ÖRF VE ÂDET
İnsanlar arasında tekrar tekrar yapılarak yerleşmiş olan davranışlar, kurallar. Örf, lügatte (sözlükte) “tanıma, bilme, tanınan, bilinen” mânâlarına gelir. Âdet ise, îtiyat, yâni alışkanlık demektir. Örf, işle ve sözle; âdet yalnız işle ilgilidir. Âdete teâmül de denir. Örf ve âdete an’ane, gelenek ve görenek de denilmektedir. İslâm hukûkunda, yalnız dînin ve aklın güzel gördüğü, beğendiği örf ve âdetler mûteberdir.
Örf ve âdetler, devletin herhangi bir müdâhalesi olmaksızın, müşterek ihtiyaçların baskısı altında, belli ictimâî (sosyal) münâsebetleri, tanzim için lâzım olup, kendiliğinden meydana gelmektedir.
Örf ve âdet, toplum içinde bulunduğu şartlarla çok yakından ilgilidir. Bu sebeple toplumdan topluma, milletten millete, hattâ bölgeden bölgeye farklılık arz ederler. Kabul edilmeleri ve değişmeleri zaman içinde kendiliğinden olur. Bir toplumun ahlâkî değerleri ve inançlarını aksettirirler.
Örf ve âdetin çeşitli târif ve tasnifleri yapılmıştır. Bunlardan meşhur olan bir tasnif şekli şöyledir:
1. Örf-i âm (umûmî örf): Kim tarafından ortaya atıldığı belli olmayan, genellikle ülkenin tamâmına yaygın, millî vicdâna seslenen örf çeşididir. Milleti millet yapan değerlerin başında gelir. Örf-i âm’a “töre” de denir. Töre, İslâmiyetten önceki Türk toplumunun hayâtını düzenleyen en büyük değerdir.
2. Örf-i hâs (husûsî örf): Belirli bir meslek çevresinde veya ülkenin belirli bir bölgesinde geçerli olan mahallî örftür.
Örfî hukûk: Örf ve âdetler, zamanla hukuk kuralı hâline de dönüşebilirler. Bir örf ve âdetin hukuk kâidesi hâline gelebilmesi için şu üç şartın gerçekleşmesi gerekir:
1. Maddî unsur: Cemiyette benzer hareketlerin uzun süre tekrar edilegelmiş olması şartıdır.
2. Manevî (Psikolojik) unsur: Bu kurallara uyulmasının mecburî olduğu husûsunda halk arasında müşterek bir kanâatin belirmesi ve yerleşmesi şartıdır.
3. Hukûkî unsur: Bu kaidelere uymayanlara karşı, devlet tarafından bir müeyyide tatbik edilmesi demektir. Bu sonuncu unsur, bir ictimâî kâideye, yâni örf ve âdet kâidesine hukuk kuralı niteliğini kazandırır. Onu, daha ziyâde ahlâk ve âdâp kurallarından sayılması gereken “alelâde âdetler”den ayırır.
Örf ve âdet, yazılı olmayan hukuk kaynaklarındandır. Târihî bakımdan yazılı hukuktan önce gelir. Avrupa’da hukûkun, yazılı hukuk hâlini alması on dokuzuncu yüzyılın başlangıcından îtibâren başlamıştır. Sâdece İngiltere bu gelişmenin dışında kalmıştır. İngiltere’de örf ve âdet hukûku, yazılı hukûka nazaran çok daha yaygın bir hâlde bulunmaktadır. Örf ve âdet şeklindeki anayasaların en meşhuru İngiliz Esas Teşkilâtı Kânunu’dur. İngiliz Anayasasının büyük kısmı örf ve âdet şeklinde olup, yazısızdır.
Örf ve âdet kâideleri, eskisi kadar olmasa da muayyen bir dereceye kadar bâzı hukukî münâsebetleri bugün de düzenlemektedir. Çünkü kânun koyucunun sosyal münâsebetleri en ince teferruatına kadar düzenlemesi imkânsızdır. Günümüzde yazılı anayasa sistemini kabul etmiş memleketlerde dahi, anayasa hukûku sâhasında bâzı örf ve âdet kurallarına rastlamak mümkündür.
Örf ve âdet hukûkuna, milletlerarası alanda da rastlanmaktadır. Öyle ki, bu alanda mevcut olan örf ve âdet kâideleri milletlerarası hukukta antlaşmalarla berâber başlıca kaynak sayılmıştır. Adâlet, hakkâniyet, nesâfet, mütekâbiliyet (karşılık) esâsı gibi kâideler, hep milletlerarası hukukta, devletlerin karşılıklı olarak uymaya çalıştıkları örf ve âdet kâideleridir.
Bugünkü Türk hukûkunda örf ve âdet: Gerek batı ülke kânunlarında, gerekse bugünkü Türk hukûkunda örf ve âdet kâidelerine bir hukûkî değer verilmiştir. Bugün yürürlükte bulunan ve İsviçre medenî kânunlarından iktibas edilmiş olan Türk Medenî Kânununun 1. maddesinin 2. fıkrasında; “Hakkında hüküm bulunmayan meselede hâkim örf ve âdete göre... hükmeder.” cümlesi mevcuttur. Kezâ Türk Ticâret Kânununun 1. maddesinde; “Hakkında ticâretî bir hüküm bulunmayan ticârî işlerde mahkeme, ticârî örf ve âdete göre... hüküm verir.” cümleleri vardır.
Önceki Türk hukûkunda örf ve âdet: Türkler, İslamiyeti kabul ettikten sonra fert ve devlet olarak, İslâm dîninin bütün kurallarına uymakta büyük bir hassâsiyet ve gayret gösterdiler. Devlet hayâtını düzenleyen amme hukûku sahasında İslâmiyetin esaslarına muhâlif olmayacak şekilde örf ve âdete dayanan bir takım düzenlemelere gidildi. İslâmiyette devlet reisine böyle düzenlemeler yapma yetkisi verilmiştir. Sultanın bu şekilde vâz ettiği, koyduğu kâide ve kurallara “örf-i sultânî” denirdi. Bu isim hükümdârın, cemiyetin hayrına, faydasına gördüğü hususlarda kendi iradesine dayanarak çıkardığı her türlü kânunnâmeler için kullanılıyordu. Bu kânunların hepsine örf-i hukuk denir. Bu usûl, İlhanlılarda diğer Türkmen devletlerinde ve Osmanlılarda çok kullanılmıştır.
Örfî hukûkun, Osmanlı Devletinde ilk tatbîkâtı, Sultan Osman Gâzi zamânında yapılmıştır. Osman Gâziyi tâkiben Orhan Gâzinin mâlî konulara âit kendi irâdesine dayanarak koyduğu kânunlar mevcuttur. Yine Sultan Birinci Murad Han devrinde örfî hukukun gelişmesine gayret eden vezirleri görülür.
Ayrıca örfî vergiler ve toprak hukûkuna âit takrir sistemiyle alâkalı en eski kayıtlar Sultan Birinci Bayezîd Han devrine; teşkilâta dâir kânunnameler Fâtih devrine âittir. Fâtih, Nişancı Mehmed’e dîvânda uyulacak prensipleri gösteren bir kânunnâme hazırlamasını emretmişti. O da Fâtih’ten önce mevcut bulunan kânunnâmeleri toplamıştı. Sultan Fâtih bunun eksiklerini tamamlıyarak:
“Bu atam dedem kânunudur. Evlâd-ı kirâmım neslen ba’de neslin (nesiller boyunca) bununla âmil olalar (amel edeler).” diye emretmiştir.
Fâtih kendisinden önce mevcut bulunan örf ve âdet kurallarına uymayı tercih etmiş ve onları toplatmıştır. Böylece Osmanlı Devletinde, İslâm hukûkuna uygun olacak şekilde idârî, mâlî ve cezâî sâhalarda, hükümdarların, devlet başkanlığı yetkilerine dayanarak, Osmanlı örfüne göre kânunnâmeler ve nizamnâmeler çıkardıkları görülmektedir. Bunlar ayrıca müftülerin ve şeyhülislâmların tasdikinden geçtikten sonra yürürlüğe girerdi. Böylece İslâmiyete uygunluğu sağlandığından bu kânunlar, İslâm hukûkunun şumûlüne girmekte, onun içerisinde mütâlaa edilmektedir. Çünkü İslâm esaslarına muhâlif olmayan her tasarruf dînî olur ve dîne uygundur. Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kâdılar, fıkıh ve fetvâ kitapları yanında pâdişâh tarafından çıkarılan emir, ferman ve kânunnâmelere de hüküm için kaynak olarak mürâcaat etmişlerdir. Bütün bunlara göre Goldziher gibi bâzı müsteşriklerle bâzı yerli yazarların, örfî hukuk adını verdikleri ve meşrû örf ve âdetlere göre hazırlanan kânunnâmelere bakarak, Osmanlı Devletinin şer’î bir devlet olmadığını söylemeleri İslâm hukûku açısından doğru olmamaktadır. Zîra, dînî hükümlere muhâlif olmayan örf ve âdetlerin, sultanın, pâdişâhın emretmesiyle şer’î bir mâhiyet kazanması İslâm hukûkunun yapısında vardır. Hazırlanan kânunnâmeleri şeyhülislâmın tasdik etmesi de bunun apaçık delilidir.
İslâm hukûkunda örf ve âdet: Örf ve âdet, İslâm hukûkunun kaynaklarındandır. İslâm hukûkunun kaynakları iki kısımda mütâlaa edilir. Kitap (Kur’ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i şerîfler), icmâ (bir asırda bulunan müctehidlerin bir meselenin hükmü hakkında söz birliği etmeleri) ve kıyâs (müctehid denilen bir âlimin ictihâdı) birinci derecede, aslî kaynakları teşkil eder. Bu dört ana kaynaktan başka, ikinci derecede, tâlî kaynaklar da vardır ki, istihsan, mesâlih-i mürsele, örf ve âdet bunlardandır.
İslâm hukûkunda Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukâhâ ile açıkça bildirilmeyen hususlarda örf ve âdet de delil kabûl edilmektedir.
İslâmiyetin ilk yıllarında örf ve âdet, muhtelif şekillerde İslâm hukûkuna girmiştir. Bu durum, bir kaç madde hâlinde şöyle özetlenebilir:
1) İslâm orduları tarafından fethedilen yerlerde, nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere) ters düşmeyen örf ve âdetler benimsendi. 2) Bâzı nasslar ve özellikle hadîs-i şerîfler örf esâsına dayanıyordu. Meselâ arpa ve buğday alış-verişinin ölçek hesâbına dayanması bir örf ve âdetti. 3) Bâzı örf ve âdetler, Peygamber efendimizin emirleriyle ve gördüklerinde beğenip, yasak etmemeleriyle meşrûiyet kazandı. 4) Dört büyük mezhep imâmlarından İmâm-ı Mâlik hazretleri, hakkında nass bulunmayan bir meselede, Medîne şehri halkının o konudaki örf ve âdetini delil kabul etti. Çünkü bunlar, Peygamberimizin görüp beğendiği bir âdettir.
İslâm hukûkunda her örf ve âdet hükümde esas alınmaz. Nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) ile bildirilmiş olmayan bir hükmü anlamak için umûmî âdetler delîl olur. Âdetin umûmî olması için Eshâb-ı kirâm zamânından kalma ve müctehitlerin kullanmış olması ve devamlı olmaları gerekir. Bu sebeple Sahâbe devrinden, zamânımıza kadar Müslümanlar arasında teâmül hâline gelip, hakkında nass bulunmayan ve yüksek din âlimi olan ve müctehidlerce kabûl edilip, kendisiyle amel edilmiş bulunan bir örf, icmâ gibidir. Muâmelâttaki hükümler için, bu beldenin nassa muhâlif olmayan âdetleri delil olabilir. Ancak, haram işleyenler çoğalır, haramlar âdet hâline gelmiş olsa bile helal olmaz. Fakat, mübah olan âdetlerde ve fen bilgilerinde zamâna uyulur. Teknikte ilerleyenlere ayak uydurulur. Din bilgilerinde, ibâdetlerde zamâna uyulmaz.
İslâm âdeti, bütün insanların, âile ve komşuların birbirine karşı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkça bildirmiş. Bu değişmez kavramlar üzerinde temel hükümler kurmuştur. Fakat bu değişmez hükümlerin hâdiselere tatbikini sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasının değişebileceğini belirtmiştir. Bu îtibârla ortaya çıkan birçok hâdisenin hükmünü tespit etmekte meşrû örf ve âdetler esas alınmıştır. İslâm hukûku kitapları olan fıkıh kitapları bunun misalleriyle doludur. İslâm âlimleri, dünyânın her yerinde ortaya çıkan meseleleri fıkıh kitaplarında bildirilenlere benzeterek hükümlerini beyân etmişler, asırlardan beri karşılaştıkları hâdiselerin hükmünü ortaya koymakta çâresiz kalıp, sıkıntıya düşmemişlerdir.
Allahü teâlâ, ibâdetlerle ve evlenme, alış-veriş ve kul hakları ile ilgili bilgilerin hepsini açık ve kesin olarak bildirmedi. Kısa ve kapalı bıraktığı bilgileri Peygamberinin açıklamasını diledi. Peygamberi de, bunların hepsini tam açıklamadı. Kapalı bıraktığı bilgilerin açıklanmasını ve bunların günlük hâdiselere tatbik edilmesini müctehid âlimlere bıraktı. Bu âlimler bu vazîfeleri yaparken, aralarında dînen meşrû, makbul görülen ayrılıkları oldu. Böylece mezhepler meydana geldi. Müslümanlara, ibâdetlerini yaparken, memleketlerinin örf ve âdetlerine, iklim şartlarına ve kendi fizik yapılarına uygun ve daha kolay olan mezhebi seçmek imkânı sağlandı. Ayrı mezheplerin bulunması, Müslümanlar için rahmet ve kolaylık oldu.
İslâm hukûkunda, örf ve âdete bağlı kalınarak husûsî hukûkun birçok meselesinde hüküm verilmektedir. Fıkıh kitaplarında yer alan ve örfî kâideler, Mecelle’de geniş olarak düzenlenmiştir. Bu kâidelerden bâzıları şunlardır:
Madde-36: “Âdet muhakkemdir. (Dînî bir hükmü ispat için örf ve âdet hakem kılınır. Nizâ; ihtilâf zamânında ona mürâcaat olunur.)”
Madde-43: “Örfen ma’rûf olan şey, şart kılınmış gibidir.”(Halk arasında örf ve âdet hâlini almış olan şey, kânun nazarında açık olarak şart kılınmış gibidir.)
Madde-45: “Örf ile tâyin, nass ile tâyin gibidir.”(İhtiyaç olduğunda dîne uygun olan örf ve âdetle amel etmek vâciptir.)
Örf ve âdetin ehemmiyeti: Bir devletin bekâsı için gençlerin örf ve âdete bağlı olarak yetiştirilmesi gerekir. Devletin geleceği kendilerine teslim edilecek olan nesiller, ecdâdının örfüne, âdetine bağlı olmaya mecburdurlar. Bir milleti yıkmak isteyenler evvelâ örf ve âdetlere saldırmaktadırlar. Macarlar ve Bulgarlar gibi Türk asıllı kavimler bu değerlerini kaybettiklerinden ve İslâm inancına sâhip olmadıklarından milliyetlerini unutmuşlar, başka bir millet olarak ortaya çıkmışlardır.
Gelişmiş medeniyet seviyesine ulaşmak için büyük ve hızlı hamlelerin yapılmasına örf ve âdet engel değildir. Japonya ve İngiltere gibi teknolojik, ilmî ve ekonomik alanlarda büyük gelişmeler, hamleler yapan iki büyük ülkedeki insanlar örf ve âdetlerine saygı duymaları, onu red ve inkâr etmemeleri, hiç bir gelişmelerine engel olmamıştır.
Örf ve âdetlerine çok değer veren ülkelerden biri olan İsviçre, ilmî ve teknolojik bakımdan geri değildir. Örf ve âdet, kişinin mâzi ile bağlantısını sağlar. Mâziye hürmet etmek ise gericilik değil, kuvvet ve kudret alâmetidir.
Örf ve âdetler bir toplumun, bir milletin müşterek aklıseliminden süzülen kıymetli ve hikmetli kâidelerdir. İnsan hayâtının doğumundan ölümüne kadar her ânını idâre eden esaslardır. Bunlar çok kere hukuk kurallarının da temellerini meydana getirirler. Örf ve âdetler, hiçbir cebir ve baskı olmadan toplumun kendisinin meydana getirdiği ve gerektiğinde kaldırdığı en demokratik uygulamalı kâidelerdir.
En gelişmişi dâhil, dünyânın hiçbir toplumu örf ve âdetleri kaldıramaz ve onların yerine bütünüyle hukuk kâideleri koyamaz. Bugünkü örf ve âdetleri kânunlarla yok edilmeye çalışılsa kendiliğinden yeni örf ve âdetler meydana çıkmakta gecikmez. Çünkü halkın istek ve hasretlerini, sosyal gerçekleri karşılamayan hukuk kuralları, örf ve âdetlerin gücünü yıkamaz.
Kendisine has örf ve âdetlerini koruyamayan bir toplum, ancak bir insan yığını olabilir. Yüzyılların ötelerinden, târihin içinden akarak gelen Türk-İslâm kültürü ve onun muhtelif unsurları, örf ve âdetleri, Türk toplumunun kimliğini korumasını sağlayan vâsıtalardır. Türk örf ve âdeti; adâlet, iyilik, insan haklarına saygı, nâmus ve yiğitlik gibi her yerde meziyet sayılan değerlerle doludur.
Anayasa mahkemesi bâzı kararlarında bir takım örf ve âdet kâideleri hakkında şöyle demektedir: “Her türlü örf ve âdeti, akıl ve bilinç dışında bir takım kurallar topluluğu olarak niteleyen bir görüşü benimsemek imkânı yoktur.”
Örf ve âdet kurallarının bir başka önemi, daha uzun ömürlü olmalarıdır. Toplum tarafından zorlayıcı bir güç olmadan kendiliğinden kabul edildikleri için kânunlara nazaran kendilerine daha kolay uyulur. Örf ve âdete dayanmayan kânunlar toplum tarafından kabûl görmezler. Kısa zamanda değişmeye mahkûm kalırlar. Örf ve âdetler ise daha uzun ömürlü olabilmektedirler.
Örf ve âdetlerin toplum içindeki yeri ve önemi reddedilemez. Gençlerin kendi milletinin örf ve âdetlerine bağlı olarak yetiştirilmesi, memleketin istikbâlinin garantisidir. Örf ve âdetlerinden kopan milletler uzun ömürlü olamazlar. Târih, bu hakîkatlarla doludur.
Alm. Geheim fonds (m), Fr. Fonds (m) secret, İng. Secret funds. Bu ödenek, gizli istihbârat ve savunma hizmetlerine, devletin yüksek güvenliği ve yüksek çıkarları için, siyâsî ve sosyal konularla, kültür ve devletin îtibârını arttırıcı hizmetlerde ve olağanüstü hizmetlerin sağlanmasında, yürütme organının görevleri içine giren amaçlarla harcanabilir. Örtülü ödenek. Başbakanlık bütçesinde gizli hizmet giderleri maddesinde yer almaktadır. Ödeneğin harcama yeri ve hesaplarının nasıl tutulacağı, hangi belgelerin, görev değişmesi hâlinde yeni başbakana bırakılacağını, görevdeki başbakan belirler. Bu ödenekten, başbakan ve âilesinin şahsî giderlerine ve siyâsî partilerin propaganda ve seçim ihtiyaçlarına harcama yapmak mümkün değildir.
Alm. Echtecpinne, Araneide, Fr. Araignée, İng. Spider. Familyası: Liphistidae, Agriopidae, Thomisidae vs. Yaşadığı yerler: Dünyânın hemen hemen her tarafında bulunan kara hayvanlarıdır. Ancak birkaç cinsi suda bulunur. Özellikleri: Başla göğüs kaynaşmış olup “sefalotoraks” adını alır. Karın dar bir bel ile göğüs kısmına bağlanmıştır. Göğüslerinde dört çift yürüme bacağı bulunur. Bir çift zehir çengeline (keliser) sâhiptirler. Bunlarla avlarını sokarlar. Ömrü: Bir-iki yıl kadardır. Çeşitleri: 30.000 kadar türü mevcuttur.
Eklembacaklıların örümceğimsiler (Arachnoidea) sınıfının örümcekler (Araneida) takımının türlerine verilen genel ad. Hemen hemen dünyânın her tarafında yaşarlar. Otuz bin kadar türü vardır. Baş ve göğüs kaynaşmıştır. Karın, göğüse ince bir bel ile bağlanmıştır. Aynı büyüklükte başka bir canlının beli bu kadar ince değildir. İçinden sindirim borusu, kan damarları nefes boruları ve sinir sistemi geçer. Örümceklerin boyları, birkaç cm’den 20 cm’ye kadar değişir. Ağızlarının önünde iki zehir çengeli (keliser) ve iki his ayağı (pedipalp) yer alır. Göğüslerinde ise, gelişmiş dört çift yürüme bacağı vardır. Uçları, tarak gibi dişli iki çengelle sonlanır. Örümcek bunların sâyesinde ağ üzerinde rahatça dolaşır. Bir kısmı ileriye, geriye ve yanlara doğru yürüyebilirler. Bacaklarından biri koparsa, yerine hemen yenisi çıkar. Çoğunun başında 8 adet osel (basit) göz bulunur. Gözlerin dizilişi, sınıflandırmada önemli bir özelliktir. Yuvarlak olan karın kısmı yumuşak ve esnek olup, alt kısmında solunum delikleri, ipek bezleri, anüs ve cinsiyet organları yer alır.
Örümcekler yırtıcı ve aç gözlü hayvanlardır. Birbirlerine saldırmaktan çekinmezler. Avları çok çeşitlidir. Çoğu, böceklerle beslendiklerinden faydalı sayılırlar. Bâzı tropikal türler amfibyum, sürüngen, küçük kuş ve memeli gibi omurgalıları avlarlar. Örümceklerin hepsi avlarını yakalamak için tuzak ağları kurmaz. Bir kısmı avlarını kovalayarak veya üzerlerine sıçrayarak yakalar. Suda böcek, kurbağa ve balık avlayanlar da vardır. Yakaladığı avını, kıskaçlarına açılan zehir salgısı ile felce uğratır. Sonra ısırarak avının iç organlarına, eritici enzimler ihtivâ eden tükrük salgısını akıtır. Kısa bir zaman zarfında, avın iç organları eriyerek sıvı hâline gelir. Örümcek, emici mîdesini bir pompa gibi kullanarak bu sıvıyı emer. Av, kısa bir sürede içi boş kabuğa döner. Örümcek, bu boş kabuğu ya olduğu yere bırakır veya başka bir yere atar. Böcekler, küçük kuşlar bu avlar arasındadırlar.
Güney Amerika’da yaşayan, bacakları hâriç 10 cm boyunda olan, toprakaltı inlerinde barınan bâzı türler, tavşan ve tavukların içini boşaltabilecek güçtedir. Örümceklerin özofagusları (yemek borusu) çok dar olduğundan böyle beslenmek zorundadırlar. Ayrıca, ağız parçaları da bir sineği bile parçalayacak güçte değildir. Zehir çengelleri, avı delmeye ve zehir akıtmaya yarar. Uçtaki iğneli kısımları, bir şırınga gibi birer yan delikle biter. Deliğin böyle enjektörvâri oluşu, tıkanma tehlikesini önler.
İğne ava girince, zehir bu delikten sızar. Örümcekler, iki keliseri de kullanırlar. Isırdıkları zaman yanyana iki delik olması bu yüzdendir. Keliser, aynı zamanda, delik açma ve küçük cisimleri taşıma işlerine de yarar.
Örümceklerin böceklerden ayrılan birçok özelliği vardır. Böceklerin çoğu kanatlı olduğu hâlde, örümcekler kanatsızdır. Böceklerde 6 bacak olmasına karşılık örümceklerde 8 bacak vardır. Antenleri olmadığından, ağız önündeki pedipalpler bu görevi üstlenirler. Dış görünüşleri bacağa benzediğinden bunlara “duyu bacakları” da denir. Üzerleri duyu algılayıcı tüylerle kaplı olup, dokunma, tad alma ve çevreyi koklayıp araştırma gibi görevler yaparlar. Üreme dönemlerinde erkeklerde spermaları biriktirip dişiye aktaran bir kopulasyon (çiftleşme) organı olarak da iş görürler.
Örümceklerde trakealar (solunum boruları), akreplerde olduğu gibi karın altında kitap akciğerleri tipindedir. Kitap yaprakları şeklindeki deri kıvrımlarından dolayı solunum organları bu adı alır. İki veya dört tâne kitap akciğerleri vardır. Eğer örümcekte bunlar iki ise, eksikliği ek solunum boruları ile tamamlanır.
Örümceklerde, diğer eklembacaklılar gibi açık bir dolaşım sistemi bulunur. Kılcal damarları yoktur. Hemen hemen her yerde rastlanan örümcek ağı, aslında bir sanat şaheseridir. Yapılış maksadı avlanmak olan ağ, bir nevi tuzaktır. Fakat her örümcek türü ağ yapmaz. Ancak bütün örümcekler ağ tellerinden yumurtalarının etrafını saran kozalar yaparlar. Bazıları da ağ bezlerini, yaprakları yapıştırmakta, yuvalarının içini döşemede, açtıkları çukurun çevresini kapatmakta vs. işlerde kullanırlar. Ağ kurmayan bu tür avcı örümcekler de, arkalarında ağdan bir iz bırakarak, rüzgârla sürüklenmekten korunurlar. Erkekler, dişileri bulmakta da bu izlerden faydalanırlar.
Karın altlarının arka taraflarında üç çift ağ organları bulunur. Her birinin dışarıya ayrı bir çıkışı vardır. Bezlerden meydana gelen yapışkan ve sıvı iplik maddesi, havayla temas edince sertleşir. Her ağ memeciğinde 100 kadar ince ve küçük kanalcıklar bulunur. Bu ince kanalcıklardan sızan iplikçikler bir araya gelerek büküldükleri zaman (çelik kablolar gibi) tek iplik durumuna gelirler. Esnek ve yapışkandırlar. Bir sinek ne kadar sert çarpsa da kopmazlar. Ağ yapmak isteyen örümcek, ağ organlarını bacaklarının bir kısmı ile bastırarak ağ maddesinin akışını başlatır. Örümcekler, iplik deliklerinden çıkan tellerin hepsini toplayıp bir tek tel hâlinde kullandıkları gibi bunlardan ayrı ayrı incecik tel de yaparlar.
Düşme ânında bir yere taktığı ağ telini, kendisi yere varıncaya kadar uzatabilir. Genç örümcekler, ağ tellerinin sâyesinde uzun mesâfelere uçabilirler. Bunun için telin bir ucunu bir yere bağlayarak kendilerini hava akımlarına bırakırlar. Böylece yerlerinden havalanan örümcekler, karada 5 km, denizde ise yüzlerce km uzaklara savrulabilirler. Okyanuslardaki ıssız adalarda yaşayan örümcekler, hep böyle havadan gelmişlerdir. Sonbaharda bol bol rastlanan ağ telleri de uçan genç örümceklerden kalmıştır.
Ağ yapacak olan bir örümcek, önce yüksekçe bir yere tırmanarak, ağın ucunu bulunduğu kısma yapıştırarak ipek iplik yardımıyla aşağı süzülür. Gözüne kestirdiği bir dala ulaşarak bağlantı kurar. Sonra o iplik üzerinde gidip gelerek ağı kalınlaştırır. Daha sonra vücûdundan çıkmakta olan ipliğin bir ucunu ilk ipliğe tutturarak kendisini boşluğa bırakır. Ağa bağlı hâlde bir yere varınca, o ucu vardığı yere yapıştırır. Bu yolla birkaç gidiş gelişte ağın kaba iskeleti meydana gelir. Bundan sonra iskeletin merkezi çevresinde dairevî halkalar yaparak ağı tamamlar.
Ağ örümü çoğunlukla gece olur. Örülmesi en fazla 60 dakika alır. Ağın ortasında spiral ve yapışkan bir yer vardır. Diğer iplikçikler kurudur. Bir sinek ağa konsa hemen yapışır. Kurtulmak için çırpındıkça daha da yapışır. Îkaz iplikçiği ile avın yakalandığını anlayan örümcek gelerek avını zehirler. Îkaz iplikçiğinin bir ucu ağa bağlı, diğer ucu ise dâimâ kendisindedir.
Ağlar, genellikle yere dik vaziyettedir. Maksat, uçan arı ve sinekleri yakalamaktır. Her örümcek türünün, kendisine has ağ örme sitili vardır. Ancak dikkati çeken nokta, ağlarda geometrik inceliklerin her zaman varlığıdır. Ağ örme işi örümceklerin, doğuştan kazandıkları bir sanattır. Küçük bir örümcek, daha önce hiç ağı görmemiş ve örmemiş olmasına rağmen büyüklere benzer ağlar örer.
Bâzı örümcekler düşmanlarından korunmak için çeşitli hîlelere başvururlar. Güneydoğu Asya’da bir örümcek türü yaptığı büyük ve dâirevî ağının ortasında durur. Bu duruş örümcek yiyen kuşlar için kolay bir hedef teşkil eder. Örümcek, düşmanlarını yanıltmak için birkaç adet sahte ağ merkezi tesis eder. Yediği avlarının kalıntılarını da ağ merkezlerine takarak manken örümcekler kullanır. Başka bir örümcek çeşidi de diken ve ağaç kabuklarından manken örümcekler yapar. Örümcek ağlarının ipleri ipektir. Bu iplikler, aynı çaptaki çelik telden daha sağlamdır.
Örümceğin ipeği, ipekböceğinin ipeğinden daha ince ve daha dayanıklıdır. Üstelik bildiğimiz ipekten daha güzeldir. Ancak yapılan araştırmalar göstermiştir ki, örümcek ipeği tellerinden ince ipek elde etmeye imkân yoktur. Daha doğrusu çok pahalıya mal olmaktadır. Bunun başlıca sebebi, örümcekleri bir arada tutmanın zorluğudur. Zîrâ bir arada bulunan örümcekler birbirini yerler.
Örümcekler ayrı eşeyli canlılardır. Dişileri erkeklerden daha iridir. Ağ yapan ve ağ ile avlananlar da bunlardır. Bâzı türlerde erkekler de ağ yapar. Örümceklerde bir arada yaşamak, toplum ve âile hayâtı yoktur. Erkekten daha iri olan dişiler, yakaladıkları erkekleri hemen yerler. Örümceklerde en ilgi çekici hususlardan biri de erkeklerde duyu bacaklarının eşleşme organı vazîfesi görmesidir. Erkek önce bir sperma ağı örerek üzerine bir damla spermatozoon sıvısı bırakır. Sonra ters dönerek bu sıvıyı şırıngaya çeker gibi pedipalplerin şişkin kısmına doldurur. Bundan sonra dişiyi aramaya çıkar.
Örümceklerin çiftleşmesinde erkek örümcek, dâimâ ölümle karşı karşıyadır. Çiftleşme zamânında erkek örümcekler dişilerin karşısında çeşitli hareketlerle, dişilere açlığını unutturmaya çalışırlar. Sıçramalarla yaptığı bu hareketlere “örümceğin sevgi dansı” denir. Dişi örümceğe açlığını unutturmak için dans yaparken ondan uzak durmaya da dikkat eder. Zîrâ bir anda yakalanmak tehlikesi vardır. Bâzıları, çiftleşme öncesi dişi örümceğe bir böcek ikrâm ederek açlığını giderir. Bir tehlike kalmadığını anlayınca dişiye yaklaşır. Açlığını hatırlayan dişi, erkeği yemeyi düşündüğü için, erkekler çiftleşmeden sonra hemen kaçarlar. Birçok örümcek kaçmaya fırsat bulamadan dişi örümceğe yem olmaktadır. Fakat her çiftleşmeden sonra dişinin mutlaka erkek örümceği yediği söylenemez.
Dişi örümcekler yumurtalarını, ağ ipiyle yaptıkları kozalara (torbalara) bırakırlar. Bir kozada bâzan yüzlerce yumurta olabilir. Genellikle yazın sonlarında döllenen yumurtalar, ilkbaharda yavru verir. Yaz başlarında döllenen yumurtalardan 20-60 gün içinde yavru çıkar. Örümcek, sonbaharda sarı bir ipek kozası içine bıraktığı yumurtalarına karşı çok şefkatlidir. Yumuşak ve çok küçük olan bu yumurtalarla dolu kozayı bir dala, taş altına duvar yarığına, ağaç kovuğuna veya çalılıklar arasına emin bir yere yapıştırır. İlkbaharda doğan yavrular ana-babalarına benzerler. Doğduktan birkaç gün sonra iyi bir ağ kurup kendi kendilerine beslenirler. Çoğu türlerde, yavrular dünyâya geldikleri zaman anneleri çoktan ölmüş olacaktır. Zîrâ örümcekler 1-2 yıl yaşarlar.
Tabiatta, büyüklü küçüklü çeşitli örümcek türleri olduğu tesbit edilmiştir. Örümcek, dünyânın hemen her yerinde yaşama imkânı bulur. İklimin sıcak veya soğuk olması, ancak türüne tesir eder. Örümceklerin tanınmış türlerinden bazıları:
Büyü örümceği: Bir zeytin tânesi gibi siyah ve parlak olan bu örümcek, genellikle karanlık yerlerde, tavan aralarında yaşar. 8 gözü vardır. Karın bölgesinde tepeleri birleşik iki üçgene benzeyen (kum saati gibi) bir işaret vardır. Ortalama 10-12 mm büyüklüktedir. Avrupa’nın güney taraflarında boldur. Ağ tuzakları kurarak avlanırlar. Ağını çaprazvâri tellerle örer. Ağın ortasında kısa bir tünel bulunur. Burada böceklere pusu kurar. Dişi, eşleşmeden sonra çoğu zaman erkeğini yediğinden dolayı “karadul” olarak da bilinir. Dişi kuvvetli bir zehire sâhip olmakla berâber, bunun sokmasından hâsıl olan rahatsızlık hakkında çok mübâlağalar söylenmiştir. Hakîkatte sıhhatli bir insanı öldürebilecek kadar tehlikeli değildir.
Su örümceği: Örümcekler içinde en enteresan olanı budur. Birçok mahâreti vardır. Mahâreti, karada yaşayıp suda avlanması sebebiyledir. Suyun derinliklerine, ördüğü çok sıkı ve su geçirmeyen keseciğini su yüzeyinden getirdiği hava ile doldurarak, bir tür dalgıç çanı yapar. Keseciğin açık ağzı altta bulunup, örümceğin içeri girip çıkmasını dolayısıyla havadaki ve sudaki hayâtını sürdürmesini sağlar. Suda yüzerken, solunum deliklerini kapakçıklarla kapatır. Rahatça 5-10 dakika su içinde kalabilir. Kışları, su altında kımıldamadan baharı bekleyerek geçirir.
Kurt örümceği: Eşek arıları düşmanı olduğundan, onlardan uzak olmak için çoğunlukla geceleri dolaşarak böcek avlar. Dişisi yumurta kozasını ağ bezlerine yapıştırarak berâberinde taşır. Yumurtadan çıkan yavrular, analarının sırtına tırmanarak bir hafta kadar burada kalırlar.
İnleri kapaklı örümcekler: Sıcak memleketlerde yaşarlar. Yaz aylarında tarla, bağ gibi yerlerde çok rastlanır. Toprakaltı inlerde yaşayan birçok örümcek çeşidi mevcuttur. Bunlardan bâzılarının toprak içinde kuyu şeklinde kazdıkları inlerinin girişi ipek menteşeyle örülmüş toprak bir kapakla örtülüdür. Amerika’da bu türler yaygındır. Mayal örümceği olarak da bilinir. Derinliği 15 cm’yi bulan ve içi ipekle astarlanmış inlerinde pusuya yatarlar. Hayvan istediği vakit hareketli kapağı açar, istediği vakit kapar. Kapaklar aynı zamanda yuvayı yağmurdan korur. Yumurtalarını koymak için, ceviz büyüklüğünde bir koza yapıp yuvasına yakın bırakır. İçine 2000 kadar yumurta yumurtlar. Bu çeşdi, Güney Amerika’da bulunur. Bâzıları 20 cm uzunluk ve 6 cm genişlikte olurlar. Bu iri örümcekler böcek ve kabukluları avlar, kuşların içlerini emerler. Zehirleri de insanı hayli sarsar.
Güney Amerika’da yaşayan vücutları tüylü, bâzı tarantula örümceklerinin ayaklarının arasındaki mesafe 26 cm’yi bulur. Kuşları gizlice tâkip ederek avlarlar. Kertenkeleler, küçük kemirgenler ve diğer oldukça iri hayvanlar da avları arasındadır. Tarantulanın ısırığı insana acı vermekle berâber zehirleri fazla tehlikeli değildir. Tüylü vücutları insana ürküntü verir. Haklarında eskiden beri abartılmış çok söylenti mevcuttur.
Bir ekonomide fiat dalgalanmaları sonucu, dengeye ulaşılmasını gösteren analiz. Özellikle zirâî ürünlerin piyasalarında geçerli olan bir görüştür.
Zirâî ürün talebiyle zirâî ürün arasındaki zaman aralığı talepteki artışa, arzın gecikmeli şekilde cevap vermesini sonuçlandırır. Tarım kesiminin özelliği dolayısıyle, üretim kararı ile üretimin fiilen gerçekleşmesi arasındaki süreden doğar.
Örümcek ağı teoremine göre meydana gelen bu dalgalanmalar (arz ve talep eğrilerinin kesişme noktası etrafında bir çeşit örümcek ağına benzeyen şekliyle) derece derece, sönerek azalacak ve sonuçta dengeye ulaşılacaktır.
Alm. Zehntenabgab, Fr. La dime, İng. Fithe. Toprak mahsullerinin zekâtı. İslâm dîni, dört çeşit mala sâhip olup, nisap miktarına ulaşınca zekât verilmesini emretmektedir. Bu dört çeşit zekât malından biri de toprak mahsulleridir. Diğer üçü altın, gümüş ve para zekâtı, ticâret mallarının zekâtı ve hayvan zekâtıdır. (Bkz. Zekât)
Yağmur suyu veya nehir, dere suyu ile sulanan, harac olmayan bütün topraklardan (öşürlü toprak olmasa bile) ve vakıf topraktan çıkan şeylerin zekâtına (uşr) veya öşür denir. Uşr veya öşür, lügatte “onda bir” demektir. Arapça “aşere (on)” kelimesinden türemiştir. Öşür vermek farzdır. Kur’ân-ı kerîm’de, En’âm sûresinin 141. âyetinde emredilmiş, onda birinin verilmesi de hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Öşür, mahsulün onda biridir. Harac ise, beşte bir, dörtte bir, üçte bir, yarıya kadar olabilir. Bir topraktan, ya öşür veya harac vermek lazımdır (Bkz. Harâç). Kul borcu olan, borcunu düşmez. Öşrünü tam verir.
Öşür vermenin farz olduğunu bildiren âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
“Çardaklı, çardaksız, o cennet gibi üzüm bağlarını, meyveleri ve lezzetleri çeşitli hurmaları, mezruâtı, bir bakıma birbirine benzeyen, bir bakıma, benzemeyen zeytinleri, narları inşâ eden (yetiştiren) O’dur. Her birinin verdiği (yetişip olgunlaştığı) vakit mahsulünden yeyin! Devşirildiği veya biçildiği gün de hakkını (öşrünü) verin ve (sadaka vermede) işraf etmeyin. Zîra Allahü teâlâ israf edenleri sevmez.” (En’âm sûresi: 141)
Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki:
“Yağmur suyu veya nehir, dere suyu ile sulanan ağaçlardan ve ekinlerden öşür, yâni onda bir verilir. Hayvan gücü ile veya dolap, motor ile sulanan yerdeki mahsul elde edilince öşrün yarısı, yâni yirmide bir verilir.”
Öşür, İslâm dîninin sosyal adâleti sağlayan emirlerinden biridir. Öşür ile senenin her mevsiminde topraktan yetiştirilen çeşitli mahsullerin devşirilmesiyle birlikte belli miktarları Müslüman fakirlere verilerek onların bu mahsullere olan ihtiyaçları karşılanmış olmaktadır. Böylece açlığın sefâletin, zarûret hâlinin önüne geçilmekte, cemiyeti meydana getiren fertler arasındaki sevgi bağı sağlamlaşmaktadır. Bunun devlete verileni de devlet eliyle Müslüman fakirlerin ihtiyâcına sarfedilmek üzere toplanmakta ve dînin izin verdiği yerlere harcanmaktadır. Öşür, aynı zamanda cemiyet hayâtında birlik ve berâberliğin, sevgi ve saygının ve kaynaşmanın da vâsıtalarından biri olmuştur.
İmâm-ı A’zam’ın ictihatına dayanan fetvâlara göre: “Her sebze ve meyve, az olsun, çok olsun, mahsul topraktan alındığı zaman, onda birini veya kıymeti kadar altın veya gümüşü, Müslüman fakirlere vermek farzdır.”
Hayvan gücü ile veya dolap, motor ile sulanan yerdeki mahsul elde edilince, yirmide biri verilir. İster onda bir, ister yirmide bir olsun, hayvan, tohum, âlet, gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel vermek lâzımdır. Bir sâ’dan (3,5 kg’dan) az mahsulün öşrü verilmez. Toprağın sâhibi çocuk, deli, köle olsa da, öşrü verilir. Öşrü vermeyenden hükümet zorla alır. Ne kadar olursa olsun, ev bahçesindeki meyve ve sebzeler için, odun, ot ve saman için öşür verilmez. Balın (fennî tesisat ve masraflar yapılsa dahi), pamuğun, çayın, tütünün, dağdaki ağaç meyvelerinin (mesela zeytinlerin, üzümlerin) onda biri, öşür olarak verilir. Zift, petrol ve tuz için öşür yoktur. Çift sürmekle hâsıl olsun, bağdan hasıl olsun, mahsulün onda birini fakir Müslümana vermeden önce yemek haramdır. Eğer ölçü ile çıkarıp, ölçü ile yedikten sonra, yediğinin de öşrünü hesap edip verirse, önce yemiş olduğu helal olur.
Osmanlılar zamânında, Anadolu’daki mülkiyeti devlete âit olup, “mîrî” denilen topraklar, ekim yapılmak, işlenmek üzere kullanma hakkı millete bırakılmıştır. Bunlar sebepsiz yere üç sene ekilmeyince başka birine verilirdi. Bu topraklar, kullanan tarafından satılamaz, babadan oğula miras bırakılamazdı. Ancak bir örf ve usul olarak kullanma hakkı mirasçılara verilirdi. Sonradan bu toprakların çoğu millete satıldı, öşürlü oldu. Anadolu’daki toprakların hemen hemen hepsi öşürlü topraktır. (Bkz. Toprak Hukûku)
DEVLETİN ADI |
Özbekistan Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Taşkent |
NÜFÛSU |
21.000.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
447.400 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Özbek Türkçesi |
DÎNİ |
İslâmiyet |
PARA BİRİMİ |
Ruble |
Orta Asya’da yer alan bir Türk Devleti. Kuzeyve kuzeybatısında Kazakistan, doğu ve güneydoğusunda Kırgızistan ve Tacikistan, güneybatısında Türkmenistan, güneyinde ise Afganistan yer alır. Amuderya (Ceyhun) ile Siriderya (Seyhun) ırmakları arasında kalan toprakların büyük bölümünü içine alır.
Târihi
Özbek halkının târihinin ilk dönemlerine âit bilgi yoktur. Özbeklere bu ad, ilk olarak 1313-1340 yılları arasında hüküm süren Altınordu Hükümdarı Gıyâseddîn Muhammed Özbek tarafından verildi. Tîmûr Hanın ölümü üzerine zayıflayan Timur İmparatorluğu topraklarının Aral Gölü ve Seyhun Irmağının kuzeyindeki bölgede dağınık olarak yaşıyan Özbekler, Ebü’l-Hayr’ın idaresinde toplanarak, 1428’de onu kendilerine han îlân ettiler. Kısa zamanda kuvetlenerek çevredeki diğer boyları da hâkimiyetleri altına aldılar.CeyhunIrmağı kıyısındaki Sığnak, Arkuk, Suzak, Özkent gibi şehirleri ele geçirdiler ve bunlardan Sığnak’ı başşehir yaptılar. Türkistan taraflarına düzenlenen seferlerde Kalmuklara mağlup olunca, bu durumdan istifâde eden Kanay veCanibek adlı başbuğlar bâzı Özbekleri de yanlarına alarak Çağatay Hanına sığındılar. Bölgeden ayrılan bu Özbeklere Kazak veya Kırgız kazakları adı verildi.
Ebü’l-Hayr’ın vefâtından sonra Özbekler, Çağatay-Moğol hükümdarı Yunus Hana yenilerek dağıldılar. Ebü’l-Hayr’ın oğlu Şah Budak, Yunus Han tarafından öldürüldü. Dağılan Özbekler Şah Budak’ın oğlu Muhammed Şeybek’in (Şeybânî) etrafında toplandılar. Bu târihten îtibâren Şeybânîler adıyla da anılan Özbekler 1500 yılındaTîmûroğulları Devletindeki iç karışıklıktan istifâde ederek Buhara’yı zabtedip, Tîmûr Hânedanına son verdiler. Harezm ve Hive’yi ele geçiren Özbekler, Çağatay Hükümdârı Bâbür’ü mağlup ettiler. Belh, Herat ve Taşkent’i zapteden Özbekler, Orta Asya’nın en güçlü devleti hâline geldiler.
Özbekler bir ara Safevîlere karşı yenildiler ve bâzı bölgeler ellerinden çıktı ise de 1512’de buraları geri aldılar. Özbek hâkimiyeti 16. yüzyıl boyunca Mâverâünnehr’de devam etti. 1598’de İkinci Abdullah Hanın vefat etmesinden altı ay sonra oğlu Abdülmü’min de kendisine bağlı taraftarlarca öldürülünce, Özbekler ülkesinin hâkimiyeti,Şeybânîlere akrabâ olan Canoğullarına (Astırhan Hanları) geçti.
Özbekler on altıncı asır boyunca İran’dakiŞiî-Safevîlerle devamlı olarak savaştılar. Ehl-i sünnet olanOsmanlılar ve Hindistan’daki Bâbürlülerle iyi münâsebetler kurmaya çalıştılar. 17 ve 18. yüzyılın ortalarına kadar Astırhanlar Hanlığının hâkimiyeti altında kaldılar. 1740’ta Nâdir Şah tarafından Astırhanlar Hanlığı yıkıldı.
Nâdir Şahın vefâtından sonra, hâkimiyet Canoğullarının yerine Mangıthanlar Sülâlesine geçti. Bu sülâle hâkimiyetlerini 1860’a kadar devam ettirdi. 1860’tan îtibâren Türkistan içlerine doğru ilerleyen Rusların himâyesinde yarı bağımsız olarak devâm eden Buhârâ Hanlığının hâkimiyetinde kalan Özbekler, Rusların çeşitli baskıları altında yaşadılar.
Bugün Özbekistan’ın bulunduğu toprakların büyük bir kısmı 19. asırda Hive, Buhara ve Hokand hanlıklarının idâresi altında bulunuyordu. 1917 Sovyet Devrimi ardından, bölgede Özbeklerin ve diğer Müslümanların hemen hiç söz sâhibi olmadığı bir geçici hükümet kuruldu. Aralık 1917’de Hokand’da bir millî kongre toplayan Müslümanların Mustafa Çokayev başkanlığında kurdukları hükûmet 1918’de gönderilen Rus askerleri tarafından devrildi. Darbeden sonra yeni yönetime karşı Basmacı ayaklanması olarak bilinen bir direniş hareketi başladı. Harezm ve Buhara Sovyet Halk Cumhûriyetlerinin kurulması Basmacı Ayaklanmasının yayılmasına sebep oldu. Türkistan Komisyonunun 1922’de başlattığı reformlar neticesinde ayaklanma etkisini kaybetti.
1924’te Orta Asya ve Kazakistan’da sınırları etnik temellerde tekrar belirleyen düzenleme ile Harezm, Buhara ve Türkistan cumhûriyetleri dağıtılarak bölge toprakları Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Kazakistan arasında paylaştırıldı.
Sovyetler Birliğinde 1989’da başlayan yenileşme hareketleri neticesinde, Özbekistan 1991 Ağustosunda bağımsızlığını îlân etti. Daha sonra kurulan Bağımsız Devletler Topluluğuna bağlandı.
Fizikî Yapı
Düz ve kurak batı kesimi Özbekistan topraklarının büyük kısmını meydana getirir. Kuzeybatıda yer alan alüvyonlu Turan Ovası, güneyde Kızılkum Çölü ile birleşir. Batıda yer alan Üstyurt Yaylası hafif dalgalı düz bir yüzeye sâhiptir. Bölgenin en büyük özelliği alçak sıradağlar ve tuzlu bataklıklar, düdenler ve mağaralarla kaplı kapalı havzalardır. Ceyhun Deltası alüvyonlu topraklarla kaplıdır. Kızılkum Çölünün büyük bölümü ülke toprakları içinde kalır. Özbekistan’ın doğusu ise dağlıktır. Tanrı Dağlarının batı kesimlerini meydana getiren dağ silsileleri bölgeyi engebelendirir. Bunlar Ugam, Pskem, Çatkal ve Kuramin sıradağlarıdır. Orta Asya’nın en büyük vâdisi olan Fergana bu bölgededir.
En önemli gölü Aral Gölüdür. Amuderya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun) nehirleri dışında irili ufaklı 600 akarsu vardır.
İklimi
Özbekistan’da çok kurak kara iklimi hüküm sürer. Senelik ortalama yağış miktarı 200 mm’dir. Yazlar uzun, kışlar ise kısadır. Yazın sıcaklık sık olarak 40°C’nin üzerine çıkar. Kışın ara sıra don görülür.
Tabiî Kaynaklar
Madenler: Özbekistan yeraltı zenginlikleri yönünden önemli bir ülkedir. Gazlı, Carkak, Mubarak’ta doğalgaz, Fergana Vâdisi ve Aşağı Surhan-Derya’da petrol, Angran’da kömür, Almalık ve Kaytaş’ta bakır, çinko, kurşun, molibden ve Muruntau’da bol miktarda altın yatakları vardır. Nuratav’dan çıkarılan Gazgan mermeri güzelliği ve dayınıklılığı ile meşhurdur.
Bitki Örtüsü ve Hayvanlar: Ülke topraklarının % 12 gibi çok az kısmı ormanlarla kaplıdır. Batı kesimindeki düzlükler, havzalar ve dağ eteklerinde otsu bitkiler, tepelerde ise odunsu ve çalımsı bitkiler vardır.
Özbekistan’da genelde çölde yaşayan yabânî hayvanlar çoğunluktadır. Dağlarda kurt, ayı, tilki, ceylan, antilop, çok sayıda kuş yaşar.
Nüfus ve Sosyal Hayat
21 milyona varan Özbekistan nüfûsunu 60 kadar farklı etnik grup meydana getirir. Nüfûsun % 71,4’ünü Özbekler, % 10.8’ini Ruslar, % 4’ünü Kazaklar, % 3,9’unu Tacikler, % 9.9’unu diğer etnik gruplar meydana getirir. Şehirleşme hızlı olmasına rağmen, Özbeklerin dörtte üçü kırsal kesimde oturur. Orta Asya’nın en büyük yerleşim merkezi olan Taşkent’te en çok yaşayan etnik grup Ruslardır. Özbekistan’ın en önemli şehirleri Semerkand, Buhara, Hive ve Hokand’dır.
Özbekistan’da eğitim ve kültür Rusya’nın etkisi olmasına rağmen büyük gelişme göstermiştir. Taşkent Üniversitesi 1920’de kurulmuştur. Günümüzde üniversite sayısı 46’ya ulaşmıştır. Orta öğretimin mecburi olduğu Özbekistan’da okuma-yazma oranı % 100’e yakındır. Özbekistan üniversiteleri büyük ilim merkezleridir.
Ruslar, Özbekistan’ı ele geçirdikten sonra Türklerdeki millî şuuru ve dîne olan bağlılığı ortadan kaldırmak için bütün her şeylerini seferber ettiler. Bunun için baskının dışında kullanılan en yaygın metod Ruslaştırma metoduydu. Ruslaştırma metodu ise önce Rus dilini çok yaygın hâle getirmek şeklinde yürütüldü. Fakat bunlara rağmen Müslüman Türkler inançlarını ve millî duygularını kaybetmediler.Özbekistan’ın bağımsızlığını îlân etmesinden sonra dînî yasaklar kaldırıldı ve birçok câmi, mescit ve medrese açıldı ve dînî faaliyetler belirgin bir şekilde arttı.
Özbekistan’ın Semekand ve Buhara şehirleri târih boyunca ilim ve kültür merkezi olmuştur. Bunun tesirleri günümüzde hâlâ devam etmektedir. Bu şehirlerde; Birûnî, Uluğ Bey, Kâdızâde-i Rûmî, Ali Şir Nevâî, Gıyâseddîn Cemşid Kâşî eş-Şirâzî, Ubeydullah-ı Ahrâr, Necmeddîn-i Kübrâ gibi âlim ve ilim adamları yetişmiştir.
Ekonomi
Özbekistan ekonomisi sanâyi ve tarıma dayalıdır. Dünyânın üçüncü pamuk üreticisidir. İpekböcekçiliği yaygın olarak yapılır. Üzümleri meşhurdur. İklimi ve bitki örtüsü sığır ve koyun besiciliğine elverişlidir. Bölgede en çok Karakul koyunları beslenir.
Özbekistan Orta Asya’nın en önemli makina ve ağır donanım üreticisidir. Çıkarılan doğal gaz boru hattı ile komşu cumhûriyetlerine de gönderilir. En önemli hafif sanâyi ürünleri pamuklu ve ipekli kumaştır. Aral Gölü kıyısında bulunan Muynak’ta havyar, kurutulmuş, tütsülenmiş ve tuzlanmış balık üretilir.
Özbekistan yeraltı kaynakları bakımından çok zengindir. Navoi eyâletinde bulunan zengin tabiî gaz, altın ve uranyım yatakları, bölgenin hızla gelişmesine sebep olmuştur. Bölgede çimento fabrikası, büyük kimyâ sanâyii ve elektrik santrali kurulmuştur. Zarafşan’daki Muruntau’da bulunan altın mâdeninden senede 80 tona yakın altın çıkarılmakta olup, bu miktar dünyâdaki en büyük altın ocaklarının üretiminden fazladır. Çıkarılan mâdenler eyâlet merkezi Navoi’de işlenmektedir.
Özbekistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Türkiye ile sıkı diplomatik ilişkilere girmiştir. İki ülke arasında ekonomi, ticâret, kredi, turizm ve kültür anlaşmaları imzâlanmıştır.
Ulaşım
Özbekistan’da ulaşım başlıca Taşkent, Semerkand, Buhara, Çarçay ve Fergana arasındaki 3000 km’lik demiryolu, 21.500 km’lik şose ve Amuderyâ üzerinde 1200 km’lik su yolu ile sağlanmaktadır. Birçok şehrinde havaalanı vardır.