Ö
Türk alfabesinin on dokuzuncu harfi. Ses olarak ö, ince, geniş ve yuvarlak bir seslidir. Ana Türkçeden beri kullanılan ö, Türkçede ana sesler arasında yer alır. Normal olarak kelime başında veya birinci hecede rastlanır. Öksüz, örmek, öz, kök, gök, dökmek, sökmek gibi...
Bileşik kelimelerde (alagöz, karagöz, önsöz) ve Türkçede kullanılan yabancı kelimelerde ikinci ve üçüncü hecelerde de ö sesine rastlanır (Profesör, amatör, terör).
(Bkz. Safra)
Alm. Aloe (f), Fr. Aloès (m), İng. Aloe. Familyası: Zambakgiller (Liliaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Güneybatı Anadolu (Demre).
Kurak bölgelerde yetişen, çok yıllık, yaprakları dikenli, bal özkulu (sukulent) bitkiler. Sarı sabır olarak da bilinir. Daha çok Afrika, Suriye, Arabistan ve Güney Avrupa’da yayılış gösterir. Buna karşılık ılıman bölgelerde, park ve bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir. Memleketimizin Güneybatı kesiminde de Romalılar döneminde kültürden kalmış, yabanileşmiş A. vera türü yetişmektedir. Bitkinin yaprakları birer rozet görünümünde, topraktan yayvan bir şekille çıkarak yukarı doğru bükülürler. Çiçek durumu dik ve sık bir salkımdır. Çiçekleri sarı veya kırmızıdır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin yapraklarından çıkarılan usare (özsu) nin, güneşte veya ısıtılarak yoğunlaştırılmasıyla elde edilen bakiye, siyah parlak kütleler hâlinde kalır. Bu madde sarı sabır adını alır. Antrasen türevleri taşır. Kalın barsağa etkili bir müshildir. Öd ağacı sıvısı, pigment ve haşerat ilâçları yapımında kullanılır. Sarı sabır, balı bozar.Memleketimizde süs bitkisi olarak çok yetiştirilmektedir.
Alm. Ödem (n), Fr. Oedeme (m), İng. Edema. Vücut dokularındaki su miktarının artışına verilen isim. Özellikle derialtı ve kaslardaki doku aralıklarında, seröz boşluklarda (kalp, akciğer ve karın iç zarları) serbest sıvının toplanması, ödemin tespitini mümkün kılar. Dolayısıyla ödem, klinikte hücre dışı ve damar dışı sıvı miktarının artışını ifâde eder. Seröz boşluklarında sıvı toplanması ile birlikte olan genelleşmiş ödemlere “anazarka” adı verilir. Derialtı ödemi, derinin şiş ve gergin hâliyle farkedilir, bacak alt ucundaki kemik çıkıntısı üzerinde deriye parmakla bastırılır ve bir müddet beklenirse o bölgedeki doku aralıklarında bulunan sıvının itilmesinden dolayı parmak kaldırıldıktan sonra bir çukurluk kalır. Ödem aşikar hâle gelmeden evvel hücre dışı sıvı miktarı ve vücut ağırlığı süratle artar. Bu artış beden ağırlığının % 10’unu geçtikten sonra parmakla bastırılmakla çukurluk teşekkülü görülür.
Normalde de doku aralıklarında bulunan ve artışı ile ödemi husûle getiren sıvı, dolaşan kandan gelmektedir. Dolayısıyla ödem sıvısı terkip bakımından kan plasmasına çok yakındır. Bikarbonat, klor, sodyum ve klor gibi elektrolitler, glikoz, üre, kreatinin, amino asitler ihtivâ eder. Protein muhtevası ise ödeme yol açan sebebe göre değişiklik gösterir.
Ödem yaygın ve lokalize olur. Yaygın ödemlerin oluş mekanizmasını iki gruba ayırabiliriz:
1. Böbreklerin tuz ve suyu az ıtrah etmeleri sonucu plasmada birikime uğrayan su ve tuzun dokulara ve doku aralıklarına geçmesiyle meydana çıkan ödemler.
2. Plasma ile dokular arasında su ve molekülleri hareket ettiren kuvvetler dengesinde husûle gelen değişiklikler netîcesinde doku aralıklarında su ve tuz toplanmasına bağlı olan ödemler.
Normalde kılcaldamarların arter (atardamar) kısmına suyu plasma ile doku arasında hareket ettiren kuvvetler plasma tarafı lehine bir fazlalık gösterirler ve bu kuvvetin tesiriyle su ve berâberinde birçok kristalloitler yarı geçirgen bir zar olan kılcaldamar duvarından doku aralıklarına sızar. Kılcaldamarların venöz (toplardamar) ucunda ise denge, doku lehine değişir ve kılcaldamarlardan süzülmüş olan su ve diğer moleküller damarlara geri döner. Doku aralıklarında kalan su ve diğer maddeler lenf sıvısını teşkil eder ve dokudan lenf damarları ile uzaklaşırlar. Bu, su ve elektrolit alışverişinde rolü olan faktörler ve süzülme-emilme olayını ayarlayan kuvvetler şunlardır:
1. Kılcaldamarlardaki kan basıncı: Tansiyona yâni sistemik kan basıncına bağlı olarak azalıp çoğalabilir. Eğer kan basıncı değişmezse küçük atardamarların kasılması kılcaldamarlardaki kan basıncının ve kan akımının azalmasına sebep olur.
2. Plasma kolloitlerinin (dağılmış haldeki moleküllerin ve maddelerin) osmotik basıncı: Buna onkotik basınç adı da verilir. Molekülleri büyük olan proteinler kılcaldamar duvarından geçemez ve % 95’i damar içinde kalarak plasma ve hücreler arasının onkotik basınçları arasındaki önemli farkı husûle getirir. Bu fark su alış-verişini sağlayan başlıca faktördür. Kapiller sıvı basıncı onkotik basıncı geçtiği zaman dokulara sıvı geçişi, onkotik basınç galip geldiği zaman ise sıvının dokulardan damara geçişi söz konusudur. Plasmada protein miktarının azalması sıvının damar dışına çıkışının artmasına ve doku aralıkları sıvısının artmasına ve böylece de ödeme sebep olur.
3. Hücrelerarası sıvının kolloit osmotik basıncı: Normalde plasma protein muhtevâsı doku sıvısındakinin 20 katıdır. Damar duvarını geçirgen hâle getiren durumlarda veya doku aralıklarındaki proteinlerin lenf ile uzaklaştırılmasında bir güçlük ortaya çıktığı zaman doku sıvısındaki protein miktarı artar ve buna bağlı olarak doku aralıklarında sıvı toplanması olur.
4. Doku aralıklarındaki mekanik basınç: Damar dışı sıvıyı alacak olan doku aralıklarının hacmi sınırlıdır. Bu hacim sınırlılığı belli miktardan fazla sıvı toplanmasına izin vermez. Ancak birçok kereler vücûdunda ödem husûle gelmiş olan kişilerde doku aralıklarının mekanik direnci de azalacağından, ödemin yeniden teşekkülü kolay olur.
Dokuların alış-verişinde bu dört faktörden başka, lenf akımının da rolü vardır. Çünkü hücrelerarası sıvı miktarı kısmen lenf drenajına da bağlıdır.
Böbrekteki süzülme bozuklukları eğer emilmedeki buna mütenasip bir değişmeyle berâber değilse vücuttaki su miktarının önemli derecede artış veya azalışına sebep olur. O halde vücuttaki toplam su miktarının ayarlanmasının yapıldığı başlıca organ olan böbreğin hastalıklarında birçok ödemlerin ortaya çıkması gâyet tabiîdir.
Ödemleri oluş mekanizmalarına göre çeşitli sınıflara ayırmak mümkündür:
1. Kapillerdeki hidrostatik basıncın artmasına bağlı ortaya çıkan ödemler: Uzun süre ayakta durmak, tromboflebit, tümörler, damar balonlaşmaları gibi sebeplerle toplardamarların baskı altında kalması ödeme yol açar.
2. Kapiller geçirgenlik artmasına (doku sıvısında osmotik basınç artmasına) bağlı ödemler: Normalde proteinleri geçirmeyen kapiller duvarları bakteri, kimyâsal ısı, mekanik etkilerden dolayı proteinleri daha fazla geçirir hâle gelirse damar dışı sıvı içerisine proteinler geçerek doku sıvısının osmotik basıncını arttırır. Doku sıvısında osmotik basıncın artması berâberinde doku dışına sıvı kaçmasını da getireceğinden ödem meydana gelir. İlâç allerjileri, böcek sokmaları, yanma ve donma sonrasında ortaya çıkan ödemler bu tip ödemlerdendir.
3. Plasma onkotik basıncının azalmasına bağlı ödemler: Uzun süren açlık halleri ve böbreklerden protein kaybının fazla olduğu böbrek hastalıklarında onkotik basıncı düşen plazmadan dokulararası sıvıya su kaçışı olur.
4. Doku mekanik direncinin azalmasına bağlı olanlar: Kısa zamanda fazla kilo kaybedenlerde ve ihtiyarlarda ortaya çıkan bâzı tip ödemler böyledir.
5. Lenfa drenajının bozulmasına bağlı olarak ortaya çıkan ödemler: Lenf damarlarının kanser hücreleri tarafından işgali, iltihaplanması, parazitlerle tıkanması gibi durumlarda ortaya çıkar. Ödem tıkanan lenf damarları grubunun akımını sağladığı bölgede sınırlıdır. Bunlardan en enteresan olanı lenf damarlarının “Filaria Bancrofti” adlı parazitle tıkanması netîcesinde meydana gelen ödemdir. Bu hastalığa “fil hastalığı” adı verilir ve tuttuğu organı aşırı boyutlara vardırmasıyla tanınır. (Bkz. Fil Hastalığı)
6. Böbrek faktörünün başta geldiği ödemler: Böbreğin normalde ıtrah edebileceğinden fazla tuz alınması, böbreğin tuz ıtrah vazifesinin bozulması veya hormonal sebeplerle böbreğin tüpçüklerinden aşırı tuz emilmesi de ödeme sebep olur.
7. Birkaç faktörün birlikte rol oynadığı ödemler:
8. Sebebi bilinmeyen ödemler.
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılabileceği üzere ödem bir hastalık değildir, bir belirtidir. Ödem görüldüğü zaman mutlaka sebebi araştırılmalı ve tedâvi edilmelidir.
Alm. Zahlungsbilanz, Fr. Balence des paiements, İng. Balance of payments. Belli bir dönemde bir ülkede oturanlarla başka ülkelerde oturanlar arasında yapılan bütün iktisâdî işlemleri sistematik bir biçimde gösteren tablo. Belli bir dönem terimi genellikle bir yıllık bir süreyi ifâde eder. Aslında ödemeler dengesi daha uzun veya kısa bir süreyi kapsayacak biçimde hazırlanabilir. Bugün üçer aylık ödemeler dengesi istatistikleri hazırlayıp yayınlayan ülkeler vardır. Bununla birlikte, pekçok ülke bir yıllık süreyi esas almaktadır. Yukarıdaki târifte bir ülkede oturanlar deyimi ise, iktisâdî faaliyetleri o ülke resmî makamlarının yönetim ve denetimi altında bulunan bütün iktisâdî birimleri (bireyler, firmalar, mâlî kurumlar vb.) kapsar. Bunlara, yabancılara âit fakat ülke toprakları üstünde üretim faaliyetinde bulunan teşebbüsler de dâhildir. Buna karşılık, bir ülkedeki yabancı elçilik ve konsolosluklarla, askerî birlikler o ülkede oturuyor sayılmazlar. Çünkü bunların iktisâdî faaliyetleri, bulundukları ülke devletinin yönetimi altında değildir. Bu sebeble, bunları kendi ekonomilerinin bir parçası saymak ve bulundukları ülkede oturanlarla yaptıkları iktisâdî işlemleri kendi ülkelerinin ödemeler dengesinde göstermek gerekir. Bir de yabancı ülkelere çalışmaya giden işçilerin nerede oturuyor sayılacakları meselesi vardır. Bu konuda genel görüş, bunların çalıştıkları ülkelerde oturuyor sayılmaları yönündedir. Turistler ve başka amaçlarla seyahat edenlerin durumu açıktır; bunlar kendi ülkelerinde oturanlara dâhildirler. Bir yılda bir ülkede oturanlarla yabancılar arasında çok çeşitli ve sayıca binlere, on binlere varan iktisâdî işlemler yapılır. Bunları ödemeler dengesinde tek tek göstermek hem zordur, hem de faydalı değildir. Bu sebeple, bir ülkenin dış ödemeler dengesi düzenlenirken tabloda yer alacak iktisâdî işlemler sınıflandırılır ve birbirinin aynı yâhut benzeri işlemler bir araya getirilerek ayrı bölümler oluşturulur. Ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, bir ödemeler dengesinde genellikle şu dört ana bölüm yer alır:
1. Câri işlemler bölümü,
2. Tek taraflı transferler bölümü,
3. Sermâye hareketleri bölümü,
4. Rezerv hareketleri bölümü.
A. Câri işlemler bölümü: Dış ödemeler dengesinin başta gelen ve en önemli bölümüdür. Bu bölüm de kendi içinde mallar ve hizmetler alt bölümlerine ayrılır. Mallar veya dış ticâret alt bölümünde bir yıl içinde yapılan ithâlât ve ihrâcât işlemleri yer alır. Hizmetler veya görünmeyenler başlığını taşıyan öteki alt bölümde ise, yabancılara yapılan veya yabancıların yaptıkları hizmetlere ilişkin işlemler gösterilir. Bunlar, ulaştırma, turizm, sigortacılık, bankacılık gibi hizmetlerdir. Uluslararası yatırımlardan sağlanan kârların ve borçlanmalardan doğan fâizlerin transferleriyle ilgili işlemler de buraya girer.
B. Tek taraflı (karşılıksız) transferler bölümü: Ülkelerin ödemeler dengelerinde genellikle yer alan ikinci ana bölüm, tek taraflı yâhut karşılıksız transferler bölümüdür. Bu bölümde, bir ülkede oturanlarla yabancılar arasında yapılan ve karşılığında halde veya gelecekte bir şey istenmeyen işlemler yer alır. Bunların başında bağış ve hediyeler gelir. Bunlar bireyler veya kurumlar arasında olabileceği gibi, devletler arasında da olabilir. Mesela, bir devletin bir başka devlete yaptığı bağış biçiminde bir dış yardım (ister parayla, ister malla olsun) bu bölüme girer. Savaş tazminatları, yurtdışında çalışan işçilerin yurtta kalan yakınlarına gönderdikleri havâleler tek taraflı transferlere verilebilecek öteki örnekler arasındadır. Dış ödemeler dengesi içinde tek taraflı transferlerin önemi zamâna ve yere göre değişmektedir. İkinci Dünyâ Savaşından sonra dış yardım programlarının gelişmesi bunların ödemeler dengesi içinde her zamankinden daha büyük bir yer kaplaması sonucunu doğurmuştur. Bunun yanında, İsrâil ve Yunanistan gibi ülkeler yabancı ülkelerde yerleşmiş zengin ırkdaşlarından her yıl önemli yardım ve bağışlar sağlamaktadırlar.
C. Sermâye hareketleri bölümü: Sermâye hareketleri, ödemeler dengesinin üçüncü ana bölümünü teşkil eder. Yer alan işlemler câri işlemler bölümündekiler gibi mal ve hizmet hareketleriyle ilgili işlemler olmayıp, daha çok bir ülkede oturanlarla yabancılar arasında sermâye gönderilmesine ilişkin borç ve alacak işlemleridir.
Sermâye hareketleri, sermâyenin gittiği ülkedeki kalış süresinin bir yıldan çok veya az oluşuna göre iki büyük gruba ayrılabilir: Uzun vâdeli sermâye hareketleri ve kısa vâdeli sermâye hareketleri.
D. Rezerv hareketleri bölümü: Dış ödemeler dengesinin dördüncü ve son bölümünde rezerv hareketleri yer alır. Bu bölüm ülkelerin dış rezervlerini oluşturan altın ve döviz stoklarında bir yıl içinde meydana gelen değişmeleri gösterir. Kısa vâdeli sermâye hareketleri gibi, rezerv hareketleri de ödemeler dengesi içinde bağımsız birer kalem sayılmazlar. Başka bir deyişle, bunlar da varlık sebeplerini öteki kalemler arasındaki farktan alan denkleştirici kalemlerdir.
Alm. Aus-. Verleihen (n); Darlehen (n), Fr. emprunt. İng. Lending; loan. Bir kimseye, çarşıda benzeri bulunan her şeyi, belli veya belirsiz bir zaman sonra geri almak üzere vermek. Daha çok para başta olmak üzere, ihtiyaç duyulan her cins mal ödüncün konusudur. Ödünçte esas olan, karşılıksız olmasıdır. Bununla berâber, ödünç vermenin menfaati düşünüldüğünde bir karşılık da sözkonusu edilmektedir. Ticârî hayattaki, menkul ve gayrimenkul kredisi, inşaat kredisi, her türlü banka kredileri ve anonim şirketlerin çıkardığı tahviller ödünç sözleşmesi niteliği taşımaktadır.
Ödünç, iki taraflı bir sözleşmedir. İnsanların, hayatta birbirine yardımcı, faydalı olmak düşüncesinden doğmuştur. İnsan birbirine muhtaç yaratılmıştır. Herhangi bir ihtiyâcını, kendi emeğiyle karşılayamayınca, başkasından satın alarak veya ödünç isteyerek gidermeye çalışmaktadır. Satın alma gücü olmayan kimse çok kere ihtiyâcını ödünç alarak giderir. Ödünç vermek ve almak, ekonomik hayâtın devamını sağlayan önemli bir husustur.
İnsanların muhtaç olduğu maddî ve mânevî ihtiyaçları, onları birlikte yaşamaya zorlar. Yaratılan varlıklar içerisinde, en muhtaç olan, hayâtını devam ettirebilmek için fazla şeye ihtiyaç duyan, yine insandır. İnsanın ihtiyaçları sonsuz, fakat ihtiyaçlarını elde edecek gücü sınırlıdır. Bu durum, insanı cemiyet hâlinde yaşamaya ve cemiyet hayâtında iş bölümü yapmaya sevk etmiştir. İnsanlar kendi menfaatları için birbirinden faydalanmaya, iyilik duygusu ile birbirlerine faydalı olmaya çalışmışlardır. Cemiyet hayâtındaki bu karşılıklı yardımlaşmayı sağlayan en etkili faktör, din olmuştur. İlâhî dinlerin hepsinde, bu tür yardımların karşılıksız olması, ödünç verenin bir menfaat beklememesi emredilmiştir. Bu ise, cemiyet hayâtında fertler arasında sevgi, hürmet ve karşılıklı saygının doğmasına sebep olmuştur. İnsanların, bir menfaat düşünülmeksizin birbirine yaklaşması ve yardımlaşması sağlanmıştır. Fertlerinin birbirine hürmet ve saygı duyduğu toplumlar sağlam temeller üzerine kurulmuş ve uzun ömürlü olmuştur. Menfaata dayanan toplumlar, çabuk yıkılmış, yok olmuşlardır.
Dîne bağlılığın zayıfladığı ve yok olduğu toplumlarda ödünç veren, ödünç alandan menfaatlanmak istemiş ve bundan da fâiz müessesesi doğmuştur (Bkz. Fâiz). Halbuki fâiz, yardıma muhtaç olup ödünç alanı daha zor durumlara sokmakta, ekonomik hayâtını felce uğratmaktadır. Bu durum ise, cemiyet hayâtındaki sosyal dengeyi sarsmaktadır. Bu zararların gözönünde tutularak günümüzdeki ticârî faaliyetlerde, ödünç verene, fâiz yerine kâr verilerek ekonomik işletmenin ortakları arasında yer alması çalışması yaygınlaşmaktadır.
Bugünkü Türk hukûkunda ödünç: Çeşitli özel kânunlarda düzenlenmiş olan ödünç verme işleri, fâiz sistemi esas alınarak uygulanmaktadır.
Borçlar Kânunu’nun 306-312’nci maddelerinde düzenlenmiştir. BK. 306’ya göre “Karz (ödünç) bir akittir ki, onunla ödünç veren, bir miktar paranın veya diğer bir misli (benzeri bulunan) şeyin mülkiyetini ödünç alan kimseye nakil ve bu kimse dahi buna karşı miktar ve vasıfta müsâvi (eşit) aynı neviden şeyleri geri vermekle mükellef olur” diye târif edilmektedir. Ödünç verilen şeyin ne zaman geri verileceği tâyin edilmemişse, ödünç verenin ilk talebinden sonra altı hafta içinde geri vermek lâzımdır.
Deniz ticâreti kânununda: “Deniz ödüncü, bir sözleşmedir ki, onunla kaptan, kânununun kendisine verdiği yetkilere dayanarak gemiyi, navlunu ve yükü rehnetmek (rehin vermek) sûretiyle ödünç alır” diye târif edilmektedir.
Para verme hakkında kânuna göre: Ödünç para verme işleriyle uğraşmak için hükümetten izin almak gerekir. Bankaların izin almaları gerekmez. Çünkü özel kânunlarında bu işi yapabilecekleri hükme bağlanmıştır. İzin alarak bu tür işlerle uğraşan şahıslar (bankerler), her türlü işlemlerini belgelemek mecbûriyetindedirler. Ödünç işleriyle uğraşan bankerlerin durumu, 1982 ve 1983 yıllarındaki bankerler krizinden sonra yeni esaslara bağlanmıştır.
İslâm hukûkunda ödünç vermek: Karz-ı hasen yâni ödünç vermek İslâmda bir ibâdet olarak kabul edilmiş olup, çok sevap olduğu bildirilmiştir. Çarşıda misli, yâni benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zaman sonra, misli geri verilmek üzere vermeye, Karz-ı hasen denir. Ödünç vermek, îcâb ve kabul ile, “aldım, verdim” gibi sözleşme ile geçerli olur. Bir altın ödünç alan, bir altını öder. Değeri değişti diyerek önceki veya sonraki değerde gümüş veya kâğıt lira veremez. Bunlar yerine altın da veremez. Bir kimse gücü varken borcunu ödemezse, alacaklı veya başkası, mahkemeye başvurarak bundan zorla alabilir. Borç ödenince, senet, borç verenin mülkü ise, ödendiğini bildiren vesîka verir. Ölüm hastasının çok alacaklısı varsa, hepsine taksim eder. Ev, dükkan, hayvan, elbise gibi kıyemi olan, yâni misli bulunmayan şeyleri ödünç vermek fâsittir, geçersizdir ve hemen geri vermek lâzımdır. Kullanılması haram olur. Ödünç alınan kıyemi şeyin kıymetini ödemek lâzımdır. Ödünç verirken, zaman tâyin edilmez. Çünkü zaman tâyin ederse, malı, misli ile veresiye satmış olur. Bu ise fâiz olur. Sened’e ödeme târihi koymamakla, ödünç veren verdiğini geri almak hakkına her zaman mâlik olmakta, belli bir zamanı beklemek zorunda kalmamaktadır. Zaman tâyin etmeksizin ödünç verilir ve arzu edilen zaman da isteyip geri alınır.
Ödünç, verirken bir menfaat şart koymak fâiz olur. Haram olur. Şart koymadığı hâlde, öderken ayrıca bir şey fazla verilebilir.
Ödünç istemek ancak lâzım olunca câiz olur. Lâzım olmak üç türlüdür.
1. Lüzum-i îcâbî: Nafakası olmayanın nafaka almak için, ödünç istemesidir. Sertr-i avret için çamaşır parası da böyledir.
2. Lüzum-i aklî: Evi olmayan kimsenin, memleketin âdetine göre, kirâ veya satın almak için ödünç istemesidir. Soğuktan korunmak için, elbise parası da böyledir.
3. Lüzûm-i istihsâni: Mevki, vazifesi sebebiyle, âdete uygun giyinmek için, ödünç istemektir. Bu üç lüzûm için, fâizsiz ödünç istemek câiz olur. Yalnız bunlara ödünç verilir. Başkalarına zulmeden zâlimlere, fâsıklara ödünç verilmez. İhtiyâcı olana ödünç verilir. İhtiyâcı olmayana, malını lüzumsuz yerlere, harama harcayana verilmez. Başkasına ödünç vererek kendini sıkıntıya düşürmek doğru değildir. Nisâba mâlik olmayan kimsenin, kurban kesmek için ödünç istemesi câiz değildir.
Alm. Euglena, Fr. Egléne (f), İng. Euglena. Familyası: Öglenagiller (Euglenidae). Yaşadığı yerler: Tatlı sularda. Özellikleri: Tek hücreli hayvanlardan olup, hem bitkisel hem de hayvansal hücre özelliği taşıyan, kamçılı bir mikroorganizmadır. Uzunluğuna bölünerek iki birey meydana gelir. Uygunsuz şartlarda kist meydana getirerek hayâtını sürdürür. Çeşitleri: Elli kadar türü vardır. Euglena viridis en çok bilinenidir.
Kamçılılar (Flagellata) sınıfının öglenagiller familyasından, tatlı su birikintileri, nehir, göl ve havuzlarda yaşayan, vücûdu mekik şeklinde, gözle görülemeyen bir mikroorganizma. Bütün canlılık faaliyetleri, tek hücreli vücûdunda cereyan eder. Vücûdu, pelikula denen esnek bir zarla çevrilidir. Ön ucunda, bir ağız ve hareketini sağlayan uzunca bir kamçı bulunur. Kamçı kesesinin dibinde, ışığa karşı duyarlı, stigma denen kırmızı göz noktası ve yıldız şeklinde ince kanallarla çevrilmiş kontraktil koful vardır. Hayâtî olayları yöneten çekirdek (nükleus), vücudun arka tarafındadır. Sitoplazma içinde kloroplast tânecikleri bulunduğundan su üzerinde yeşil bir tabaka meydana getirirler. Güneş ışığı alan sıcak ve kirli sularda, uzunluğuna bölünerek çoğalırlar. Uygunsuz şartlarda kist hâline dönüşürler.
Öglena, beslenme bakımından ilgi çekici bir canlıdır. Kloroplastları sâyesinde, ışık karşısında bitkiler gibi fotosentez yaparak besinini kendisi yapar (ototrof beslenme). Karanlıkta ise, suda bulunan hazır organik artıklarla beslenir (heterotrof beslenme). Bu özellikleriyle, bitkiler ve hayvanlar arasında âdeta bir geçit teşkil eder. Hareketini sağlayan kamçısı ve heterotrof özelliğinden, zoologlar bunu protozoa alt âlemine dâhil ederler. Botanikçilerse, algea (su yosunları) sınıfında incelerler. Diğer biyologlar da protistler grubuna dâhil ederler.
Solunum için suda erimiş; oksijeni, hücre zarından sitoplazmaya osmoz (geçişme) ile alırlar. Solunum sonucu hâsıl olan CO2, yine aynı şekilde vücut yüzeyinden atılır. Vücutta biriken fazla su da, kasılıp büzülen kontraktil kofulla dış ortama aktarılır. Solunum esnâsında sentezlenen ATP molekülleri, enerji gerektiren olaylarda kullanılır. “Euglena viridis” tek kamçılı, “Euglena gracilis” çift kamçılıdır.
(Bkz. Eğitim)
Eğitim ve öğretim kurumlarında öğrencilere istenilen seviyede bilgi, beceri veya bir sanatı, tekniği öğretme mesleği. Bu mesleği icrâ eden kimseye öğretmen, muallim veya hoca adlı verilir.
Öğretmenlik mesleğini yapabilmek için belli bir dal veya branşta özel ihtisas sâhibi olmak ve pedagojik formasyona sâhip olmak gereklidir. Öğretmenlik mesleğinde eğitim ve öğretim birlikte yürütülmekte, öğretilen bilgiler hayatta tatbik ettirilmektedir. Öğretmenlikte bilgi öğretmek, yol göstermek, irşâd etmek ve terbiye etmek mânâsına gelen eğitim, temel esastır.
İlk terbiye edici ve yol gösterici Allahü teâlâdır. Allahü teâlânın “Rab” ismi “terbiye edici” mânâsına gelmektedir. Allahü teâlâ melekleri ve ruhları yaratıp terbiye etti. Onlara vazîfelerini öğretti. Ruhlara hitâben; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” yâni, “Sizi yaratıp, terbiye eden ben değil miyim?” buyurdu. Ruhlar da;”Evet yâ Rabbî! Sen bizim Rabbimiz, yâni terbiye edicimizsin.” cevâbını verdiler. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâma her şeyin ismini ve faydasını öğretti. Bu hususu Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Allah, Âdeme isimlerin tamâmını öğretti.” (Bakara sûresi: 31) buyurmak sûretiyle haber verdi.
Âdem aleyhisselâma ve diğer peygamberlere Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren Cebrâil aleyhisselâm da bir öğreticidir.
İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını kendi neslinden gelen insanlara anlatmak sûretiyle insanlık târihindeki ilk öğretmen oldu. İnsanları dünyâda ve âhirette kurtuluşa dâvet eden diğer peygamberler, onların vârisleri olan âlimler de birer muallim, yâni öğretmendirler.
İnsanlık târihindeki en büyük öğretmen olan Muhammed aleyhisselâm insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını önce gizli, daha sonra açıkça öğretti. Kısa zamanda Müslümanların sayısı çoğaldı. Eshâb-ı kirâm adı verilen bu müminler de Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) öğrendikleri bilgileri çeşitli beldelere, ülkelere giderek insanlara anlatıp, öğrettiler. Onların hem bu dünyâda, hem de âhirette kurtuluşlarına vesîle oldular. Eshâb-ı kirâm bu vazîfeyi karşılıksız ve Allah rızâsı için yaptılar. Hulefâ-i Râşidîn (dört halîfe) zamânında muallim vazîfesiyle çeşitli beldelere gönderilen kimselere devlet bütçesinden ücret verildi. Câmi ve mescitlerde yürütülen eğitim ve öğretim faaliyetleri İslâmî ilimlerin sonraki nesillere ulaşmasını sağladı. Emevîler ve Abbâsiler devrinde âlim olan kimseler, câmilerde ve mescitlerde insanlara ilim öğreterek öğretmenlik mesleğini sürdürdüler. Emevîler devrinden îtibâren çocuklar için açılan mekteplerde vazîfeli öğretmenler dînî ve fennî bilgileri öğrettiler. O zamâna kadar daha çok fahrî olarak âlimler tarafından yürütülen öğretmenlik, bu devirden îtibâren bir meslek olarak ortaya çıktı. Sekizinci asırda üç bin talebeyi barındıran Belhli Ebü’l-Kâsım Dehhâk’ın mektebi ilk öğretimde önemli bir merhale olarak kabûl edildi. Bu nevî mekteplere, Küttap veya Mektep, öğretmenlerine de Muallim adı verildi.
Dînî hususlarda karşılıksız olarak yapılan öğretmenlik; yazı, okuma, hesap, lügat vb. ilimlerin öğretilmesinde ücrete tâbi tutuldu. İslâm târihinde ilk defâ teşkilâtlı olarak Selçuklu Vezîri Nizâmül-Mülk tarafından Bağdât’ta kurulan Nizâmiye Medreselerinde vazîfeli ve maaşlı olarak muallimler (öğretmenler) dînî ve fennî ilimleri öğrettiler. Diğer Müslüman ve Müslüman-Türk devletlerinde, Endülüs Emevîleri, Karahanlılar, Anadolu Selçuklularında din ve fen bilgilerinin tahsil edildiği müesseselere ve buralarda ders okutan muallim (öğretmen) ve müderrislere büyük önem verildi. İlim ve medeniyetin ilerlemesi, yayılması için büyük gayretler gösteren ilim adamlarına her türlü maddî ve mânevî destek sağlandı.
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gâzi ve diğer Osmanlı sultanları, devletin idârî ve askerî sâhada muvaffak olabilmesi için îmân, ilim, fen ve teknikte ileri bir seviyede olmanın lüzûmunu kavradıklarından, günün imkânları nisbetinde ilmî teşkilâtlar kurup geliştirdiler. Bu müesseselerde ilim öğreten muallim ve müderrislerin yetiştirdiği büyük din ve fen âlimleri, İslâm medeniyetinin yayılmasında muazzam hizmetlerde bulundular. Osmanlı Devletinin yükseliş döneminde tek dershâneli medreseler yerine Sahn-ı Seman (Fâtih) ve Süleymâniye medreseleri gibi çok odalı medreseler inşâ edilip her odaya bir müderris veya muallim verildi. Muallim ve müderrislerin terfî ve tâyinleri belli esaslara bağlandı. Köklü bir eğitim-öğretim ve sıkı bir imtihandan geçen muallim ve müderris adaylarına icâzetnâme ve temessük denilen diplomalar verildi. Tespit edilen esaslara göre terfi eden muallim ve müderrislerin ortaya koydukları eserler de devlet tarafından mükâfatlandırıldı. Müderris ve muallimler almakta oldukları son maaş üzerinden emekliye ayrıldılar.
İslâm ülkelerinde eğitim-öğretimin hızla geliştiği ve öğretmenin büyük değer kazandığı sırada Avrupa’da ve diğer ülkelerde öğretmenlik umûmiyetle din adamları ve kilise vazîfelileri tarafından yürütülüyordu. Rönesans’tan sonra diğer sahalarda olduğu gibi eğitim ve öğretimde de yenilik hareketleri görülmeye başlandı. Fakat öğretmen yetiştirmekle ilgili hiçbir tedbir alınmadı. On sekizinci yüzyıldan îtibâren öğretmen yetiştirmekle ilgili bâzı teşebbüsler olduysa da neticeye ulaşılamadı. On dokuzuncu yüzyıldan îtibâren öğretmenlik bir meslek olarak kabûl edilip pedagojik seminerler düzenlendi ve öğretmenler yetiştirildi. On dokuzuncu yüzyıla kadar muallimlik (öğretmenlik) ile müderrislik birbirinden ayrı olarak kabul edilmiyordu. On dokuzuncu yüzyılda bütün dünyâda olduğu gibi Osmanlı ülkesinde de öğretmenlik (muallimlik) ayrı bir meslek olarak kabul edildi. Pedagojik formasyon sâhibi muallimler (öğretmenler) yetiştirilmek üzere yeni düzenlemelere gidildi. 16 Mart 1848 târihinde Dârülmuallimîn-i Rüşdî adıyla öğretmen okulu; 1868 senesinde ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere Dârülmuallimîn-i sıbyan; 1870’te kız okullarına öğretmen yetiştirmek üzere Dârülmuallimât açıldı. 1869 senesinde çıkarılan Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesiyle öğretmen yetiştiren kurumlar; ibtidaiye (ilkokul), rüşdiye (ortaokul), idâdi ve sultânî (lise) öğretmeni yetiştirecek şekilde düzenlendi. 1891’de Dârülmuallimîn-i Âli adıyla yüksek öğretmen okulu açıldı. 1909 ve 1915 senelerinde yapılan değişikliklerle ana, ilk, orta ve yüksek öğretmen okulları şeklinde düzenlendi.
Cumhûriyet döneminde de yeni eğitim ve öğretim sistemine göre öğretmen okulları açıldı. 1927’de Kayseri ve Denizli’de ilkokula dayalı üç yıllık Köy Muallim Mektebi açıldı, fakat uzun ömürlü olmadı. 1932 senesinde yapılan düzenlemeyle ilköğretmen okulları, ortaokula dayalı üç yıllık öğretmen yetiştiren kurum hâline getirildi. 1936’da köylerde “Eğitmen kursları” düzenlendi. Okuma yazma bilen, askerliğini çavuş ve onbaşı olarak yapmış köy gençlerinden 1936-1948 seneleri arasında 10.000 kadar eğitmen yetiştirildi. 1937 senesinde Köy Enstitüleri açıldı. Tamâmen materyalist bir felsefe ile eğitim ve öğretim yapan Köy Enstitülerinden yetişen öğretmenler Müslüman-Türk milletinin millî ve mânevî değerleri üzerinde büyük tahribatta bulundular. (Bkz. Köy Enstitüleri)
Köy Enstitüleri millet üzerindeki olumsuz etkileri sebebiyle 1954 senesinde kapatılarak yerine tek tip ilköğretmen okulları açıldı.
Ortaokul öğretmeni ve ilköğretim müfettişi yetiştirmek üzere 1926 senesinde Konya’da açılan Orta Muallim Mektebi 1927’de Ankara’ya taşınarak Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü adını aldı. Daha sonra da Gâzî Eğitim Enstitüsü ismi verildi. Bu eğitim enstitüsü sistemi taşraya da yayıldı. 1934’te Kız Teknik Öğretmen Okulu, 1937’de Erkek Teknik Öğretmen Okulu açıldı. 1950’den sonra gelişen meslek dallarına göre yeni öğretmen yetiştiren kuruluşlara yer verildi. Ticâret liselerine öğretmen yetiştirmek üzere 1956 senesinde Ticâret ve Turizm Yüksek Öğretmen Okulu, İmâm-Hatip Okullarına öğretmen yetiştirmek üzere 1959’da Yüksek İslâm Enstitüleri açıldı. 1959’da Ankara’da daha sonra da İzmir’de birer Yüksek Öğretmen Okulu kuruldu.
1973 senesinde çıkarılan Millî Eğitim Temel Kânunu bütün öğretmenlerin yükseköğretim görmesi mecbûriyetini getirdi. Bu sebeple ilköğretmen okulları, 1974’ten îtibâren Öğretmen Lisesi adıyla lise ve dengi okuluna dönüştü. Ortaokullara ve çıraklık eğitim merkezlerine teknik öğretmen yetiştirmek üzere Sanat Yüksek Öğretmen Okulları açıldı. Çeşitli üniversitelerin eğitim, fakülte ve bölümleri öğretmenlik formasyonu kazandıracak programlar hazırladılar. 1983 senesinde çıkarılan 2908 sayılı Yüksek Öğretim Kânunu, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olan Eğitim Enstitülerini Eğitim Fakültesi; Yüksek İslâm Enstitülerini İlâhiyat Fakülteleri hâline getirerek çeşitli üniversitelere bağladı.
Türkiye’de ilköğretmen teşkilâtı 1908 senesinde İstanbul’da Encümen-i Muallimîn adıyla kuruldu. Kurtuluş Savaşı yıllarında kurulan Türkiye’de Muallimler ve Muallimler Cemiyetleri Birliği bir müddet Ankara vâliliğinin kararıyla kapatıldı. 1932 senesinde ise bütün öğretmen teşkilâtları kapatıldı. 1948 senesinde Türkiye Öğretmen Dernekleri Millî Federasyonu kurularak bütün öğretmenler merkezî bir birlik altında, toplandı. 1961 Anayasasının tanıdığı haklardan faydalanılarak 1965 senesinde kurulan Türkiye Öğretmenler Sendikası (T.Ö.S) öğretmenleri siyâsete âlet etmek isteyen ve öğretmen kitlesinin dışından gelen kimseler tarafından hedefinden uzaklaştırıldı.
T.Ö.S., öğretmenler arasında birlik yerine huzursuzluk getirdi. 1971 senesinde yapılan Anayasa değişikliğiyle kamu görevlilerinin sendika kurması yasaklanınca T.Ö.S. kapandı. Aynı yıl Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) kuruldu. Öğretmenleri birleştirip, dayanıştırma özelliğinden çok uzak olan TÖB-DER, öğretmenler arasında siyâsi kamplaşmaya sebep oldu. TÖB-DER’e alternatif olarak kurulan ÜLKÜ-BİR ve MEF-DER gibi öğretmen dernekleri de TÖB-DER’le birlikte 12 Eylül 1980’den sonra kapatıldı.
Müslüman devletler, âlime ve öğretmene saygı gösterdikleri müddetçe yükselmişlerdir. Ortaçağ Avrupası ilim adamlarını öldürürken veya zindanlara atarken, Müslüman devletler ilim teşvikçiliği yapmışlardır. Açtıkları pekçok üniversite ve akademi bugünkü dünyâ medeniyetinin kaynağı olmuştur. Âlime ve öğretmene saygının azaldığı zamanlarda ise geriye gidilmiştir. Osmanlı târihinde Tanzimatın îlân edilmesiyle Avrupaî eğitim ve öğretime geçeceğiz bahânesiyle medreselerden fen dersleri kaldırılmış, böylece inançsız fen adamı ve fen bilgisiz din adamı yetişmeye başlamıştır. Bu durum da devletin hızla çökmesine sebep olmuştur.
İyi bir öğretmende aranan vasıflar: Öğrencilere iyi muâmele etmek; öğrenciler arasında âdil davranmak; güzel konuşmak; öğrencilerin meseleleri ve müşkilleriyle ilgilenmek; iyi kalpli, doğru ve güzel ahlâklı olmak; öğrencilerin bütün suâllerini cevaplandırmak; bâzı faaliyetlerinde beceriksiz veya öğrenmede yavaş olan öğrencileri arkadaşlarının yanında küçük düşürücü söz ve hareketlerden kaçınmak; olgun bir şahsiyet sâhibi, şakacı ve samîmî olmak; mesleğini sevmek; öğretmenlikle ve branşıyla ilgili gelişme ve yenilikleri tâkip etmek; anlattıklarının öğrencilere faydalı olup, olmadığını tespit etmek için öğrencilerin hiç çekinmeden ifâde edebilecekleri şekilde görüşlerini almak; öğrencilerin şahsî tutumları ve geçmişteki durumlarına bakmadan dersteki başarılarını objektif olarak değerlendirmek; ders araç ve gereçlerinden azamî derecede faydalanmak; zararlı söylenti, dedikodu ve münâkaşalardan uzak durmak; bayağı ve müstehcen lisan kullanmaktan sakınmak; kendine güvenmek; gayretli ve neşeli olmak; her türlü güçlüklerle mücâdele etmek; hadiselerin en nâzik ânında dahi taraf tutmadan konuşup, anlayarak kararını vermek; davranışlarında nazik olmak; temiz ve sâde giyinmek; derslere zamânında girip çıkmak; verimli bir eğitim ve öğretim için okul idâresi, öğretmenler ve öğrenci velileriyle işbirliği kurmak gibi hususlardır.
İyi bir öğretmenin başarısı, öğrencilerle olan geniş çaptaki münâsebetlerine bağlıdır.
Alm. Eucalyptusbaum (m); Heberbaum (n), Fr. Eucalyptus (m), İng. Eucalyptus. Familyası: Mersingiller (Myrtaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Batı ve Güney Anadolu’da yetiştirilir.
Haziran-temmuz ayları arasında, mor renkli çiçekler açan büyük ağaçlar. Yaprak şekli bitkinin yaşına göre değişir. Gençlerde sapsız, oval, açık yeşil; yaşlılarda ise uzunca saplı, orak şeklinde, derimsi ve koyu yeşildir. Çiçekler morumsu kırmızı renkte olup, her bir yaprağın koltuğunda birkaçı bir arada bulunur. Meyve küçük ve çok miktarda tohum taşıyan oval şekilli bir kapsüldür.
Bu ağaç, 18. asırda meşhur İngiliz seyyahlarından Cook ve kendisine botanikçi olarak iştirak eden Labillardiére’in, Tasman ve Avustralya’daki gezileri esnâsında, Avustralya’da bulunmuştur.
Ana vatanı Avustralya olan bu ağaç, halk arasında sıtma ve kinin ağacı olarak da tanınmaktadır.
Anadolu’ya ilk defâ, Muğla vilâyetinin Fethiye kazâsında Dalaman’da bir çiftlik kuran Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa tarafından, süs ağacı olarak sokulmuştur. Diğer taraftan Mersin-Adana demiryolu uğrağındaki istasyonlarda 1886 yılında Fransızlar tarafından istasyon ağacı olarak kullanılmıştır.
1830’a doğru Avustralya’dan İtalya’ya getirilen çeşitli cins ökaliptüslerin kış olması dolayısıyla çoğunluğu kuruduğundan bu ağacın yumuşak iklimde yaşamadığı kanaatine varıldı. 1852’de Cezayir’de tekrar denendi. Daha sonra da Kuzey Afrika ve Güney Avrupa’da denenerek sıcak mıntıkalarda yetişeceği anlaşılmıştır.
1893’te, Osmanlı Devleti idâresinde bulunan Suriye’de M.H. Morel, Beyrut’taki mâlikânesinde çok miktarda ökaliptus yetiştirmiş ve bu mâlikânesine Lâtince olarak “Villâ Eucalypta (Ökaliptüs Köşkü) adını vermiştir.
Çok miktarda ökaliptus bugün Afrika, Avrupa, Asya sıcak iklimlerinde yetiştirilerek, iktisâdî, sıhhî maksatlarla dünyânın her kıtasında üretilmekte ve gün geçtikçe de rağbet bulmaktadır.
Ökaliptus ağaçları, çok yüksek olan kâbiliyeti, fazla miktarda toprak suyunu alıp havaya vermesi sâyesinde bataklık yerlerin kurutulmasında insanlığa olan hizmetlerinin tanınmasını müteakip, yalnız Avustralya’da olan gelişme alanı kısa bir zamanda çok genişlemiştir. Bir ökaliptus ağacının yılda ortalama 250 ton suyu alıp havaya verdiği tecrübelerle anlaşılmıştır.
1938’den beri, yurdumuzun güney bataklıklarında da yetiştirilmesine büyük önem verildi ve kısa zamanda çok ümit verici neticeler alındı. Tarsus’un Karabucak bataklığının kurutulmasıyla bölgede, sıtma hastalığının yayılmasında önemli rol oynayan sivrisineğin nesli kesildi.
Çeşitleri: Yüzden fazla çeşidi olmakla birlikte, tanınmış ve önemli çeşitlerinden bâzıları şunlardır:
1. Eucalyptus alpina
2. Eucalyptus amplifolia
3. Eucalyptus amgydalina
4. Eucalyptus andreana
5. Eucalyptus calophylla
6. Eucalyptus citriodora
7. Eucalyptus cocciféra
8. Eucalyptus cordata
9. Eucalyptus cornuta
10. Eucalyptus cosmophylla
11. Eucalyptus diversicolor (Collossea)
12. Eucalyptus globulus
13. Eucalyptus gomphocephala
14. Eucalyptus leucoxilon
15. Eucalyptus robusta
16. Eucalyptus rostrata
17. Eucalyptus viminali
18. Eucalyptus longifolia.
Faydaları: Dünyânın birçok yerinde, bilhassa Brezilya’da, Kuzey Afrika veGüney Avrupa’da, Doğu ve Batı Asya’da bir zaman sıtma saçarak insanları ölüme sürükleyen korkunç bataklıklar, bugün ökaliptus ağacının gölgesinde sağlık ve varlık kaynağı olmuştur.
Ökaliptuslar, bataklığı kurutarak etrafını da tarıma elverişli hâle getirmektedir. Ökaliptus ormanları, hava tesirlerini yumuşatarak büyük rüzgârlara mâni olurlar, bitkilere zararlı olan toz ve dumanları tutarlar, fırtına ve dolu zararlarını kısmen önlerler.
Üç yaşından büyük olan ormanlardaki çayır ve ot miktarı da büyük ölçüde olduğundan, hayvanlarda verimi arttırmaktadır. Ayrıca arıcılıkta da büyük faydaları görülmüştür. İlk yıllarda, aralarına mısır ekilerek değerlendirilebilir. Yurdun güneyinde kurulan ökaliptus ormanlarından, büyük ölçüde yakacak temin edilmektedir.
Kullanıldığı yerler: Tâze yapraklarının su buharı ile distillenmesi sûretiyle elde edilen ökaliptus, muhtelif cila, kafuru, çam sakızı ve zamk, yine bir nevi vernik olan kokulu reçine îmâlinde kullanılmaktadır. Hâricen deri üzerine sürülmek sûretiyle antiseptik olarak da kullanılır.
Ökaliptus yaprakları doğrudan doğruya kaynatılarak kullanıldığı gibi, yağının tıpta da pekçok faydaları vardır. İlâç olarak veya kaynatma ile buğu, koku hâlinde de kullanılır.
Yapraklar nefes darlığı, kabız, balgam söktürücü olarak, haşere sokmalarına, her nevî ateşlenmeye, nezle, nevralji, bronşit, romatizma, şeker, üremi gibi hastalıklarda, yağ veya ekşitilerek sirke, toz sabun, pudra ve mâcun şeklinde kullanılır.
Ayrıca ökaliptus kabuklarından, kino reçinesi adı verilen ve içinde bol miktarda tanen bulunan bir madde, kuru damıtım yoluyla elde edilmektedir. Yine ökaliptus odununun kuru damıtımıyla elde edilen diğer ürünler; 100 kilo odundan; 25-27 kilo kömür, 7 kilo asit asetik, 2 kilo alkol metilen, 3 kilo katran elde edilebilir. Kereste olarak da birçok sahada kullanılmaktadır.
Alm. Weisse Mistel (f), Fr. Gui (m) blacn, İng. Mistletoe. Familyası: Ökseotugiller (Loranthaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Bütün Anadolu.
Mart-nisan ayları arasında, dalların ucunda sarımsı-yeşil renkli çiçekler açan, 20-100 cm boylarında, kışın yapraklarını dökmeyen, çalı tipinde, iki evcikli, yarı parazit bitkiler. Halk arasında burç, çeti, çekem, gökçe, gövelek, yalınkaya gibi isimlerle bilinir. Ökseotu, havstoryum adı verilen emeçleriyle, kendini odunlu bitkilerin dalları üzerine tespit ederek yaşar. Memleketimizde çok değişik ağaçlar (çam, köknar, söğüt, kavak, armut, elma, kayısı gibi meyve ağaçları) üzerinde yetişir. Bitkinin dalları ve yaprakları karşılıklıdır. Yapraklar sarımsı yeşil renkte, sapsız ve derimsidir. Meyveleri 8-10 cm çapında, küre şeklinde toparlak ve beyaz, iç kısmı yapışkanlı olup, yaprakların veya dalların arasında sapsız olarak birkaçı birarada bulunur.
Ökseotu, ardıç kuşları ile daldan dala ve ağaçtan ağaca taşınır. Bu kuşlar, meyvanın yapışkan kısmını severek yerler ve bu esnâda gagalarına yapışan kısmı temizlemek için, gagalarını dallara sürterler ve böylece tohumlarını bu kısımlara bulaştırırlar. Tohumlar burada çimlenir ve gelişirler. Ayrıca kuşların dışkıları vâsıtasıyla dışarı atılan tohumların dallar üzerinde tutunarak çimlenmesiyle gelişirler. Bitki zehirlidir.
Kullanıldığı yerler: Bitki rezin, saponinler, alkaloitler taşır. Meyve ve yapraklı dallar kabız, idrar arttırıcı, tansiyon düşürücü ve kusturucudur. Meyveleri ezilerek, çıbanlar üzerine konulup, cerahatin dışarı çıkmasını sağlar. Romatizma ağrılarına karşı da kullanılır.