OTUZBİR MART VAK’ASI
Meşrutiyetin muhâfazası için Selanik’ten İstanbul’a getirilen Avcı taburlarının 13 Nisan 1909’da çıkardığı isyan. Rûmî takvimle 31 Mart 1325’te çıktığı için Otuzbir Mart Hadisesi denilmektedir. İsyânın sonucunda Sultan Abdülhamîd Han tahttan indirilmiş ve meşrutiyet örfîleşmiştir.
Bu vak’anın tertip edilişi, teşvik edicileri bu güne kadar kesin olarak ortaya konamamıştır. Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın hiçbir ilgisi olmadığı kesindir. Bununla berâber Otuzbir Mart Vak’asının umûmî sebepleri târihçiler tarafından şöyle sıralanmaktadır:
1. Meşrutiyetin îlânından o güne kadar geçen zamanda İttihat ve Terakki Cemiyetinin baskısı ile güvensiz, karışık bir durumun ortaya çıkması.
2. Rum, Ermeni vb. gibi toplulukların istiklâl kazanıp, millî devletlerini kurmak için büyük engel olarak gördükleri Sultan Abdülhamîd Handan kurtulmak istemeleri.
3. 5 ekimde Ferdinand’ın Bulgaristan’da istiklâlini îlân etmesi. Bir gün sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Bosna ve Hersek eyâletlerini ilhak etmesi. Girit halkının Yunanistan’a bağlandıklarını bildirmesi. Adakale’nin Avusturya askerleri tarafından işgal edilmesi, Hükûmetin ve onu tesir altında tutan İttihat ve Terakkînin bu hâdiseler karşısında âciz kalıp, bir şey yapamaması.
4. İkinci ordu subaylarının askerlerin ibâdet yapmalarına, tâlim ve eğitimi ileri sürerek mâni olmaları.
5. İttihat ve Terakkî Cemiyetinin İstanbul’da tertip ettiği siyâsî cinâyetler sonucunda hükümetin kâtilleri yakalamada âciz kalması.
6. Hükümetlerin istifâsı ile siyâsî buhrânın devam etmesi. İttihat ve Terakkinin hükümete müdâhale etmesi.
7. Basından sansür kalkınca herkesin istediğini yazmaya başlayıp karşılıklı ithamların ileri boyutlara varması. Sultan Abdülhamîd Han zamânında bulunmayan Derviş Vahdetî’nin çıkardığı Volkan gazetesi gibi basın organlarının halkı tahrik etmesi. Azınlık gazetelerinin millî maksatlarını ortaya dökmesi.
8. İttihat ve Terakkînin baskısıyla ordu ve devlet idâresinde keyfî olarak yapılan tasfiye.
9. Vak’adan üç gün önce İttihatçı zâbitlerin askerlerine; “Hocalarla kat’iyyen görüşmeyeceksiniz! Askerlikte diyânet meselesi aranmaz!.. Pâdişâh ve efrâd-ı ahâli İttihat Terakki Cemiyetinin elindedir!” telkinlerinde bulunmaları.
10. İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin mason olduklarının halk arasında yayılması.
Tertip edilişi hâlen karanlık olan Otuzbir Mart Vak’asının öncesindeki olaylarla vak’anın ortaya çıkışı ve neticeleri de şöyledir:
İttihat ve Terakki Partisi önderleri meşrutiyetin îlânından sonra kurulan Said Paşa hükümetine iştirâk etmediler. Partili olan küçük rütbeli subaylar, genç ve tecrübesiz oldukları için hükümette vazife almaktan çekindiler. Tanin gazetesinde Hüseyin Cahid (Yalçın) sorumluluk altına girilmemesi gerektiğini yazdı. Kabîneye girilmeyip iktidar Said Paşa hükümetine bırakıldı. Daha sonraki yıllarda bu eksiklerini tamamlamak için İttihatçıların nâzır yardımcılıklarına getirilme çalışmaları ortaya çıktı. Böylece hem iktidârı almıyorlar, hem de diledikleri gibi müdâhale ediyorlardı. Selanik merkezî kısmı İstanbul’a nakledildi. Hükümet ve devleti kontrol için Talat, Enver, Midhat, Şükrü, Hayri, Habib, Dr. Nâzım, Bahaeddin Şâkir ve İsmail Hakkı beyler İstanbul’a gönderildiler.
Meşrutiyeti îlân ettiren İttihatçıların meşrûtiyetten sonra idâreyi bizzat ele almamaları ancak, hükümet işlerine de sık sık müdâhale etmeleri sebebiyle ülkede tedricen bir iktidar boşluğu doğmaya başladı. Pâdişâhın da devlet işlerinden uzak tutulması, meşrûtiyetten sonra devletin otorite buhranına düşmesine yolaçtı. Müesseselerde ortaya çıkan başıboşluk ve otoriter bir gücün mevcut olmayışı isyanlara müsâit bir zemin doğurmaya başladı.
4 Ağustosta nâzır tâyini meselesinde çıkan bir ihtilâf neticesinde Said Paşa kabînesi istifâ etti. Yerine Sultan Abdülhamîd Hanın; “O diktatör olmak ister.” diye bahsettiği Kâmil Paşa sadrâzam oldu. Kâmil Paşa, Nâzım Paşayı Harbiye nâzırlığına getirdi. 24 eylülde İttihat Terakkiye muhâlif olarak kurulan Ahrar Fırkası, Türk siyâsî târihinin ikinci partisi oldu. Fırkanın ileri gelenlerinden çoğu Türk asıllı olmayıp kurucuları arasında Celâleddin Ârif, Nihat Reşad (Belger), İsmail Kemal, Ahmed Samim ve Prens Sabahaddin gibi şahsiyetler vardı. Bünyesinde meşrutiyet aleyhtarı kimseleri ve daha sonra ikinci meşrûtiyet meclisinde yer alan Hıristiyan mebusları topladı.
Meşrûtiyetin îlânından sonra toplanacak meclis için yapılacak seçimler, çeşitli kesimlerin birbirlerini karşılıklı suçlamalarına yolaçtı. Seçim kampanyasının Bosna-Hersek’te de yürütülmesini protesto eden Avusturya, 5 ekimde Bosna-Hersek’i işgâl etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını, Girit de Yunanistan’a katıldığını îlân etti. Ülkede seçimlerle berâber gelen karışıklıklar ve dışarıda karşılaşılan bu gibi felâketler, meşrûtiyete bağlanan ümitleri söndürdü. İttihat ve Terakkinin îtibârı zayıflamaya başlayınca da güçlenen muhalefeti ezmek için düzenlenmiş fâili meçhul sûikastler ortaya çıktı. 19 Ekimde Selanik’te Üçüncü Orduya bağlı avcı taburları meşrûtiyetin muhâfazasını ve şehrin güvenliğini sağlamak için İstanbul’a getirildi.
Meşrûtiyetten sonra İttihatçıların baskısıyla orduda alaylı subaylar ve memurlar arasında yapılan tasfiyeler gayr-i memnunların sayısını arttırarak huzursuzlukları şiddetlendirdi. Matbuattan sansür kaldırıldığı için Serbestî, Mîzân, Tanin ve Volkan gibi gazetelerde alaylı-mektepli subay ayrımına dâir başlayan sert ve tahrikçi üsluptaki yazılar, subayların birbirleriyle ve erlerle arasının giderek açılmasına sebep oldu. Volkan gazetesinde Derviş Vahdetî, İttihatçı subayların erler arasında dîne karşı takındıkları menfî tutumları istismâr ederek orduyu ve halkı isyana teşvik ediyordu. 2 aralıkta daha önce Manastır Postanesinden çıkarken vurulan Şemsi Paşanın akrabâsı İsmail Mâhir Paşa, Sultanahmed Meydanında öldürüldü. Kâtil, kaçmayı başardı. Önceden beri devam etmekte olan bu gibi suikastler halkta Balkan komitacılığı usûlündeki cinâyetlerin devam edeceğine dair bir inanç uyandırıyordu. 17 Aralıkta toplanan mecliste İttihatçılar ekseriyeti sağladılar.
Hükümet Avcı taburları ile hiç meşgul olmadığı gibi İstanbul’un inzibatı avcı taburu çavuşlarının emrine tâbi kılındı. Bunların İstanbul’da eğlence hayâtına dalmaları yüzünden askerlikle alâkaları kesilmeye başladı. Subaylarının önemli bir kısmının da izne ayrılması ile iyice başsız ve disiplinsiz kalan bu taburlar, içeriden ve dışarıdan tahrik edilmeye başladılar. Bu sırada Enver Bey Berlin’e, Ali Fuad Bey Viyana’ya, Fethi Bey Paris’e ve Hâfız Hakkı Bey de Roma’ya ataşemiliter olarak tâyin edildiler. Harbiye Nâzırı NâzımPaşa da ordu içinde İttihat ve Terakkiye karşı bir grup kurmaya çalışıyordu. Prens Sabahattin, Hukuk-ı Beşer gazetesinde yazdığı yazılarla pâdişâh Abdülhamîd Hanın tahtta kalışına karşı çıkıp, İttihatçıların meşrûtiyetten sonra da gizliliklerini sürdürmelerine muhâlefet ediyordu.
Sadrâzam KâmilPaşa da İttihatçıların baskısından kurtulmak istiyordu. Avcı taburlarını Yanya civârında isyan eden Yunan çetelerine karşı göndermek istedi. Buna muhâlefet eden İttihat ve Terakki, meclisteki çoğunluğuna dayanarak gıyabında yapılan bir gensoru ile Kâmil Paşayı düşürdü. Abdülhamîd Han meclisin kararına uyarak Kâmil Paşanın istifâsını kabul etti ve yerine Hüseyin Hilmi Paşayı 14 Ocakta sadrazamlığa getirdi. Kâmil Paşa bundan sonra muhalefetle işbirliği yapmaya başladı.
23 Ocak 1909’da Harbiye Mektebinde çıkan bir karışıklık sonucunda altmış talebe atıldı. 6 Şubatta da Derviş Vahdetî tarafından İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti kuruldu. Derviş Vahdetî, Volkan gazetesindeki tahrik edici yazılarından birinde, pâdişâha seslenerek; “Meşrutiyeti ilgâ ve meclisi kapatmak elinizdedir” diye yazıyor ve askerlerin ve ordunun büyük bir kısmının, kurduğu cemiyetin üyesi olduğunu iddiâ ediyordu. Bu sırada Harbiye nezâreti yayınladığı bir genelgeyle ordunun siyâsetle uğraşmasını yasakladı. Medrese talebelerinin imtihan edilmesiyle alakalı bir kânun teklifiyse bunların nümâyişine sebep oldu. İstanbul’da durum iyice bozulmuştu. 7 Nisanda Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi, fâili meçhul kişilerce öldürüldü. 13 Nisanda ise dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı saat 04.00’da isyân ederek subaylarını hapsettiler. Ayasofya’daki Meclis-i Mebusan önüne gelerek burada toplanmaya başladılar. Derviş Vahdetî ve arkadaşları da aralarındaydı. Tanin ve Şûrâ-i Ümmet gazetelerinin idârehâneleri tahrip edildi. Adliye Nâzırı Nâzım Paşa, AhmedRızâ zannedilerek, Lazıkiye Mebusu Emir Arslan da Hüseyin Câhit zannedilerek öldürüldüler.
İsyan meşrû gerekçelerden, kuvvetli önderlerle idârecilerden, güçlü destekten mahrum ve baştan tecrid edilmiş bir şekilde başladı.Hareketin başında az veya çok tanınmış birisi yoktu. İsyanın en önde gelen siması Hamdi Çavuştu. Halk tamâmen ayaklanmanın dışında kaldı. Yüksek seviyede din adamları ayaklanmada yer almadıkları gibi, başında çavuşların bulunduğu bu isyanı tenkit ettiler. İlim adamlarından müteşekkil olan Cemiyet-iİlmiye ve siyâsî teşekküllerin aralarında birleşerek meydana getirdikleri Hey’et-i müttefika-i Osmaniye teşkilâtları meşrûtiyete sadâkatlerini beyan ederek isyâna karşı çıktılar.
Abdülhamîd Han isyânı Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği bir telgraf sonucunda öğrendi. O zaman telefon olmadığı için meclisteki telgraf merkeziyle isyânın mâhiyetini ve âsilerin taleplerini öğrenmeye çalıştı. İsyancılar Mebusan Meclisine gönderdikleri tezkirede Sadrâzam Hüseyin Hilmi Paşanın görevden azlini ve Nâzım Paşanın Harbiye nâzırı olmasını, alaylı subaylardan daha önce tasfiye edilenlerin orduya geri alınmasını istiyordu.
Pâdişâh bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşayı sadrâzamlıktan aldı. Ancak yerine Tevfik Paşayı sadrâzam, Müşir Ethem Paşayı Harbiye nâzırı yaptı. Mâbeyn başkâtibi Cevad Beyi isyancılara göndererek isteklerinin kabûl edildiğini, vazgeçerlerse affedileceklerini bir hatt-ı hümâyûnla bildirdi. Bunun üzerine isyancılar yatışarak dağıldılar. Ertesi gün tahrikler sonucu tekrar toplandılar. Ancak bu sefer de Gâzi Osman Paşa gönderildi. Paşanın nasîhat etmesinden sonra dağıldılar.
İsyan esnâsında dâireler kapandı ve İttihat ve Terakki Merkez-i Umûmî mensupları Selânik’e kaçtılar. Hüseyin Câhid, Suriyeli meşhur bir Hıristiyan âile olan Mutranların evine, oradan da Rus elçiliğine sığındı. Dr. Nâzım, Vefâ da Münir Beyin nezdinde mahfuz kalıp, oradan Selanik’e kaçtı, Ahmed Rıza, topçu subayı Süleyman Remzi Beyin delâletiyle Şehzadebaşı’nda Ali Beyin evinde gizlendi. Bahaeddin Şâkir ise Fransız sefâret memuru Mösyö Roe’nin evinde saklanıp, sonra Hareket ordusuna katıldı.
Ancak, isyânın Rumeli’deki yankısı çok büyük oldu. İsmâil Canbolat; “Meşrutiyet mahvoldu” diye telgrafla Selanik’e isyânı haber verdi. Hâdiseyi kimin hazırladığı belli olmadığı içinAbdülhamîd Han, boy hedefi oldu. İttihat ve Terakki merkez ve şûbelerinden saraya tehdit telgrafları yağmaya başladı. Bir günde 67 telgraf geldi. Üçüncü Ordu mensubu askerlerle gönüllü Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut ve Karadağ çetecilerinden müteşekkil bir ordu kuruldu. Edirne’deki İkinci Ordu ile de temasa geçilip, bunların katılması sağlandı. Trenlerle İstanbul’a sevkedilen bu orduya “Hareket Ordusu” denildi. Ordunun başına önceHüseyin Hüsnü Paşa geçmişse de, komutanlığa daha sonra Mahmûd Şevket Paşa getirildi. Orduya, Hadımköy’e geldiğinde Şevket Turgut Paşa komutasındaki Trakya gönüllüleri de iştirâk etti. Askerlerin büyük bir kısmı gerçek durumdan haberdâr olmayıp, pâdişâhı kurtarmaya geldiklerini zannediyorlardı.
Pâdişâha sâdık bâzı paşalar saraya gelerek Yıldız ve civârındaki birliklerin Hareket ordusu çapulcularına karşı kullanılması için izin istediler. Abdülhamîd Han, yalnız pâdişâh değil, aynı zamanda halîfe olduğunu, otuz üç senedir aslâ kan dökmediğini belirttikten sonra; “Tüfekçilerin silahları toplansın. Kimse silah atmasın, Müslümanı Müslümana kırdırmam.” diyerek bunu reddetti. Kuvveti olmasına rağmen büyük fitne çıkmaması için bunun kullanılmasına izin vermedi. İttihatçıların önde gelen simalarından Tahsin Bey (Uzer) hatıralarında; “Sultan basiretli davranıp askerler arasında kan dökülmesine meydan vermedi.” demektedir. Emre rağmen bâzı direnmeler oldu ise de, şehir Hareket ordusunca bir günde ele geçirildi ve sıkıyönetim îlân edildi (25 Nisan 1909).
Hareket Ordusu İstanbul’a gelince önce Yıldız Sarayı muhâsara edildi. Muhâsaradan önce İngiliz, Rus ve Fransız elçilerinin yaptığı yardım teklifi Abdülhamîd Han tarafından reddedildi. Saray muhafızlarının silahları toplanıp Hareket ordusuna teslim edildi. Saray ve civârını besleyen büyük mutfakların ateşleri söndürüldüğü için Sultan ve maiyeti aç bırakıldı. Kendilerine bir miktar tayın ekmeği gönderildi.
27 Nisanda Said Paşa başkanlığında toplanan mecliste Hareket ordusu lehine bir beyannâme okunduktan sonra Abdülhamîd Hanın hal’ine, Mehmed Reşad’ın pâdişâhlığına karar verildi. Elmalılı Hamdi (Yazır) tarafından hal’ için hazırlanan müsveddeye îtiraz eden fetvâ emini Hacı Nûreddin Efendi; “Hâl’de şeâmet vardır, Sultan Azîz hal’ edildi, başımıza 93 Harbi faciası geldi.” diyerek imzâlamak istemedi. Ancak İstanbul mebusu Âsım Efendinin “Hal’ edilmekten başka çâre yoktur. Hal’edemezlerse öldürürler.” deyince mecbûren imzâladı. Yeni şeyhülislâm Ziyâeddin Efendi tarafından müsveddeye son şekli verilip, hal’ veya ferâgati meclise bırakıldı. Meclis hal’i kabul etti. Bundan sonra hazırlanan iki heyetten birisi Dolmabahçe Sarayına diğeri de Yıldız’a gönderildi.
Dolmabahçe’ye giden hey’ette Bolulu Habib, Toygarlı Hâlid ve Kadıköylü Fehmi isminde Hareket ordusu veİttihat ve Terakki mensubu küçük rütbeli üç subay vardı. Reşad Hana pâdişâhlığını tebliğ ettiler ve daha sonra tahta geçiş merâsimi icrâ edildi.
Yıldız’a Sultan Abdülhamîd Hana hal’ini tebliğ için gönderilen hey’etin teşekkül tarzı ise Türk târihinin en yüz kızartıcı hâdiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebeasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan heyette tek bir Türk yoktu. Bunlar Emanuel Karasso, Esat Toptanî, Aram Efendi ve pâdişâhın uzun seneler yâverliğini yapmış olan katışık soydan Ârif Hikmet Paşa idiler. Padişah hal’ kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu mâbeyn başkâtibi Cevad Beye sorup öğrenince; “Bir Türk pâdişâhına, İslâm halîfesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahûdî, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı!” demekten kendini alamamıştır. Kararın tebliğinden sonra artık Çırağan Sarayında oturmak istediğini söylemiş ancak kabul edilmeyerek kırk sekiz saat içinde mâiyyetiyle berâber Selanik’e gönderilmiş, burada Alatini Köşküne hapsedilmiştir.
Abdülhamîd Hanın Yıldız’dan uzaklaştırılmasından sonra saraydaki mevcut elmas, inci gibi mücevherler, değeri milyarları bulan târihî kıymetler, sandıklar içinde Harbiye nezâreti dış kapısı yanındaki iki binânın alt katlarına yerleştirildi. Ancak daha sonra mühürlü kapılar İttihatçılar tarafından açılarak bunlar yağma edildi ve bu tecâvüz sebebiyle de hiç kimseye mesuliyet yüklenemediği gibi suçlular da tespit edilemedi.
Hadiseden sonra kurulan Dîvân-ı Harp, isyancılardan 56 kişiyi îdâma mahkûm etti. Derviş Vahdetî de bunlar arasındaydı. Cezâlar 3 Mayıs-25 Haziran arasında infâz olundu. Prens Sabahaddin önce tevkif edilip, sonra serbest bırakıldı. O da hemen Avrupa’ya kaçtı. Diğerleri de sürgün ve hapisle cezâlandırıldılar. İsyânın mâhiyetini ve tertipçilerini araştırmak için kurulan komisyon kısa bir müddet sonra dağıtıldı. Hareket Ordusu İstanbul önlerindeyken Abdülhamîd Han; “Mâdem beni istemiyorlar saltanatı birâderime ferağ ederim, devleti o idâre etsin. Fakat bir meclis mi, yoksa Dîvân-ı Âli mi ne kurulursa kurulup, benim hâdiseyle alâkamın olup olmadığı tespit edilmelidir.” demişti. Ancak Said Paşa; “Suçsuz çıkarsa hâlimiz nice olur?” diye resmî tahkîkatın açılmasına mâni oldu.
Hiçbir ciddî târih kitabında hâdisenin pâdişâh tarafından çıkarıldığına dâir bir bilgi, belge yoktur. Sultan Abdülhamîd Hanın muârızlarından olan Ahmed Refik Bey (Altınay), 31 Martın muhâliflerce tertip edildiğini, pâdişâhın bir ilgisi olmadığını belirtmektedir. Talat Paşa ve Meclis-i Mebusan Başkanı Ahmed Rızâ da pâdişâhın suçsuz olduğunu beyan etmektedirler. Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi Hatırat-ı Siyâsiye’sinde isyânın İttihat ve Terakki tarafından pâdişâhı tahttan indirmek, aleyhlerinde hâsıl olan menfî düşünceleri temizlemek maksadıyla tertip edildiğini yazmaktadır. Bâzı târihçiler de, “İsyânı pâdişâh tertip etseydi askerleri başsız bırakmazdı.” demektedirler.
31 Mart Hâdisesinden sonra İttihat ve Terakki diktatörlüğüne giden yol açılmış olup, meşrutiyet örfîleşmiştir. Bundan sonra yüksek rütbeli subaylar da İttihat ve Terakkiye katılmışlardır. Osmanlı Devletinde her yönüyle bir anarşi ve yıkım devri başlamış, dağlardan inerek meşrûtiyeti selamlayan Balkan komitacıları tekrar dağlara çıkmışlar ve bir daha da inişleri olmamıştır. Otuzbir Mart Vak’asını tertip edenler ve Sultan İkinci Abdülhamîd’i tahttan indirenler sonunda, devleti Birinci Dünyâ Harbine sokup memleketi düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İş bununla da kalmadı, bunlar işbirliği yaptıkları kimseler tarafından öldürüldüler. Bu olayların hepsi, Otuzbir Mart Vak’ası ile başlamış ve on sene içinde devlet ve millet yok olma noktasına gelmiştir.
Otuzbir Mart Vak’asının gizli tertipçilerinden olan Selim Sırrı Tarcan ile Rızâ Tevfik Beyin aşağıdaki îtirafları bu olay hakkında Türk târihine ışık tutmaktadır:
“1908 İhtilâlinden evvel, bizleri başta İngiliz sefiri olmak üzere Fransız, İtalyan sefirleri de çok teşvik ettiler. Onlardan büyük mikyasta fikir muâveneti (yardım) ve teşvik gördük... Hey - Rızâ! Meğer kimlere hizmet etmiş?
Nihâyet hürriyeti de -kimlere- îlân ettik! Selim Sırrı ile berâber ben de İstanbul sokaklarında üzerine çıkıp “Yaşasın hürriyet” nutukları atacak nice basamak taşları aradık.
Bir gün Talât’a (Talât Paşa) dedim ki: “Biz bu ihtilâl için ecnebi sefirlerden hayli teşvik gördük. İşte hürriyeti îlân ettik. Gidelim bu süferâyı (elçileri) ziyâret edelim, teşekkür edelim.”
Evvelâ İngiliz sefâretine gittik. Galatasaray’daki o muhteşem binâyı tam bir ölü sessizliği içinde bulduk. Ben emindim ki sefir de dâhil olmak üzere bütün sefâret erkânı içerdeydi. Fakat bizi karşılayan sefâret kavası, kimi sorduksa “Yok!” dedi. Çok soğuk bir adem-i kabul (kabul etmemek) idi bu. Bir mânâ veremeden dönmüştük.
Cünye’de idim. Emir Abdullah’tan bir dâvet mektubu aldım. O yıl farîze-i hacı îfâ için (hac farîzesi) gidecekleri Hicaz’a beni de dâvet ediyordu. Kabul ettim. Emir hazretleri, atlas kese içinde altın olarak maddî cihetten de beni çok taltif etti. (Rızâ Tevfik sürgündedir.)
Oğlum Said, İngiltere’de oturuyordu. Onu ziyârete Londra’ya gitmiştim. Said’e İskoç asilzâdelerinden Lord Nikılsın (1909’da, İngiltere’nin Türkiye büyükelçisi) cenapları hayli yardım etmişti. Hem bu alâkalarına teşekkür etmek, hem de eski dostluğu bir daha ihyâ eylemek üzere ziyârete gittim.Sohbet sırasında İstanbul sefâretinin (İstanbul’daki İngiliz elçiliğinin 1909’daki) bize gösterdiği o soğuk adem-i kabul hatırıma geldi. Lord cenaplarından sebebini sordum:
-Dostum Rızâ Tevfik Bey... Biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük bir netice bekliyorduk. İhtilâl olacak; istibdatla berâber sultan da bu bâhusus temsil ettiği hilâfet müessesesi de alaşağı edilecek. Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz netiyceyi alamadık. Zîrâ ihtilâl yaptınız, gerçi Kânûn-ı Esâsî geldi, fakat Sultan da hele hilâfet müessesesi de yerinde bâki...
Lord cenaplarına tekrar sordum:
-İngiltere devlet-i fahîmesini hilâfet müessesesi bu derece şiddetle neden alâkadar ediyor?
-Ha... Dostum Rızâ Tevfik Bey... Biz Mısır’da bilhassa Hindistan’da İslâm kitlelerini idâremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Halbuki Sultan? Yılda bir defâ bir “selâm-ı şâhâne”, bir de “Hafız Osman Kur’ân-ı kerîmi” gönderiyor, bütün İslâm ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde, emrinde tutuyor.
İşte biz ihtilâlden ve siz Jön Türklerden ihtilâl sonunda, sultanların da, hilâfetin de, yâni bir selâm-ı şâhâne ve bir Hâfız Osman Kur’ân’ıyla kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık. İşte bu sebeple bir soğuk adem-i kabul gördünüz...” (Ahmed Kabaklı-Temellerin Duruşması-1989)
İslâm dîninde, mükellef yâni akıl bâliğ, akıllı ve yetişkin kadın erkek her Müslümanın, en önce öğrenmesi gereken, otuziki dîni emir. Allahü teâlânın, İslâm dîni ile insanlara bildirdiği emir ve yasakları çoktur. Bunlardan îmân etmek, bütün insanlara emredilmiştir. Herkes için îmân zarûrîdir (Bkz. Îmân). Dinde, îmân eden herkes, farzları yapmaya ve haramlardan sakınmaya memur edilmiştir. bunun için müminlere, îmân edenlere; farzları ve haramları öğrenmek, bilmek de farzdır. Otuziki farz meşhurdur. Bunlardan dördü esas olup, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hac etmektir. Îmân ile berâber bu dört farz, İslâmın şartıdır. Îmân edip de ibâdet edene, yâni bu dört farzı yapana “Müslim” veya “Müslüman” denir. Dördünü birden yapıp da, haramlardan kaçınan tam Müslümandır. Bunlardan biri bozuk olur veya hiç olmazsa, Müslümanlık bozuk olur. Dördünü de yapmayan mümin olsa da Müslümanlığı tam değildir. Böyle îmân, insanı yalnız dünyâda korursa da, âhirete îmânla gitmek güç olur. Her Müslümanın, otuziki farzı bilmesi farzdır, kesin emirdir.
Otuziki farz şunlardır:
Îmânın şartı: Altı (6)
İslâmın şartı: Beş (5)
Namazın farzı: On iki (12)
Abdestin farzı: Dört (4)
Guslün farzı: Üç (3)
Teyemmümün farzı: İki (2)
Teyemmümün farzına üç diyenler de vardır. Bu zaman, hepsi otuz üç farz olur. Elli dört farz başkadır.
Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak ve kötü, çirkin söz söylememek, otuziki farzda değil, ellidört farzdadır. (Bkz. Ellidört Farz)
Îmânın şartları (6):
1. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmak.
2. Meleklerine inanmak.
3. Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmak.
4. Allahü teâlânın peygamberlerine inanmak.
5. Âhiret gününe inanmak.
6. Kadere, yâni hayır ve şerlerin (iyilik ve kötülüklerin) Allahü teâlâ tarafından yaratıldığına inanmak.
İslâmın şartları (5):
7. Kelime-i şehâdet getirmek. Müslüman olmak isteyen bir kimse, önce bu kelime-i şehâdeti ve mânâsını söyler. Kelime-i şehâdet getirmek demek, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûluh” söylemektir. Bu şehâdet kelimesinin mânâsı (Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmaya hakkı olan, hiçbir ilâh, yoktur. Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem Allahü teâlânın hem kulu, hem peygamberidir.
8. Her gün beş kere vakti gelince namaz kılmak.
9. Malın zekâtını vermek.
10. Ramazan ayında her gün oruç tutmak.
11. Gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir.
Namazın farzları (12):
A) Dışındaki farzları yedidir. Bunlara şartlar da denir.
12. Hadesten tahâret: Abdestsiz olanın abdest alması, cünüp olanın gusül etmesidir. (Bkz. Abdest, Gusül)
13. Necâsetten tahâret: Vücûdunu, elbisesini ve namaz kılacağı yeri kaba ve hafif necâsetten, pislikten temizlemektir. (Bkz. Necâset)
14. Setr-i avret: Müslüman erkek ve kadınların başkasına göstermemeleri lâzım olan yerlerini örtmesidir. Erkeğin avret yeri, göbeğinden diz altına kadardır. Kadınların ise, yüz ve ellerinden başka her tarafı avret yeridir.
15. İstikbâl-i kıble: Namaza dururken kıbleye dönmektir. Vapurda, otobüste ve trende de kıbleye dönmek farzdır. (Bkz. Kıble)
16. Vakit: Namazı vaktinde kılmaktır. Yâni namazın vaktini bilmek ve kıldığı namazın vaktini kalbinden geçirmektir.
17. Niyet: Namaza dururken namazın adını, vaktini, kıbleye döndüğünü ve imâma uyduğunu kalbinden geçirmektir.
18. İftitâh veya tahrime tekbiri: Namaza başlarken “Allahü ekber” demektir.
B) İçindeki farzları beştir. Bunlara rükün de denir.
19. Kıyam: Namazı ayakta kılmaktır. Hasta ve özürlü olanlar oturarak kılabilir.
20. Kırâat: Namaz kılarken Kur’ân-ı kerîm okumaktır. (Bkz. Kırâat)
21. Rükû: Namaz kılarken elleri dizlere koyup eğilmek demektir.
22. Secde: Namazda her rek’atın sonunda iki kere alnı ve burnu yere koymaktır.
23. Ka’de-i âhire: Namazın son rek’atında “Ettehiyyâtü” duâsını okuyacak kadar oturmaktır.
Abdestin farzları (4):
24. Abdest alırken yüzü yıkamak.
25. Elleri dirsekleriyle birlikte yıkamak.
26. Başın dörtte birini meshetmek.
27. Ayakları topukları ile birlikte yıkamak. (Bkz. Abdest)
Guslün farzları (3):
28. Gusül ederken ağzı yıkamak.
29. Gusül ederken burnu yıkamak.
30. Gusül ederken bütün vücûdu yıkamak. (Bkz. Gusül)
Teyemmümün farzları (2):
31. Teyemmümde, cenâbetten veya abdestsizlikten temizlenmek için niyet etmek.
32. Teyemmümde elleri temiz toprağa vurup, yüzü meshetmek ve tekrar elleri temiz toprağa vurup, her iki kolu dirsekten avuca kadar sığamak. (Bkz. Teyemmüm)
On yedinci yüzyılda Hıristiyanlığın Avrupa kıtasındaki mezhep kavgalarının 1618-1648 yılları arasındaki safhası. On altıncı yüzyılda başlayan mezhep kavgaları, 17. yüzyılda da devam etti. Otuzyıl savaşları târih olarak 1618-1648 olarak sınırlandırılmazsa da, meşhur olanı bununla adlandırılmasıdır.
Avrupa’daki dînî kökenli mezhep savaşlarının sonuncusu kabul edilen Otuzyıl Savaşları, Katolik Kutsal İmparatorluğa karşı Protestan Alman prenslerinin mücâdelesi olarak başladı. Dînî sebeplerle başlayan savaşlarda, Habsburg ve Bourbon hânedanlarının siyâsî mücâdelesinin de rolü vardır. Ayrıca 3 Ekim 1555 Augsburg Antlaşmasıyla yasaklanan, kilise mallarının kamulaştırılmasına Protestan prensler tarafından devam edilmesi, bâzı Alman prenslerinin bu antlaşmada tanınmayan Kalvinciliği benimsemeleri, Maximilian Von Bayern ile Ferdinand Von Steiermark dükleri tarafından desteklenen tarikatçı Cizvitlerin karşı reformu büyük bir şiddetle tatbik etmeleri savaşların temel sebeplerinden sayılabilir. Katolik ilerlemelerine karşı koyabilmek için bir Kalvenci olan Pflaz, 1608’de Seçici bütün Protestan devletlerinden meydana gelen “Protestan Birliği”ni kurdu. Bavyera Dükü de 1609’da Katolik devletlerle prensliklerin katıldığı “Kutsal Alman Birliği”ni Protestan Birliğe karşı kurdu. Her birlik silahlanarak ordu hazırladı. Birlik kuvvetlerinin başına meşhur kumandanlar getirildi. Protestan Birliği Ordusu Mansfeld ve Thurn, Kutsal Alman Birliği Ordusu da Tilly kontu kumandasındaydı. Bohemya Protestanları, Ferdinand Von Steiermark’ın 1617’de kral seçilmesiyle, 1609’daki Kralın buyruklarının kalkması korkusuyla İmparator Matthias’ın iki yardımcısını 23Mayıs 1618’de Prag’da pencereden atıp, âsi bir hükümet kurdular. Çekler, İmparator Matthias’ın 1619 Martında ölümünden sonra Ferdinand Von Streiermark’ın Ağustosta tahttan düştüğünü îlân ederek, tacı, Protestan Birliğinden Pfalz, seçici Beşinci Friedrich’e verdiler. Ferdinand Von Steiermark, seçiciler topluluğu içinde çoğunluğu Protestanlara veren bu kararı tanımadı. Bavyera birliklerinin desteğiyle Prag yakınlarındaki Bela Hora’da 8 Kasım 1620 târihinde zafer kazandı. 1621’de Bohemya’da çok ağır bir baskı idâresi devam ederken, imparator, Pflaz ünvânını kaldırdıktan sonra seçicilik hakkını Bavyera düküne verdi. Katolikler Seçiciler Meclisinde çoğunluğu sağlayınca, Alman Protestan prenslerini korkutan bu cüretli siyâset, çatışmanın yayılmasına sebep oldu.
İkinci Ferdinand ünvânını alan Ferdinand Von Steiermark Pflaz’ın kaldırılmasından sonra Almanya içlerinde ilerledi. On iki yıl sonra 1621’de Hollanda da, İspanya-Flemenk Antlaşmasının bozulmasıyla, savaş tekrar başladı. Fransız Richelien, İspanya ve Avusturya Habsburglarının ittifakının önüne geçmek için 1625’te Valteline’i işgâl etti. Danimarka Kralı Dördüncü Christian’ı destekledi. İkinci Ferdinand güçlenerek, 6 Mart 1629’da İade Fermanını çıkardı. İkinci Ferdinand, Regensburg Diyet Meclisinin desteği ile 1630’da oğlunu Roma Kralı tâyin etmek isteyince, Alman ve Bavyera seçicileriyle birlikte Fransız diplomasisinin ortaklaşa hareketi neticesinde buna muvaffak olamadı.
Richelieu, İkinci Ferdinand’ın faaliyetlerine karşı İsveç Kralını ona râkip çıkardı. İsveç Kralıİkinci Gustaf Adolf, koyu bir Protestan olup, Baltık Denizini ülkesinin gölü hâline getirmek idealindeydi. İkinci Gustaf, köylülerden meydana gelen, dindar, disiplinli, iyi teçhiz edilmiş milli bir orduya sâhipti. Tilly, 1631 Mayısında Magdebur’u yağmalayıp, yerle bir edince, İsveçliler de Baltık Denizi kıyısındaki Pomeranya’ya girdi. İsveç Kralı, Saksonya ile müttefik olup, 17 Eylül 1631’de Breitenfield’de Tilly’i yendi. İkinci Gustaf’ın Ren’e yürümesi, Fransa’yı da telâşlandırdı. Fransızlar Lorraine’ye ihtiyati askerî birlikler yerleştirdi. İkinci Gustaf, Bavyera’yı istila ve Bohemya’yı tehdit etti.
Danimarkalı kumandan Wallenstein’i, 16 Kasım 1632’de Lützen’de yendiyse de, İkinci Gustaf bu savaşta öldü. Wallenstein, Bohemya tacına göz diktiği şüphesiyle, 25 Şubat 1634’te öldürüldü. İmparatorluk için İsveç tehlikesi devam ediyordu. Şansölye Oxenstierne, General Bernhard on Weimar’ın emrine verilen orduyu toplayarak, 23 Nisan 1633’te Protestan prensleriyle bir koalisyon kurmuştu. Alman prenslerinden kurulu, Heilbroon Birliği; 5-6 Eylül 1634’te imparatorcularla İspanyolların İsveçlilere karşı Nördingen’de zafer kazanmalarıyla dağıtıldı. İsveçliler, Main’in ötesine çekilip, 1635’te Saksonya bütün birliklerin dağılması esasını getiren Prag Antlaşmasını imzâladı. Fransız Richelien, Birleşik Eyâletler karşısında hareket serbestliğine kavuşan İmparatorun müdâhalesini önlemek için Şansölye Oxenstierne ile 28 Nisan 1635’te ittifak kurdu. Richelien, 19 Mayıs 1935’te İspanya’ya Kutsal İmparatorluk da, 1636’da Fransa’ya savaş îlân etti. İspanyollarla İmparatorcular Saint Jean de Losne’yi kuşatıp, Corbei’yi alarak, Paris’i tehdit etmeye başladılar. Saint Jean de Losne direnişi ve Corbei’nin geri alınması, 1638’den sonra Bernhard Von Weimar tarafından Alscae’da ve İsveçli Baner’in Almanya’ya saldırıları, Kutsal İmparatorluğun durumunu düzeltti. 1639’da Bernhard Von Weimar’ın ölümüyle, Fransa onun ordusuna sâhip olarak, Alsace’ı işgal edip, 1641’de İsveç ile ittifakını yeniledi. Fransız Richelieu, İspanya’ya karşı, Portekiz ile Katolonya’yı isyana teşvik etti. Fransa, 1640’ta Arras ve Perpignan’ı işgal ederek, 1643’te Rocrai’de ücretli asker olan Korkunç İspanyol Tercio’yı yendi. İsveçliler de 1645’te Almanya, Bohemya ve Moravya’yı geçerek, Viyana’yı tehdide başladılarsa da, Saksonya’ya çekildiler. 1645-1648 yılları arasında Güney Almanya’da ileri yürüyüşe devam ettiler. 1647’de Bavyera’yı antlaşma istemek zorunda bıraktılar. Bu gelişmeler ve Alman prens ve prenslik şehrinden baskı gören imparator, 1640 yılından îtibâren Brendenburg ile Saksonya’nın fiili desteğini kaybedince; 1644’te Fransa, İsveç ve müttefikleriyle Münster ve Osnmabrück’te sulh görüşmelerine başlamıştı. Bu görüşmeler 1648’de Vestfalya Antlaşmalarıyla sona erdi. Otuzyıl Savaşlarının sonu kabul edilen 1648 Vestfalya Antlaşmalarıyla, Kutsal İmparatorluğun iktidarı zayıfladı. Almanya’nın Fransa ve İsveç tarafından kontrolüne imkân verildi. İspanya, 1648’de Münster’deki antlaşmayla Birleşik Eyâletlerin istiklâlini tanıyınca; Fransa ile görüşmeleri reddetti. Bu durum savaşı neticelendiren antlaşmaları tehlikeye düşürdü. İspanya’nın saldırılarını Fransa püskürttü. 1658’de İngilizler de İspanyolları yendiler. İspanya 1659’da Ren Birliğiyle Pireneler Sulh Antlaşmasını imzâladı. 1660-1661’de Birinci Kuzey Antlaşması imzâlanarak anlaşmazlıklara son verildi.
Otuzyıl Savaşları neticesinde Kutsal İmparatorluk parçalandı. Milyonlarca insan öldü. Savaş öncesi nüfûsu on altı milyon olan; Bohemya, Bredenburg, Pomeranya, Rheinland bölgelerinin nüfûsu altı milyona düştü. Almanya’nın, dünyâ siyâsetinden 19. yüzyılın ortalarına kadar çekilmesinin sebebi Otuzyıl Savaşlarının getirdiği; katliam, yağma ve yıkımdır. Fransa ve İsveç toprak kazandı. Habsburg ve Bourbon hânedanlarının düşmanlığını daha da artırdı. İspanya dâhil, savaşa katılan devletlerin hazînesi boşalıp, iktisâdî çöküntü başladı. İç savaşın getirdiği yağma ve yıkım ülkelere çok pahalıya mâloldu. Diğer taraftan bu mücadeleler savaş sanatına ve sanâyinin gelişmesine yolaçtı. Ordular toplar ve fitilli tüfeklerle donatıldı. Silahların çeşitleri gelişti. Topçuluk piyâde sınıfından ayrıldı. Avrupa’da süvâri birlikleri kuruldu. Millî ve dâimî ordular kuruldu.