P
Türk alfabesinin yirminci harfi. Sert, patlamalı, titreşimsiz, çift dudak sessizi yumuşak karşılığı b’dir.
Göktürk alfabesinde p ve b için ayrı işâretler kullanılırdı. Uygurca’da p ve b aynı harfle gösterilirdi. Arapça’da p sesi kullanılmaz. Osmanlı Türkçesinde b ve p için özel işâretler kullanılmışsa da bâzen p sesi için b harfinin kullanıldığı görülür.
Türkçenin aslî seslerinden olup p’ye Ana Türkçede kelime başında rastlanmaz. Eski ve yeni Türk lehçelerinde de kelime başında p yerine daha çok b kullanılmıştır. Parmak, pınar, pastırma, pazar, patlıcan gibi eskiden b’li şekli kullanılan bâzı kelimeler Anadolu ağızlarında hâlen b’li şekliyle (barmak, bastırma...) yaşamaktadır. Kelime içinde ve sonunda p sesi normal olarak kullanılmaktadır. Kepek, topuk, köprü, ip, sap, çöp, turp gibi... Harp, girdap, kebap, harap gibi sonradan Türkçeleşmiş bazı kelimelerin sonundaki p’ler aynen korunduğu hâlde dip-dibi, kap-kabı kelimelerinde P sesi çekimde b’ye dönüşür.
Osmanlı Devletinde hükümdara verilen en meşhur ünvan. On dördüncü ve on beşinci asırlarda Osmanlı hükümdarları, İslâmî bir niteliği olan sultan ünvânı ile berâber, örfî hükümdarlık (töre) sıfatlarını ifâde eden resmî ünvân olarak “bey” ve “han”, kullandılar. Osman Gâzi ve Orhan Gâzinin adı kaynaklarda Osman Bey ve Orhan Bey olarak geçmektedir. Osmanlı hükümdârları hâkimiyet ve nüfûzlarının temeli olarak gâzi, sultânü’l-guzât ve’l-mücâhidîn (mücâhitlerin ve gâzilerin sultânı) ünvânını da benimsediler. Bütün ünvanlarına bu gâzi sıfatını eklemeye îtinâ gösterdiler ve gâzi hükümdâr olarak anıldılar. Devletin kuruluş dönemlerinde Osmanlı hükümdarları büyük hükümdar mânâsında “Hüdâvendigâr” ve hünkâr ünvânını da kullandılar. Sultan Birinci Murâd Han bu ünvânı ile meşhûr oldu. Hüdâvendigar ünvânı Osmanlıların Anadolu’daki diğer beyler üzerinde hâkimiyet kurmaya başlamalarının bir işâreti olarak kabul edilir.
Osmanlı pâdişâhlarının adının başına dâimâ “Sultan” ve sonuna da “han” kelimesi gelmektedir. Halk arasında ise, en fazla hünkar ve pâdişâh isimleri söylenmiştir. Sultan tâbiri sonraları Osmanlı pâdişâhlarının erkek evlatlarına, kızlarına ve hattâ pâdişâh vâlideleriyle âilelerine kadar şâmil olmuştur. Sultan ünvânı pâdişâhın erkek çocuklarında ismin evveline, kızlarda ise ismin sonuna geliyordu. Sultan Selim, Sultan Mehmed, Ayşe Sultan, Fatma Sultan gibi. Pâdişâh vâlidelerine Vâlide Sultan ve zevcelerine de Haseki Sultan, Hürrem Sultan denilmekteydi. Sadrâzam pâdişâha takdim ettiği telhis ve takrirlerinde sultan tâbiri kullanılmayıp, onun yerine pâdişâhım denilmekteydi. Osmanlılarda hükümdardan başka hiçbir kimseye verilmeyen tek ünvan hünkar tâbiridir. Pâdişâhın tuğra ve fermanlarında adının yanına mutlaka tek veya çok terkiplerden yapılan sıfatlar bulunurdu. Bunlar:
Nişan-ı şerîf-i âlişân, Mektûb-i meveddet-üslûp, Ahidnâme-i izzet-nümûn, Ahidnâme-i hümâyûn, Nâme-i hümâyûn-ı izzet ve saâdet-meşhûn, Nâme-i hümâyûn messeret-makrûn, Nâme-i hümâyûn-ı izzet makrûn, İltifât-nâme-i pâdişâhî, Nâme-i şerîf, Hatt-ı şerîf, Nâme-i saâdet-ünvân, Hatt-ı hümâyûn, Emr-i pâdişâhî, Emr-i şerîf, Hükm-i şerîf, Emr-i münîf-i vâcibül ittibâ’, Tevkî-i refîi- hümâyûn, Ahd-i şerîf, Ahd-i hümâyûn, Fermân-ı celîlülkadr, Fermân-ı hümâyûn, Fermân-ı beşâret-ünvân.
Osmanlı pâdişâhlarının çok mühim hâllerde yazdıkları nâmelerde, yabancı hükümdârlara gönderdikleri ahidnâmelerde; hâkimiyet ve salâhiyet sâhalarını belirten ünvanlar kullanılırdı. Bunlardan, Kânûnî Sultan Süleymân Hanın 1553’te Leh Kralına verilen Ahidnâme-i hümâyûndaki ünvan:
“Ben ki Sultan-ı salâtin-i zamân burhân-ı havakin-i avân tâc-bahş-i husrevân-i cihân zıllullâhi’l-meliki’l-mennân Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Şam ve Halep ve Karaman ve Rûm’un ve vilâyet-i Âzerbaycan ve Van’ın ve Budin ve Tameşvar vilâyetlerinin ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medîne’nin ve Kudüs’ün ve Halilü’r-Rahmân’ın, külliyen diyar-ı Arab’ın ve Yemen’in ve Bağdât ve Basra ve Cezâyir vilâyetlerinin ve dahi nice memleketlerin ki âbâ-i kirâm ve ecdâd-ı izâmım -enarallâhü berâhinehüm- kuvvet-i kahire ile fetheyledikleri ve cenâb-ı celâlet-meabım dahi tiğ-ı âteşbâr şimşîr-i zafernigârım ile fetheylediğim ince diyârın sultânı ve pâdişâhı hazret-i Sultan Bâyezîd oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Şah Han’ım...”
Osmanlı pâdişâhlarının örfî selâhiyetleri, İslâm hukûkuna muhâlif olmamak şartıyla, eski Türk telâkkileriyle Orta Doğu’daki telâkkilerin birleştirilerek ortaya konulan Osmanlı sentezidir. Kısaca Osmanlı pâdişâhı, Osmanlı târihinin bir mahsulüdür. Fâtih devri târihçilerinden Tursun Bey, Târih-i Ebü’l-Fetih adlı eserinin girişinde, pâdişâhların sâhip olması gereken husûsiyetleri, selâhiyetleri geniş şekilde açıklamaktadır.
İslâm Hukûku’nun tatbiki ve yayılması da, pâdişâhın vazîfeleri cümlesindendi. Buna bağlı olarak pâdişâhların hâkimiyet sahası, İslâm dîni ile sınırlandırılmıştı.
Osmanlı Devletinin târihi boyunca İslâm Hukûku, devletin bütün icrâ faaliyetlerini murâkabe etmiştir. Yapılacak bütün önemli işler, Şeyhülislâmın fetvâsına dayanılarak icrâ edilmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Han vefât ettiğinde devrindeki çeşitli konularda aldığı Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendinin fetvâlarının berâberinde defnedilmesini istemiştir.
Osmanlı pâdişâhlarına diğer imparatorlarda bulunan bâzı fevkalâde özellikler verilmemiştir. Pâdişâh, ne Japon imparatoru gibi “Güneşin oğlu”, ne de Firavun gibi “tanrı” idi, sâdece “Allahü teâlânın âciz bir kulu” idi. Cumâ namazlarından sonra pâdişâha:
“Gururlanma pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye bağıran halk, ona âciz bir kul olduğunu hatırlatırdı.
Târih kitaplarında ve teşkilâtla alâkalı eserlerde, pâdişâhlığın Allahü teâlâ tarafından verilen çok mesûliyetli büyük bir vazîfe olduğu belirtilirdi. Bu emânetin, ahâliye iyi muâmele, orduya bakım, memleketin muhâfazası ve dîn-i İslâma hizmetle korunacağı yazılıdır.
Pâdişâhların gelirleriyse başlıca iki kaynaktan gelirdi. İlki yapılan gazâlardaki ganîmetlerin beşte biriydi. Bu gelir harplerin mağlûbiyetle netîcelenmeye ve gerilemeye başlanıldığı devirlerden îtibâren büyük ölçüde azalmıştır. Diğer önemli gelir kaynağı da kendilerine tahsis edilen haslardan elde edilenlerdi. Bu gelirler saray ve askerin masraflarına ve bayındırlık eserlerine harcedilirdi. Oturdukları saraylar ve eşyâları devlet malı idi. Pâdişâhlar sâdece tasarruf hakkına hâizdiler.
Altı yüz seneden fazla Türklerin ve Müslümanların lideri durumunda olan pâdişâhlık müessesesi, Türkiye Cumhûriyetinin kurulmasıyla ilga edilmiştir. 23 Nisan 1920’de pâdişâhın yetkilerinin, Büyük Millet Meclisine devredildiği îlân edilmiş, 30 Ekim 1922 ve 2 Kasım 1922 tarihli Büyük Millet Meclisi kararları ile de pâdişâhlık tamâmen ilga edilerek, sâdece halîfelik Osmanlı âilesinin uhdesinde kalmıştır. 3 Mart 1924 târihinde “Hilâfetin ilgası ve Hanedân-ı Osmânî’nin Türkiye Cumhûriyeti memâliki hâricine çıkarılmasına dâir kânun” ile de halîfelik ilga edilerek, Osmanlı hânedânına mensup bütün âile fertleri yurt dışına çıkarılmıştır.
DEVLETİN ADI |
Pakistan İslâm Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
İslamâbad |
NÜFÛSU |
130.129.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
803.943 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Urdu, İngilizce |
DÎNİ |
İslâm |
PARA BİRİMİ |
Rupi |
Güney Asya’da (20° 46’ - 36° 55’) kuzey enlemleri ve (60° 52’-92°41’) doğu boylamları arasında yeralan, doğusunda Hindistan, batısında Afganistan veİran, kuzeydoğusunda Çin ve güneyinde Umman Denizi ile komşu olan bir ülke.
Târihi
Pakistan Devleti, yirminci yüzyılda kurulmuş genç bir devlettir. Pakistan’ın 15 Ağustos 1947 yılından evvelki târihi Hindistan ile aynıdır. (Bkz. Hindistan)
“Pakistan” adı ilk olarak, İngiltere’de öğrenim gören Müslüman öğrenciler tarafından 1940 yılında ortaya kondu. Pakistan, Pencap, Afgan, Keşmir, Sind ve Belucistan isimlerinin başharflerinin yanyana gelmesinden meydana gelip, mânâ itibariyle “temiz ülke” demektir. Hindistanlıların, İngilizlerin egemenliğinden kurtulmaya çalıştıkları sırada, bölgedeki Müslümanlar birleşerek 1947 yılında bir dominyon kurdular. Bu dominyon, İngiliz Milletler Cemiyetine dâhil durumdaydı. Bu yıllarda Pakistan liderliğini M. Ali Cinnah yürütmekteydi.
Pakistan 1956 yılında cumhûriyet oldu. İki yıl sonra General M. Eyüb Han darbe yaparak idâreyi ele geçirdi. 1960 yılında ve 1965’te yeniden başkan seçildi. Bunun 1969 yılında istifâ etmesi üzerine Doğu Pakistan’da ayaklanmalar başgösterdi. Daha sonra General Ağa M.Yahya Han idâreye el koydu. İdâreyi ele alır almaz ülkede sıkıyönetim îlân etti. 1970 seçimleri sonucunda Doğu Pakistan, Avamî Partisi büyük çoğunluk elde etti. Fakat seçimlerden bir yıl sonra Yahya Han, Millet Meclisini dağıttı. Bunun üzerine ülkede grevler ve isyanlar artmaya başladı. Bundan dolayı hükümet kuvvetleri Doğuya taarruzlar tertipledi. Fakat çok geçmeden Hindistan’dan kuvvet desteği alan doğulular, bağımsızlıklarını îlân ederek Bangladeş Devletini kurdular. Ayrıca çarpışmalar kesilmedi. Binlerce insan öldürüldü. 10 milyonu aşkın Doğulu Hindistan’a göç etti. Nihâyet Pakistan-Hindistan Harbi patlak verdi. Doğu Pakistan’daki, Pakistan birlikleri kuşatılınca, ateş-kes imzâlandı. Her iki taraf da birliklerini geri çekti. İki ülke arasındaki münâsebetler 1976 yılında yeniden normal hâle getirildi.
Bu esnâda Pakistan başkanlığına, Pakistan Halk Partisi Başkanı Zülfikâr Ali Butto geldi. 1973 yılında yeni bir anayasa kabul edildi. Pakistan, bundan böyle “Federal İslâm Cumhûriyeti” adını aldı. Butto, aynı yıl Başbakan oldu.
1977 yılının Haziran ayında, General Ziyâ-ül Hak, askerî bir ihtilâlle idâreye el koydu. Butto başbakanlıktan alındı. Evvelce, Butto’nun siyâsî muhâlifi öldürüldüğünden, ihtilâl sonrası Butto, bu suçtan mesul tutuldu. 1974 yılında işlenmiş bulunan bu cinâyet sebebiyle, Butto 1979 yılında îdâm edildi. Bunun üzerine Pakistan-ABD münâsebetleri gerginleşti. Bu hadiselerden sonra halk Amerikan üslerine ve görevlilerine tepki gösterdi. 1981 yılında Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgâli üzerine, ABD Pakistan ile anlaşmak mecburiyetinde kaldı. İki ülke arasında altı yıllık askerî ve ekonomik yardım programı hazırlanarak imzâlandı. Afganistan işgâli iki milyon civârında Afganlının, Pakistan’a göç etmesine sebep oldu. 1988 Ağustosu’nda esrârengiz bir uçak kazâsında devlet Başkanı General Muhammed Ziyâ-ül-Hak’ın ölmesi üzerine yerine Gulam İshak Han geçti. Yapılan seçimleri sol eğilimli Pakistan Halk Partisi kazandı ve Müslüman bir devletin ilk kadın başbakanı olarak Benâzir Butto hükûmeti kurdu. Bâzı yolsuzluklar ve iç asâyişin sağlanmaması üzerine Devlet başkanı Gulam İshak Han 1990’da Benazir Butto’yu görevden alarak yerine Nevaz Şerif’i başbakanlığa atadı. 1993’te yapılan seçimleri kazanan Benâzir Butto tekrar başbakanlığa getirildi.
Fizikî Yapı
GüneyAsya’da yeralan Pakistan, yaklaşık olarak 803.943 km2lik bir yüzölçüme sâhiptir. Normal olarak dört ana bölgeye ayrılır; Pencab, Sind, Belucistan ve Kuzeybatı Sınır Bölgesi.
Pakistan’ın büyük bir bölümü dağlık arâzidir. Kuzeydeki dağlar oldukça yüksek ve karlıdır. 7700 m yükseklikteki Tiriş Mir Dağı ülkenin en yüksek noktasıdır. Batı bölgeler, İran Yaylasının bir devamı olup, bir seri yayla ile doludur. Bölgenin etrafı dağlarla çevrili durumdadır. İran Yaylası çoğunlukla çıplak ve kurak, bazı bölgeler ise sulaktır. Pakistan fizikî yapısı içinde en önemli göze çarpan husus İndus Nehridir. Pakistan’ın ikinci çölü, Pencab bölgesindeki Tar Çölüdür. Pakistan’ın kuzey dağlarının tamâmı ormanlık bir arâzidir.
İklim
Pakistan iklimi, umûmiyetle sıcak ve kuraktır. Fakat çoğu yerde hava sıcaklığı geniş ölçüde değişmektedir. Dağlarda sıcaklık yüksekliğe bağlı olarak değişir. Dolayısıyla bütün Pakistan’da bölgeler kutup iklimi veya aşırı sıcak iklim arasında değişebilen iklime sâhiptir. Yaylalarda ise hava sıcaklığı, mevsimden mevsime çeşitli farklılıklar gösterir. Haziran ayında hemen hemen 46°C’yi bulan hava sıcaklığı ocak-şubat aylarında 4°C’ye kadar inebilir.
Kuzey bölgeler çoğunlukla yağış alan sahalardır. Dolayısıyla Himalayalar bölgesinin güneyinde ormanlık alanlar mevcuttur. Batı Pakistan ise umûmiyetle yeşil alanlarla doludur. Güneyde Makran kıyı bölgesi, Karaçi ve Haydarabad Okyanus iklimi tesiri altındadır.
Tabiî Kaynaklar
Pakistan’ın yeraltı kaynakları fazla zengin değildir. Daha çok tabiî gaz ve demir filizi mevcuttur. Bundan başka kömür, petrol, kromit, kireçtaşı ve alçıtaşı da bulunmaktadır.
Pakistan’ın, kuzey bölgeleri ve buradaki dağlar tamâmen ormanlık alanlardır. Bu ormanlarda çok çeşitli vahşî hayvanlar yaşamaktadır. Leopar, siyah ayı, kahverengi ayı ve ayrıca Sibirya dağkeçisi bulunur. Bu bölgelerde mavi koyun da yetiştirilir. Yaylalık sahalarda ve batı bölgelerde geyik, ayı, çakal, sırtlan, vahşî cins kediler ve çok çeşitli sürüngen ve kemirgen hayvanlar mevcuttur. Ülkenin umûmiyetle bitki örtüsü ormanlık ve çayırlıktır. 100’den fazla türde kuşa, bu yeşil sahalarda çok rastlanmaktadır.
Pakistan’ın, yer üstü kaynaklarının en önemlisi İndus Nehridir. Tibet bölgesinden doğar, Süleyman Bölgesi ve Tar Çölünün arasındaki bölgede, kuzeyden gelen iki ana kol birleşir veİndus Nehrini meydana getirir. Bu kollardan batıda olanı esas olarak Tibet’ten doğar, Hayber Geçidinin doğusunda ve Sayda’nın güneyinde Swat Suyu ile birleşir, Pencap üzerinden İndus Nehrine katılır. Doğu kolu ise Sutley, Ravi, Cenab ve Jelum (veya Şelum) nehirlerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Geçtiği yerlere verimlilik getiren İndus Nehri, Sukkur’da üç kola ayrılır ve Haydarabad’ın güneyinde ve Karaçi’nin doğusunda geniş bir delta meydana getirerek Umman Denizine dökülür.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Pakistan, yaklaşık olarak, 130.129.000 nüfûsa sâhiptir. Yıllık nüfus artış oranı ortalama olarak % 3 dolaylarındadır. Nüfus yoğunluğu ise 148 civârındadır (1993).
Pakistan nüfûsunu umûmiyetle Pencablılar meydana getirir. Nüfûsun üçte ikisine yakın bir bölümünü teşkil ederler.
Pencablı Pakistanlılar nüfusun % 66’sını meydana getirirken, geri kalan nüfusu Puştular (İranlılar), Sindliler, Urdular ve Beluciler teşkil etmektedir. Bunlardan en kalabalık olanı Sindliler nüfusun % 13’ünü ve diğerleri de sırasıyla İranlılar % 8’ini, Urdular % 7,5’ini ve Beluciler % 2,5’ini meydana getirirler. Çok az sayıda diğer küçük gruplar da mevcuttur. Sovyet işgâlinden sonra 1,5 milyona yakın Afganistanlı mülteci, Pakistan’a göç etmiştir. Bunların büyük kısmı hâlâ Pakistan’da yaşamaktadır.
Nüfûsun % 70’i kırlık sahalarda ve % 30 kadarı da şehirlerde yaşar. Başşehir İslâmabad yaklaşık 250.000 nüfûsa sâhiptir. Şehir, Himalaya Dağlarının yeşil tepeleriyle çevrilidir. Deniz seviyesinden yaklaşık 600 m yukardadır. Pakistan’ın diğer büyük şehirleri Karaçi, Lahor, Ravalpindi, Haydarabad, Multan ve Peşaver olup hepsi İslâmabad’dan daha kalabalık nüfûsa sâhiptir. Karaçi, Pakistan’ın en büyük ve en gelişmiş şehri olup nüfûsu 5.208.132’dir. Milletlerarası havaalanı mevcuttur. Ülkenin eğitim ve öğretim sahasında önde gelen şehirlerinden biridir. Karaçi’nin kuzeyinde yer alan Haydarabad diğer bir gelişmiş şehir olup, özellikle kutu tipi binâlarıyla dikkati çeker. Pencab bölgesinin başşehri durumundaki Lahor bir endüstri ve ticâret merkezidir.
Pakistan halkı, umûmiyetle Urdu dilini konuşur. Urdu dili Osmanlı idâresinin Asya’ya yayılması sıralarından îtibâren buralarda teşekkül etmiştir. Osmanlıordusu bölgeye geldiğinde Osmanlıca konuşurdu. Bölge halkı, askerin konuşmasına ordu dili, dedi ve dilin ismi biraz daha değişerek bugünkü adını aldı. Pakistan, uzun yıllar İngiltere zulmü altında kaldı. Bütün devlet dâirelerinde ve hükümet işlerinde Hindistan’da olduğu gibi İngilizce kullanılırdı. Bu yüzden İngilizce resmî dil hâline gelmiştir. Halkın çoğu İngilizce bilmektedir.
Pakistan halkının % 99’una yakın bir bölümü Müslümandır. Pakistan, Hindistan’da yaşamış ve zamanla güçlenmiş olan Müslümanların, Hindistan’dan ayrılarak kurdukları bir devlettir. Ülke hayâtına her bakımdan İslâmiyet hâkimdir.
Kardeş Müslüman ülke Pakistan’ın, çoğu âdetleri Türk âdetlerine benzemektedir. Halkın yediği yiyecekler ve pişirdiği yemekler hemen hemen Türkiye’dekinin aynısıdır. Giyim eşyâsı, ev eşyâları ve dînî günler gibi birçok özellikler Türkiye ile benzerlik arz eder.
Eğitim ve öğretim oranı % 30 dolaylarındadır. 5-19 yaş arası gençlerin % 40’ından fazlası okula gitmektedir. Okullar çoğunlukla devlet kontrolündedir. Ülkede 12 üniversite vardır. Karaçi Üniversitesi meşhurdur.
Siyâsî Hayat
Mahallî idâre bakımından Pakistan Federal başşehirli 4 bölgeye ve kabile sahalarına ayrılmıştır. 14 Ağustos 1947’de bağımsızlığını kazanmış olan Pakistan, esas olarak bir Federal İslâm Cumhûriyetidir. İki meclisli bir senatosu bulunur. Federal yasama yetkisi Millî Meclis ve Senato’nun elindedir. Millî Meclis, doğrudan halk tarafından seçilen 237 üyeden meydana gelir. 87 sandalyeli Senato’nun üyelerini ise eyâlet meclisleri seçer. İki meclis ve eyâlet meclislerinin 5 senelik bir dönem için birlikte seçtiği Cumhurbaşkanı aynı zamanda Silahlı Kuvvetler Başkomutanıdır. Geniş yetkilere sâhiptir.
BM ve alt kuruluşlarına üyedir. Ayrıca AT ile anlaşma hâlindedir.
Ekonomi
Pakistan ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanır. Halkın yarıdan fazlası tarımla uğraşır. Ekili alanların yaklaşık % 50’si pirinç ve buğdaydır. Bunlardan başka yetişen diğer tarım ürünleri arpa, mısır, darı, pamuk lifi ve pamuktur. Pakistan’ın en çok gelir getiren kıymetli ürünü Jüt’tür. Çay, tütün, şekerkamışı, meyve ve sebze de yetiştirilmektedir. Tarım ürünlerinin memleket ekonomisine olan katkısı % 30 dolaylarındadır.
Pakistan endüstrisi orta seviyede olup, son zamanlarda gelişme içerisine girmiştir. En önemli endüstri dalı tekstildir. Özellikle pamuklu mâmüller önemli gelir kaynağıdır. Jüt îmâlâtçılığı ise yüksek bir seviyededir. Diğer endüstri kolları; kâğıt, kereste, çimento, kauçuk, kimyevî maddeler, gübre, şeker, sigara, gıdâ maddeleri ve eczâcılık ürünleridir.
Endüstrinin ve sanâyinin gelişmesine, hiç şüphesiz yeni bulunan tabiî gaz sebep olmuştur. Diğer yeraltı kaynaklarından kömür, krom ve demir endüstri için önemli mâdenlerdir. Tuz, alçıtaşı ve kireçtaşı ülkenin diğer minerallerini meydana getirir. Çalışan nüfûsun yaklaşık % 16’sı endüstri ve sanâyi alanında istihdam edilmektedir. İhrâcât hacmi, ithâlâtının üçte ikisine yaklaşmıştır. Daha çok Suudi Arabistan, Japonya, ABD, Kuveyt, Çin ve Türkiye ile yapmaktadır. Dışarıya pamuk ve pamuklu mâmüller, yünlü kumaşlar, pirinç, kürk, deri ve kimyevî maddeler satılmaktadır. Son zamanlarda AT ülkeleri, Körfez ülkeleri, Almanya ve Endonezya ile ticârî münâsebetleri artmıştır.
Pakistan, dünyâ ülkeleri arasında, ekonomik bakımdan 137’nci sırayı işgâl eder. Ekonomik büyüme hızı % 2’nin üstüne çıkmıştır. Turizm, Pakistan’ın önemli bir gelir kaynağıdır. Ülkenin demiryolu ve karayolu ulaştırma sistemi orta seviyededir. Hava yolu ulaştırması ise oldukça gelişmiş durumdadır.
Pakistan, atom reaktörlerine sâhip ülkelerden biridir. Yabancı milletlerin yardımı olmadan, yaptığı reaktör, 1962 yılında işlemeye başladı.
Ulaşım daha çok karayoluna dayanır. Karaçi’den çıkan ana kara ve demiryolları Lahor ve Ravalpindi üzerinden Peşaver’e uzanır. Karayolları 110.128 km, demiryolları ise 12.620 km uzunluğa ulaşmıştır. Önemli hava alanları Lahor, Revalpindi, Peşaver ve Karaçi’dedir. Karaçi aynı zamanda önemli bir liman şehridir.
Alm. Krummschwert (n), Pallasch (m); Ruderschaufel (f), Fr. Cimeterre (m); pelle (f) d’awiron, İng. Scimitar; blade. Ağzı enli, ortası geniş, uca doğru daralan kalın, kısa ve ağır kılıç. Eskiden atlı muharipler bu cins kılıç kullanırlardı. Bu kılıçların kabzaları altın işlemeli, kınları gümüşten olurdu. Üzerleri de altın kakma yazılarla süslenirdi.
Denizcilikte; filika ve benzeri deniz vâsıtalarındaki küreklerin denize daldırıldıkları tarafın sonundaki enli ve yassı kısımlara da pala denir.
(Bkz. Torik)
Alm. Knopper (m), Fr. Vélani (m), İng. Valonia. Familyası: Kayıngiller (Fagaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Karadeniz hâriç hemen hemen her yerde.
Palamut meşesi (Quercus ithaburensis subsp, macrolepis)nin, uzunca fındığa benzeyen, tanence zengin, bir yüksük içinde oturtulmuş olan meyvesi.
Palamut meşesinin meyveleri üç cm kadar uzunlukta silindir şekilli, açık kahverenkli ve buruk lezzetlidir. Palut, pelit, palıt gibi isimlerle de bilinir. Esas olarak palamut, pelit ve kadeh (kupula) olmak üzere iki kısımdan meydana gelir. İki kısma birden palamut adı verilir. Pelit, silindirik şekilli, takriben iki cm uzunluğunda, ucu basık ve beyaz tüylüdür. Kadeh ise 2-6 cm çapında olup, üst kısmı tırnak (trillo) denilen üzeri tüylü, uzun, kalın ve kıvrık veya yatık çıkıntılarla örtülüdür.
Palamut meşesinin meyveleri iki senede bir olgunlaşır. Olgunlaşma eylül ve kasım aylarında sona erer. Fakat olgunlaşma fazlalaştıkça kadeh ve tırnaktaki tanen miktarı azalacağından, palamutlar tam olgunlaşmadan ağustos-eylül ayları arasında toplanır. Palamut meşesi ağacı 5-10 yaşından itibaren meyve vermeye başlar. En çok ürün 25-30 yaşlarında alınır. Bir ağaçta ortalama olarak 25-50 kg ürün alınmakla berâber, yetişme ortamına göre bu miktar değişebilir. Kurutma ile palamut, ağırlığının % 40’ını kaybeder. Pelit, meyvenin ağırlığının % 30’unu, tırnak ise % 25’ini teşkil eder.
Kullanıldığı yerler: Meyveleri gallik tanen taşır. Tanen miktarı pelitte % 6-10, kadehte % 27,5, tırnakta % 34-50 arasındadır. Ayrıca meyvelerde şeker de bulunur. Pelitte % 9, olgun olmayan palamutta % 4,3, kadehte % 2,7 şeker vardır. Tâze veya kavrulmuş meşe palamutları ishâl durdurucu olarak kullanılır. Ayrıca hayvan yemi olarak da yer yer kullanılır. Kabuğu soyulduktan sonra kavrulmuş olan palamut, toz edilerek kahvesi yapılabilir. Tadlandırılarak mîdevî ve ishâl durdurucu olarak istifâde edilir. Boya ve deri sanâyiinde de kullanılır.
Ticâreti: Palamut kaba, tırnak, un veya hülâsa hâlinde ihraç edilir. Memleketimizin başta gelen ihraç ürünlerindendir.
Alm. Talje (f), Takel (n), Flaschenzug (m), Fr. Palan (m), İng. Tackle for hoisting, pulley-block. Az kuvvetle çok yük kaldırmak için kullanılan makara sistemi. Sâbit makaraya, aynı gövdeye bağlı bir veya daha fazla hareketli makaranın ilâve edilmesiyle meydana gelir. Yük, hareketli makaranın mahfazasındaki kancaya bağlıdır. Halatın bir ucu sâbit makara mahfâzasına diğer ucu ise önce hareketli makaralardan geçtikten sonra sâbit makaralardan geçirilerek kuvvet alanına gider.
Bu sistemlerde kuvvet bölünerek yükün bir kısmının sâbit makaralara taşıtılmasıyla uygulanacak kuvvet azaltılabilir. Palangalarda yükü kaldıracak kuvvet, yükün ağırlığının makara sayısına bölümü ile hesaplanır. Verim ise yükün, yük yolu ile çarpımının, kuvvetin, kuvvet yolu ile çarpımına oranı ile verilir. Hareketli makara arttıkça istenmeyen sürtünme kuvvetleri verimi azaltacağından, palangalarda, yaygın olarak üç hareketli makara kullanılır.
Alm. Paleontologie, Fr. Paleontologie (f), İng. Paleontology. Dünyâ üzerinde jeolojik dönemlerde yaşıyan canlı varlıkların ve bitkilerin kalıntılarını inceleyen bir ilim dalı.
Paleontolojinin çalışma sahası toprak altında kalan hayvan ve bitki fosilleridir. Fosilin orijinal mânâsı kazılarda çıkarılan şey olmakla berâber şimdi, “şu andaki jeolojik devrin başlangıcından önce yaşayıp da kayaların arasında kalan bütün hayvan ve bitki izleri ve kalıntıları”fosil sayılmakta ve bu ilmin konusu olmaktadır. En geniş anlamda paleontoloji sâde hayvan ve bitki kalıntılarının kendilerini değil, onların tesirlerini ve izlerini de incelemektedir. Hattâ, en eski kayaların içinden çıkarılan grafit ve kireçtaşı gibi hayâtın bulunduğuna dâir dolaylı delillerle de ilgilenmektedir. Çünkü kireçtaşı ve karbonun organik bir vâsıta olmadan kayaların içine yerleştirilebileceği bilinmemektedir.
Ayrı bir ilim branşı olarak paleontolojinin başlangıcı, 19. yüzyılın başlarına kadar gitmektedir. 1834’te bu ilim dalına Ducrotay de Blainville ve Fischer Von Waldheim tarafından “Paleontoloji” adı verilmiştir. Önceleri fosillerin açıklanma gayretleri aşırı derecede tahmine dayanıyordu. Fosilleri, Allah tarafından veya şeytanlar tarafından insanın îmânını denemek için dünyaya yerleştirilen nesneler olarak kabul eden Johannes Beringer (1726) gerçek fosilleri olduğu gibi, öğrencileri tarafından şaka olarak onun bulabileceği yerlere gömülen pişirilmiş kil nümuneleri de fosil olarak anlatmıştır. Bunlardan önce 1500 yıllarında Leonardo da Vinci, İtalya’da bir kanaldan kazılarak çıkarılan ve bir zamanlar yaşamış olan canlıların kabuk kalıntıları olan fosilleri farketmişti; fakat bu düşünceye yaklaşık iki yüz yıl boyunca îtibar edilmedi.
İlk çalışmalarda fosiller, esas olarak nâdir bulunan ve merak uyandıran şeyler olarak ele alındı. Sonunda, fosillerin yaşayan hayvanlara uygun biçimde tasnif edilebileceği anlaşıldı. Bu gelişme, İsveçli Carl Von Linne’nin çalışması sonucu meydana geldi. Onun Systema Naturale adlı eseri hayvanların tasnifini ele alan ilk denemeydi. O kitabında birçok fosil şeklini tanımlamakta; biyoloji ve paleontolojideki modern tasnif ve terminolojinin temelini teşkil etmektedir.
Çalışma sahası toprak altı olan paleontoloji, 20. yüzyılda ilim dalları arasına girebilmiştir. İki sahada inceleme ve araştırma yapmaktadır:
1. Botanik Paleontoloji (Paleofitoloji): Bitkiler âleminin fosillerini inceleyerek eski çağlarda yetişen bitkiler hakkında bilgi verir. Paleobotanik olarak da bilinir.
2. Zoolojik Paleontoloji (Paleozooloji): Hayvan dünyâsının fosillerini ele alır. Geçmişle gelecek arasında bağ kurmaya ve bilgi vermeye çalışır.
Paleontoloji bu şekilde araştırmalarıyla yer ilmi olan jeolojiye de yardımcı olmaktadır. Bu şekilde yapılan araştırmalar neticesinde tam olarak zamânımıza kadar gelebilmiş fosil zincirine rastlamak mümkün değildir.
Paleontoloji ilminin ve bilginlerinin verdiği bilgilere göre her çeşit canlının kendi türü içinde değişebildiği, fakat bir canlının başka türe dönüşmediği kabul edilmektedir. Canlılarda paleontolojik devirlerde zamanla tekamül görülmekte, fakat bu değişmeler her türün kendi içinde olmaktadır.
Bugün paleontoloji mütehassısları, yâni ilk zamanda yaşamış canlıların iskeletlerini ve fosillerini inceleyenler, türlerin, fosillere göre, birdenbire yeryüzünde göründüklerini, aralarında geçiş forumlarının bulunmadığını açıklamaktadır. Mesela, Amerikalı Prof. T. D Gish, bir makâlesinde şöyle demektedir:
“Bütün jeolojik delillerden anlaşılan şudur ki, yeryüzünde hayat birdenbire ve çok kompleks yapıdaki canlılarla başlamıştır. Fosillerden elde edilen sonuçlar, Kambriyan devrindeki hayvanların kendilerinden daha aşağı yapılı organizmalardan değil, doğrudan kendi yapıları ile yeryüzünde göründüklerini ortaya koymaktadır. Bundan başka, büyük canlı grupları arasında geçiş formu olarak dikkate alınabilecek tek bir fosil dahi bulunamamıştır. Dolayısıyla mercanlar doğrudan mercan ve ahtapotlar da ahtapot olarak meydana gelmiştir.”
Fen Akademisi şeref nişanı sâhibi, Kanadalı meşhur Jeolog Dr. W. Bell Dawson da, fosillerle alâkalı olarak şunları söylemektedir:
“Her bir canlı, dünyâda belirişinden bu yana, değişmeden devâm edip gelmiştir. İstiridyeler, yengeçler ve sürüngenler gibi birçok eski tür, şimdi yaşıyanlarla tıpatıp aynıdır. İlk devirlerden zamânımıza kadar hiç değişme göstermeden intikal etmişlerdir...”
Evrimcilerden Prof. Max Westenhofer, bu hakîkatleri kabûllendikten sonra, türler arasında geçiş formlarına rastlanamadığından, Araştırma ve İlerleme adlı eserinde âdetâ yakınarak;
“Balıklar, sürüngenler, memeliler gibi büyük hayvan grupları dünyâ yüzünde birdenbire esas şekilleriyle belirivermişlerdir sanki. Bir türün diğerine dönüştüğüne dair hiçbir yerde hiçbir işâret yoktur. Değişim ancak türlerin içinde mevcuttur.” demektedir.
Her çeşit canlının kendi türü içinde değişebildiğini, gerek paleontoloji mütehassısları ve gerekse“Yaratılış görüşü” taraftarları da kabul etmektedir. Ancak bu değişmenin, tekâmülün tür sınırları içinde kaldığını ve bir canlının başka türlere dönmediğini ifâde etmektedirler. Meselâ, birinci zamandaki derisi dikenliler ne ise, şimdikiler de aynıdır. Derisidikenlilerin mutasyon ile omurgalı hâle döndüğü görülmemiş ve buna âit bir fosil bulunamamıştır.
Halbuki, canlıların yapısında, en basitinden, en mükemmeli olan insana doğru, düzgün bir tekâmül bulunduğunu, daha önce İbrâhim Hakkı hazretleri, Mârifetnâme kitabında, misaller vererek yazmış, fakat bunun, türlerin değişmesi demek olmadığını da bildirmiştir.
Verilen bu bilgilere göre; Darwinizm ve diğer adıyla evrim teorisine dayanarak, insanların ve maymunların ortak bir kökten geldiğini kabul etmek, “insan maymundan türemiştir” demek yanlıştır ve paleontoloji ilminin araştırmalarını inkâr etmektir. (Bkz. Darwinizm)
Alm. Palladium (n), Fr. Palladium (m), İng. Palladium. Atom ağırlığı 106,20, atom numarası 46 olan, platin benzeri bir metal. 1803 senesinde işlenmemiş platini saflaştırmaya çalışırken, Wollaston tarafından bulunmuştur. Platin cevherleriyle berâber bulunur. Umûmiyetle altın ve gümüşle alaşımlar hâlinde çıkarılır. En çok Brezilya’da vardır. Kırılgan fakat işlenebilir beyaz bir metaldir. Özgül ağırlığı 11,50 olup, platin serisi metallerin içinde erime noktası en düşük olanıdır (1552°C). Kaynama noktası ise 2500°C dir. Atmosferdeki oksijen ve su buharının palladyuma etkisi olmaz. Nitrik asit, hidroklorik asit ve sülfürik aside karşı dayanıklı değildir. Palladyumun en büyük özelliği, sünger gibi gözenekli olarak hazırlandığında iyi bir gaz absorbe edici (emici) olmasıdır. Yeni hazırlanmış böyle bir palladyum, oda sıcaklığında kendi hacminin 350 katı kadar hidrojeni bünyesinde tutar. Eğer palladyum 100°C’ye kadar ısıtılırsa absorblanan hidrojen miktarı oda sıcaklığındakinin iki misli olur. Uygun şartlarda absorbladığı hidrojen, kendi hacminin 900 misli olabilmektedir. Palladyum -2- oksit (PdO) ve palladyum -4- oksit (PdO2) şeklinde oksijenle yaptığı iki bileşiği vardır. Palladus oksitten elde edilen palladus tuzu bilinen mühim bileşiğidir.
Palladyum, atmosfer şartlarına dayanıklılığı sebebiyle birçok laboratuvar âletinin yapımında platin yerine, mücevherat îmâlinde ve dişçilikte kullanılır. Kanada’nın Sudbury nikel cevher ocaklarından bol miktarda çıkarılmaktadır. Altınla yaptığı alaşım, “beyaz altın” olarak kuyumcular tarafından kullanılmaktadır. Palladyum, kimyâsal reaksiyonlarda katalizör olarak da kullanılır.
Alm. Palmitinsäture (f), Fr. Acide (m) palmitique, İng. Palmitic acid. Uzun zincirli ve çok önemli doymuş yağ asidi. Tabiatta pratik olarak bütün bitki ve hayvan yağlarında, ekseriya stearik asitle berâber bulunur. Birçok balık yağında % 10, pamuk yağında % 20 ve hurma yağında % 40 nisbetlerinde bulunur. Diğer yağ asitleri gibi palmitik asit de tabiatta serbest hâlde bulunmaz. Fakat, yine diğerleri gibi gliserinle esterleşmiş hâlde yağlarda bulunur ki, bunlara gliseridler denir. Palmitik asit, yağlarda gliserin tripalmitat olarak bulunur. Palmitik asidin formülü CH3(CH2)14CO2H şeklinde olup, renksiz katıdır ve çeşitli kristal şekilleri vardır ki, bunlar içinde en kararlı olanının erime noktası 62,9°C’dır. Palmitik asit bir monokarboksilli asit olduğundan, bu sınıfın genel kimyâsal özelliklerini gösterir. Meselâ; alkollerle esterleri meydana getirirler.
C15H31COOH + ROH Æ C15H31COOR + H2O
Fosfor pentaklorür (PCl5) ile asit klorürü (C15H31COCl) meydana getirir. Palmitik asidin en önemli bileşiği, sodyum veya potasyum ile yaptığı bileşikleridir. Sodyum palmitat (C15H31COONa) beyaz katı sabun, potasyum palmitat (C15H31COOK) ise esmer mayi (sıvı) sabundur. Sabun sanâyiinde sabun elde etmek için, genellikle palmitik asidin veya diğer asitlerin kendileri değil, gliserin esterleri kullanılır. On altı karbon atomu ihtivâ eden palmitik asit, iki karbonlu asetik asidin biyosentezinden meydana gelir.
Alm. Palme (f), Fr. Palmiers (m.pl.), İng. Palm-trees. Tropik ve subtropik bölgelerde yetişen, genellikle monoik odunlu bitkiler. Gövdeleri çoğunlukla dallanmış, dik ve silindirik, bâzen ince ve tırmanıcı, bâzense ikili dallanmıştır. Yapraklar ağaçsı türelerde gövdenin tepesinde küme hâlinde, diğerlerinde ise almaşlı dizilişlidir. Yapraklı, tomurcuk içinde yelpaze kıvrımları gibi katlıdır. Ancak olgunlukta kat yerlerinden yırtılır ve çok parçalı bir yaprak hâline gelir. Çiçekler tek eşeyli, çok dallanmış ve büyük durumlar yaparlar. Çiçek parçaları ise küçük olup, 6 parçalıdır. Meyveleri üzümsü veya eriksidir. Dünyâ üzerinde 210 cins ve 4000 türü bulunmakla berâber, memleketimizde tabiî olarak yetişmez.
Palmiyeler gerek yetiştiği yerlerde, gerek vatanlarının dışında değişik ihtiyaçlarda kullanılırlar. Tıpta ve eczâcılıkta kullanılan ana maddeleri verenler, nişasta ve yağ ihtivâ ederler. Bâzı türlerin, şeker bakımından zengin olan meyveleri gıdâ olarak kullanılır. Bir kısmının ise gövdelerinden veya yapraklarından ev eşyâsı, sepet, hasır vs. hazırlanır. Yine bâzıları lif verir. Bu liflerden halat, süpürge, hasır ve dokumacılıkta faydalanılır.
Bu şekilde belirtilen palmiyelere misâller:
Hindistancevizi(Cocos nucifera): Bitkinin meyvelerinden gıdâ olarak faydalanıldığı gibi lif de elde edilir.
Yağ hurması (Elaeis guinensis): Bitkinin meyvelerinden yağ elde edilir. Bu yağ gıdâ olarak, sabunculukta ve kozmetik sanâyiinde kullanılır.
Hurma ağacı (Phoenix dactylifera): Meyvelerinden gıdâ olarak faydalanılır.
Copernicia cerifera: Bitkinin yapraklarından “Carnauba mumu” elde edilir. Cilâcılıkta makbuldür.
Bu gibi palmiyelere daha birçok misâl vermek mümkündür.
Alm. Clown, Bajaztzo, Spassmacher (m), Fr. Paillasse, clown, bouffon (m), İng. Clown, buttoon, harlequin. Bir seyirci topluluğunu eğlendirmek maksadıyla acâyip kılıklara bürünerek çeşitli insan ve hayvan taklitleri yapan kişi. Palyaçonun en fazla göze çarpan tarafı, alışılmışın dışındaki rengârenk elbisesi ve yüzüne yaptığı makyajdır. Palyaçolar umûmiyetle sirklerde çalışırlar. Seyircileri de çocuklardır.
Üç değişik tipte palyaço vardır: Bunlardan birincisi, yüz hatları olan, beyaz maskeler takarlar. Auguste olarak adlandırılan ikinci gruba mensup palyaço kıyâfeti, son derece acâyip parlak renkli elbiselerden meydana gelir. Bu grubun en meşhurları Fratellini Kardeşlerdir. Bir kratere benzeyen ağızları ve elektrik ampulüne benzeyen burunlar, bu gruptaki palyaçoların en önemli husûsiyetlerini teşkil eder. Karakter palyaçoları denilen üçüncü gruptakiler, umûmî olarak polis ve sokak serserileri tiplerini oynarlar. Bu grubun en meşhurları komedi filmlerinin oyuncusu Charlie Chaplin ile Emmett Kely’dir.
İlk sirk palyaçoları, tecrübeli at sürücüleriyle akrobatlardı. Önceleri sâdece yaptıkları hareketlerle değil aynı zamanda konuşmaları ile seyircileri eğlendiren palyaçolar 19. yüzyılın sonlarına doğru sâdece kıyâfetleri ve yaptıkları hareketlerle sahneye çıkmaya başladılar. Palyaçolar bugün de aynı şekildeki pandominvâri gösterileriyle alâka çekmektedirler.
Alm. Baumwolle, Fr. Coton (m), İng. Cotton. Familyası: Ebegümecigiller (Malvaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Batı ve Güney Anadolu’da yetiştirilir.
Temmuz-ağustos ayları arasında, beyazımsı veya sarı renkli çiçekler açan, 30-100 cm boylarında, 1-2 yıllık otsu bir bitki. Afrika’da, çok yıllık ağaç şeklinde olan pamuk çeşitleri de vardır. Pamuk gövdeleri dik, dallanmış ve çok tüylüdür. Yapraklar uzun saplı, parçalı ve tabanı kalp şeklindedir. Çiçekler saplı ve yaprakların koltuğunda tek tek bulunur. Dış çanak yaprakları üç parçalı, taç yaprakları ise beş serbest parçalıdır. Meyve, olgunlukta açılan veya kapalı kalan, 3-5 gözlü bir kapsüldür. Bu kapsüle koza da denir. Her gözde siyahımsı renkli, oval şekilli ve üzeri uzun, sık ve beyaz renkli tüylerle örtülü 5-10 tohum bulunur. Pamuk tohumu, etrafındaki bu tüy veya liflerle beraber kütlü adını alır.
Pamuk, çok eski târihlerden beri yetiştirilen bir kültür bitkisidir. Vatanı Asya’dır. Genellikle sıcak iklimi seven bir bitkidir. Pamuk, kozaları olgunlukta açılan ve açılmayan olmak üzere ikiye ayrılır. Memleketimizde daha çok açılmayan kozalar tercih edilir. Olgunlukta kozaları açılan pamuk, iyi kaliteli mahsûl verirse de, tam zamânında toplanmadığı zaman rüzgâr ve yağmur ile ziyan olmaktadır. Kozaları kapalı kalan pamuğa “dağ pamuğu” adı verilir. Beyaz renkli olup, soğuk ve hastalıklara daha dayanıklıdır. Hasat zamânı, kozalar değil, üzerinde pamuk bulunan çekirdekler toplanır. Olgunlukta toplanan meyvelerin kabuk, tohum ve lifleri özel makinalarla birbirinden ayrılır. Tohumdan pamuk liflerinin ayrılmasına, çırçırlama denir. Çırçır makinaları ile yapılan çırçırlamada, çekirdekler bir yana, pamuk lifleri bir yana ayrılır. Yerli pamuk meyvelerinin işlenmesi sonunda elde edilen ürünün % 15-22’si pamuk, % 40-60’ı tohum ve % 15-30’u da kabuktur. Pamuk tohumu yağ bakımından zengin olup, % 30-40 kadar yağ ihtivâ eder.
Pamuk, alüvyonlu ve kuvvetli toprakları sever. Derin sürülmüş ve iyi gübrelenmiş topraklara ekilir. Ekim; sıcak bölgelerde şubat, soğuk bölgelerde mart-nisan aylarında yapılır. Ağustos ve eylülde hasat edilir. Pamuk için en büyük tehlike yağmurlardır. Yağmurlar, verimin ve kalitenin düşmesine sebep olur.
Kullanıldığı yerler: Pamuk lifleri, hemen hemen saf selülozdan ibârettir. Tohumlar, yağ, nişasta ve müsilaj taşır. Pamuk yağı, yarı kuruyan yağlardandır. Kökler, fenolik bileşikler ve reçine tabiatında maddeler taşırlar. Pamuk, mekanik bir kan dindiricidir. Cerrâhîde gerek saf, gerek sterilize veya ilâçlı olarak kullanılmaktadır. Sun’î ipek îmâlinde de kullanılan önemli bir hammaddedir. Temizlenmiş pamuk yağı tıpta kullanıldığı gibi yemek yağı olarak veya sabun îmâlinde kullanılır.
Türkiye, takribi 200-250.000 tonluk pamuk ihrâcâtı ile dünyâ üretiminin % 5,6’sını karşılamaktadır. Pamuk üreten ülkeler arasında sekizinci sırayı almaktadır. 600 bin hektar alandan 500 bin tonun üzerinde yıllık üretim yapılmaktadır. Memleketimizdeki hektar başına ortalama verim dünyâ ortalamasının üstündedir.
(Bkz. Moniliyazis)