünleri, verdiği ilim zihniyeti ve eserleri, müfredatı, teşkilâtı ve usûlleri îtibârıyla tamâmen orijinaldir. Çünkü, bu sistem, doğrudan doğruya yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı kerîm’den, sevgili Peygamberimizin hayat ve tecrübelerinden, O’nun izinden giden yüace Sahâbî kadrosunun ve hakîkî din âlimleri olan Ehl-i sünnet büyüklerinin tespit ve tatbikatından kaynaklanmış bulunmaktadır.

İslâm terbiye sistemi, hazret-i Muhammed’in yirmi iki yıldan fazla süren peygamberlik hayâtı boyunca başarılan verimli uygulamalarıyla gelişmiştir. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ferdî, içtimaî ve hussî hayâtı, arkadaşları ve yakınları tarafından, bütün ayrıntılarıyla tâkip edilmiş ve nakil olunmuştur. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ve siyer kitapları, İslâm eğitiminin ana kaynaklarıdır. İslâm fakihleri (dînî hükümleri ana kaynaklardan anlayıp çıkaran büyük âlimler) o kaynaklara göre, bu dînin hükümlerine inanmış ve bağlanmış mükellef bir insanın, bütün faaliyetlerini, işleyişlerini gereği gibi değerlendirmek için ölçüler çıkarmışlardır.

Bu ölçüleri bir araya toplayan hükümlere de “ef’al-i mükellefîn” demişlerdir. Onların ortaya koydukları sekiz ölçü şunlardır: Farz, vâcip, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsit.

İslâmiyet, gerek ferdi ve gerekse cemiyeti, yukarıda sayılan ölçüler içinde murâkabe eder. Dolayısıyle İslâm terbiye sistemi de bu ölçülere uyularak teşekkül eder. İslâmda terbiye süresi, sevgili Peygamberimizin de buyurdukları gibiBeşikten mezara kadar süren bir faaliyetler bütünüdür. İslâm terbiye sisteminde maksat, müminleri, İslâmın koyduğu normlara intibak ettirmek, fert ve cemiyet olarak insanın Allahü teâlâdan gayrısına kul olmasını önlemek, bu dünyâda refah, huzur ve güven içinde, kardeşçe yaşamaya dâvet etmek bütün insanlara ebedî saâdetin sırlarını vermektir.

İslâmda tâlim ve terbiye işi, bütün müminleri kavrayan bir meseledir. Bununla birlikte, bu işi husûsî bir vazife edinmiş bir öğretmenler ve mürebbiler (terbiyeciler, eğitimciler) zümresinin bulunması da ayrıca emredilmiştir. Bu sebepten, İslâmiyette âlimlerin ve muallimlerin husûsî bir itibarı vardır. (Bkz. Âlim)

Çocuğun dînî terbiyesi ve eğitimi, öncelikle babanın ve annenin vazifesidir. Âile terbiyesinin ihmal edilmesi, terkedilmesi hem çocuk, hem de cemiyet hayâtı için büyük bir zarar, tedâvisi hemen hemen hiç mümkün olmayan sosyal bir yaradır. Devlet hayâtında, bu sosyal fâcianın önüne geçmek, ana-babaya yardımcı olmak için, müesseseler, okullar kurulmakta ve geleceğin teminatı olan gençler, yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Gençlere, eğitim ve öğretiminin verilmediği toplumların yaşadığı ülkelerde anarşi, kargaşa, terör ve devlet yıkıcılığı baş göstermekte, fertlerin huzûru bozulmakta, iktisâdî hayat felce uğramaktadır. Bütün bu zararlar gözönünde tutulduğundan T.C. 1982 Anayasasının 24’üncü maddesinde “... Din ahlâk eğitim ve öğretimi, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler, arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretim ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kânûnî temsilcisinin talebine bağlıdır...” hükmü yer almıştır.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem de buyuruyor ki: “Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz!Öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız”. Bir kere de buyurdu ki: “Çok Müslüman evlâdı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gideceklerdir. Çünkü, bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünyâ işleri arkasında koşup, evlâdlarına Müslümanlığı ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da, benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmiyenler, Cehenneme gideceklerdir.” Yine buyurdu ki: “Çocuklarına Kur’ân-ı kerîm öğretenlere veya Kur’ân-ı kerîm hocasına gönderenlere, öğretilen Kur’ân’ın her harfi için, on kere Kâbe-i muazzama ziyâreti sevâbı verilir ve kıyâmet günü, başına devlet tâcı konur. Bütün insanlar görüp imrenir.” Yine buyurdu ki: “Çocuklarınıza namaz kılmasını öğretiniz. Yedi yaşına gelince, namazı emrediniz. On yaşına gelince kılmazlar ise, döverek kıldırınız.” Yine buyurdu ki: “Bir insanın evlâdı ibâdet edince, kazandığı sevap kadar, babasına da verilir. Bir kimse, çocuğuna fısk, günah öğretirse, bu çocuk ne kadar günah işlerse babasına da, o kadar günah yazılır.”

Evlâd, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalpleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçükken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur’ân ve Allahü teâlânın emirleri ve zamânın ilimleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdette anaları, babaları ve öğretmenleri de ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmazsa âilelerine, cemiyete, kısaca insanlığa zararlı hâle gelirler.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Bütün çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar.” sözüyle Müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en mühim işin, gençlikte olduğunu bildiriyor. Bunun için her Müslümanın birinci vazifesi, evlâdına İslâmiyeti ve Kur’n-ı kerîmi öğretmektir. Evlâd, büyük nîmettir. Nîmetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için (Pedagoji), yâni çocuk terbiyesi, İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir.

PEDAL

Alm. Pedal (n), Fussantritt (m), Fr. Pédale (f), İng. Pedal. Ayak yardımıyla makina ve mekanizmaların tahriki ve kumandası için kullanılan düzen. Kullanış biçimlerine göre iki ana tipi vardır. Kumanda gâyesiyle kullanılan tipi, ucundaki yassı bir parça üzerine ayak basılarak uygulanan, kuvvetli ana mekanizmaya iletmeye yarayan bir levye şeklindedir. Levyenin mesnetleme boyu ayarlanarak veya hidrolik sistemler kullanılarak uygulanacak kuvvetin arttırılması sağlanabilir.

Bu tip pedalların en yaygın kullanılanları motorlu taşıtların kumandasında kullanılan gaz, fren, debriyaj pedallarıdır. Ayrıca müzik âletlerinde, tekstil tezgâhlarında ve diğer birçok mekanizmada bu çeşit ayak pedalları kumanda gayesiyle kullanılır.

Tahrik maksadıyla kullanılan tipin en yaygın olanı bisiklet pedallarıdır. Bisikletlerdeki pedal sistemi, insan gücünü bisikletin arka tekerleğine ileterek bisikleti hareket ettirmeye yarar. Ayak vâsıtasıyla verilen hareket, pedal aynasına ve bir zincir mekanizması yardımıyla arka tekerleğe iletilerek bisikletin tahriki sağlanır. Bisiklette pedallar, pedal aynası üzerine ters yönde kamalanarak bağlanmış iki pedal kolu vâsıtasıyla gerçekleştirilir. Ayak basılan pedallar, pedal kolları ucundaki pernolara, pedal kollarının bağlı olduğu dişli ayna ise bilyalı rulmanlarla bisiklet kadrosunun alt kısmına, serbestçe dönecek şekilde yataklanırlar. Pedallara basılarak elde edilen hareket, pedal kollarının manivela etkisiyle pedal aynasına dönme hareketi olarak iletilir. Dişli pedal aynasından bir zincir mekanizması vâsıtasıyla, arka tekerleğe bağlı pinyon dişliye iletilen hareket yardımıyla, arka tekerlek döndürülerek bisikletin tahriki sağlanmış olur.

PEDİATRİ

Alm. Kinderheilkunde (f), Fr. Pédiatrie (f), İng. Pediatrics. Tıbbın, çocuk sağlığı ve hastalıkları ile ilgilenen önemli bir dalı. Çocuk sağlığı ve hastalıkları temel sağlık hizmetlerinin mühim bir kısmını teşkil etmektedir. Bunun ehemmiyeti, genelde çocukluk devresinin bâzı özelliklerinden olduğu kadar, toplumun yapısından ve sağlık ihtiyaçlarından da kaynaklanmaktadır. Bir ülkenin sağlık hizmetlerinin seviyesi, bebek ölüm oranı ile ölçülür. Bu oran ülkemizde oldukça yüksektir. Bu yüzden hekimlere çocukların sağlığının korunması ve hastalıklarının iyileştirilmesi konusunda oldukça önemli görevler düşmektedir. İşte pediatrinin ana konusu bu görevlerde hekime yol göstermektir.

Türkiye’de pediatri ihtisası dört senedir. Bu ihtisası tamamlayan hekimlere “pediatrist” veya çocuk hastalıkları mütehassısı ismi verilmektedir. Yurdumuzda özellikle 1950’li yıllardan îtibâren pediatri gelişmeye başlamış ve pediatristlerin sayısı bu yıldan sonra hızla artmıştır. Yurdumuzdaki en büyük ve modern çocuk hastânesi Hacettepe Çocuk Hastânesidir. Tıp Fakültesi hastânelerinde çocuk sağlığı ve hastalıkları, kardiyoloji, hematoloji, nefroloji, onkoloji ve nöroloji gibi alt birimlere ayrılmış ve bu konularda uzmanlaşmış kişiler yetiştirilmiş ve yetiştirilmektedir.

PEKİN

Çin Halk Cumhûriyetinin başşehri. Şehrin nüfûsu beş milyonun üzerindedir. Belediyenin nüfûsu ise on milyon civârındadır. 4547 km2 olan şehir alanı metropoliten alanla 16.810 km2yi bulur.

Pekin’in kurulu olduğu 30-40 m yüksekliğindeki düzlüğün kuzey kenarını Moğolistan Platosu, kuzeydoğu kenarını ise Yan Dağları oluşturur. Jeologların “Pekin Koyu” adını verdiği çukur alan şehri kuzeydoğudan güneybatıya doğru kuşatır, güney ve doğuda da asıl büyük ovaya açılır.

Pekin şehri ve çevresinin büyük bir metropol olarak düzenlenmesinin geçmişi 15. yüzyıl başlarına kadar uzanır. Bugünkü metropoliten alan 1959’da kurulmuştur ve dördü şehir merkezinde, altısı banliyölerde olmak üzere 10 semt (Chu) ile çevredeki dokuz ili (Xian) kapsar.

Pekin’de, ılıman kuşakta görülen karasal bir muson iklimi hüküm sürer. Kışlar Moğolistan Platosundan gelen Sibirya hava kütlelerinin tesiriyle uzun, soğuk ve kurak geçer. En soğuk ay olan ocakta ortalama sıcaklık -4°C’yi bulur. Yaz aylarında genellikle güneybatıdan Kuzey Çin’e giren sıcak ve nemli hava yağışlara yol açar. Yıllık yağış miktarının büyük bölümü bu mevsimde düşer. En sıcak ay olan temmuzda ortalama sıcaklık 26°C’dir.

Pekin 1950 ve 1960’lardaki yatırımlarla Çin’in önde gelen sanâyi merkezlerinden biri durumuna gelmiştir. Şehrin sanâyisi ağırlıklı olarak çelik, makina, hassas ölçüm âletleri, petrokimyâsal maddeler, dokuma ve elektrikli makina üretimine dayanır. Ayrıca kilim, halı, porselen, çini, yeşim taşı ve fildişi oyma işleri gibi malları üreten geleneksel el sanatları da ekonomide belli bir pay sâhibidir.

Temelde devlet kuruluşlarının yönetiminde olan hizmet sektörü büyük ölçüde gelişmiştir. Çin Milletlerarası Seyahat Servisi ve Çin Denizaşırı Turizm Servisinin çalışmaları ve giderek sayıları artan oteller canlı bir turizmin dayanağını oluşturur.

Asıl Pekin şehri temelde surlarla çevrili iki eski şehirden oluşur: Kuzeydeki iç şehir (Kabaca Dadu) adlı Moğol şehrinin bulunduğu yeri kaplayan “Tatar Şehri” ile güneydeki Dış Şehir (Ming hânedânı döneminde inşâ edilen “Çin Şehri”). İç şehir sınırları içinde kalan eski imparatorluk şehrinin bir parçası olan “Yasak Şehir”de imparatorluk sarayı yer alır.

Çin’in mîmârî mîrâsını aksettiren Pekin’in bâzı kesimlerinin modernleştirilmiş olmasına rağmen, geleneksel yerlerin korunması için yüzyıllardır büyük bir îtinâ gösterilmiştir. 1949’dan bu yana şehrin görünümünde meydana gelen en büyük değişiklik, eski surların dışında kalan sokakların uzatılmasıdır.

Pekin’in bir yükseköğretim merkezi olma özelliği 1949’dan sonra pekişmiştir. Meşhur Pekin ve Qinhua üniversitelerinin çevresinde gelişmiş olan bilim ve eğitim merkezleri semtinde ideolojik eğitim, tıp, müzik ve teknik alanlarla ilgili çeşitli uzmanlık kurumları da yer alır. Çin’in en önde gelen araştırma kurumu olan Çin Bilimler Akademisi Pekin’dedir. Ülkenin en seçkin kültür kurumları olan Pekin Kütüphânesi, Pekin İmparatorluk Müzesi ve Çin Târih Müzesi yine buradadır. Pekin aynı zamanda Çin’in önde gelen yayımcılık ve kitle iletişim araçları merkezidir.

Pekin’de şehiriçi taşımacılık yaygın bir otobüs ve tramvay şebekesiyle sağlanır. Bisiklet de çok kullanılır. Muntazam otobüs seferlerinin işlediği karayolları, yakın yerleşim merkezleriyle başlıca bağlantıyı sağlayan demiryolları ve havayolu merkezi olan Pekin, Çin’in çeşitli büyük şehirlerine, ayrıca Moskova, Kuzey Kore, Moğolistan ve Vietnam’ın da başşehirlerine tren ekspres seferleriyle bağlanır.

PEKLİK

(Bkz. Kabızlık)

PEKMEZ

Alm. Dick eingekochter obst spez. (Traubensaft) (m), Fr. Jus (m) de fruits (raisin) bouilli, İng. Boile dfruit (grape) juice. Çeşitli meyve sularının ateşte kaynatılarak koyulaştırılması netîcesinde meydana gelen normal kıvamda meyve suyu. Pekmezin ilk yapılış târihi çok eskilere dayanır. Bir târih vermek mümkün değildir. Bazı târihî kaynaklarda Orta Asya’da yaşayan topluluklar arasında pekmezin var olduğu bilinmektedir. Pekmez Anadolu, Orta Doğu, Asya ve Güneydoğu Avrupa’da yapılan ve zevkle yenen bir ekmek katığıdır. Bilhassa Türklerde pekmez yapımı çok ileri gitmiştir. Balkan memleketlerine ve Avrupa’ya Türkler vâsıtasıyla tanıtılmış ve yayılmıştır.

Yurdumuzda 1954 yıllarına kadar pekmez üretimi eski usûllerle yapılıyordu. Bu târihlerden sonra modern fabrikalarda üretilmeye başlandı. Daha sonra da pekmez üretimi konserve fabrikalarının birer ünitesi hâline geldi.

Pekmez; genellikle üzüm (beyaz-siyah) dut, elma, kayısı, zerdali vb. meyvelerin suyundan yapılmaktadır. Her meyve suyu değişik usûllerle elde edilir. Pekmez yapılması için, suyu sıkılacak meyvelerin iyice mayalanması gerekir. Bu ise pekmezin ileride ekşimemesi ve bozulmaması için dikkat edilecek önemli bir husustur.

Anadolu’da pekmez deyince akla, üzümden yapılan gelir. Pekmez yapmak için, üzüm temizlendikten sonra beton veya ağaç yalaklarda çiğnenir. Süzülerek alınan şıranın gerisinde kalan kısım telis çuvallara konarak iyice süzülür. Böylece üzümden şıra tamâmen ayrılmış olur. Şekerpancarından pekmez yapmak için ise; şekerpancarı çuvalların içine konulup ezilir böylece şıraları alınır. Bâzı yerlerde ise fazla miktarda pekmez elde etmek için presler kullanılır.

Bu usûllerle elde edilen meyve suları büyük kazanlara doldurulur. Kaynama sırasında koyulaştırmayı çabuklaştırmak ve şekerlenmeyi önlemek için kazanlardaki meyve sularının içine kil ve kireç karışımından meydana gelen pekmez toprağı atılarak iyice karıştırılır. Daha sonra içerisinde meyve suları bulunan kazanlar hızlı halde yanan ateşin üzerine konur, iyice kaynatılır. Kazanların kaynatma sırasında ağızlarının kapalı olmamasına dikkat edilmelidir.

Pekmezin birçok çeşidi mevcuttur. Hafif sıvı ve sulu, koyu ve şurup kıvamında olanların yanında koyu ve bulama ismi verilen çeşitleri en çok bilinen cinsleridir. Bulama, diğer iki pekmez çeşidinden biraz daha koyu ve katıdır. Pelte şeklindedir. Rengi, yapılan üzümün cinsine göre açık veya koyu olur. Bıçakla ve değişik âletlerle kesilerek yenilir.

Hafif ısıtıldığı zaman sıvı hâline de gelebilir. Pekmezde bol miktarda kalori vardır. Her yaş grubunda bulunan insanların yemesi gereken bir besin kaynağıdır. Pekmezin içinde % 79 karbonhidrat (şeker) olmakla birlikte 100 gramı 324 kalori vermektedir. Ayrıca içerisinde potasyum da vardır. İştahsızlık, kuvvetsizlik, iktidarsızlık gibi rahatsızlığı olanların sağlıklarına kavuşmaları için tavsiye edilmektedir. Bilhassa yeni hastalıktan kalkmış kişilerin yemesinde büyük fayda vardır.

Pekmezin her mahalle göre yeniliş usûlleri çeşitlidir; genelde içine ceviz, fındık, vb. yemişlerin katılarak yenmesi heryerde yaygındır. Orta ve Doğu Anadolu Bölgelerinde pekmezden pestil yapılarak yenmesi, ipe dizilmiş çeviz içinin pekmeze batırılması ile elde edilen sucuk şeklinde yolluk yapılması da meşhurdur.

Bâzı çevrelerde de yoğurtla karıştırılarak yenir. Hattâ bu usûlle tatlı yapıldığı, buna Kargabeyni tatlısı ismi verildiği de meşhurdur. Pekmez her yapıldığı meyvenin ismini alarak günümüze kadar gelmiştir (üzüm pekmezi, dut pekmezi vb. gibi).

PELE, Edson Arantes Do Nascımento

Brezilyalı futbolcu. 23 Ekim 1940’ta Brezilya’nın Trés Coraçôes şehrinde doğdu. Küçük yaştan îtibâren futbol oynamaya başlayan Pele, önce mahallî ve amatör takımlarda oynadı. 1956’da Santos Futbol Kulübüne transfer oldu. 17 yaşındayken 58 golle ilk defâ gol kralı olan Pele’nin oynadığı Santos takımı da birkaç defa Güney Amerika Kulüpleri Kupasını kazandı. 1962’de ilk olarak Dünyâ Şampiyon Kulüpler Kupasını kazandı. Dünyâ çapında bir şöhrete sâhip olan Pele, 1969’da 1. Ligdeki 909. maçında 1000. golünü attı. 110 millî maçta oynadı. Resmî olarak tescil edilen 1326 maçta 1284 gol attı.

1.70 m boyunda ve yaklaşık 75 kg ağırlığında olan Pele, üstün kâbiliyetli bir hücum oyuncusuydu. Topa vurmadaki gücünü ve ustalığını, başka oyuncuların hareketlerini önceden sezmedeki başarısıyla birleştiren Pele, “Pérola Negra” (Siyah İnci) olarak da anıldı. İki defâ (1958 ve 1970) Dünyâ Kupası finalini kazanan Brezilya millî takımında yer aldı. Brezilya’nın millî kahramanı durumuna geldi. 1974’te futbolu bıraktığını açıkladıysa da 1975’te Kuzey Amerika Futbol Ligindeki (NASL) New York Cosmos takımına üç yıl süreyle 7 milyon ABD doları karşılığında transfer oldu. 1977’de Cosmos’un lig şampiyonu olmasını sağladıktan sonra futbolu bıraktı. 1978’de Uluslararası Barış Ödülünü aldı. 1980’de yüzyılın sporcusu seçildi. Spor alanındaki başarılarının yanında en çok satan kitaplar arasına giren otobiyografi türünde birkaç eser yayımladı. Bâzı belgesel ve yarı belgesel filmlerde başrol oynadı. Çok sayıda müzik parçası da besteledi.