ÖKSÜRÜK
Alm. Husten (m), Fr. Toux (f), İng. Cough. Solunum yolları mukozasının uyarılmasından doğan ve solunum yollarını tıkanıklıklardan ve yabancı maddelerden koruyan bir savunma refleksi. Öksürük için söylenen; “akciğerlerin bekçi köpeğidir” tâbiri meşhûrdur. İnsan kendi isteğiyle de öksürebilir ancak önemli olan istek dışı olarak husûle gelen öksürüktür.
Öksürük derin bir soluk almayı tâkiben gırtlak girişinin (glottisin) kapanması ve daha sonra gürültüyle açılarak havanın ve bu arada yabancı maddelerin dışarı atılmasıdır. Öksürük 9. ve 10. kafa sinirlerinin uçlarının uyarılması sonucunda ortaya çıkar. Refleksin başlangıcı, yutak, gırtlak, kulak, soluk borusu, bronşlar ve akciğer zarından kaynaklanabilir. Küçük bronşlara doğru gidildikçe öksürük refleksinin duyarlığı azalır.
Öksürükte üç ayrı faz sözkonusudur, ilk faz süratli ve derin bir nefes alma ile karakterlenir, bu fazın sonunda glottis kapanır. İkinci fazda glottis kapalı olduğu hâlde yapılan zorlu bir hava verme hareketi vardır. Bu arada soluk borusu ve akciğerlerin diğer kısımlarındaki havanın basıncı artar. Üçüncü ve son faz glottisin birden açılıp basınçlı havanın özel bir ses çıkararak dışarı atılması ile vukû bulur. Öksürük sırasında küçük bronşlardan geçen havanın sâniyede 0,5-2 metre, glottisten geçen havanın ise sâniyede 50-120 metre hızla hareket ettiği tespit edilmiştir. Bu rakamlar öksürük sırasında yabancı cisimlerin ve balgam parçalarının ne büyük bir kuvvetle atıldığını göstermeye kâfidir. Diyafram kasının öksürüğün her üç fazında da kasıldığı gösterilmiştir.
Bronşlarda biriken balgamın ağıza kadar gelmesi için genellikle birden fazla öksürük hareketine ihtiyaç vardır. Böylece salgılar ağıza kadar kademe kademe getirilmiş olur.
Solunum kasları zayıf veya solunum merkezi çeşitli sebeplerle baskılanmış olursa öksürük hafif ve tesirsiz olabilir. Zatülcenp gibi hastalıklarda öksürmek ağrıyı arttıracağından irâdî olarak kişi öksürüğünü tutabilir.
Öksürüğün karakteri, nefes borusu ve bronş mukozasının durumuna göre değişir. Yutak ve üst solunum yollarının iltihabî durumlarında kuru ve sık tekrarlayan bir tahriş öksürüğü söz konusudur. Öksürük, bâdemciklerin şişerek yutak yolunu tıkadığı vakalarda kalın, kaba ve biraz da boğuktur. Balgamlı öksürüklere yaş, balgamsız öksürüklere de kuru öksürük denmektedir.
Üst solunum yollarının iyi huylu hastalıkları durmak bilmeyen inatçı bir öksürüğü meydana getirdikleri halde, alveollerin hastalıklarında bâzan çok az öksürük olur. Bâzı veremli hastalar o kadar az öksürürler ki, sorulduğunda hiç öksürmediklerini söylerler.
Kentöz öksürük denen tip arka arkaya gelir ve düdük sesi gibi bir ses çıkarak derin bir nefes alınır. Bu tip öksürük boğmaca hastalığının kendine has öksürüğüdür. Solunum yollarında öksürük refleksine yol açan uyarı, iltihâbî, mekanik, kimyâsal veya ısı karakterli olabilir. Bu cümleden olarak öksürüğe yol açan olayların çok çeşitli olduğu anlaşılır. Akciğer kanserinden tozlu havada kalmaya, zatürreden gribe kadar birçok durum öksürükle beraberdir.
Öksürüğü bir hastalık olarak değil, bir hastalığın habercisi olarak kabul etmek gerekir. Dolayısıyla öksürüğün tedâvisi öksürük kesici ilâçlarla değil altta yatan hastalık veya sebebinin tedâvisiyle olmalıdır.
ÖKSÜRÜKOTU (Tussilago farfara)
Alm. Huflattich (m), Fr. Tussilage (m), İng. Coltsfoot. Familyası: Bileşikgiller (Compositae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu.
Mart-nisan aylarında sarı çiçekler açan, killi, kireçli ve rutûbetli toprakları seven, 20-30 cm yüksekliğinde otsu bir bitki. Toprak altı kısımları çok seneliktir ve bitki bunlarla çoğalır. Her bir gövde bütün çiçekleri sarı renkte olan bir çiçek tablası ile son bulur. Bu çiçekler dişidir. Ortada bulunan çiçekler ise tüp şeklindedir ve verimsizdir. Yapraklar çiçek açtıktan sonra meydana gelirler. Yaprağın üst yüzü koyu yeşil, alt yüzü ise taşıdığı beyaz tüylerden dolayı, grimsi beyaz renkli ve pamuk manzarasındadır. Devetabanı olarak da bilinir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı yaprak ve çiçekleridir. Çiçekler ilkbaharda tamâmen açılmadan toplanır ve süratle kurutulur. Çiçekler sarı renklerini kaybetmemelidir. Yapraklar haziran-temmuz aylarında toplanır, havadar yere serilerek kurutulur. Yapraklarda müsilaj, tanen, acı maddeler, organik asitler, inülin ve şekerler vardır. Eski bir öksürük ilâcıdır. Yumuşatıcı ve balgam söktürücü olarak kullanılır.
(Bkz. Sığırlar)
Alm. 1. Kornmass 2. Masstab (m), Fr. 1. Mesure (f) de grains 2. Echelle (f), İng. 1. Measure of capacity 2. Measure, scales. Tahıl ölçmeye yarayan kap. Bir harita veya teknik resimde görülen uzunluklarla bunların gerçek uzunlukları arasındaki oran. Bir uzunlukla bu uzunluğun harita üzerindeki izdüşümü arasındaki oran. Harita veya plânın her santimetresinin kaç kilometre veya metreye eşit olduğunu gösteren ve harita veya plânın bir köşesine çizilen küçük çizgiye de ölçek denir. Ölçek tâbiri çeşitli sahalarda kullanıldıkları yerlere göre değişik şekilde ifâde edilirler.
Ölçek, kilenin dörtte biri olup, kırk dört kilogramdır. Bâzı yerlerde ölçeğe şinik de denir. Haritalarda kullanılan ölçeklerde ise 1/1.000.000 (milyonda bir) ifâdesi haritadaki bir santimlik mesâfenin aslında bir milyon santimetre 10.000 m, 10 km olduğunu gösterir.
Alm. Strohblume, Fr. Immortelle (f), İng. Everlasting flower. Familyası: Bileşikgiller (Compositae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Bütün Anadolu’da yetişir.
Sarı renkli çiçekleri, küçük barlar (kapitulum) hâlinde bir araya toplanmış, çiçek durumları bozulmadan uzun zaman saklanabilen, hafif kokulu, tüylü yapraklı ve çok yıllık otsu bitkiler. Memleketimizde 20 kadar Helichrysum türü bulunmakla berâber en çok H. graveolens (kokulu ölmez çiçek), H. orientalis türlerinin çiçek durumları, halk arasında daha çok kullanılmaktadır.
Çiçekler, daha çok haziran-temmuz aylarında açarlar. Genellikle demetler hâlinde bir araya getirilerek satılır ve saklanırlar. Saman çiçeği, sarı çiçek, altın otu, güven otu gibi isimlerle de bilinir.
Kullanıldığı yerler: Çiçek durumları özel kokulu ve acımsı lezzettedir. Bileşiminde uçucu yağ, acı maddeler, kumarin ve flovonlar bulunur. İdrar ve safra söktürücü ve kum döktürücü olarak, yemeklerden önce bir fincan çay hâlinde (% 3’lük) kullanılır.
Alm. Tod (m), Fr. Mort (f), İng. Death. Bir canlı varlığın (insan, hayvan ve bitkinin) hayâtî faaliyetlerinin kesin olarak sona ermesi. Canlı varlıkların herhangi bir dokusunun canlılığını kaybetmesine de ölüm denir. Canlının ölümünden bahsedebilmek için, hayâtî faaliyetlerin bir daha geri gelmemek üzere sona ermesi şarttır. Zîrâ boğulma, donma, zehirlenme tehlikesi geçiren ve kalbi duran kişilerde sun’î teneffüs ve kalp masajı yapılarak, durmuş gibi görünen solunum ve dolaşım fonksiyonlarının tekrar başlatılması çok kere mümkün olmaktadır. O halde kalp ve solunumun bir süre durması ölüm demek değildir.
Biyolojik ölüm: Ölümden evvel, kısa veya uzun olmak üzere agoni ismi verilen bir can çekişme devresi sözkonusudur. Bu devre, müzmin hastalıklarda uzun, âni ölümlerde ise kısa olur. Bu devrede, dolaşım ve solunum sistemlerinde iyileşmesi mümkün olmayan değişiklikler meydana gelir. Agoni devresi birkaç dakikadan, birkaç güne kadar uzayabilir. Bu devredeki bir şahıs, tam olarak sessizlik ve hareketsizlik içinde bulunur, dış uyarılara karşı tepki çok azalmış veya kaybolmuştur. Bütün sistemlerin çalışması bozulmuştur. Bâzan, bozukluklar düzelir gibi olur, şahıs kendini çok iyi hissettiğini bile söyleyebilir. Bu durum, ölüm öncesi görülebilen geçici bir iyilik hâlidir. İlk önce görme, son olarak işitme duyusu kaybolur. Gözler yukarı ve dışa tavana bakıyormuş gibi bir hâl alır, gözbebekleri genişler. Göz akı ve göz kenarlarında yapışkan bir sıvı toplanır. Göz parlaklığını kaybeder, arkaya doğru çöker. Refleksler ortadan kalkar. Alından soğuk iri tâneli terle birlikte son bir gözyaşı damlası gelebilir, şahıs ağlıyor gibidir. Nabız oldukça zayıflar. Kalp sesleri güçlükle ve çok hafif duyulur, el ve ayaklar soğur, fakat şahsın iç harâreti bâzan 42-43° dereceye kadar yükselir. Salya, sümük, idrar, pislik, meni dışarı çıkar ve netîcede ölüm husûle gelir. Bâzı agoni durumlarında şuur kapalı olmakla birlikte aklî melekeler, zekâ ve şuur bozulmaz.
Ölümün birinci dönemi, fonksiyonel, klinik veya formatik ölüm dönemidir. Bu dönemde kişilik kaybolur. Ölümün ikinci dönemiyse hücrelerin ölümü veya moleküler ölüm dönemidir.
Kalp nakli ameliyatlarından önce klinik ölüm; dolaşım, solunum ve sinirle ilgili organların faaliyetlerinin son bulması şeklinde kabul ediliyordu. Kalp nakli ameliyatlarından sonra ölümün târifindeki fikir ve araştırmalar değişik bir yön almıştır ve neticede beyin ölümü terimi ortaya çıkmıştır. Beyin ölümü yâni klinik ölüm, beynin bütün faaliyetlerinin durması ve bütün tedâvilere rağmen geri dönmeyecek şekilde kesilmesidir. Bu ölümde, dolaşım ve solunumu çalıştıran cihazlar çıkarılınca, solunum ve dolaşımın durmaları da esas alınmaktadır. Beyin faaliyetlerinin durması, elektroansefologramda düz bir çizginin görülmesiyle anlaşılır.
Ölüm teşhisinde kullanılan çeşitli metodlar sözkonusudur. Hekimlerce göz önünde bulundurulan ölüm belirtilerinden bâzıları şunlardır:
1. Solunumun durması: Ölünün göğsüne bir bardak su konur. Canlıda solunum dolayısıyla su yüzeyi titrer. Ölünün ağzına ayna tutulur. Solunum varsa ayna buğulanır; fakat bu yol, eski bir usuldür. Cesetteki kokuşma dolayısıyla da ayna buğulanabilir.
2. Kalbin durması: Vücudun hiçbir yerinden nabız hissedilemez, kalp sesleri işitilmez, elektrokardriyogramda düz bir çizgi görülür ki, ölüm teşhisi metodlarının en doğru netîce vereni budur. Kan dolaşımının durduğu da çeşitli deneylerle tespit edilebilir.
3. Kanın tetkiki: Uzun süren hastalıklarda ölümden sonra pıhtılaşma olur, boğulma şeklinde ve âni ölümlerde ise, kan sıvı halinde kalır. Canlıda kan bazik reaksiyon verir. Ölümden 2-3 saat sonra ise, kan asidik reaksiyon verir.
4. Ölümden sonra deri elastikiyetini kaybeder, soluk beyaz ve sarımtrak bir renk alır. Deride yara açılırsa, yaranın dudakları genişlemez, yakılırsa kan ve su toplanması görülmez.
5. Gözdeki bütün refleksler kaybolur. Gözbebekleri genişlemez olup, ışığa cevap vermez.
ABD’deki bir kânun maddesine göre ölümün târifi:
1. Dolaşım ve nefes alma fonksiyonları, geriye döndürülmez bir şekilde durduğu zaman,
2. Beyindeki (beyin sapı dâhil) bütün fonksiyonlar durduğu zaman ilgili şahıs ölü kabul edilir.
Bitkisel hayatta ise beynin kortikol faaliyeti durmuş, ama beyin sapı faaliyetleri devâm etmektedir. Yâni şahıs görmez, konuşmaz, işitmez, hareket edemez, fakat dolaşım, solunum ve bâzı otomatik hareketler (uyuma, sindirim...) devâm etmektedir.
Ölünün yüzünde, durumunda, ölümünden sonra görülebilen değişiklikler başlar. Ölünün yüzünde, ölüm hâlindeyken gördükleri sebebiyle, korkunç veya gülüyormuş gibi bir şekil husûle gelebilir. Ölümden sonra bütün kaslarda gevşeme olur. Göz kapakları kasları gevşediğinden kapaklar arası açık, yarı açık veya kapalı olabilir. Bâzan bu açıklık devamlı kalır, bâzan açık olan gözkapakları arası birkaç saat sonra daralır. Ölümden hemen sonra ağız açılır, çene aşağıya düşer, ölü katılığı husûle gelince, ağız bir santimetre kadar kapanır. Ölümden sonra kişi, yer çekimi kânununa uyarak yere düşer. Ölüm nerede vukû bulursa kişi orada kalır. Ölü katılığı hâlinde ise kişi, ölüm ânında bulunduğu pozisyonu muhâfaza eder. Meselâ su içerken bir eli bardakla ağzında, oturur vaziyette bulunabilir. Ölü katılığı çözülünce bu durum da bozulur.
Isısı 5-15 derecede olan bir yerde, yeni ölen bir şahıs saatte 1 derece soğuyarak 24 saat sonra bulunduğu yerin ısısıyla aynı dereceyi bulur. Ölen şahıs, çevre ısısına bağlı olarak su kaybeder ve netîcede ağırlığı azalır. Gözün üstünde göz salgısı toplanmasından dolayı örümcek ağı meydana gelir.
Ölümden sonra yer çekimi etkisiyle damarlardaki kan, cesedin alt kısımlarında toplanır ve koyu mor renkte ölü lekeleri meydana gelir. Ölü lekeleri vücudun yere dokunan kısımlarında husûle gelmez.
Ölümden sonra kaslarda sertleşme olur ki, buna ölü katılığı ismi verilir. Ölü katılığı halk arasında iyi bilindiğinden cesedin çenesi ve iki ayağı biçimsiz şekil almasın diye bağlanır. Ölü katılığı bâzan hafif ve kısa zamanda geçen şekilde olmak üzere her ölende meydana gelir. Çok nâdiren görülmeyebilir. Ölü katılığı, genellikle önce alt çenedeki adalelerden başlar. Sonra sırasıyla boyun, yüz ve gövdedeki adalelerde meydana gelir. Ölümden genellikle 2-3 saat sonra başlar, ölü katılığı 30 saat içinde tam bir şekilde meydana gelip, kokuşmanın başlamasıyla 48-72 saat sonra çözülür.
Yalancı ölüm: Hayâtî faaliyetlerin durması âniden olmayabilir. Bir veya birkaçı yavaş yavaş durabilir ki bu durmada gerçek ölüme benzeyen yalancı bir ölüm durumu sözkonusu olabilir. Yalancı ölümler, iç ve dış kanama, zehirlenmeler, kafa travmaları, donma, yıldırım, elektrik çarpması ve sinir sistemiyle ilgili durma hallerinde görülebilir. Yalancı ölüme karşı korunmak ve kişiyi canlı olarak gömmemek için; 1900 senelerinde İngiltere’de eski Roma âdetlerinde olduğu gibi, ceset kokuşuncaya kadar birkaç gün bekletilip sonra gömülüyordu. Yalancı ölümler en çok yeni doğan çocuklarda görülür. Ölüme kanaat getirdikten sonra, cesetler bir an önce kaldırılır.
Hukuktaki ölüm: İnsan hayâtının tamâmen tükenmesi olan ölümle hukûkî şahsiyet (kişilik) sona erer. Ölen kimse herhangi bir borç altına giremez ve hak sâhibi olamaz. Ölen kimseye karşı veya onun adına dâvâ açılamaz. Kâide olarak ölümün ispatı, nüfus sicilindeki kayıtlarla yapılır. Bir kimse nüfus sicilinde ölü görünüyorsa, bunu ileri süren tarafın sırf bu kayıtları delil olarak göstermesini adlî makamlar yeterli görüyor. Aksini iddia eden kimse çeşitli delillerle iddiasını ispat etme hakkına da sâhiptir.
Ölüm sicilleri nüfus memurluklarınca tutulur. Ölen her kimsenin ölüm sicilinin tutulması için, en geç on gün içinde nüfus memurluğuna bildirilmesi lâzımdır. Bundan başka hâkim tarafından gâib kararı verilmiş veya ölümüne muhakkak nazarıyla bakılan bir tehlike içinde kaybolan ve ölüsü bulunmayan kimse de (mahallin en büyük mülkiye âmirinin emriyle) ölüm siciline ölü olarak kaydedilir.
Hukûkî bir delil olarak kullanılan ölüm karnesi, bir kimsenin ölümüne muhakkak gözüyle bakılacak bir tehlike içinde olması ve cesedin bulunmaması demektir. Meselâ kayalara çarparak düşüp parçalanan uçağın yolcularından hiçbirisi kurtarılamadığı taktirde karneye göre ölmüş olduğu kabul edilir.
Ölümün hakîkatı: Ölmek, yok olmak değildir. Varlığı bozmayan bir iştir. Ölüm, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesidir. Rûhun, bedenden ayrılmasıdır. Ölüm, insanın bir hâlden, başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmektir. Îmânı olan ve akıllı ve bâliğ olan erkek ve kadınlara (mükellef) denir. Mükellef olanların, ölümü çok hatırlaması sünnettir. Çünkü ölümü çok hatırlamak, emirlere sarılmaya ve günâhlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesâreti azaltır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hatırlayınız!” Tasavvuf büyüklerinden bâzıları, hergün bir kere hatırlamayı âdet edinmişti. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî rahmetullahi aleyh her gün yirmi kere, kendini ölmüş, mezâra konmuş düşünürdü.
Allahü teâlânın emirlerine uyan bir mümine, ölümden daha sevinçli birşey olmaz. Allahü teâlâya kavuşmayı seven mümin, ölümü ister. Ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Kavuşmak şevki, büyük ve yüksek derecedir. Bu dereceye yükselen mümin, ölümün gecikmesini istemez. Rabbine iştiyakından dolayı, O’na kavuşmayı, O’nu görmeyi sever. Cenneti seven ve ona hazırlanan insan ölümü sever. Çünkü ölüm olmayınca, Cennete girilmez.
Bir kimsenin îmânı son nefeste belli olur. Bir insan, bu saâdete kavuşunca, Allahü teâlânın ihsânları başlar. Bu anda, elbette sevinir. Saâdet sâhibi o kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip; “Korkma, Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!” der. Böyle kimseye, bundan daha şerefli bir gün yoktur. Bu dünyâ, bir konaktır. O cihana bakınca zindandır. Bu geçici varlık, bir görünüştür. Gölge gibi, yavaş yavaş çekilmekte, geçip gitmektedir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Dünyâ hayâtı, rüyâ gibidir. Ölüm uyandırıp, rüyâ bitecek, hakîkî hayat başlayacaktır. Müslümanın ölümü, hayattır. Hem de sonsuz hayat!
Her Müslümanın, ölüme hazırlanması gerekir. Bunun için de, tövbe etmeli ve kul hakkı altında kalmamaya dikkat etmelidir. Yâni, hakları sâhiplerine verip halâllaşmalıdır. Allahü teâlânın haklarını da ödemek lâzımdır. Bu hakların en mühimi, İslâmın beş şartını yerine getirmektir. Borçları ödeyerek, emânetleri sâhiplerine vererek ölüme hazırlanmak lâzımdır.
Hastanın yatağı, çarşafı ve çamaşırları temizlenir. Sık sık değiştirilir. Çünkü temizliğin kalbe ve rûha büyük tesiri vardır. Ölüm zamânında ise, kalbin ve rûhun temiz olması, başka zamanlardan daha mühimdir. Tedâvi olmak lâzımdır. Fakat, şifâyı halk eden, devâda tesiri yaratan, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, isterse kullanılan ilâçta tesir yaratmaz. Eğer öyle olmasaydı, her tedâvi edilen hasta, iyi olurdu.
Ağır hastalara, evde, âilesinin, sâlih kimselerin yanında, Kur’an-ı kerîm okuyarak ve kelime-i şehâdet telkin ederek, îmânla can vermesine çalışılmalıdır.
Hastalıktan ve dünyâ sıkıntılarından kurtulmak için ölümü istemek uygun değildir. Dinde sıkıntı ve fitnelerden korkarak, Allahü teâlâdan ölümü istemek sünnettir. Allah yolunda şehit olmayı istemek de böyledir. Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede olduğu zamanda ve evliyâ türbelerinin yanında ölümü istemeye izin verilmiştir. Allahü teâlâya kavuşmayı sevdiği için ölümü istemek müstehaptır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
Bir kimse, Allahü teâlâya kavuşmayı severse, Allahü teâlâ da ona kavuşmayı sever.
Gece gündüz ölümü hatırlayan kimse, kıyâmet günü şehitler yanında olacaktır.
Ölmeden evvel ölünüz. Hesâba çekilmeden önce kendinizi hesâba çekiniz.
Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhirette zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur.
27 Mayıs 1960’ta yapılan ihtilâlden sonra Demokrat Parti idârecilerini yargılayan Yüksek Adâlet Dîvânı savcısı, hukukçu.
1913 senesinde Susurluk’ta doğan Ömer AltayEgesel, ilk ve orta tahsilden sonra 1937’de Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Çeşitli yerlerde hâkimlik ve savcılık yaptı. Demokrat Parti iktidârına karşı 27 Mayıs 1960’ta yapılan ihtilâlden sonra, bu partinin idârecilerini yargılamak üzere kurulan Yüksek Adâlet Dîvânı adlı olağanüstü mahkemenin savcılığına getirildi. Sanıklar hakkında çoğu asılsız iddialar ve yalancı şâhitler hazırladı. Önceden hazırladığı kurgu iddianâmelere ve yalancı şâhitlerin ifâdelerine dayanılarak Demokrat Parti idârecileri çeşitli cezâlara çarptırıldı. Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu bu yargılamalar netîcesinde îdâm edildi.
Gazeteci-yazar Turhan Dilligil, Yassıada savcısı Ömer Altay Egesel hakkında şunları söylemektedir: “Bir telefoncu Ayten vardı. Egesel bununla dost hayâtı yaşadı ve bu kızı Yassıada’ya şâhit olarak götürdü. Daha evvel kızla olan iyi ilişkilerinden dolayı Demokratların konuşmalarını banda aldırmıştı. Egesel kıza, kız da Egesel’e mektuplar yazmıştı. Biz bu mektupları ele geçirmiştik.” (Türkiye Gazetesi 21 Eylül 1989-Enver Durmuş). 1960-61 yıllarında yürüttüğü bu vazifeden sonra Yargıtay üyeliğine getirildi. Bu vazifeden emekliye ayrıldı. 1986’da Ankara’da öldü.
Cumhûriyet devri şâirlerinden. 1904’te Uşak’ta doğdu. Sivas kadılarından Ömer Efendinin oğludur. İlk öğrenimine Sivas’ta başladı ve orta öğrenimini Kabataş Lisesinde tamamladı. Mülkiye Mektebini 1927’de bitirerek, Bursa Maiyet Memuru oldu. Manavgat, Ünye, Savşat, Artvin, Edremit kaymakamlıklarında bulundu. Mülkiye müfettişi oldu, sonra Kütahya milletvekili seçildi. 1946’da, milletvekiliyken İstanbul’da öldü.
Ömer Bedrettin, Millî Edebiyat akımının yetiştirdiği Beş Hececiler topluluğunun şiir anlayışına uygun eserler kaleme aldı. Fâruk Nâfiz geleneğinden gelen esaslarla yazdı. Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde dolaşırken tabîate hayran kaldı. Şiirlerinde annesinin, çocuğunun ölümü, ufuk ve deniz hasreti ve gurbet tedirginliklerini işledi. Ömer Bedrettin, yalçın dağlar arasında kendini üzüntülere, hasretlere kaptırmış içli bir şâir olarak görülür. Millî Mecmua, Hayat ve Varlık gibi dergilerde çeşitli yazıları ve özel mektupları yayınlanmıştır. Deniz Sarhoşları isimli ilk şiir kitabı ile edebî çevrede adını duyurdu. Eserlerinde zaman zaman epik konularını da işleyen Ömer Bedrettin, Türk Edebiyatında, Türk halkının saf, temiz, hassas ve cana yakın niteliklerini dile getiren bir memleket şâiri olarak anıldı.
Kaptan-ı Deryâ Barbaros Hayreddin Paşa gibi Türk târihinin ünlü şahsiyetlerini canlandırma yoluna gitti. Şiir kitapları: Deniz Sarhoşları (1926), Yayla Dumanı (1934) (Yayla Dumanı’nın 1945’teki yeni baskısında şâir, seçme şiirlerini toplamıştır.) Sarıkız Mermerleri (1949)’dir.
EFENİN BAYRAMI
Eğilmez başın gibi,
Gökler bulutlu efem!
Dağlar yoldaşın gibi;
Sana ne mutlu efem!
Oyna, yansın çepkenin;
Yansın güneşten tenin!
Gün senin, şenlik senin;
Bayramın kutlu efem!
Emevî halîfelerinin sekizincisi. Mısır vâlisi Abdülazîz bin Mervân’ın oğludur. Annesi, hazret-i Ömer’in oğlu Âsım’ın kızıdır. 679 (H.60) senesinde Medîne’de doğdu. 720 (H.101) senesinde zehirlenerek şehit edildi.
Babası Mısır vâlisi olunca, onunla birlikte Mısır’a giden Ömer bin Abdülazîz, burada mükemmel bir İslâm terbiyesiyle büyüyüp yetişti. İlim öğrenmek için Medîne’ye gönderildi. Orada, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Câfer Tayyar, Saîd bin Müseyyib ve başka âlimlerden ilim öğrendi. Babası vefât edince, amcası halîfe Abdülmelik, onu Şam’a getirerek kızı Fâtıma ile evlendirdi.
Ömer bin Abdülazîz çok nîmet ve servete sâhipti. Yaratılışındaki cömertlik sebebiyle mürüvvetini bütün insanlara saçıyordu. Gâyet fazîletli, âlim, âdil ve eşine pek az rastlanan bir insandı. Halîfe Velid bin Abdülmelik, onu 706 senesinde Haremeyn (Mekke ve Medîne) vâliliğine tâyin etti. Adâletle vâlilik yapan Ömer bin Abdülazîz’in ünü her tarafa yayıldı. Pekçok kimse kendi memleketini terk edip, Hicâz’a yerleşti. 707 senesinde Mescid-i Nebî’yi genişletmeye ve esaslı bir tâmirâtını yapmaya başladı. Genişletmede Mescid-i Nebî’nin dört duvarı da yıkılıp, doğu tarafındaki zevcât-ı tâhirât odaları mescide katıldı. Hücre-i saâdetin dört duvarı yıkılıp, temelden yontma taşlarla yeniden yapıldı. Temel açılırken, hazret-i Ömer’in bir ayağı görüldü. Hiç çürümemişti. Hücrenin etrâfına ikinci bir duvar daha yapıldı. Bu duvar beş köşeli olup, hiç kapısı yoktu. Duvarlar, direkler ve tavan altınla süslendi. İlk olarak mihrâb ile dört minâre yaptırdı. Bu iş üç sene sürdü. Ömer bin Abdülazîz, 711 senesine kadar Haremeyn vâliliği yaptı. Halîfe Süleymân bin Abdülmelik, iki oğlu olmasına rağmen, ahitnâme yazıp mühürleterek, Ömer bin Abdülazîz’i kendisine halef gösterdi. Bunu veziri Recâ’ya verdi.
Süleymân bin Abdülmelik’in 717 senesi Eylül ayında vefâtı üzerine vezir Recâ, emîrleri toplayıp, mühürlü ahitnâmeyi açarak okudu. Ömer bin Abdülazîz, âhiret adamı olduğu için, hilâfetin ağır yükü altına girmekten çok korkardı. İsmi okunduğu zaman çok şaşırdı. İstifâ isteğinde bulunduysa da kabul edilmedi. Emirler onun halîfeliğine bîat ettiler. Ömer bin Abdülazîz halîfe olduktan sonra şu hutbeyi okudu:
“Ey insanlar! Bizimle berâber olacak kimseden şu beş şartı istiyorum. Bunlar: Bize hâlini bildiremiyecek olan halkımın hâlini anlatmak, hayırlı işlerde bize yardım etmek, hayra delâlet eylemek, kimse hakkında gıybet etmemek ve boş şeylerle meşgûl olmamak. Bu şartlar yoksa bize yaklaşmasın.”
Halîfeliğinde yaptığı bütün işlerde, gözleri önüne kıyâmet gününü getirirdi. Halkın haklarını lâyıkıyla yerine getirememekten çok korkardı. Halîfeliğini adâletle yürütüp, Hulefâ-i Râşidînin (Dört halîfe) yolundan ayrılmadı. Önemli memuriyetlere dirâyetli ve âdil bildiği kimseleri tâyin etti. Müslim ve gayri müslim tebeasına çok âdil davranıp, yaptığı işlerde adâleti yaygınlaştırdı. Ehl-i beyte dil uzatanların çirkin hareket ve sözlerine mâni olup, son verdi. Onun zamânında her tarafta Müslüman olanların sayısı arttı. İslâm orduları doğu ve batıda fetihlere girişti. Malatya, Rumlardan yüz bin esir karşılığı satın alındı. Pireneler aşılıp, Fransa’ya girildi. Narbonne ele geçirildi. Burada güçlü üsler kuruldu. Afrika’da bütün Berberîler onun zamânında Müslüman oldu. Endülüs’te nüfus sayımı yaptırıp, ülke topraklarını halka âdil bir şekilde dağıtarak güçlü bir zirâî yapılaşma temin etti. Bu durum Müslümanların İspanya’da tutunmalarını sağladı. Ömer bin Abdülazîz’in; Mûsevî, Hıristiyan ve ateşperestlere gösterdiği yapıcı siyâset karşısında, onların arasında İslâmiyet geniş ölçüde yayıldı. Müslüman ve gayri müslim bütün tebeası tarafından sevildi.
Ömer bin Abdülazîz’in sulh ve sükûn içindeki idâresini çekemiyenler vardı. Bunlar, ehl-i bid’atten Hâricîler ve menfâatı zedelenenlerdi. Halîfeyi ortadan kaldırmak için hizmetçisini kandırarak, onu zehirlettiler. Ömer bin Abdülazîz zehirlendiğini anlayınca, kölesini çağırdı; “Ben sana fenâlık yapmadığım hâlde bu ihâneti bana niçin yaptın? Doğru söyle seni affedeyim.” deyince, köle yaptığı bu çirkin harekete pek pişmân olup, üzüldü ve ağlayarak; “Ya emir-el-müminîn! Bana bin altın vermek sûretiyle bu ihâneti yaptırdılar.” dedi. Halîfe altınları getirterek, devlet hazînesine gönderdi. Köleyi affetti.
Ömer bin Abdülazîz, ölüm döşeğinde bir ara ağlamaya başladı. “Niçin ağlıyorsun. Allahü teâlânın yardımı ile nice sünnetleri ihyâ ettin. Adâletin ise çok yüksekti.” dediler. Bunlara cevap olarak buyurdu ki: “Ben Allahü teâlânın huzûruna bütün milletin hesâbını vermek üzere çıkacak değil miyim? Herkese âdil olarak davranabildiğimden emin değilim. Yaptığım kusurlar da ayrı. Tabî ki ben bundan korkuyor ve ağlıyorum.” Bir ara oturtulmasını isteyerek; “Allah’ım! Ben emirlik verdiğin kusûrlu kimseyim. Yanlış işleri yapmaktan nehyettiğin hâlde isyân ettim” diye söyledikten sonra “Lâ ilâhe illallah, ibâdete lâyık olan ancak Allahü teâlâdır” dedi ve rûhunu teslim etti. 9 Şubat 720 senesinde Şam yakınlarındaki Hunasi’den cenâzesi alınıp, Humus yakınlarındaki Deyr es-Sim’an mevkiine defn edildi.
Ömer bin Abdülazîz’in vefâtına bütün tebeası üzüldü. Cenâzesi akasından ağlayan bir râhibe; “Bu kimse senin dîninde değildi. Neden ağlıyorsun?” diye sorduklarında; “Ben şunun için ağlıyorum. Yeryüzünde bir güneş vardı. Şimdi battı.” cevâbını verdi.
Mus’ab bin A’yun anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfeyken Kirman’da koyun güderdim. Koyunlarla kurtlar birlikte dolaşırlardı. Bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. İçimden; “Şu âdil halîfe ölmüş olmalı.” dedim. Araştırdım. Ömer bin Abdülazîz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”
Ömer bin Abdülazîz; iki sene beş ay süren halîfeliğini adâletle yürütüp, Hulefâ-i Râşidînin yolundan gitmiştir. Âdil idâresinden dolayı İkinci Ömer ünvânını almıştır.
Buyurdu ki:
“Allah’tan korkun ve aşırı şakadan kaçının. Zîrâ aşırı şaka kin tutmaya, kin de kötülüklere sebep olur.
“Ey insanlar! Sizler ölümün hedeflerisiniz. Ölüm sizden dilediğini seçer. Size yeni bir nîmet verildiği zaman, önceki nîmet orada sona erer. Ağıza bir lokma alınmasın, bir yudum su içilmesin ki, onunla berâber bir keder ve bir üzüntü olmasın. Dün geçti. O, sizin hakkınızda iyi bir şâhittir. Bugün mühim bir emânettir. Onun kıymetini bilmek ve iyi değerlendirmek lâzımdır. Yarın, içinde hâdiselerle berâber gelmektedir. Sizi almak için gelen ölümün elinden kaçış nereye olacak. Sizler şu dünyâda, eşyâlarını bineklerine yüklemiş, yolcularsınız. Yüklerinizi, buradan başka bir âlemde çözeceksiniz. Sizler, şu dünyâda sizden önce gelenlerin yerine geçtiniz. Fakat siz de yerinizi, sizden sonra gelenlere vereceksiniz. Sizin aslınız ve dünyâya gelmenize vesîle olanlar kalmadı. Sizler, onlardan dünyâya gelen kimseler olarak, nasıl bâkî (devamlı) kalabilirsiniz? Sizler de bu dünyâdan göçeceksiniz.”