ÖMER BİN HATTÂB

Eshâb-ı kirâmın en büyüklerinden ve Peygamberimizin ikinci halîfesi. Hulefâ-i Râşidînden ve Aşere-i mübeşşereden yâni Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hicretten kırk sene önce Mekke’de doğdu. Dokuzuncu dedesi olan Ka’b’da soyu Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyu ile birleşir. Babası Hattâb Kureyş kabîlesinin ileri gelenlerinden, annesi Hanteme binti Hişam Ebû Cehl’in kızkardeşiydi. Dâimâ re’yi isâbet ettiği, doğru söylediği veya hakkı bâtıldan ayırdığı için “Fârûk” ismi verildi. Künyesi Ebû Hafs’tır.

İslâmdan önceki Mekke toplumunda doğup büyüyen hazret-i Ömer, soy kütüğü ilmini iyi bilirdi. Gençliğinde ata biner ve güreş yapardı. Hicaz bölgesinin o zaman en meşhur ve büyük panayırı olan Ukaz Panayırında defâlarca güreşte birinci oldu. Ayrıca hitâbetinin üstünlüğü ve ata binmekteki mahâreti meşhur olmuştur. Eğere dokunmadan ata binerdi. Sol elini sağ eli gibi iyi kullanırdı. Çok heybetli, cesur ve çok kuvvetliydi. Edebindan, hayâsından Resûlullah’ın huzûrunda o kadar yavaş konuşurdu ki, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Yüksek söyle yâ Ömer, işitemiyorum.” buyururdu.

Peygamber efendimiz bir gün hazret-i Ömer ile Ebû Cehl’in bir yerde oturup, gizli gizli bir şeyler konuştuklarını gördü. O gece duâ edip; “Yâ Rabbî! Bu İslâm dînini Ömer ile yâhut Ebû Cehl ile kuvvetlendir.” dedi. Peygamber efendimizin duâsı üzerine hazret-i Ömer Müslüman olmakla şereflendi.

Hazret-i Ömer’in Müslüman olması: Bi’setin yâni Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olduğunun bildirildiği günün altıncı yılında, Resûlullah’ın amcası hazret-i Hamza îmâna gelince, Müslümanlar çok kuvvetlendi. Çok sevindiler. Bu iş Kureyş kâfirlerine güç geldi. İleri gelenleri toplandılar. “Muhammed’in adamları çoğalıyor. Bunu önlemeye çâre bulalım.” dediler. Herbiri bir şey söyledi. Ebû Cehl; “Muhammed’i öldürmekten başka çâre yoktur. Bunu yapana, şu kadar deve, bu kadar da altın veririm.” dedi. Ömer bin Hattâb yerinden fırladı. “Bu işi, Hattâboğlundan başka yapacak yoktur.” dedi. Onu alkışladılar. “Haydi Hattâboğlu! Görelim seni!” dediler. Kılıcını çekerek yola düştü. Nuaym bin Abdullah’a rastladı. Nuaym; “Bu şiddet, bu hiddetle nereye yâ Ömer?” dedi. O da; “Millet arasına ikilik sokan, kardeşi kardeşe düşman eden Muhammed’i öldürmeye gidiyorum.” dedi. “Yâ Ömer! Güç bir işe gidiyorsun. O’nun Eshâbı, çevresinde pervâne gibi dolaşıyor. O’na bir şey olmasın diye titreşiyorlar. O’na yaklaşmak çok zordur. O’nu öldürsen bile Abdülmutaliboğullarının elinden yakanı nasıl kurtarabilirsin?” dedi. Onun bu sözlerine çok kızdı. “Yoksa, sen de mi onlardan oldun? Önce senin işini bitireyim.” diye, kılıcına sarıldı. “Yâ Ömer! Beni bırak! Kardeşin Fâtıma ile zevci Saîd bin Zeyd’e git ki, ikisi de Müslüman oldu.” dedi. Hazret-i Ömer onların Müslüman olduğuna inanmadı. Nuaym bin Abdullah’ın; “Eğer inanmazsan, git sor! Anlarsın.” sözleri üzerine hızla kardeşinin evine gitti. O anlarda Tâhâ sûresi yeni gelmiş, Saîd ile Fâtıma, bunu yazdırıp, Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı. Ömer bin Hattâb, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı sert bir şekilde çaldı. Onu, kılıç belinde kızgın görünce yazıyı saklayıp Habbâb’ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. Hazret-i Ömer içeri girince; “Ne okuyordunuz?” diye sordu. Saîd’in; “Bir şey yok.” cevâbı üzerine daha da kızarak; “İşittiğim doğruymuş. Siz de O’nun sihrine aldanmışsınız.” dedi. Saîd’i yakasından tutup, yere attı. Fâtıma beyini kurtarmak isterken, onun yüzüne de öfkeyle bir tokat indirdi. Fâtıma’nın burnundan kan boşandı. Bunu gören Hazret-i Ömer, kardeşine acıdı. Fâtıma îmân kuvvetiyle Allahü teâlâya sığınarak; “Yâ Ömer! Niçin Allah’tan utanmazsın? Âyetler ve mûcizelerle gönderdiği Peygambere inanmazsın? İşte ben ve zevcim, Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen bundan dönmeyiz.” dedi ve kelime-i şehâdeti okudu. Hazret-i Ömer, yere oturdu. Yumuşak sesle; “Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarınız.” dedi. Fâtıma getirip ona verdi. Hazret-i Ömer, güzel okuma bilirdi. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur’ân-ı kerîmin fesâhatı, belâgatı, mânâları ve üstünlükleri kalbini çok yumuşattı. “Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve toprağın altındaki şeyler hep O’nundur.” meâlindeki âyeti okuyunca, derin derin düşünceye daldı. “Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allah’ın mıdır?” dedi. Kardeşi; “Evet, öyle ya! Şüphe mi var?” dedi. “Yâ Fâtımâ! Bizim bin beş yüz kadar altından, gümüşten, tunçtan, taştan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiçbirinin, yeryüzünde bir şeyi yok!” diyerek, şaşkınlığı arttı. Biraz daha okudu. “O’ndan başkasına tapılmaz, bel bağlanmaz. Her şey, ancak O’ndan beklenir. En güzel isimler O’nundur.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. “Hakîkaten, ne kadar doğru.” dedi. Habbâb bu sözü işitince, yerinden fırladı. Tekbir getirdikten sonra; “Müjde yâ Ömer! Resûlullah Allahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehl ile yâhut Ömer ile kuvvetlendir.” buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu.” dedi. Bu âyet-i kerîme ve bu duâ, hazret-i Ömer’in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen; “Resûlullah nerede?” dedi. Kalbi, Resûlullah’ın sevgisiyle yanmaya başladı. O gün, Resûl-i ekrem Safâ Tepesi yanında, Erkam’ın evinde Eshâbına nasîhat veriyordu. Eshâb-ı kirâm toplanmış, O’nun nurlu cemâlini görmekle, tatlı tesirli sözlerini işitmekle kalplerini cilâlıyor, rûhlarını ferahlatıyorlardı. Sonsuz lezzet, zevk ve neşe içinde hâlden hâle dönüyorlardı. Hazret-i Ömer’i buraya getirdiler. Onun kılıçla geldiğini gören Eshâb-ı kirâm, Resûlullah’ın etrâfını sardı. Hazret-i Hamza; “Ömer’den çekinecek ne var, iyilikle geldiyse, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden, ben onun başını yere düşürürüm.” derken, Resûlullah efendimiz; “Yol verin, içeri gelsin!” buyurdu. Biri sağında, biri solunda, ötekiler tetikte olarak içeri girdi. Cebrâil aleyhisselâm daha önce hazret-i Ömer’in îmân ettiğini, yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah hazret-i Ömer’i tebessüm buyurarak karşıladı ve; “Bırakınız, yanından ayrılınız!” buyurdu. Bıraktılar. Resûlullah’ın önünde diz çöktü. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ömer’in kolundan tutup; “Îmâna gel yâ Ömer!” buyurdu. O da temiz kalple kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâm, sevinçlerinden yüksek sesle tekbir getirdi. O zamâna kadar îmân ettiklerini gizler, gizli ibâdet ederlerdi. Hazret-i Hamza’nın ve üç gün sonra da hazret-i Ömer’in Müslüman olması ile Müslümanlar kuvvetlendi. Hazret-i Ömer; “Kardeşlerimiz ne kadardır?” dedi. “Seninle kırk olduk.” dediler. “Öyleyse, ne duruyoruz? Haydi çıkalım, Harem-i şerîfe gidelim. Açıkça namaz kılalım!” dedi. Resûlullah kabul buyurdu. Önde hazret-i Ömer, sonra hazret-i Ali, ondan sonra Resûlullah, sağında hazret-i Ebû Bekr, solunda hazret-i Hamza, arkasında öteki Sahâbîler yürüyerek Harem-i şerîfe gittiler. Kureyş’in ileri gelenleri, orada hazret-i Ömer’den müjde bekliyorlardı. Hazret-i Ömer’i bütün Müslümanlarla berâber görünce; “Ömer Muhammedîleri toplamış getiriyor.” dediler. Sevindiler. Ebû Cehl, zekî, cin fikirli olduğundan, bu gelişi beğenmedi. İleri varıp; “Yâ Ömer! Bu ne hâl?” dedi. Hazret-i Ömer hiç aldırış etmeden; “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden resûlullah.” dedi. Ebû Cehl, ne diyeceğini şaşırdı. Dona kaldı. Hazret-i Ömer bunlara dönerek; “Beni bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki, Hattâboğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen, yerinden kıpırdasın.” dedi. Hepsi geriye çekilip dağıldılar. Ehl-i İslâm, Harem-i şerîfte saf olup, yüksek sesle tekbir aldı. İlk olarak meydanda namaz kıldılar. Hazret-i Ömer, o günden sonra, dayısı Ebû Cehl’e ve kâfirlerin ileri gelenlerine meydan okudu.

Hazret-i Ömer Müslüman olunca; “Ey Peygamberim! Sana Allah ve müminlerden, senin izinde gidenler yetişir.” meâlindeki Enfâl sûresi altmış dördüncü âyeti indi.

Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medîne’ye hicret ederken hazret-i Ömer silâhını kuşanarak açıkça hicret etti. Medîne’ye daha önce varıp Resûlullah efendimizin teşrif etmekte olduğunu müjdeledi. Kubâ’ya yerleşip, Peygamberimizi karşıladı. Hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında yapılan kardeşlikte, hazret-i Ömer de, Utban ibni Mâlik ile kardeşlik kurmuştu. Her gün biri nöbetleşe Resûlullah’ın huzûrunda bulunur, duyduklarını birbirlerine naklederlerdi. Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe ve hazret-i Ömer rüyâda ezân okunmasını görüp sevgili Peygamberimize söylediler. Resûlullah efendimiz bunu beğenip namaz vakitleri girerken okunmasını emir buyurdu.

Hazret-i Ömer, bütün savaşlarda bulundu. Bedir ve Uhud savaşlarında devamlı Resûlullah’ın yanında yer aldı. Hendek Savaşında hendeğin önemli bir yerini emrindeki askerlerle tuttu ve hücum eden düşmana mâni oldu. Hayber’in fethinden sonra askerler arasında taksim edilen arâziden kendine düşen kısmı vakfetti. Bu ilk vakıflardan biri oldu. Mekke’nin fethinde de bulundu. Mekke’nin fethinden sonra yapılan Huneyn Savaşına katıldı. Tebük Seferinde bütün malının yarısını orduya verdi. Hendek Savaşından sonra Peygamber efendimiz hazret-i Ömer’in kızı hazret-i Hafsâ ile evlendi. Böylece Resûlullah’ın akrabâsı olmakla şereflendi. Vedâ Haccında da bulunan hazret-i Ömer, Resûlullah’ın vefâtından sonra hazret-i Ebû Bekr’e devamlı yardımcı oldu.

Hazret-i Ebû Bekr’in halîfe seçilmesinde ilk bîat eden hazret-i Ömer’dir. Bundan sonra da her işinde halîfeye yardım edip, vefâtına kadar onun hizmetinde bulundu. Usâme ordusunun Sûriye’ye gönderilmesinde, irtidat (dinden dönme) olaylarının önlenmesinde büyük hizmetler yaptı. Hazret-i Ebû Bekr devrinin beytülmâl emîni, yâni mâliye vekili hazret-i Ömer idi. O zaman henüz toplanmamış sahîfeler hâlinde bulunan Kur’ân-ı kerîmin bir kitap hâline getirilmesini ilk önce hazret-i Ömer teklif etti. Hazret-i Ebû Bekr Kur’ân-ı kerîm âyetlerini kitap hâlinde bir araya toplattı. Hazret-i Ebû Bekr vefâtına yakın, Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerini çağırıp görüştükten sonra, hazret-i Ömer’i halîfe tâyin etti. Hazret-i Osman’ı çağırarak; “Yaz.” buyurdu. O da yazmaya başladı. Önce besmele yazıldı. Sonra; “Bu Allah’ın Resûlünün sallallahü aleyhi ve sellem halîfesi Ebû Bekr’in dünyâdaki son günü, âhiretteki ilk gününün vasiyetidir. Ben Ömer ibni Hattâb’ı halîfe seçtim. Onu dinleyin. Ona itâat edin! Hayrı araştırmada kusur etmedim. Eğer sabır ve adâlet eylerse beni tasdik etmiş olur. Yanılmışsam gaybı ancak Allah bilir. Ben hayrı istedim...” yazdırdı. Hazret-i Ebû Bekr kendinden sonra hazret-i Ömer’i halîfe seçtiğini Eshâb-ı kirâma bildirip yazdırdığı vasiyetini okuyunca, Eshâb-ı kirâm; “Kabul ettik ve itâat ettik.” dediler.

Hazret-i Ömer 634 (H.13) yılında halîfe oldu. İlk olarak Emîr-ül müminîn ismini aldı. On sene altı ay ve yedi gün adâletle halîfelik yaptı. Halîfeliği sırasında o zamânın iki büyük devleti olan Bizans ve Sâsâni İmparatorluklarının hâkimiyeti altında bulunan Suriye, Filistin, Mısır, Irak ve İran’ı İslâm devletinin sınırları içine aldı. Zamânında bin otuz altı büyük şehir zapt edildi. Kuzey Afrika’dan Türkistan’a, Âzerbaycan’dan Yemen’e kadar uzanan ve iki milyon kilometre kareden büyük olan İslâm devletini, kurduğu mükemmel müesseselerle gâyet muntazam bir şekilde idâre etti. Devleti idârî bölgelere ayırmıştı. Bu bölgelerin en başta gelenleri Hicaz, Suriye, El-Cezire, Basra, Kûfe, Mısır, Filistin, İran, Horasan ve Kirman bölgeleriydi. Her bir idârî bölgenin başına bir vâli tâyin etti. Bölgeler vilâyet, nâhiye, kasaba merkezlerine ayrıldı. Buraların idâresini verdiği vâlilerin, memur ve diğer görevlilerin seçiminde ve denetiminde son derece titiz davranırdı. Vâlilerden, kâdılarından ve diğer memurlarından mal beyannâmesi istedi. Onlara dolgun maaş verirdi. Vâlilerin aylık maaşı 1000 dinardı. Vâliler hakkında yapılan şikâyetleri tahkîk ederdi. Dâvâlara bakması için mahkemeler, adlî teşkilâtlar, suç ve zâbıta işlerine bakan, satıcıları kontrol eden, halkın birbiriyle olan günlük münâsebetlerini düzenleyen teşkilâtlar kurdu. Beytülmâl için ayrı bir yer ve memurlar tâyin edildi. İlk defâ para bastırdı. Yine hazret-i Ömer zamânında dört binden fazla câmi ve mescit yapıldı. Yollar, köprüler inşâ edilip, su kanalları açıldı. Mekke’de hacılar için, yollar boyunca misâfirhâneler, hanlar yapılıp, kuyular açıldı. Yeni fethedilen bölgelerde yerleşim merkezleri kurulup buralar îmâr edildi. Yazılı muâmelelerde karışıklığı önlemek için Peygamber efendimizin hicreti başlangıç olan takvim kararlaştırıldı. İlk defâ nüfus sayımı hazret-i Ömer zamânında yapıldı. Fakir çocuklara maaş verildi. Satıcıların, esnafın ve tüccarın müşterileri aldatmalarına mâni olmak için hisbe denilen belediye teşkilâtını kurdu. Posta teşkilâtını geliştirdi. Geceleri bekçi koyup, âsâyişin teminini ilk defâ o tatbik etti. Mısır’dan Medîne’nin Câr iskelesine deniz yoluyla gıdâ maddeleri ilk defâ onun zamânında geldi. Makâm-ı İbrâhim’i bugünkü yerine koydu. Müslümanların artmasıyla küçük gelmeye başlayan Mescid-i Haram’ı ve Mescid-i Nebevî’yi genişletip tâmir ettirdi. Mescid-i Haram etrâfına duvar çektirdi.

Eshâb-ı kirâma maaş verilmesi için dereceleme yapıp her birinin derecesini dîvân denilen defterde tesbit ettirdi. Bunların saklandığı yere de dîvân adı verilmiştir. Ayrıca miskinlere, fakir olanlara beytülmâldan un ve yiyecek verilmesi şeklinde nafaka bağladı.

Mısır Vâlisi Amr ibn-ül Âs, Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayacak bir kanal açmak için teşebbüse geçmek üzere izin istediğinde, hazret-i Ömer ona gerekli izni verdi.

İslâmın adâletini bütün dünyâya tanıtan hazret-i Ömer, ilmin yayılmasına, insanların eğitilmesine de büyük önem verir ve fethedilen yerlerde İslâmiyetin yayılması, yeni kitlelere anlatılması için çok gayret sarfederdi. Onun halîfeliği sırasında, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin öğretilmesi için her tarafta okullar açılmış ve buralarda ders vermek üzere maaşlı muallimler tâyin edilmişti. Hazret-i Ömer, insanların bilmedikleri meseleler, hükümler hakkında, mâlumat elde edebilmeleri için müftüler tâyin etmişti. Herkes, muhtaç olduğu dînî, hukûkî bilgileri müftülerden sorup öğrenerek, ona göre hareketini tanzim edebilirdi. Fetvâ, irşâd ve insanları aydınlatma vazîfesi, pek mühim olup, bunun ehli olmayan kimseler tarafından yapılması, fayda yerine zarar vereceğinden, hazret-i Ömer müftüleri bizzat tâyin eder, kendisinin müsâade vermediği kişileri fetvâdan men ederdi. Zamânında fetvâ verme vazîfesini gören zâtlar; hazret-i Ali, Osman, Muâz bin Cebel, Abdurrahmân bin Avf, Übey ibni Ka’b, Zeyd bin Sâbit, Ebû Hüreyre, Ebüdderdâ radıyallahü anhüm gibi Eshâb-ı kirâmın büyükleriydi.

Hazret-i Ömer çok âdil, âbid, merhametli, alçak gönüllü olup, fakirlikle yaşardı.

Hazret-i Ömer, kuru arpa ekmeği yer, kalın kumaşlardan elbise giyerdi. Zamânında çok fetihler oldu. Öyle ki onun zamânında sekiz bin câmide Cumâ namazı kılınıyordu. Her nereye asker gönderse, zafer bulup, sağ sâlim olarak ganîmetle dönerdi. Ordusunun mağlup olduğu görülmemişti. Çünkü çok hazırlıklı, tedbirli ve adâletli hareket ederdi. Şânı bu kadar büyük, şöhreti bu kadar fazla olmasına rağmen yemesi, içmesi değişmedi. Mübârek kalbine kibir gelmedi, büyüklenmedi. Sonu üzüntü, pişmanlık olan iş yapmadı. Öyle adâletliydi ki, kendi oğlu günâh işleyince, Allahü teâlânın emri kadar had vurulmasını emretti. Ölünceye kadar bütün İslâm âleminin, Resûlullah efendimiz gibi huzur, safâ ve rahatlık içinde yaşamasını temin etti.

Hazret-i Ömer, 645 (H.23) yılının son ayında Ebû Lü’lü Fîruz adında Yahûdî bir köle tarafından namaz kılarken şehit edildi. Bu köle hazret-i Ömer’e gelip, efendisinin kendinden aldığı verginin çok olduğunu iddiâ etti. Hazret-i Ömer ona ne kadar vergi ödediğini ve ne iş yaptığı sordu. Marangozluk ve demircilik yaptığını, günde iki dirhem vergi ödediğini söyleyince; hazret-i Ömer; “Bu kazançlı mesleklere göre, senden alınan miktar fazla değildir.” dedi. Adâletiyle de herkes tarafından takdir edilen hazret-i Ömer’in bu sözüne râzı olmayıp, düşmanlık gösteren Fîruz, onu öldürmeyi plânladı. Hazret-i Ömer ile görüştüğü günden bir gün sonra, elbisesi içine bir hançer saklayıp, sabah namazı vaktinde mescide girdi. Beklemeye başladı. Hazret-i Ömer safları düzeltip tekbir alarak namaza durur durmaz, Fîruz yerinden fırlayıp hazret-i Ömer’e arka arkaya altı darbe vurdu. Darbelerden biri karnına isâbet etti. Fîruz bir kişiyi daha yaralayıp kaçtı ve yakalanmadan önce intihar etti. Hazret-i Ömer evine kaldırıldıktan bir müddet sonra ayılıp; “Kâtilim kimdir?” dedi. Ebû Lü’lü Fîruz olduğu söylenince; “Allah’a şükürler olsun ki bir Müslüman tarafından vurulmadım...” dedi.

Hazret-i Ömer kendinden sonra halîfe olacak kimsenin tâyini için Eshâb-ı kirâmdan, Cennetle müjdelenenlerden yedi kişiyi seçti. Bunlar; Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Zübeyr, Talhâ, Sa’d ibni Ebî Vakkas, Abdurrahmân bin Avf ve Abdullah ibni Ömer radıyallahü anhüm idi. Bu yedi kişiden kendi oğlu Abdullah bin Ömer’i seçilmemek kaydıyla listeye dâhil etmişti. (Bkz. Osmân-ı Zinnûreyn). Bundan sonra oğlu Abdullah’ı Peygamber efendimizin hanımı hazret-i Âişe’ye gönderip kendisinin Resûlullah’ın yanına defnedilmesi için müsâade etmesini istedi. Hazret-i Âişe’ye durum bildirilince; “O yeri kendim için ayırmıştım, fakat gönül hoşluğu ile hazret-i Ömer’e veriyorum.” dedi. Hazret-i Ömer bu haberi duyunca; “Bu benim en büyük dileğimdi.” buyurarak çok memnun oldu. Yaralandıktan yirmi dört saat sonra vefât etti. Peygamber efendimizin yanına defnedildi. Şehit olduğunda 63 yaşındaydı. Her hâliyle dost ve düşmanın hayran kaldığı adâleti dillere destan olan hazret-i Ömer’in vefâtı, Eshâb-ı kirâmı ve diğer Müslümanları son derece üzdü, mahzûn etti. Hazret-i Ömer şehit olunca, Abdullah ibni Ömer, Sahâbe-i kirâma dedi ki: “İlmin onda dokuzu, Ömer ile berâber öldü.” Bâzılarının bu sözü anlamayarak durakladıklarını görünce; “İlimden maksadım Allahü teâlâyı bilmektir. Diğer bilgiler değildir.” dedi.

Peygamberlerden sonra insanların en üstünü hazret-i Ebû Bekr’dir. Ondan sonra hazret-i Ömer insanların en üstünüdür. Hazret-i Ömer, bütün ilimlerde Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerindendi. Tefsir ilminde çok yüksekti. Kur’ân-ı kerîmin tefsirini bizzat Resûlullah’tan dinlemiş ve öğrenmiştir. Peygamber efendimizin devrinde de kâdılık yapar ve Eshâb-ı kirâmın müşkillerini hâllederdi. Kur’ân-ı kerîmin birçok âyeti onun ictihâdını teyit etmiş kuvvetlendirmiştir. Hazret-i Ömer’in fıkıh ilmine de büyük hizmeti olmuştur. Fıkıh usûlünün birçok kâidesini tespit etmiş, Resûlullah’ın sünnetlerini îtinâ ile tespite çalışmış ve pekçok fetvâ vermiştir. Bu fetvâların bin kadarı fıkhın mühim meselelerinin temelini teşkil etmiştir.

Hazret-i Ömer, çeşitli hadîs-i şerîflerle methedildi: “Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Ömer elbette peygamber olurdu.” hadîs-i şerîfi yüksekliğini anlatmaya yetişir. Fazîletini, üstünlüğünü ve kıymetini bildirmek için hakkında din âlimleri ve Müslüman olmayan kimseler tarafından ciltlerle kitap yazıldı. Hazret-i Ömer’i metheden hadîs-i şerîflerin çoğunu hazret-i Ali bildirmiştir. Onu metheden hadîs-i şerîflerden bir kısmı şunlardır.

Ömer îmân ettiği gün, Cebrâil (aleyhisselâm) geldi ve; “Melekler birbirlerine Ömer’in Müslüman olduğunu müjdelediler.” dedi.

Ömer, Cennet ehlinin ışığı ve İslâmın nûrudur.

Allahü teâlâ, hakkı Ömer’in diline ve kalbine yerleştirmiştir.

Şeytan Ömer ibni Hattâb’ı gördüğü zaman, heybetinden yüz üstü yere düşer.

Şu dört kişiyi ancak münâfık olan kimse sevmez: Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali.”

Hazret-i Ömer, Peygamber efendimizden beş yüzden fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı şöyledir:

“Öyle bir gün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan bir kaçımız Resûlullah efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat, çok şerefli, pek kıymetli ve hiç ele geçmez bir gündü. Çünkü, Resûlullah’ın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, ruhlara gıdâ olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasip olmuştu. O vakit, ay doğar gibi, bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyahtı. Üzerinde toz toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullah’ın Eshâbı olan bizlerden hiç birimiz onu tanımıyorduk. Yâni, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullah efendimizin huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı. Ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullah’a sallallahü aleyhi ve sellem sorarak; “Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, Müslümanlığı anlat.” dedi.

Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: “İslâmın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet getirmek, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühûÊve resûlüh” demektir.”

(İslâmın ikinci şartı) vakti gelince namazı kılmaktır. (Üçüncüsü) malın zekâtını vermektir. (Dördüncüsü) Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmaktır. (Beşincisi) gücü yetenin, ömründe bir kere hac etmesidir.”

O zât Resûlullah’tan bu cevapları işitince; “Doğru söyledin yâ Resûlallah.” dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaştık. Çünkü, hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdik ediyordu.

Bu zât yine sorarak; “Yâ Resûlallah! Îmânın ne olduğunu, hakîkatini ve mâhiyetini de bana bildir.” dedi. Resûlullah efendimiz; “Îmân, önce Allahü teâlâya inanmaktır.” buyurdu. Sonra devâm ettiler: (Îmânın altı temelinden ikincisi) Allahü teâlânın meleklerine inanmaktır. (Üçüncüsü) Allahü teâlânın bildirdiği kitaplarına inanmaktır. (Dördüncüsü) Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır. (Beşincisi) âhiret gününe inanmaktır. (Altıncısı) kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır...”

Sonra o zât gitti. Ben uzun bir müddet Resûlullah efendimizin yanında kaldım. Bana buyurdu ki: “Yâ Ömer! O soranın kim olduğunu biliyor musun?” Ben; “Allah ve Resûlü bilir.” dedim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “O (Cibrîl) Cebrâil idi. Sizlere dîninizi öğretmek için geldi.” buyurdu.

Hazret-i Ömer’in rivâyet ettiği bu hadîs-i şerîfe Cibrîl hadîsi denir. Bu hadîs-i şerîf, İhlâs Holding A.Ş. tarafından yayınlanan Herkese Lâzım Olan Îmân kitabında geniş olarak îzâh edilmiş, açıklanmıştır.

İki Müslüman karşılaştıklarında, birbirlerine selâm vererek müsâfehalaşırsa, aralarına yüz rahmet iner. Bunun doksanı, önce selâm verip müsâfehalaşana, onu ise müsâfeha eden ikinci şahsadır.

Ya ma’rûfu (iyiliği) emreder ve münkerden (kötülüklerden) nehyedersiniz, yâhut Allahü teâlâ sizin kötülerinizi size musallat eder. Sonra iyileriniz duâ etmeğe yönelir, fakat duâları kabûl olmaz.

Eğer siz hakkıyla Allah’a tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, sizin de rızkınızı verirdi. Onlar sabah aç çıkar akşama tok olarak döner.

İnsanlara karşı büyüklük taslayanı (kibirleneni) Allah zelîl kılar.

Hazret-i Ömer’in yüksek hâlleri ve kerâmetleri dillere destândır. Hazret-i Ömer, halîfeliği zamânında Bizans imparatoruna elçi gönderip dîne dâvet etti. Bizans elçisi Medîne-i münevvereye geldi. Hazret-i Ömer, ihtiyar bir kadının duvarını yaptırıyordu. Elçinin geldiğini haber verdiler. “Buraya gelsin.” buyurdu. “Efendim, ellerinizi yıkayıp bir yere otursanız nasıl olur?” dediler. Kabul buyurmadı. Elçiyi çağırdılar. “Arap pâdişâhı bu mudur? Böyle olduğunu bilsem gelmezdim ve Bizans İmparatoru da beni göndermezdi.” dedi. Hazret-i Ömer çamurlu mübârek iki parmağı ile işâret ederek; “Eğer göndermeseydi, onun iki gözünü çıkarırdım.” buyurdu. Hazret-i Ömer, parmağıyla işâret edince, iki çamurlu parmak gelip, Bizans İmparatorunun gözlerini kör eyledi. Parmaklarının çamuru gözlerinin üzerinde kaldı, silmek mümkün olmadı. Bir zaman sonra elçi dönünce imparatorun gözlerinin kör olduğunu gördü. Sebebini araştırdı. Hazret-i Ömer ile geçen hâdiseyi de anlatınca hepsi hayret ettiler.

İran’a gönderdiği orduya kumandan tâyin ettiği hazret-i Sâriye ordusu ile mağlup olmak üzereydi. Bu sırada hazret-i Ömer Medîne’de Cumâ hutbesi okuyordu. Hutbe arasında; “Dağa yaslan yâ Sâriye, dağa yaslan yâ Sâriye!” diye bağırdı. Sâriye işitip ordusunu dağa çekti. Arkasını dağa verip bir cepheden düşman ile karşılaşmak sûretiyle zafere ulaştı. Hazret-i Ömer’in bu hâdiseyi görmesi ve sesini duyurması onun kerâmetlerinden biridir.

Hazret-i Ömer zamânında sâhipleri Müslüman olmayan bir ticâret kervanı gelip Medîne’nin yakınında konaklamıştı. Çok yorgun oldukları için hepsi derin bir uykuya dalmıştı. Hazret-i Ömer bu kervandan haberdâr olunca, Eshâb-ı kirâmdan Abdurrahmân bin Avf’ı da yanına alıp, sabaha kadar kervanın etrâfında dolaşarak onlara herhangi bir zarar gelmemesi için bekledi. Kervanda bulunanlar ancak sabaha karşı bundan haberdâr oldular. Kendilerini bekleyen bu kişinin kim olduğunu merak ettiler. Sabaha karşı uzaklaşıp gittiklerini görünce, içlerinden biri tâkibe başladı. Hazret-i Ömer’in mescide girip namaz kıldırmasından sonra merakla bu zât kimdir diye soran kimse, onun Müslümanların halîfesi olduğunu öğrenip kervanda bulunanlara giderek hâdiseyi anlattı. Kervandakiler; “Onun Müslüman olmayanlara yardımı böyle olursa, kimbilir Müslümanlara şefkati ve yardımı ne kadar çoktur. Onun dîni gerçekten hak dindir.” dediler. Daha sonra da hazret-i Ömer’in huzûruna gidip hepsi Müslüman oldular.

İslâm ordusunun İran’ı fethettiği gece, hazret-i Osman hazret-i Ömer’in huzûruna girip selâm vermişti. Hazret-i Ömer acele mektup yazıyordu. Mektubu yazıp bitirince yanmakta olan lambayı söndürdü. Başka bir lamba yaktıktan sonra onun selâmına cevap verip konuşmaya başladı. Hazret-i Osman, lambayı söndürüp, başka bir lamba yakmasının sebebini sorunca; “Söndürdüğüm lâmba, beytülmâlındır. Bana âit değildir. Onu Müslümanların işini görmek için yakmıştım, onların işini görmek için yazdığım mektup bitti. Şimdi seninle şahsî işimiz için konuşuyoruz, bunun için de kendime âit olan lâmbayı yaktım.” buyurdu.

Hazret-i Ömer, birkaç bin askeri harbe göndermişti. Harbe gidenlerin evlerine adam gönderip, hâllerini sorması ve geceleri kendisinin şehri gezmesi âdetiydi. Bir gece şehri dolaşıyordu. Bir evin önünden geçerken, ağlayan bir kadın sesi duydu. Kulak verdi; “Halîfe kocamı harbe gönderdi, biz burada aç-susuz kaldık. Yarın çocukları götürüp halîfenin kapısına bırakacağım.” diyordu. Hazret-i Ömer dayanamadı. Gidip bir miktar yağ ve bir çuval unu sırtına alıp, kadının evine getirdi. Ateş yakıp yemek pişirdi. Çocukları kaldırıp yedirdi. Sonra kadından özür diledi. “Şimdiye kadar sizin hâlinizi bilmiyorduk. İhtiyâcınız olursa, hemen bize bildirin” diyerek ayrıldı. Kadın, hazret-i Ömer’in akıllara hayret veren tevâzu ve adâleti karşısında mahçup olup, hayır duâlar etti.

Buyurdu ki:

Sâdık arkadaşlar bulun ve onların arasında yaşayın. Dürüst ve samîmi arkadaşlar, darlıkta yardımcı, genişlikte süs ve zînettirler. Dostunun sana düşen işini güzel bir şekilde gör ki, lüzumunda, sana daha güzeliyle karşılıkta bulunsun. Düşmanlarından uzaklaş, her dosta bel bağlama, ancak emin olanları seç. Emin olanlar, Allahü teâlâdan korkanlardır. Kötü insanlarla düşüp kalkma, onlardan kötülük öğrenirsin. Onlara sırrını verme ifşâ ederler. İşlerini Allah’tan korkanlara danış ve onlarla istişâre et.

Allah’a itâat eden büyük zâtların sözlerine dikkat edin. Çünkü onlara Allah tarafından gerçekler tecellî eder ve onu konuşurlar.

İyilik kolay bir şeydir. Güler yüz ve yumuşak söz bunu temin eder. Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık göstermeksizin yumuşak ol.

Çok gülenin heybeti azalır. Şaka yapan eğlenceye alınır. Bir şeyi çok yapan onunla tanınır. Çok konuşan çok yanılır, hatâya düşer. Böyle kimsenin hayâsı azalır. Hayâsı azalan şüpheli şeylerden az kaçınır. Şüpheli şeylerden az kaçınanın kalbi ölür.

Hakkımda hangisinin daha hayırlı olduğunu bilemediğim için darlık (fakirlik) ve bolluk (zenginlik) günlerimin hiçbirine aldırış etmedim.

Hazret-i Ömer bir defâsında Şam’a gitmişti. Orada giydiği eski elbiselerden dolayı söz edildiğini duyunca; “Biz İslâmiyetle izzet bulduk, izzeti, şerefi başka yerde aramayız.” buyurdu.

Amellerin efdali, farzları yapıp haramlardan kaçınmak ve Allah katında sâdık niyettir.

Hesâba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Amelleriniz tartılmadan önce tartınız.

Yolu bir mezbeleden geçse, orada durur ve: “İşte hırsla sarıldığımız dünyâ.” derdi.

Âhiret işlerinde zarar etmektense, dünyâya âit işlerde zarar ediniz. Böylesi sizin için daha hayırlıdır.

Dul kadınlara, yetimlere sırtında un taşırdı. Bu hâlini gören biri: “Bırakın biz taşıyalım.” deyince, hazret-i Ömer; “Ya kıyâmet günü günâhımı kim taşır.” buyururdu.

Alay, şaka ve mizah etmekten kaçınınız. Zîrâ insanın şerefini kırar, vakarını azaltır.

Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriya, sana iyilik yapayım derken zararı dokunur.

Tövbe edenlerle oturun, onların kalpleri yumuşak olur.

ÖMER HAYYÂM

Astronomi ve matematik âlimi, şâir. İsmi, Ömer bin İbrâhim’dir. KünyesiEbü’l-Feth olup, lakabı Gıyâsüddîn’dir. Şiirlerinde Hayyâm (çadırcı) mahlasını kullandığı için, bu mahlas ile meşhûr oldu. 1044-1132 (H.436-517) seneleri arasında yaşadı. Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Önce Nasîrüddîn Şeyh Muhammed Mansûr’dan, daha sonra meşhûr âlim ve hekim Muvaffaküddîn Abdüllatîf ibni Lubad ile matematikçi Hâce Ali’den ilim öğrendi. Hayyâm, Nizâm-ül-mülk ve Hasan Sabbâh’ın aynı hocadan ders aldığı da rivâyet edilmektedir.

Ömer Hayyâm, Selçuklu Sultânı Melikşâh’ın veKarahanlı Sultânı Şems-ül-Mülûk’un iltifâtına kavuştu. Çalışmalarında Nihâvendî, Mahanî, Mervezî, Sâbit bin Kurra, Ebü’l-Kâmil Şuca’, Bettânî, Neyrîzî, Ebü’l-Vefâ, İbn-i Yûnus, İbn-i Heysem, Bîrûnî ve İbn-i Sînâ gibi İslâm âleminde yetişmiş fen âlimlerinin eserlerinden faydalandı. Uzun bir ömür süren Ömer Hayyâm, 1132 senesinde Nişâbûr’da öldü. Kabri bu şehrin Hira mezarlığındadır.

Ömer Hayyâm, matematik alanında yaptığı çalışmalarla meşhur oldu. Cebirde ikinci dereceden denklemlerin geometrik ve cebirsel çözümleriyle, üçüncü dereceden denklemlerin geniş bir tasnifini yapmıştır. Bu tasnif, o zamâna kadar yapılmamıştı. Üç kökü pozitif olan bir üçüncü derece denkleminin üç kökünü tâyin etmiştir.

Ömer Hayyâm, denklemler üzerinde çok önemli çalışmalar yapmıştır. Birçok cebir denkleminin çözümünü, geometrik olarak açıklamıştır. Kübik denklemlerin kısmî çözüm şekillerini sistematik bir şekilde târif ve tasnif etmiştir. Hayyâm, Fransız matematikçi Descartes’tan ortalama altı asır önce, analitik geometrinin Harezmî’den sonra ikinci önderidir.

Bugün matematikte önemli bir yer tutan, on yedinci asır Fransız matematikçisi Pierre Fermat’ın adına atfen, Fermat Teoreminin özel bir durumu olan x3+y3= z3 denkleminin tam sayılarla çözülemiyeceğini, büyük bir ustalıkla Fermat’tan beş buçuk asır önce göstermiştir. Bu konudaki çalışmaları kendinden sonra gelen matematikçiler tarafından temel kural olarak kabûl edilmiştir.

Ömer Hayyâm’ın geometrideki çalışması, Oklid elemanları üzerine yaptığı araştırmayı ihtivâ etmektedir. Oklid’in yaptığı çalışmaları geliştirmiş, genişletmiş ve mükemmel bir hâle getirmiştir. Bugünkü cebirsel geometriye ilk adımı atanlardan birisidir. Ömer Hayyâm’ın matematikteki şöhreti, özellikle üçüncü dereceden denklemleri mükemmel bir sûrette tasnif etmesinden ve bunları sistematik olarak çözmüş olmasından ileri gelmektedir. Her ne kadar onun çözüm metodları Harezmî’ninki gibi geometrik görüşlere dayanıyorsa da, Hayyâm’ın cebirinde her şeyden önce, şu yön kayda şâyandır. Hayyâm kullandığı denklemlerin hepsinde, nümerik veya cebirsel çözümleri geometrik metodlara bağlamakla bu işi kânunlaştırdı. Üçüncü dereceden denklem tipleriyle dördüncü dereceden bâzı denklemlerin özellikle Ebü’l-Vefâ tarafından çözümüne başlanılmış olan x4 + ax3= b tipindeki denklemi çözmeye muvaffak oldu.

Ömer Hayyâm, matematiğin yanında astronomi ilmiyle de meşgul olmuştur. Nizâmülmülk’ün yardımıyla Nişâbûr’da eski bir astrolojik rasat kulesinde rasatlar yapmıştır. Daha sonra 1074 senesinde Bağdat Dar-ür-Rasatına müdür tâyin edilerek Zîc-i Melikşah’ı hazırlamakla görevlendirildi. Bir süre sonra tekrar Nişâbûr’a dönen Hayyâm, Sultan Melikşâh tarafından Fars takviminin ıslâhına me’mûr edildi. Hayyâm, bunun üzerine Melikşâhî veya Celâlî Takvimi adı ile anılan güneş takvimini hazırladı. Bu takvimde hatâ, 5000 senede takriben bir gündür. Zîyc-i Melikşâh’ı Batlemyüs’ün astronomik tablolarını esas alarak hazırlamıştır. Bu cetveller adlarıyla birlikte yüz yıldızın enlem ve boylamını ihtivâ eder.

Doğu dünyâsında Ömer Hayyâm, ilmî cephesinden daha çok rubâîleriyle meşhur olmuştur. Kolay anlaşılır, akıcı ve açık bir üslûpla bu türün en güzel örneklerini vermiştir. Rubâîlerindeki bütün mısralar, kelimeler ve kâfiyeler ölçülü, çok kuvvetlidir. Dünyâ ve insan hayâtını konu alan yaklaşık iki yüze yakın rubâîsinde; geçici ve fâni olan (ölüm bulunan) dünyâdan âzamî seviyede zevk almak gerekir görüşünü ileri sürmektedir. Âhiret hayâtından habersizmiş gibi görünerek eğlence, aşk ve şarap konularına ağırlık vermekte, kendisini bunlarla teselli etmeğe çalışmaktadır. Ömer Hayyâm için gerçek olan, yaşanan ve ele geçendir. Alamut Kalesini işgâl ederek bir eşkıyâ devleti kurmuş olan Hasan Sabbah’ın etkisinde kalmış ve onun yoluna girmiştir. Bu dünyânın ötesinde ikinci bir dünyâ olduğuna ve öldükten sonra dirilmeye inanmaz. En mühim ölçünün bütün felsefeciler gibi akıl olduğuna inanır. Gerçeğe ancak akıl yoluyla varılabileceğini zanneder. Bu yüzden şuarâ tezkirelerinde rubâîlerinin değeri takdir edilmekle berâber, insanların îmânî esaslarını bozan düşünceleri sebebiyle makbûl olmadığından bahsedilmektedir.

Eserleri:

Ömer Hayyâm, astronomi, cebir ve geometriyle ilgili birçok eser yazmıştır. Bunlardan en önemlisi Fil-Berâhin Alâ Mesâil-il-Cebr vel-Mukâbele’dir. Aslı elli iki sahifeden ibâret olan eser muhtevâsı bakımından beş ana bölüme ayrılmıştır. Birinci bölüm; önsöz, cebirin esas rasyonlarının târifleri ve denklemlerinden ibârettir. İkinci bölüm; birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözümünü ihtivâ eder. Üçüncü bölüm, kübik denklemlerin teşkilinden bahseder. Dördüncü bölüm, paydalarında bilinmeyenin kuvvetleri bulunan kesirli terimli denklemlerin münâkaşasını ihtivâ eder. Beşinci bölüm ise, Cebire dâir bâzı ek ilâveler hakkındadır. Eser, 1851 senesinde F.Woepcke tarafından Fransızcaya tercüme edilmiştir. Eserin Leiden, Pâris ve İndia Office kütüphânelerinde yazma nüshaları mevcuttur.

Yazmış olduğu diğer eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Risâle fî Şerhi Mâeşkele min Müsâdereti Kitâbı Oklides, 2) Muhtasar fit-Tab’iyyat, 3) Risâle fî Külliyât-il-Vücûd, 4) Risâlet-ül-Kevn vet-Teklîf, 5) Müşkilât-ül-Hisab, 6) Mîzân-ül-Hikme, 7) Levâzım-ül-Emkine, 8) Kitâb-üş-Şifâ, 9) Risâle Fîhâ el-İhtiyâl li-Mârifeti Mikdâr-iz-Zeheb vel-Fiddati fî Cismin Mürekkebin, 10) Nevruznâme, 11) Ravdat-ül-Kulûb, 12) Risâle-i Vücûdiyye.

Eserlerinin ve rubâîlerinin hepsi bütün dünyâ dillerine tercüme edilmiştir. Yahyâ Kemâl de dâhil olmak üzere birçok şâir ve yazar tarafından rübâîleri nesir ve nazım şeklinde Türkçeye tercüme edilmiştir.

Ömer Hayyâm’ın geometrideki mantıkî ve derin araştırmaları, cebirdeki kendisinden önce bu ilimlerde büyük gayret gösterenlerin çalışmaları üzerine kaydettiği ilerleme, asırlarca bu ilimlerdeki değişmeyen proğram olarak kalmıştır.

ÖMER LÜTFİ BARKAN

Türk iktisat târihçisi ve Türkye’de iktisat târihi biliminin kurucularından. Eskizaralı İsmâil Efendi ile Gülsüm Hanımın oğludur. 1902 senesinde Edirne’de doğdu. İlk tahsîlini Edirne Numûne Mektebinde gördü. Edirne Muallim Mektebini bitirdikten sonra üç yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. 1923’te İstanbul’a giderek Yüksek Muallim Mektebine girdi. Daha sonra Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi.

1927 senesinde Strasbourg Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk Fakültelerinde lisansını tamamlayıp yurda dönünce Eskişehir Lisesi Felsefe öğretmenliğine tâyin edildi. 1933 senesinde yapılan üniversite reformu sırasında doktora ve doçentlik tezi hazırlamadan, doğrudan Edebiyat Fakültesi Türk İnkılâb Târihi Kürsüsü doçentliğine getirildi. 1937 senesinde bu vazifesi de devâm etmek üzere İktisat Fakültesi İktisat Târihi ve İktisâdî Coğrafya Kürsüsüne nakledildi. 1939’da “Osmanlı İmparatorluğunda Kuruluş Devrinde Toprak Meseleleri” konulu tezini bitirerek doçent oldu. 1941 Şubatında profesörlüğe yükseltildi. İktisat Fakültesindeki derslerinin yanında, Edebiyat ve Fen Fakültelerinin İnkılâb Târihi derslerini de yürüttü. Ayrıca Hayriye Lisesinde felsefe öğretmenliği, Yüksek Muallim Mektebinde müzâkerecilik yaptı. Hukuk Fakültesinde Türk Hukuku Târihi ve Toprak Hukuku, Edebiyat Fakültesinde Türkiye Teşkilât ve Müesseseleri Târihi dersleri okuttu.

1950’de İktisat Târihi Kürsüsü başkanı oldu. 1950-1952 yılları arasında İktisat Fakültesi dekanlığı yaptı. 1955’te Türk İktisat Târihi Enstitüsünü kurdu. Emekli oluncaya kadar bu enstitünün müdürlüğünü yürüttü. 1957 yılında ordinaryüs profesörlüğe yükseltildi. Aynı yıl Strasbourg Üniversitesi tarafından kendisine “şeref doktoru” ünvânı verildi. 1963-1972 yılları arasında İstanbul Özel İktisâdî ve Ticârî İlimler Okulunda Genel İktisat Târihi dersleri verdi. 1972 senesinde Milletlerarası Oryantalistler Birliğine bağlı Osmanlı ve Osmanlı Öncesi Târih Komitesi başkanı oldu. 1973’te yaş haddinden emekli oldu. 23 Ağustos 1979’da İstanbul’da öldü.

Ömer Lütfi Barkan yurt içinde Türk Târih Kurumu, Türk İnkılap Târihi Enstitüsü üyeliklerinden başka UNESCO Türkiye Millî Komisyonu 5 ve 7. dönem genel kurul üyeliklerinde bulundu. Sırbistan İlimler Akademisine de üye seçilen Barkan, 1967-1973 arasındaki dönemde Milletlerarası Şarkiyatçılar Birliğine bağlı Osmanlı ve Osmanlı Öncesi Tetkikleri Komitesi başkanlığına getirilmiştir.

Osmanlı Devletinin iktisâdî ve sosyal târihi, toprak mülkiyeti konularını inceleyen Ömer Lütfi Barkan, 15 ve 16. yüzyıllarla, Tanzimât dönemi toprak meseleleri, Doğu Avrupa’daki tarım ve toprak reformu hareketleri hakkındaki araştırmalarında toprak mülkiyetinin târihî ve hukûkî temellerini inceledi. Osmanlı devlet bütçeleri, bâzı imâret, câmi ve vakıfların muhâsebe bilançoları, tereke defterleriyle ilgili araştırmalarıyla Osmanlı İktisâdî hayâtının aydınlatılmasına katkıda bulundu. 1546 Târihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri ve İslâm ansiklopedisine yazdığı “Tımar” maddesi bu yöndeki çalışmalarının ürünüdür.

Osmanlı Devletinin 15 ve 16. yüzyıllardaki fiyat hareketlerini de inceleyen Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı Devletinin nüfûsuyla ilgili belgeleri ilk defâ tarayıp ortaya çıkarmış, Osmanlı târihî demografi araştırmalarının da öncülüğünü yapmıştır. Osmanlıların fethettiği toprakların iskânıyla ilgili vakıf, temlik, sürgün gibi kurumların fonksiyonlarını araştırarak Osmanlı târihî demografisine kaynaklık edecek belgelerin zenginliğine dikkatleri çekti. Osmanlı iktisâdî ve nüfûsuyla ilgili araştırmalarını son kitabı Hüdâvendigâr Livâsı Tahrir Defteri’ne kadar sürdürdü. Süleymâniye Câmii ve İmâreti İnşaatına âit Muhâsebe Defterleri adlı iki ciltlik eserinde inşâatla ilgili teknik ve mâlî bilgilerin yanı sıra 16. yüzyılda inşâat işçilerinin sosyal hayatlarını, Müslüman ve Hıristiyan işçilerle ilgili çok değerli bilgileri ortaya çıkardı. Osmanlı İmparatorluğunda bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler ve Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler adlı makâlelerinde genişleme ve fetih yıllarında nüfus fazlası meselesinin ve bölgeler arası nüfus dengesinin nasıl çözüme bağlandığını belgelerle sergiledi.

Ticâret ve ticâret yolları konusunda yazdığı makâlelerde Osmanlı Devletinin yükseliş ve çöküşünde milletlerarası ticâret ve iktisâdî münâsebetlerin oynadığı rolün önemine işâret etti. Batıda kapitalizmin gelişmesi ile Doğu-Batı arasındaki ticâretin uğradığı değişikliğin, Osmanlı Devletinin ticârî hayâtındaki zanâatların ve küçük üretimin çökmesindeki etkisini gösteren belgeleri ortaya çıkardı ve yorumladı.

Osmanlı arşivini çok iyi bilen Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı belgelerini iktisat târihi açısından araştırıp değerlendirdi. Osmanlı iktisâdına âit çok sayıda belgeyi gün ışığına çıkardı. Bu çalışmaları Türkiye’de iktisat târihi biliminin kurulmasında yurt içinde ve dışında Osmanlı iktisat târihine ilginin artmasında önemli rol oynadı.

Ömer Lütfi Barkan, eserlerini çeşitli arşiv belgelerinin yorumuna dayandırmıştır.Tahsîli esnâsında elde ettiği hukuk, sosyoloji, edebiyat ve târih bilgilerinden istifâde ederken, din bilgileri ve şer’î hukuk ilmindeki eksikliği sebebiyle bu alandaki yorumları objektif olamamıştır. Osmanlı hukuk ve idâre sisteminin kaynağının şer’î hukuk olmadığını iddia etmek sûretiyle uzun yıllar sürecek tartışmalara yol açmıştır.

Eserleri:

Ömer Lütfi Barkan’ın; 1935 senesinden başlayarak, Siyâsî İlimler, Siyâsal Bilgiler Okulu, Ülkü, Türk Hukuk ve İktisat Târihi Mecmuası, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, İktisat Fakültesi Mecmuası, Vakıflar Dergisi, Belleten ve Belgeler gibi dergilerde yayınlanan 150’den fazla makâlesi vardır. Bunların içinde kitapların sayısı az olmakla berâber, makâle olarak yayımlananların çoğu kitap hacmindedir. Ölümünden sonra makâlelerinin toplu olarak yayımlanmasına teşebbüs edilmişse de ancak toprak meselesiyle ilgili olanlar Türkiye’de Toprak Meselesi Toplu Eserler 1 adıyla bir ciltte toplanabilmiştir. Bunlardan başka “15 ve 16. asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Zirâî Ekonominin Hukûkî ve Mâlî Esasları I: Kânunları, İktisat Târihi Ders Notları, Ekrem Hakkı Ayverdi ile birlikte yayımladığı İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri adlı eserleri vardır.

ÖMER MUHTÂR

İtalyan işgâli altında bulunan Libya’nın kurtarılması için yürütülen direniş hareketinin liderlerinden.

Ömer Muhtâr 1862’de Bingazi’nin Defne bölgesi Batnan kasabasında doğdu. Küçük yaşta babası ölünce, Şeyh Ahmed el-Giryânî’nin himâyesinde tahsile başladı. Mısır sınırına yakın Tobruk iline bağlı Canzur Medresesinde Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Sonra Cağbûb’da İslâmî İlimler Enstitüsüne kaydolarak tahsilini tamamladı. Alçak gönüllü, cesûr, vakar sâhibi ve ilim ehli bir kimse olarak çevresinde tanındı.

Osmanlı Devletinin parçalanması ve yıkılması için çalışan Hıristiyan Avrupa devletleri, akla gelmedik zulüm ve baskılar uyguladılar. Kadın, çocuk, ihtiyar demeden pekçok Müslümanı katlettiler.

Çeşitli meseleleri bahâne ederek Osmanlı ülkesinin değişik bölgelerini işgâl ettiler. İşgâl ettikleri yerlerdeki Müslüman halkı, kadın, çocuk ihtiyar demeden akla gelmedik işkencelerle öldürdüler. Bu işgalci devletlerden biri de İtalya’dır. İtalya, Eylül 1911’de Trablusgarp ve Bingâzî’yi işgâl etti. Osmanlı Devletinin orada bulunan kuvvetleriyle savaş eden işgalci İtalyanlar, insanları öldürmeye ve köleleştirmeye başladılar. Libya halkı Osmanlı kuvvetleriyle birlikte işgalcilere karşı çarpışarak başarılı neticeler elde etti. Fakat İtalyanların Libya’ya girmesi engellenemedi. 1912’de imzâlanan Uşi Antlaşmasıyla Osmanlı Devletinin Libya üzerindeki hâkimiyeti resmen son buldu. İtalyan hükümetinin bu antlaşmadan sonra, Trablusgarp’taki milliyetçi kuvvetler ve Berka’daki Senûsîlerle yaptığı uzlaşma teşebbüsleri neticesiz kaldı.

İtalyan işgal ve zulmüne son vermek için direnen Libyalılar Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin idâresinde birleştiler. Bu direniş kuvvetlerine Ömer Muhtâr da katıldı. Birçok örnek davranışlar ortaya koyarak mücâhidleri teşvik etti ve cesâret verdi. Ömer Muhtâr’ın şöhretini duyan İtalyanlar ona büyük makam ve maddî imkânlar vâdederek mücâdeleden vazgeçirmeye çalıştılar. Fakat o; “Bizim burada yalnızca Allâhü teâlânın düşmanlarına karşı koymaktan başka bir ihtiyacımız yoktur.” cevâbını verdi ve mücâdeleyi kahramanca sürdürdü. Nihâyet 1922 yılında direniş kuvvetleri başkumandanlığına seçilen Ömer Muhtâr, İtalya’da iktidarı ele geçiren Mussolini’nin Libya’yı sömürgeleştirme politikasına şiddetle karşı koydu. Mücâhid kuvvetlerini iyice teşkilâtlandırdı. Bâzı ekonomik ve askerî yardımlar toplamak üzereMısır’a gitti. Fakat umduğu yardımı bulamadı. Mısır’dan dönüşünde İtalyanlar bir tuzak kurarak onu ve arkadaşlarını yok etmek istediler. 23 Nisan 1923 günü meydana gelen kanlı çarpışmada İtalyanları perişan etti. Berka’da yeni bir direniş hareketi başlattı.

1923 senesi sonlarında Cebelü’l-Ahdar’da yaşayan aşiretlerden topladığı milis kuvvetleriyle başarılı baskınlar düzenleyerek İtalyan kuvvetlerine büyük kayıplar verdirdi ve bâzı stratejik yerleri elde etti. Mısır ve Sudan’dan aldığı az miktarda yardım da kesilince, bedevî köylülerden topladığı yardımlarla, direnişi devam ettirdi. 8 Kasım 1929 günü İtalya’nın Umûmî Vâli Köşkünü hedef alan büyük bir operasyon düzenleyerek üstün başarı elde etti. 11 Nisan 1930 günü İtalyan Cephelerinin merkezi durumunda olan bir karargâhı basarak imhâ etti. Nihâyet 1931 yılında İtalyanlarla yapılan şiddetli çarpışmalar sonunda esir düştü. Trablusgarp’a gelen İtalyan generali Graziani’nin başkanlığındaki bir savaş mahkemesinde îdâma mahkûm edildi. Ömer Muhtâr tutuklu bulunduğu sırada ona bâzı teklif ve telkinler yapıldı. Ancak kendisi bunların hiçbirine iltifat etmeyip; “Ben kazâ ve kadere inanıyorum. Allah’ın benim hakkımda taktir ettiklerine râzıyım.” diyerek inanç ve akidesinden tâviz vermedi ve bu uğurda darağacına gitmeye râzı oldu. Mahkemenin verdiği îdâm kararı açıklanınca; “Hüküm yalnız Allah’ındır. Sizin alçak hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur. Biz Allah’a âidiz ve ancak O’na dönücüyüz.” diyerek karşılık verdi. 15 Eylül 1931 târihinde Bingâzi yakınlarındaki Suluk’ta îdâm edildi.

Ömer Muhtâr hakkında İtalyan kumandanı ve Libya genel vâlisi şunları söylemiştir: “O akîde ve inancına son derece bağlıydı. İnancına saldırana şiddetle karşı koyar ve hiçbir şey onu korkutamazdı. Aynı şekilde vatanına da büyük bir sevgi beslemekteydi. Vatanı için yapmayacağı bir şey yoktu. Vatanına yapılan saldırıları aslâ affetmiyor ve bunlara tahammül edemiyordu. Müthiş bir zekâya sâhipti. Geniş bir dînî kültüre ve bilgiye sâhipti. Maddeye ve dünyâ nîmetlerine aslâ iltifât etmezdi ve bu konuda hiçbir yatırım ve hesâbı yoktu. Dünyâda sâhip olduğu hiçbir mal ve mülkü de mevcut değildi. Dünyâ nîmetlerinden sevdiği tek bir şey vardı, o da vatanıydı.”