PASTEUR, Louis
Fransız kimyâcı. Mikrobiyoloji ilminin kurucusu. 27 Aralık 1822’de doğdu. 28 Eylül 1895’te Saint-Cloud’da öldü. Sepicilik yapan bir âilenin oğluydu. İlk ve orta öğrenimini Arbois’taki okullarda tamamladıktan sonra Besanson’daki Kraliyet Yüksekokuluna girdi. Paris’teki Yüksek Öğretmen Okulunda (Ecole Normale Supérieure) 1845’te lisansüstü, 1847’de de doktora çalışmasını tamamladı. 1857’de mezun olduğu okula dönerek, 1867’ye kadar orada ilmî etüdler direktörü olarak çalıştı. 1862’de İlimler Akademisine, 1873’te Tıp Akademisine seçildi. 1888’de yeni kurulan Pasteur Enstitüsünün direktörü oldu.
Pasteur, mikroorganizmaların fermantasyona ve hastalığa sebep olduğunu ispatladı. Kuduz, şarbon ve tavuk kolerası gibi hastalıklar için aşıyı bulup tatbik eden kişi Pasteur’dür. Aslında mikroorganizmaları veya mikropları ilk keşfeden Pasteur’den yaklaşık 400-450 sene önce yaşayan Osmanlı âlimlerinden Fâtih Sultan Mehmed Hanın hocası Akşemseddin’dir. Bu zât bu mevzuda bir kitap yazmıştır. Fakat mikroorganizmaların sebep olduğu hastalıklara karşı vücuda bağışıklık kazandıran aşıyı tatbik ettiğinden, Pasteur’ün ismi yaygınlaşmıştır.
Mikrop teorisini ortaya atmadan önce, şekerin maya ile fermantasyonu esnâsında, ekseriya ortaya istenmeyen maddelerin çıktığından şikâyet ediliyordu. O günlerde, mayanın bu fermantasyon işleminde kimyâsal bir katalizör vazifesi gördüğü kabul ediliyordu. Pasteur’ün, canlı hücre yapılarında kimyasal değişiklikler üzerindeki çalışmaları, onu mayanın mikroskopik bir organizma olduğu tahminine yöneltti. Bu teoriyi daha da genelleştirerek her mayalanmanın (fermantasyonun) ayrı bir bakterinin tesiriyle meydana geldiği sonucuna vardı. Şekeri, laktik asite, bunu butirik aside veya alkole, alkolü de asetik aside çevirmek sûretiyle, bu yolla zincirleme değişik maddeler elde etti. Buradan hareketle bâzı hastalıklara iyi gelen bakterilerin mevcut olduğunu ortaya çıkararak 1857 senesinde bakteri teorisinin temelini attı.
Pasteur’ün diğer bir buluşu, biyokimyâsal sahada mikroorganizmalardan bir kısmının oksijen gerekmeden fermantasyon yapabildiğidir. Pasteurün gerek oksijen isteyen, gerekse oksijen istemeyen fermantasyon olaylarından çıkardığı en mühim sonuçlardan biri de, maddede daha önce bulunan bakterilerden yeni bakteriler üremesidir. Bu üreyen bakteriler değişik özelliklere de sahip kültürlenmiş bakteriler olabilir.
O halde yiyecekler belli bir ısı işlemine tâbi tutulurlarsa bakteriler öldürüleceği için, fermantasyon durdurulabilir. Bu ısı işlemine bugün pasteurizasyon denilmektedir.
Pasteur’ün yaptığı çalışmalardan biri de, ipek böceğinde rastlanan ve ipek endüstrisini tehdit eden hastalık üzerine oldu. Hastalığa, toprakta ölü hayvan kemiklerinde hayatiyet sürdüren, bir çeşit basilin sebep olduğunu buldu. 1882 senesinde ise mikroskopla dahi görülemeyen kuduz virüsünü keşfetti. Daha sonra kuduz mikrobu verilen tavşanın omuriliğinin kurutulmasından elde edilen maddeyi, kuduz aşısı olarak kullandı. Bu aşı ısırılan kişiye 21 gün tatbik edilir.
Pasteur, düzgün bir karaktere sâhip ilim adamıydı. Sıhhatini kaybedinceye kadar kendisini ilme adayarak çalıştı. Halk Pasteur’e içine kapanık, kendi hâlinde bir kişi gözü ile bakarken, aslında o, ilme inancının rûhun var olduğuna inanmasından ileri geldiğini savunurdu. Allahü teâlâya, kıyâmet ve âhirete inanan Pasteur, cenâzesinin dînî merâsimle kaldırılmasını vasiyet etmişti. Pasteur; “Îmân hiçbir gelişmeyi, ilerlemeyi engellemez. Bugün bildiklerimden daha çok ilmim olsaydı, Allah’a îmânım şimdikinden daha güçlü ve derin olurdu.” demiştir. Filozof Ernest Renans’ın Pasteur’ün bu özelliğini dile getiren yazıları vardır.
Alm. Starkgewürates (Rinder) Dörrisch (n), Fr. Viande (f) assaisonée et séchee, İng. Pastrami. Et, tuz ve kırmızı biberin birbirine karıştırılarak, sarmısak ve çemenle bastırılıp güneş veya iste kurutulmasıyla meydana gelen bir çeşit et yiyeceği. Etler bastırılarak yapıldığı için “bastırma” ismi verilmiştir. Daha sonra bu kelime halk arasında “pastırma” olarak değiştirilmiştir.
Pastırma, çok eski bir Türk yemeği ve et konservesidir. Târihi Orta Asya’da yaşayan Hun ve Oğuz Türklerine kadar ulaşmaktadır. Türkler savaşçı oldukları için, hayatlarının ekserisi at üzerinde geçer, sağa sola çok göç ederlerdi. Yola ve savaşa giderlerken gıdâsız kalmamak, fazla zaman harcamamak için, yanlarına tuzlanmış sığır ve buna benzer hayvan etleri alırlardı. Bu etleri deri dağarcıklar (kılıflar) içine, bâzan da açıktan atın eğerine bağlayarak, bacaklarının arasına iyice sıkıştırırlardı. Tuzlanmış et parçaları haftalar süren yolculuk esnasında basıla basıla “pastırma” hâline gelmiş olurdu. Yemek pişirmek için vakti olmayan yolcu, savaşçı hiç zaman kaybetmeden bu kolay ve besleyici etleri biraz keser yer, gıdâsını alırdı.
Yurdumuza pastırmanın hangi târihlerde geldiği hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Bâzı târihî kayıtların verdiği bilgilere göre Selçuklular tarafından Anadolu’ya getirildiği tahmin edilmektedir. Pastırma, Türkler vâsıtasıyla Rumeli’ye, Balkanlar’a ve çevresine götürüldü. Oralarda tutulan ve sevilen bir yiyecek hâlini aldı.
Türkiye’de en iyi ve en çok pastırma Kayseri’de yapılmaktadır. Kayseri dendiği zaman hemen pastırması akla gelir. Yurdun her yerinde ve doğu illerinde de pastırma yapılmaktadır.
Pastırmanın yapılışı: Genelde sığır, at, deve etinden yapılan pastırma, koyun, keçi etinden de yapılmaktadır. En kaliteli pastırma ise sığır etinden olmaktadır.
Sığırların sırtlarından ve sinirsiz yerlerinden ayrılan az yağlı veya hiç yağı olmayan et parçaları önce parçalar hâlinde bölünüp bolca tuzlanır. Hazırlanmış tahtalar içinde iyice dövülür. Daha sonra bastırılarak çemen tohumu, kırmızı biber ve tuz karışımından meydana gelen bulamaç, dövülmüş etin üzerine sürülür. Bu şekildeki bulamaca “çemen” ismi verilmektedir. Pastırmanın üzerine sürülen bu maddeler, ete çok güzel koku vererek, uzun bir müddet kokuşmasını önler. Pastırma yapımına yaz ayının sonunda, sonbahar mevsiminin ortalarında başlanır. Hazırlanmış, tuzlanmış ve çemenlenmiş parçalar rüzgârlı yerlerde kurutularak hazır hâle getirilir.
Pastırma, çok kuvvetli albüminli bir gıdâdır. Bilhassa bedenen çalışan insanlar için bol enerji kaynağıdır. Hazmı çok kolaydır. Etin esas gıdâ değeri eksilmediği, bileşimindeki su miktarı azalmış olduğundan az bir pastırma parçasında çok miktarda etin yerini tutan besin ve kalori değeri mevcuttur. Pastırma yapımında kullanılan etlerde hîle az olduğu için, yapılmakta olan diğer et konservelerinden besin değeri daha fazladır.
Pastırmanın, sırt, kuşgönü, şekerpare, sırtyağlı, dilme vb. çeşitleri vardır. İyi pastırma koyu kırmızı renktedir. Açık kırmızı renkte olan pastırmalar iyi kalite değildir. Ağızda lâstik gibi uzar, besin değeri azdır.
Alm. Pasteurisierung (f), Fr. Pasteurisation (f), İng. Pasteurization. Çeşitli sıvıların 100°C’nin az altında kısa bir süre ısıtılması ve sonra âniden 10°C altına kadar soğutulması ile yapılan mikroplardan temizleme işlemine verilen ad. İşlem Fransız Louis Pasteur tarafından bulunduğu için “pastörizasyon” adını almıştır. Gerçekte pastörizasyonu ilk uygulayan New Yorklu Strauss’tur.
Günümüzde pastörizasyonun en çok kullanıldığı yerler, süt, meyve suları ve çeşitli meşrubatların mikroplardan arındırılmasıdır. Pastörize edilen sütte hastalık yapıcı mikroplar, meselâ tüberküloz mikrobu ve malta humması mikropları öldürülür, fakat eğer varsa bakteri sporları canlı kalır. Sütle bulaşan mikropların âmilleri spor yapmadıklarından 63-66°C’de yarım saat veya 90-95°C’de 15 saniyede süt mikropsuzlaştırılmış olur. Birinci usûle alçak pastörizasyon, ikinci usûle yüksek pastörizasyon denilmektedir. Sütün tad ve lezzetinin değişmemesi bakımından alçak pastörizasyon daha çok tercih edilen yoldur. Buna karşılık her iki usûlde de sütün besin değeri az da olsa kaybolur. (Bkz. Süt)
Alm. Kartoffel (f), Fr. Pomme de terre (f), İng. Potato. Familyası: Patlıcangiller (Solanaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara ve Karadeniz bölgeleri başta olmak üzere, bütün Türkiye’de yetiştirilir.
Boyu 60-80 cm’ye varan, beyazımsı-pembemsi çiçekler açan, yumruları hâriç zehirli otsu bitkiler. Bitkinin toprak altında kalan yumruları “patates” olarak bilinir. Bu yumrular nişasta bakımından zengin olduğundan önemli bir besin maddesidir. Bitkinin toprak üstü kısımlarında zehirli alkoloitler bulunmasına karşılık yumruları zehirli değildir. Ancak çimlenmiş patateslerde de bu alkoloitler teşekkül ettiğinden zehirlenmelere sebebiyet vermektedir. Zehirlenme belirtileri sindirim sistemi bozuklukları, bol terleme ve halsizlikle kendini gösterir. Patates yumrularında bulunan nişasta tâneleri yumurta veya armut şeklinde olup, 70-100 mikron büyüklüğünde tânelerden ibârettir.
Patates, yumrularından yetiştirilir. Ekimi, iklime göre mart veya nisanda yapılır. Her iklimde killi, kireçli olmayan her toprakta yetişmekle beraber, derin sürülmüş gübreli topraklar idealdir.
Patates, dış kabuk rengine göre sarı ile kırmızı, etine göre beyaz ve sarı olarak ayrılır. Sarı patates makbuldür. Memleketimizde Adapazarı’nın patatesi meşhurdur. Bunun yanında Niğde, Kayseri ve Ege bölgesinde çok yetiştirilmektedir. Yıllık ortalama 2.500.000 ton patates elde edilmektedir. Başlıca hastalıkları patates kanseri, mozayik hastalığı ve kurtlardır.
Patates, topraktan çıkarıldıktan sonra, toprak silolarda veya serin mahzenlerde saklanır.
Kullanıldığı yerler: Patateste nişastadan başka belli bir oranda protein de vardır. Nişasra % 20, protein % 2, besin değeri 95 kaloridir. Bundan dolayı patates, buğdayın az yetiştiği Avrupa memleketlerinde ekmek yerini tutan önemli bir besin maddesidir.
(Bkz. Patinaj)
Alm. Patent, Fr. Patente, İng. Patent. Bir sınâi veya ticâri buluşun, îmâl ve satış hakkının belli bir süre için bir şahsa veya firmaya âit olduğunu gösteren devletçe onaylı resmî belge, “buluş belgesi”, “uyrukluk belgesi” veya “ihtira beratı”.
Patent hakkı, çoğunlukla buluş sonucu olan mâmullerle sınırlı tutulur. Patent, sınâî mülkiyet haklarından biridir. Seri hâlinde îmâl edilecek olan malın belli standartlara uygun olarak yalnız ilk îmâlâtçı tarafından üretilmesi hakkını temsil ettiği gibi, buluşun çalınmasından ve taklitlerinden korunmasını da sağlar. Patent hakkı, genellikle her ülkenin kendi sınırları içinde geçerlidir. Patent sâhibi, îmâl edeceği mâmulün başka ülkeler için de patent hakkını isterse, ayrı ayrı o ülkelere mürâcaat etmesi gerekir. Bâzı ülkeler, başka ülkede alınan patent hakkının belli şartlar dâhilinde kendilerinde de geçerli olmasına izin verirler. Beynelmilel patent hakkı mevcut değildir.
Patent verme uygulaması 15. yüzyılda İtalya’da başladı. Sonraki 200 yıl içinde Avrupa ülkelerine de yayıldı. Resmî patent tescili 1790’da Amerika’da, 1791’de Fransa’da başladı. Sonraki yıllarda birçok ülkede patent kânunları çıkarıldı.
Bir buluşa patent verilirken bâzı şartlar aranır. Başkası tarafından tasarlanmış olmaması, genellikle bir yenilik taşıması, ilgili olduğu alanda önemli bir ilerleme getirmiş olması arzu edilir. Temelsiz buluşlara patent verilmez. Patentli mâmüllerinde değişiklik yapan kâşifler, mürâcaat etmek suretiyle “ek patent” alabilirler.
Patent, bir çeşit şahsî mülktür. Satılabilir, ipotek edilebilir ve miras olarak kalabilir. Patent sâhibi, ürettiği malının başkaları tarafından îmâlini, kullanımını ve satılmasını engelleme hakkına sâhiptir. Dilediği kimselere buluşunun îmâl, kullanım veya satış haklarından herhangi birini bir lisans aracılığı ile devredebilir. Buna karşılık imtiyaz hakkı veya başka çeşit karşılık alır. Patentli bir mâmülden yetkisiz olarak faydalanmaya kalkışanlar mahkeme kararıyla tazminat ödemek zorunda kalırlar. Buluşların kalitesine göre patent süreleri farklı olmakla birlikte çoğu ülkede 16-20 yıl arasında değişir. Sosyalist ülkelerde patent uygulaması yoktur. Ancak buluş sâhibine bâzı tavizler sağlayan bir “sertifika” verilmektedir.
Alm. 1. Schlittschuhlaufen (n), Eislauf (m), 2. Ins-Schleudern geroten (z. B. Auto), Fr. Patinage (m), İng. 1. Ice skating, 2. Slipping. Patenle kayma sporu. Yolun kaygan olmasından dolayı bir taşıt tekerleğinin dönmeden kayması veya tekerlekler döndüğü halde taşıtın ilerleyememesi.
Buz pateni veya tekerlekli patenlerle yapılan hareketler. Tabanına özel bir çelik çubuk tutturulmuş buz üstünde kaymaya yarayan ayakkabılara “paten” veya “buz pateni” denir. Paten bıçağının boyu, ayakkabıdan uzun olup 50 cm’yi bulur. Tekerlekli patenlerde ise, ayakkabının altına dört küçük tekerlek bulunan mâdenî taban tutturulmuş olup, sert zeminde kaymayı sağlar.
Buz pateni veya tekerlekli patenlerle yapılan hareketlere “patinaj” denilmekle beraber, bu âletlerle yapılan spor, “paten” adıyla da anılır. Buz pateni, tahmini olarak 7. yüzyıldan îtibâren buzların uzun zaman çözülmeden kaldığıİsveç, Norveç, İngiltere, Hollanda gibi memleketlerde yapılmaktadır. Önceleri bir eğlence kabul edilen patinaj, zamanla spor hâline geldi. İngiltere’nin meşhur British Müzesinde at ve inek çene kemiklerinden yapılan patenler bulunmaktadır.
Bugün sâdece Kuzey Avrupa devletlerinde değil, dünyâda pekçok yerde kapalı salonlarda, özel sûrette dondurulmuş buz sahalarda patinaj yapılmaktadır. Spor müsâbakası olarak yapılan patinaj, sürat ve artistik olmak üzere ikiye ayrılır.
Sürat pateni (Patinajı): Özel patenlerle 500, 1500, 5000 ve 10.000 metre üzerinden saate karşı yapılır. İkişer kişilik seriler hâlinde yanaşık iki pist üzerinde yarışılır.
Artistik patinaj: Bu müsâbakalar 30x60 metre ölçüsündeki buz sahada yapılır. Müsâbakaya katılanlar ayaklarına kromajlı has çelikten ve parlatılmış patenler giyerler. Çok güç hareketlerden meydana gelen, tek ve çiftler tarafından yapılan artistik patinaj mahâret ister.
Müsâbıkların yaşları tek ve çiftlerde en az 12, buz dansında 16 olmalıdır. Milletlerarası müsâbakalarda dokuz, millî müsâbakalarda beş hakem, buz üstünde resme göre yapılacak kapama, duruş, hız alma hareketleriyle şekillerinin büyüklüğünü tespit ederler. Şekillerin aynı büyüklükte ve simetrik olmaları aranır. Bunların uzunluğu ve yan mihverlerine dikkat edilir. Buz üstünde çizilen çizgiler üst üste geldiğinde iyi puan alınır.
Hakemler gösterilen her şekil için 0-6 kadar puan verir. Hakemlerin verdikleri notlar mecbûri hareketlerden alınan notlarla çarpılır, böylece notların toplamı meydana gelir. Notlar 0= kayılmamış notu, 1= fena, 2= az, 3= kâfî, 4= iyi, 5= çok iyi, 6= çok üstünü gösterir. Artistik patinajda mecbûri hareketlerin yanında, müsâbıkın kendi seçtiği hareketler de vardır. Bütün hareketler birinciliklerde ve erkeklerde beş, bayanlarda dört, çiftlerde beş, buz dansında üçbuçuk dakikada tamamlanır. Ençok on sâniye kadar gecikme kabul edilir. 1975 yılından beri mecbûri hareketlerin not değeri yüzde otuz, kısa program yüzde yirmi, artistik yüzde elli ile değerlendirilir.
Her hakem tarafından, her sporcuya göre artistik patinajda puan verilir. En çok puan alan patinajcı birinci olur.
Alm. Sprengstoffe (m.pl.), Fr. Explosifs (m.pl.), İng. Explosives. Âni bir reaksiyon vererek ısı ve gaz açığa çıkaran maddeler. Patlayıcılar genellikle, tahrip edici ve askerî maksatlar için, aynı zamanda rokete infilâk vâsıtasıyla hız veren yakıt olarak da kullanılırlar. Kullanışlı bir patlayıcının normal şartlarda taşınması ve muhâfazası emin olmalı, az bir ısı ile uyarıldığı an, kolayca reaksiyona geçebilmelidir. Bütün patlayıcılar tehlikeli olup, yüksek eğitim görmüş personel dışındaki kimseler tarafından kullanılamaz ve işleme tâbi tutulamazlar.
Târihi: Bilinen ilk patlayıcı madde olan barutu keşfedenlerin Müslümanlar olduğu arşivlerde geçmektedir. M.S. takriben 1200 yıllarında Arabistanlı Abdullah’ın kitabında, barutun temel maddesi olan potasyum nitrattan bahsedilmektedir. Çinlilerin de bu yüzyılda kullandıkları kara baruttur. Tahmin edildiğine göre bu barutun kullanımı Çin’den batıya doğru yayılmış ve 13. yüzyılda da batıda kullanılmaya başlanmıştır. İlk olarak 1320 civarında tabanca patlatıcısı olarak istifade edilmiş 1600’lerde de tahrip edici olarak iş görmüştür.
Modern patlayıcı teknolojisi, 1833’te, Fransız kimyâgeri Henri Braconnot’un nitrik asidin nişasta ile verdiği alev alıcı olan esteri elde etmesiyle başladı. 1846’da Alman kimyâgeri Christian F. Schönbein, selülozu sülfat ve nitrat asidi karışımı ile nitrolayarak kara baruttan iki kat daha tesirli olan nitro selülozu elde etti.
1846’da İtalyan kimyâger Ascanio Sobrero trinitro gliserini elde etti, fakat bunun asıl tahrip için olan kıymetini ise İsveçli Alfred B.Nobel keşfetti. Nobel, trinitro gliserinle toprağı karşıtırarak silindir biçimine sokmuş ve dinamiti meydana getirmiştir. 1875 yılında da Nobel, buluşlarını ilerleterek tahrip edici jelatini elde etti.
TNT (trinitro toluen) 1863 yılında Alman kimyâgeri J. Wilbrand tarafından bulunmuş ve Birinci Dünyâ Savaşından biraz önce silâh cephânelerinde kullanılan nitrik asidin yerini almıştır. RDX [siklotrimetilen trinitramin (C3H6N6O6)] 1899’dan, PETN [(Pentaerythritol tetranitrate (C3H8N4O12)] de 1920’den îtibâren bilinmektedir. Fakat hassas ve güçlü patlayıcılara ihtiyaç duyulduğu İkinci Dünyâ Savaşına kadar bu silahlar kullanılmamaktaydılar.
Patlayıcı çeşitleri: Genel olarak patlayıcılar tahrip edici patlayıcılar, ateşlemeye yarayan patlayıcılar, askerî patlayıcılar ve fırlatıcı yakıt hâlinde olan patlayıcılar olarak sınıflandırılırlar.
Tahrip edici patlayıcılar: Bu çeşit patlayıcılar kömür ocaklarında, inşaatlarda ve tünel açmalarda kullanılır. Tahrip edici patlayıcıların en iyilerinden biri olan ve granüler bir madde olan dinamit, temel olarak nitrogliserin (NG), amonyum nitrat (AN), sodyum nitrat ve talaş tozunun silindir kutular içinde yerleştirilmesinden ibârettir. İstenilen güce göre kullanılan malzemelerin miktarları ve oranları değiştirilebilir.
Jelatin dinamiti granit tünelleri açmak, yeraltı metal mâdenciliğinde kullanılmak ve su altında tahribat yapmak için kullanılırlar. Bu çeşit dinamit yüksek güçte bir patlayıcı olup, nitroselülozla jelatinlenmiş % 25-50 nitrogliserin ihtivâ ederler.
Amonyum nitratı fazla olan ve içinde biraz sodyum klorür veya sodyum karbonat bulunan dinamit, az alev çıkarttığından dolayı, metan (grizu) patlamalarına sebep olmaz ve bu yüzden kömür ocaklarında emin bir şekilde kullanılır.
Amonyum nitrat (AN) ihtivâ eden patlayıcılar ucuz ve emin olduklarından dolayı inşaatlarda ve yüzey mâden ocaklarında kullanılır. Bunlardan başka bir de ANFO patlayıcıları vardır. Bunlar % 95 amonyum nitrat ile % 5 fuel oil karışmasından meydana gelirler. Kayalarda açılan deliklere akıtılarak kolayca yerleştirildiğinden dolayı taş ocaklarında kullanılır.
Detonatörler (ateşlemeye yarayan patlayıcılar): Detonatör patlayıcılar, hassâsiyeti düşük patlayıcılarla yakıt patlayıcılarını ateşlemek maksadıyla kullanılır. Hassas patlayıcılar oldukları için ufak bir sıkıştırma ile derhal ateş alırlar. Detonatör olarak 1930 senesinden beri kurşun asit (PbN6) kullanılmaktadır. Cıva fulminat (Hg (ONC)2) da detonatör olarak kullanılır. Modern detonatörler 5-8 cm çapında bronz kapsüllere yerleştirilen kurşun asitle yapılır. Kurşun asit ateşlenince ikinci bir detonatör bölgeyi tetikler. Bu bölgede bulunan bir gr civârındaki PETN, RDX veya tetril ise asıl patlayıcıyı ateşler. Tabanca ve tüfek mermi detonatörleri kalsiyum silsit tetrasin veya baryum nitrat, kurşun stifnat ihtivâ eder.
Askerî patlayıcılar: Askerî maksatla yapılan patlayıcıların fizikî ve kimyevî olarak uzun zaman aşırı sıcakta durmaya dayanıklı olmaları, çevrelerine bomba düştüğünde bundan etkilenmemeleri lâzımdır. Ayrıca savaş zamanında sıkıntı çekilmemesi için bu patlayıcıların hammaddelerinin de bol olmaları gereklidir. En iyi askerî patlayıcı bir trinitro toluen olan TNT’dir. Askerî patlayıcılardan olan pentolit (% 50 PETN, % 50 TNT) bazukalarda; amotol (% 50 amonyum nitrat, % 50 TNT) uçaktan atılan bombalarda; tritonal (% 80 TNT, % 20 alüminyum) torpidolarda kullanılır.
Fırlatıcı yakıt patlayıcıları: Bu patlayıcılar mermi ve roketleri hedefe ulaştırmak için kullanılırlar. Diğer patlayıcı tiplerinin aksine bu patlayıcılar infilâk etmezler. Bol miktarda gaz üretirler.
Modern tabanca fırlatıcı, yakıtı dumansız bir maddedir. Bu, etil eter ve etil alkol karışımı nitroselüloz ihtivâ eder. Uçak cephâneliklerinde ve uzun menzilli balistik füzelerde katı roket, fırlatıcı yakıtı bulunur. Katı yakıtın temel formülü % 14 pudra alüminyum, % 60 alüminyum perklorat, % 25 bütadiyen akilonitril kopolimer veya poli üretan ve% 1 de yapıştırıcıdır.
Diğer patlayıcılar: Patlayıcılar çok çeşitli maksatlar için kullanılırlar. Bunlardan petrol yataklarını parçalamak için kullanılanları, füzelerin yakıt kademelerini birbirinden ayırmak için, etrafı kurşun kaplı şeritler hâlinde olanları ve belli kalıplara göre metallere şekil vermek için kullanılanları da vardır. Ayrıca alüminyum ve demir gibi birbirine kaynak edilemeyen metaller de patlama metodları ile birleştirilirler.
Detonasyon (infilâk): Yüksek enerjili bir birleşim keskin bir yerde patladıktan sonra, çevreye süpersonik şok dalgaları yayar. Bu işleme detonasyon denir. Detonasyondaki kimyevî olaylar, yanma olayındakiyle hemen hemen aynıdırlar. Fakat fizikî olarak birkaç değişiklik vardır. Bunların başlıcası nakledilmelerindedir. Yanmada kıvılcım çok yavaş hareket ettiği halde detonasyonda bu, saniyede 8000 m ile yol alan şok dalgaları hâlinde nakledilir.
Başlangıçtan sonra detonasyondan meydana gelen bu şok dalgaları, belli bir hıza erişene kadar yol alırlar. Patlayıcı maddeden o kadar çabuk geçer ki, bu reaksiyon sâniyenin birkaç milyonda birinde tamamlanmış olur.
Detonasyon dalgasının önü artı basınç, arkası ise eksi basınç bölgesidir. Patlamadan sonra bölgede önce artı basınç sebebiyle hava itilmesi, sonra da eksi basınç sebebiyle hava emilmesi olur. Bu yüzden patlamanın olduğu yerlerde çoğu zaman binâların pencere camları içeriye değil de dışarıya kırılarak dökülür.
Alm. Aubergine (f), Fr. Aubergine (f), İng. Aubergine, eggplant. Familyası: Patlıcangiller (Solanaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Memleketimizde yetiştirilen bir kültür bitkisidir.
Sebze olarak yenilen, mor renkli, uzunca silindirik veya yuvarlak bir yaz sebzesi. Vatanı tropik Hindistan’dır. Sıcak memleketlerde yetiştirilir. Orta ve kuzey Avrupa’da çok az tanınmış olmasına rağmen, memleketimizde yazın çok yaygın yenen bir sebzedir.
Patlıcan, bol gübreli topraklarda iyi yetişir. Daha çok fideden yetiştirilir. Patlıcanın uzunca olanlarına daha çok kemer patlıcanı, yuvarlak olanına tophâne veya bostan patlıcanı adı verilir. Patlıcanın az çekirdekli veya çekirdeksiz ve eti yumuşak olanı makbuldür. Çeşitli yemekler ve turşusu yapılır. Hadîs-i şerîfte patlıcan meth olundu ve zeytinyağlı yapınız buyuruldu.
Alm. Solanazeen. Nachtschattengewächse, Fr. Solanacées, İng. Solanaceae. Daha çok orta ve güneyAmerika’da yetişen otsu bitkiler, çalılar, ağaçlar veya tırmanıcı bitkiler. Yapraklar almaşlı, gövdenin üst kısmında karşılıklı, basit veya parçalıdır. Çiçekler 5 parçalıdır. Çanak yaprakları kuruyunca düşmez. Bu familya, 85 cins ve 2.200 den fazla tür ihtivâ eder. Memleketimizde de yabânî olarak yetişen 10 cins ve 25 kadar türü vardır. Tıbbî ve zehirli bitkilerle gıdâî önemi olan bitkileri taşıdığından önemli bir familyadır. Bu familyadan olan bâzı bitkilere misâller: Adamotu, güzelavratotu, banotu, tütün, itüzümü, yaban yâsemini, patates, domates, biber vs.’dir.
Alm. Krankheitslehre, Pathologie (f), Fr. Pathologie (f), İng. Patholoqy. Organ ve dokularda hastalıklar veya kazâlar sonucunda meydana gelen yapısal ve fonksiyonel bozuklukları inceleyen ilim dalı. Patoloji yalnız insan değil hayvan ve bitkilerin de hastalık hallerini inceler. Patolojiyle uğraşan kişilere “Patolog” denir.
Patolojinin metodları: Patolojide fizik, kimyâ, anatomi, histoloji ve bakteriyolojide kullanılan metodlar uygulanır. Patolojide kullanılan bir diğer metod da otopsidir. Otopsi bütün organların çıplak gözle muayenesini sağlar. Bu muayenelerde ölüm sebepleri ve hastalıklarda organ yapısında ortaya çıkan bozukluklar (lezyonlar) belirlenebilir. Bozukluk her zaman çıplak gözle görülemez. Bâzan da mikroskobik bir inceleme yapmayı gerektirir.
Mikroskobun gelişmesi, tespit metodlarıyla hücrenin canlı organizmada olduğu gibi incelenebilmesinin mümkün olması, elektron mikroskobunun çalışma alanına girmesi, doku kültürlerinin yapılabilmesi, mikroskobik muâyenelerde fizik ve kimyâsal usûllerin kullanılması, patolojinin araştırma alanını genişletmiş ve oldukça ayrıntılı araştırmaların yapılabilmesine imkân vermiştir.
Patolojinin Bölümleri
Patolojik anatomi: Hastalıklarla ilgili olarak organ ve dokularda meydana gelen ve çıplak gözle veya mercekle görülebilen değişikliklerin incelenmesidir. Böylece 0,1 milimetreden büyük olan değişiklikler incelenebilmektedir.
Histopatoloji ve sitopatoloji: Histopatolojide doku ve hücreler, sitopatolojide ise hücre ve bakteriler incelenebilir. Sitopatolojinin gelişmesi, kanserin erken teşhisinde birçok merhalenin alınmasını sağlamıştır. Vücudun çeşitli salgılarından ve yerlerinden alınan örneklerle hücre karakterinin değişmesinin görülmesi bir kanser habercisi olarak ele alınır ve ona göre hareket edilir.
Cerrâhî patoloji: Diğer ismi “biyopsi”dir. Cerrâhî müdâhale ile veya özel iğnelerle hastalık bölgelerinden alınan parçaların incelenmesidir.
Histokimyâsal patoloji: Mikroskobik inceleme için hazırlanan doku ve kesitlerin çeşitli boyama metodlarıyla incelenmesi.
Deneysel patoloji: Hastalıkların hayvanlarda araştırılması ve tedâvi usûllerinin denenmesinde kullanılan bir araştırma alanıdır.
Klinik patoloji: Biyokimyâsal, mikrobiyolojik ve kan muâyenelerinin berâberce yapılması ve hastalıkların teşhisi ve tedâvisinde kullanılan bir araştırma alanıdır.
Genel patoloji: Genel anlamda hastalıkların sebeplerini ve hastalıkların oluş biçimlerini, hastalıklar sonucunda organ ve dokularda meydana gelen fonksiyon bozukluklarını inceleyen patolojinin en geniş dalıdır.
Özel patoloji ve sistem patolojisi: Her sistem ayrı ayrı ele alınır. Her sistemi tutan hastalıklar incelenirken hastalığın âmili, oluşu ve ortaya çıkan patolojik durumlar araştırılır.
Patolojinin bunlardan başka, Genetik Patoloji, Adlî Tıp Patolojisi, Submikroskobik Patoloji, Coğrafik Patoloji gibi çok özelleşmiş dalları da vardır.
On dokuzuncu yüzyıldaki bir Rum ayaklanması. Avrupa devletlerinin ve Rusya’nın Osmanlı Devletini içeriden yıkabilmek için gösterdikleri faaliyetlerinden biridir. 12 Şubat 1821’de Avrupa devletlerinin Helen hayranlığı, Rusya’nın Ortodoksluk faaliyetleri netîcesinde meydana geldi.
Rumluk fikriyâtına dayalı Yunan İsyânı, Mora’da gelişti. 1789 Fransız İhtilâlinin Avrupa’da getirdiği Nasyonalizm, telkin ve teşviklerle Rumlar arasında yayıldı. Avrupa basınında, Eskiçağdaki Helen medeniyeti lehinde yayın yapılıp, Rumların Osmanlı Devleti hâkimiyetinde bulunması Hıristiyanlık âleminin yüz karası olduğu fikri işlenerek, acındırıldı. Yunanlıların Osmanlı hâkimiyetinden kurtarılması için yardım toplanıp gönüllüler yazılarak, teşkilât kurduruldu. Osmanlı Devletine ihânet ederek, Rus Çarının hizmetine giren Konstantin İpsilanti, Rum asıllı olup, general rütbesiyle Rus Çarının yâverliğini yapıyordu.
Rumlar arasında isyân fikrini yayan Etniki Eteryanın kasası, Bavyera’daki Münih; kafası Rusya’daki Petersburg, merkezi de İstanbul’daki Fener Patrikhânesiydi. Yunanlılık fikriyle kurulan Etniki Eterya, faaliyetlerini genişletince, Fâtih Sultan Mehmed Hanın yıktığı Bizans’ı yeniden kurmaya ve Anadolu’daki Rumları da kendilerine katmaya çalışmaktaydı. Osmanlı Devletinin hoşgörüsünden faydalanıp, huzur içinde yaşayarak, ticâretle zenginleşen Rumların yüzlerce gemi ve binlerce gemicileri vardı. Korsan ihtimâline karşı gemilere top yerleştirerek hareket hâlinde kullanmaya hazır hâle getirilip, gemiciler silâhlandırıldı. Rumların faaliyeti Türkler tarafından teşhis edilip, emniyet tedbiri olarak, Müslüman halk kaleye çektirildi. Mora vâlisinin, Tepedelenli Ali üzerine asker sevketmesiyle, bölgenin boşalması âsîleri harekete geçirdi.Mora’nın kuzeybatısındaki Patras Başpiskoposu Germanos kumandasında toplanan on bin kadar silâhlı Rum, 12 Şubatta isyan ederek şehrin kalesini kuşattılar. Patras’ta isyan başlayınca, yüzyıllarca Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan Mora Rumları, harekete geçtiler. Âsîlerin propaganda ve tahrikleri netîcesinde isyân yarımadayı kapladı. Mora Yarımadasının merkezi Tripoliçe hâriç, bölge âsîlerin eline geçti. Mora’nın kuzeydoğusundaki Nauplion Limanı âsîlerin merkezi oldu.
Yüzyıllarca Osmanlı hâkimiyetinde yaşayarak isyân ihtilâl ve devlete karşı gelmeyi bilmeyen gayri Türk ve gayri müslim sâdık ahâli, Müslümanlar ve Türkler, Patras Vak’ası üzerine Tripoliçe’ye hicret ettiler. Göç esnâsında Rumlar, pekçok katliam yapıp, yollarda binlerce muhâciri öldürdüler. Katliama uğrayanlar arasında, yüzyıllarca bölgede oturan yerliler de vardı. Öldürülenlerin mevcudu kırk-elli bin civârındaydı. 5 Ekim 1821’de Tripoliçe de âsîlerin eline geçti. Tripoliçe kalesindeki asker ve sivil sekiz bin Türk, kundaktaki yeni doğmuş bebeklere kadar hunharca öldürüldü. İnsanın tüylerini ürperten hadiseler karşısında Avrupa basını susup, Osmanlı Sultanı İkinci Mahmûd Hanın hâdiseler karşısında alacağı tedbir ihtimâliyle gönüllü toplama faâliyeti içine girdiler.
Osmanlı Sultanı ve Halîfe-i Müslimîn Mahmûd Han, tahkikat başlatarak, tedbir aldı. Mora İsyânını bastırdı. Tahkikatta, büyük imtiyazlar tanıdığı İstanbul Fener’deki Ortodoks Patriki Gregorios’un âsîlerle münâsebeti tespit edildi. Patrik Gregorios, Rum İsyânının baş plânlayıcısı olup, Rus Çarı Aleksandr’la devamlı irtibat hâlindeydi (Bkz. Gregorios). Hâdiseler bütün teferruatıyla tetkit edilince; Patrik Gregorios’tan başka, Edirne, Edremit, Kayseri, Tarabya piskoposları dâhil Boğaziçi’nde muhteşem saray ve konaklarda oturarak armatörlükte zengin olan, daha önceleri içlerinden Eflâk ve Boğdan prensleri seçilen Fenerli Rum beylerinden birkaçı da suçlu görülerek, cezâlandırıldı.
Mora İsyânı üzerine Çarlık Rusya’sı harekete geçti. Rus Çarı Aleksandr, yâveri General Aleksandr İpsilanti’yi, üç bin Rum gönüllüsüyle bölgeye gönderdi. General İpsilanti, Boğdan’ın merkezi Yeş’i Martın 5’inde; Kalos’i 11’inde, Bükreş’i de 30’unda işgâl etti. Romanya şehirlerinin işgali üzerine Osmanlı askeri, süratle bölgeye girip, şehirleri geri aldı. Rum gönüllüler yakalandıysa da, General İpsilanti Avusturya’ya sığındı. Bâbıâlî, Rusya’yı protesto edince, Çar Aleksandr, General İpsilanti’yi askerlikten ve yâverlikten uzaklaştırdı. 1822’de isyâncılar, kendi güçleriyle Osmanlı Devletiyle mücâdele etmek istediler. Osmanlı ordusu, 1822’de başlatılan Mora Harekatı ile bir hafta içinde isyânı bastırdı. Âsîler imhâ edilerek, çoğu esir alındı. Bu durum Avrupalıları kudurttu. Avrupa basını aleyhte propagandaya başladı. 50.000 Müslüman Türkü, genç-ihtiyar, kadın-çocuk ve kundaktaki bebeğe kadar ayırım yapmadan hunharca katleden Rum âsîlerini alkışlayan Avrupa basını, Osmanlının isyâna katılanları cezâlandırmasını vahşetle nitelendirdiler. Eserleri Türkiye’de okunup, dinlenen, seyredilen; Lord Byron, Victor Hugo, Beethoven ve daha nice yazar, şâir, bestekâr, ressam, gazeteci Avrupa basın ve kamuoyunda Türk düşmanlığı yapıp, Osmanlı aleyhinde propaganda yaptılar.
Patras Vak’ası hâl edilip, Mora İsyânı bastırılmasına rağmen; Fransa, İngiltere, Papalık ve Rusya’nın Osmanlı Devleti aleyhine çalışmaları netîcesinde Avrupa’da ittifak kuruldu. Osmanlı Devleti, denizden, batı ve doğu hudutlarından üstün ve çok sayıda düşman askerinin saldırılarına, yeniçeri ocağının kaldırılmış olması ve yeni ordunun bütünüyle teşkilâtlandırılmamış olmasından dolayı karşı koyamadı. Rumlar, Fransa’nın Mora Yarımadasını işgâl etmesinden sonra, 15 Ağustos 1829 târihinde Yunan Devletini teşekkül ettirdiler. Patras Vak’ası netîcesinde âsîlerin isyânı bastırılmasına rağmen; Rumlar, tepkici ve destekçi devletler sâyesinde istiklâl sâhibi oldular.
Alm. Patriarch (m), Fr. Patriarche (m), İng. Patriarch.Ortodoksların baş papazı. Hıristiyanların din adamlarına “Prétre”, yâni papaz ve keşiş, Ortodoksların en büyüğüne patrik denir. Katoliklerin baş papazına da papa (= atalar atası) denmektedir. (Bkz. Papa)
Hıristiyanlık dîni, hazret-i Îsâ’nın diri olarak göğe çıkarılmasından kısa bir zaman sonra değiştirilerek, aslı bozuldu. Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâm vâsıtasıyle gönderdiği dînin doğru olarak yayılması, seksen sene sürebildi. Sonra münâfık olup Hıristiyanlığı bozmak için Îsevî (Hıristiyan) gözüken Pavlos(Bolüs)un bozuk fikirleri din olarak her tarafa yayıldı. Pavlos Yahûdî idi. Bundan sonra Hıristiyanlık dîni, çeşitli bozuk fırkalara ayrıldı. Bunların 72 kadar olduğu bildirilmiştir.
Bütün bu fırkalar 1054 yılına kadar Roma’daki papaya bağlı idi. Hepsine Katolik denirdi. 1054’te İstanbul patriği Mihael Kirolarius, papadan ayrılıp, şark (doğu) kiliselerini kendi idâre etti. Bu kiliselere Ortodoks adı verildi.
Ortodoks kiliselerinin merkezi, İstanbul’daki Fener kilisesidir. Bunun için bu kiliseye “patrikhâne” adı verilmiştir. Ortodoksların patriği İstanbul’da bulunmaktadır. Bizans İmparatorluğu zamânında 157 tâne patrik gelip geçmiştir. Bu sayıya yirmi dört adet piskopos da dâhildir.
Hıristiyan papazlarının devlet siyâsetinde etkili rol oynamaları sebebiyle Hıristiyan devletlerinin bir kısmı Roma’daki papaya, bir kısmı da İstanbul’daki patriğe bağlanmışlardır. Bu durum, Katoliklerle Ortodokslar arasında asırlarca süren siyâsî mücâdelelere ve kanlı çarpışmalara sahne olmuştur.
Fâtih Sultan Mehmed Hanın 1453’te İstanbul’u fethetmesinden sonra, patrikhânenin idâresi Osmanlı Devletine bağlanmıştır. Fetihten sonra, patriklerin dînî otoritelerine dokunulmayıp serbest bırakılmıştır. Çünkü İslâm dîni, harp esnâsında Müslümanlara karşı savaşmayan veya savaşa teşvik etmeyen Hıristiyan ve Yahûdîlerin din adamlarını, ihtiyarları, kadınları ve çocukları öldürmeyi yasak etmiştir. Bunlardan cizye (vergi) de alınmazdı. Ayrıcaİslâmiyet, dinlerini ibâdetlerini serbest olarak yaşamak isteyen gayri müslimlere geniş bir din hürriyeti tanımıştır. Bu hürriyetin kötüye kullanılması, devlet aleyhinde suç işlenmesi hâlinde sınırlandırılması ve yasaklanmasına gidilir. Bu hürriyetlerden biri de kilisenin yıkılmaması ve din adamlarının dînî vazîfelerine müdâhale edilmemesidir.
Patrik II. Atanosyos zamânında vukû bulan İstanbul’un Fethi, patrikhâne târihinde mühim bir olaydır. Müslümanların kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyarlardan ve din adamlarından vergi almama ve onları koruma âdeti Fâtih Sultan Mehmed tarafından o zaman patrik seçilen Yenadius Scolarius’a da uygulanmıştır. Huzûra dâvet edilen bu patrik Fâtih’in ayaklarına kapandı. Fâtih de buna ihsânlarda bulundu. Rahat ve emniyet içinde çalışmasını ve dileklerini bizzat kendisine iletmesini bildirdi. Ermeni, İslav ve Lâtin Hıristiyanlar ise kendi ayrı papazlarına sâhip olmuşlar ve böylece Fâtih kendi yönetimi altındaki bütün azınlıkların diyânet işleri başkanlarını tâyin edip kendine bağlamış ve onları himâyesi altına almıştır.
Bâzıları Fâtih’e “İslâmiyet bu kadar kuvvetliyken neden bunlara Müslüman olun, yoksa kılıçtan geçersiniz, diyerek zorlamıyorsunuz?” demeleri üzerine, Fâtih Sultan Mehmed Han: “Allahü teâlâ hidâyet etmezse zorla Müslüman olmazlar. Kalpleri dönmedikçe, ya sahtekârlık edip münâfık olurlar ve Müslüman olmadıkları hâlde olduk derler veya inat eder canlarını kaybeder, kargaşalığa sebep ve kötü örnek olurlar.” diyerek “İslâm dînini Allahü teâlâdan daha fazla, korumak iddiasında bulunmak kadar görev bilmemezlik olmaz.” şeklinde cevap vermiştir. Zâten Kur’ân-ı kerîmde “zorla Müslüman yapılmaz” kaydı vardır. Kim isterse seve seve Müslüman olur. Müslüman olmayanlar, İslâm devletinin himâyesi altında zimmî (gayri müslim vatandaş) olarak yaşarlar. Müslümanların bütün hak ve hürriyetlerine mâlik olarak kendi dinlerini uygularlar. Müslümanların, Allahü teâlânın emri uyarınca, kendilerini korumaları hizmetine karşılık olmak üzere de Müslüman olanların verdiği hayvan zekât ve öşr gibi, gayri müslimler de senede bir kere cizye (vergi) vermektedir. (Bkz. Cizye)
Müslümanların ikinci halîfesi hazret-i Ömer zamânında da Kudüs’ün fethinde yine benzer bir muâmele yapılmıştır. Can, mal ve ırz emniyeti sağlanmıştır. Ancak patrikler nankörlük ederek kendilerine sağlanan hak ve hürriyetleri kötüye kullanmışlardır. Patriğe verilen Hıristiyan millet (din) başı ünvânı üzerine patrikhâne saray gibi kullanıldı ve patrik hükümdar gibi davranmaya başladı. Dînî bir meclis olan Sinod’dan ayrı olarak, milliyetçi Rumların teşkil ettiği bir müşâvirler meclisi kurdu. Göğsünde iki başlı bir kartal resminden ibâret bir arma taşımaya başladı.
Osmanlıların duraklama ve bilhassa gerileme devrinde patrikhâne zararlı rol oynamıştır. Yabancı devletlerle yapılan anlaşmaların çoğunda düşmanlarımız patrikhâne ile ilgili, bize zararlı madde ve hükümler koydurmuşlardır. Tanzimattan sonra patrikhâne tamâmen Yunan ve Hıristiyan emellerine hizmet eder hâle gelmiştir. Ortodoks olmalarına ve Osmanlılar aleyhine faaliyetlerinde devamlı işbirliği yapmalarına rağmen patrikhâne Rusya’dan çok, Yunanistan tarafını tutuyordu. Rum patriğinden başka, bir de Ermeni patriği vardır. Patrikhâne denince, Rum Ortodoks Patrikhânesi anlaşılmaktadır. Patrikhâne İstanbul’da Haliç civârında Fener semtinde yer alması dolayısıyla adı Fener Patrikhânesi olarak bilinmektedir.
Sultan İkinci Mahmûd Han Boğdan-Eflak ve Mora isyânlarını plânlıyan Rum patriği Gregorios’u patrikhânenin kapalı kapısında astırmıştır. Etniki Eterya’yı ve isyânları yöneten Kuruçeşme’deki Rum sıllogosu üyelerini ölüm cezâsına çarptırmıştır. (Bkz. Gregorius)
Rum Ortodoks kilisesinin ve bütün Ortodoksların dînî lideri olan Patrik Dorotios’un, birinci Dünyâ Savaşından sonra Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansına katılan müttefik başkanlarına iletilmek üzere Fransa Başbakanı Clemanceau’ya verdiği nota, patrikin yaptığı ve yapmak istediği şeyleri ortaya koymaktadır. 25 Mayıs 1919 târihli Le Temps, Dail Telegraph ve New York Herald Tribune gazetelerinde yayınlanan bu nota şöyledir:
“Eğer, zâlimlere karşı zaferi kazanmış olan müttefiklerin ruhlarında ve kalplerinde ismine “Adâlet” denilen bir duygu varsa, o taktirde İstanbul Helenlilere verilmeli ve mevcudiyeti mânâsız hâle gelen Sultan, bir an evvel İstanbul’dan çıkarılmalıdır. Türklerin ve Müslümanların siyâsal ve dînî reisi İstanbul’da oturdukça, Batılıların ve onların yanındaki Yunanistan’ın,hindistan yolunu açmak için giriştikleri gayret sonuç vermeyecektir. Hilâfetin varlığı dâima karşımıza çıkacaktır. Oysa Sultan İstanbul’dan atıldığı taktirde, târihin hiçbir safhasında, Türk ve Müslüman olmamış bulunan İstanbul, gerçek ve târihî hüviyetine kavuşmuş olacaktır. Sultan Anadolu’ya sığınırsa, burada başlamasından korkulan millî hareketler de bastırılacak ve hiç değilse parçalanmış olacaktır. Savaş sonrasında mağlup olan Almanya, Avusturya ve Bulgaristan hükümdarları, memleketlerinden atıldıkları halde Sultan inçin hâlâ İstanbul’da kalmaktadır?Yoksa müttefikler Almanlardan, Avusturyalılardan ve Bulgarlardan değil de Türk Sultanından mı korkmaktadırlar?” (İlhan Bardakçı,Vahdeddin’den Mustafa Kemale, s. 69-70)
Lozan Antlaşması sırasında 482 yıl devâm eden patrikhânedeki bu durumu düzeltmek için, onun yurt dışına atılmasına çalışıldı, fakat dışta ve içteki düşmanların gayretiyle ve dış devletlerin ve hiç ilgisi yok gibi görünen diğer birçok kuruluşların sert tepkisiyle bu başarılamadı. Sâdece imtiyazları kaldırılarak normal bir kilise hâlinde bırakıldı.
Patrikhâne ve Heybeliada’daki meşhur papaz okulu yetiştirdiği elemanlarla yurt içinde, Kıbrıs’ta ve yurtdışında ülkemiz aleyhindeki birçok olaylarda aktif rol oynamıştır. (Bkz. Misyonerlik)
Yoğun ECM (Elektronik Karşı Koyma) şartlarında dahi süpersonik uçaklara üstünlük sağlayabilecek, yerden havaya atılan bir füze. Uçaklara olduğu kadar, taktik balistik füzelere karşı da kullanılabilmektedir. Körfez Savaşında Irak’ın elindeki Scud füzelerine karşı başarıyla kullanılmıştır. Track Via Missile (Füze Güdüm Sistemiyle İzleme) Tam güdümlüdür. Mobil ve sâbit lançerlerden kullanılabilir. Çok fonksiyonlu AN/MPQ 53 radarı mevcuttur. Uzunluğu 5.30 m, çapı 41 cm, ağırlığı 906 kg’dır. 105 km menzili vardır. 60.000 feet irtifaya kadar kullanılabilir.
Amerika, Körfez Savaşında, Türkiye, İsrail ve Suudî Arabistan’daki önemli sanâyii merkezlerini, limanları ve diğer stratejik yerler dâhil yerleşim merkezlerini korumak için Patriot ve Hawk füze bataryalarını kullanmıştır. Bu savaşta Patriot, Hawk ve E-3 Awacs sistemleri birbirlerini tamamlayarak bölge savunması görevini yerine getirmişlerdir. Esas îtibâriyle hava savunmasının sevk ve idâresini yapan Patriot atış ünitesi, diğer ana parçalardan ayrı olarak görev yapmaktadır. Normal olarak sistem bilgi koordinasyon merkezi aracı tarafından kontrol edilen bir taburda birleştirilmiş altı üniteli gruplar hâlinde kullanılmaktadır.
Bir atış ünitesi (birliği), atış kovanlarının her biri içinde dört füzeli 8 ilâ 16 fırlatma istasyonları, çok maksatlı tarama radarı ve bir muhârebe kontrol istasyonundan teşekkül etmektedir.
Çok ileri teknoloji kullanılarak yapılan ve çok hassas füze güdüm sistemi sâyesinde Patriot, hedeflerini % 100’e varan bir isâbetle vurabilmektedir.