OSMANLI TÜRKÇESİ (Osmanlıca)
Alm. Osmanische sprache, Fr. Ottoman, İng. Ottoman Türkish. Oğuz Türklerinin kullandığı dilin devamı olan ve Selçukluların son zamanlarından Cumhûriyet devrine kadar 700 yıl kullanılan ve kesintisiz eserlerini veren Osmanlı Türklüğünün devlet ve resmî yazışma dili.
Kaşgarlı Mahmûd, Dîvân’ında Oğuz ve Hâkâniye adlı iki edebî şîveden bahseder. Bunlardan Oğuz Türklerinin kullandığı Oğuzca; daha sonra Türklüğün İslâmî devresi içinde ve Osmanlı Hânedanına nispetle Osmanlıca veya Osmanlı Türkçesi adını almıştır. “Osmanlıca” deyimi daha çok Osmanlıyı inceleyen müsteşrikler tarafından kullanılmıştır.
Eski Türkçe devresinden sonra, 13. asra kadar, Türk kültür târihi içindeki eserlerimiz; göçler ve yeni yeni kültür merkezlerinin ortaya çıkması sebepleriyle, Kuzey-Doğu (Kıpçak, Çağatay) ve Batı Türkçesini de içine alarak “Müşterek Orta Asya Yazı Dili” ile verilmiştir.
Batı Türkçesi adını verdiğimiz Oğuz Türkçesi; Osmanlı Türkçesi-Azerî Ağzı ile birlikte olan müşterek devresini, hemen hemen 15. yüzyılın ortalarına kadar sürdürür. Ancak bu zamandan sonradır ki, Selçuklular devrinin sonunda yer alan ve Eski Anadolu Türkçesi adı ile andığımız her iki ağzın müşterek oldukları zaman görülen bâzı ayrılıkların bir kısmı Osmanlı, bir kısmı da Azerî Türkçesinde umûmîleşerek 16. yüzyıldan başlamak üzere iki ağzın kesin çizgilerle ayrılmasına sebep olur. Bunun yanında her iki şîvenin komşularından alınan kelimeleri, Arapça ve Farsça olanlar hâriç, Azerî ve Osmanlı Türkçelerinde anlaşmada çıkacak ikinci bir ayrılığı ortaya çıkarır.
Azerî Türkçesi daha çok Rusça ve Moğolca ile onlara yakın yerlilerin ve Hintçenin kollarından kelimeler alırken, Osmanlı Türkçesi de komşu Avrupa milletlerinin dillerinden kelimeler almıştır. Gerçekte, kurulan büyük bir imparatorluğun sınırları içine aldığı pekçok milletin dilinden meydana gelen Osmanlı Türkçesi; topraklarla birlikte yeni kelimeler de fethederek onları millîleştirmiştir. Bu durum, Türkçenin karekteri icâbı da böyledir. Bu kelimeler daha çok, İtalyan, Yunan, Arnavut, Sırp, Romen, Bulgar vs. gibi milletlerin dillerinden girmiştir. Ancak bu milletlerin dillerinden alınan kelimeler zamanla Türkçenin içinde yoğrulmuştur.
Arapça ve Farsçadan gelen kelimeler ise yadırganmazlar. ÇünküOsmanlılarda bu iki dile hiçbir zaman yabancı diller gözü ile bakılmaz. Bu sebepledir ki Türkçe başta olmak üzere, Arapça ve Farsça gramer unsurları Osmanlı Türkçesine girmiş, yabancı kelimelerde herhangi bir ayrılık gözetilmediğinden, galat da olsalar, Türk zekâ ve kâbiliyetinin ürünü olan kelimeler ortaya çıkmıştır. Bu durum tamlamalarda da kendini gösterir.
İslâmî devre içerisinde Batı Türklüğünün dili olan Osmanlı Türkçesi, devre îtibâriyle Türk Dili Târihinin Orta ve Yeni Türkçe devreleri içine girmektedir. Târihî TürkiyeTürkçesi adını da verdiğimiz OsmanlıTürkçesi ilk devir eserlerinde; Türkî, Lisân-ı Türkî ve Türkmence olarak adlandırılır. Cevdet Paşa ve Fuad Paşa tarafından yazılan gramerin adı da Kavâid-i Osmâniye’dir Cevdet Paşa daha sonra Osmanlı lafzını bırakmış eserine Kavâid-i Türkiye adını vermiştir. Bu isim daha bâzı gramer kitâplarında Lisân-ı Osmânî, Osmanlıca, Osmanlı Sarfı, Nahv-i Osmânî, Osmanlıca Dersleri gibi günümüze kadar gelmektedir. Ancak Süleymân Paşa ve Şemseddin Sâmî gibi zevâtın yazdığı gramerlerde İlm-i Sarf-ı Türkî ve Nev Usûl Sarf-ı Türkî gibi yine Türkî lafzına yer verilir. Deny ve Redhouse gibi batılılar ise, eserlerinde her iki kelimeyi de kullanmışlardır.
On üçüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar devâm eden, alfabe olarak Arap menşeli İslâmî Türk alfabesine yer veren Osmanlıcayı; 1) Eski Osmanlıca, 2) Klasik Osmanlıca, 3) Yeni Osmanlıca olarak üç devreye ayırmak gerekir.
Birinci devre; yukarıda da belirtildiği gibi Osmanlı Azerî Türkçelerinin birleştiği 13-15. yüzyılları içine alan, yabancı dillerden gelen kelimelerin az olduğu, açık Türkçe devresidir. Bu devreye EskiAnadolu Türkçesi veya İlk Osmanlı Türkçesi de denmektedir.
İkinci devre Klâsik Osmanlıca devridir ki 16-19. asırları içine almaktadır. Türkçe bu devredeArapça ve Farsçadan gelen kelime ve gramer kâidelerine ziyâdesiyle açılmıştır. Ancak bu durum, yazılan eserlerin mevzûuna ve işlenişine göre, dilin açık ve anlaşılır veya kapalı olması şekli, değişmektedir. Meselâ Bâkî’nin Dîvân’ını anlamak güç olabilir. Fakat Meâlimü’l-Yakîn adlı siyer kitâbı gâyet açıktır ve anlamada zorluk çekilmez. Ancak belirli kültür seviyesine ulaşmamış bir insan, hangi devirde olursa olsun günlük kelimelerin dışında hiçbir şey anlamaz ve cehâletini, ortaya konan eserlere yüklemekten kendini alamaz. Bu durum göz önüne alındığı taktirde elbette çobanın ve pâdişâhın dili bir olmayacaktır. Çünkü dünyâları başkadır. Fakat daha çok 16. yüzyıldan îtibâren Arapça ve Farsçadan meydana gelen kelimeler ağırlık kazanmaya başlar; 17 ve 18. yüzyıllarda gittikçe koyulaşır, anlaşılmaz bir hâl alır. Türkçe kelimelerin cümlenin sâdece fiilinde kaldığı görülür. Nesir dilinde daha fazla anlaşmazlık ortaya çıkar. Nazım dili ise, bir noktada ölçülü bir cümle yapısına sâhip olduğu için, kendini pek kaybetmez.
Bu devre “Klâsik Osmanlıca” olarak adlandırılan devirdir. Ancak bunda büyüyen ve gelişen bir devletin, her sâhada, dilindeki ihtişam ve ifâde kâbiliyetinin bulunması ve kültür seviyesi bakımından hayâtının yükselmesi de büyük rol oynamıştır. Devrenin sonunda bu durum halk şiirinde de kendini göstermiştir. Fakat son iki yüzyılda halk şiirinin dili 1908’den sonra gerçekleştirilecek olan ikiliği ortadan kaldırmış ve halk diliyle yüksek zümre dili birbirine yaklaşmıştır.
Yeni Osmanlıca devresiyse, 19-20. asırları ve Cumhûriyet devrine kadar olan zamânı içine almaktadır. Osmanlıcanın bu sonuncu devresi, gazeteci lisânının başladığı, Arapça ve Farsça tamlamaların çözüldüğü, Türkçenin kendi kâidelerine sâhip çıkmaya başladığı devirdir. Fakat bu devrede deArap ve Fars dillerinden gelen kelimelerin yanında, batı dillerinden pek fazla kelime alınmıştır. Hattâ bu durum Cumhûriyet devrinden sonra günümüze kadar uzanmıştır.
Her ne şekilde olursa olsun Osmanlı Türkçesine, kültür dili olması hasebiyle, bir yüksek zümre dili olarak bakmak mümkündür. Ancak “Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımı bir dildir!” demek yanlıştır. Eğer öyle olsa idi geride kalan kültür hazinesine Arapların ve Farsların da sâhip çıkması gerekirdi. Halbuki bu hazine, sâdece Türk milletinindir. Yalnız bu dil zevk-i selim sâhibi yüksek tabakanın dili olmuş ve halk dilinden ayrılmış olarak zuhur etmiştir. Yazı dili, aradığı açık ve anlaşılır şekle, ancak yirminci asrın başlarında kavuşmuştur. Böylece bu devirden sonra yazı ve halk dili birbirine yaklaşmış ve zamanla aradaki açığı kapatmıştır.
Osmanlıca içinde ele aldığımız ilk devre ise sonda yer alan her iki devreden daha açık ve anlaşılır bir durum gösterir. Bu devrenin eserleri bugün bile anlaşılır durumdadır. Fakat son devreye nispeten ilk devrede, sonradan kullanıştan düşen arkaik, eski kelimeler yer almaktadır. Bugün milletimizin zevkle okuduğu Yunus Divânı ve Mevlid gibi eserler bu devrin mahsûlüdür. Her ne şekilde olursa olsun Osmanlıca, 700 yıl süren uzun ömrü ile Türklüğün en büyük yazı dili olmuştur.
(Bkz. Türk Edebiyatı)
On sekizinci asır divan şâirlerinden. İstanbul’da doğdu. Doğum târihi belli değildir. Babası Süleymâniye Vakıf rûznâmecisi Osman Efendidir. Asıl adı Ahmed’dir. İyi bir tahsil gördükten sonra müderris oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. 1697’de Kemankeş Mehmed Paşa ile birlikte Şam’a giderek, paşanın vezir kethüdâsı oldu. Sonra tekrar müderrisliğe döndü. 1717’de Halep kâdılığına tâyin edildiyse de bir süre sonra azledilince İstanbul’a döndü. Sultan Üçüncü Ahmed’in oğlu İbrâhim’in doğumu üzerine düşürdüğü târihin sultan tarafından beğenilmesi üzerine reîs-i şâirân yâni şâirlerin önderi ünvânıyla taltif edildi. 1723’te Vezir İbrâhim Paşanın yardımıyla Mısır kâdılığına tâyin edildi. Bu vazîfedeyken Mısır vâlisi aleyhinde söylediği hiciv sebebiyle, 1724’te vâli tarafından zehirletilerek öldürüldü.
Osmanzâde Tâib, hicivleri ve kasideleriyle tanınmış bir dîvân şâiridir. Önceleri Hamdî mahlası ile yazıyordu. Hicivleri yüzünden çok sıkıntılara düştü. Daha sonra yaptıklarına pişman olup tövbe edince, tövbe eden mânâsında Tâib mahlası ile yazmağa başladı. Osmanzâde Tâib ayrıca târih, ahlâk ve hadis alanlarında eserler yazdı, tercümeler yaptı. Başkalarına âit tanınmış eserleri yeniden yazıp, derli toplu bir hâle getirdi. Nesirlerinde sâde bir dil kullandı. Nazımda ise, yangın, pahalılık dolayısıyla halkın çektiği sıkıntıları dile getirdi.
Eserleri:
1) Dîvân, 2) Münşeât: Özel mektuplarının bir araya getirilmesiyle meydana gelmiştir. 3) Hadîkat-ül-Mülûk: Diğer ismi İcmâl-i Tevârih-i Âl-i Osmân olan eserde Osman Gâziden İkinci Mustafa Hana kadar olan pâdişâhların hayatları anlatılmaktadır. 4) Hadîkat-ül-Vüzerâ: Eserde ilk Osmanlı vezirinden başlayarak Râmî Mehmed Paşaya kadar 108 sadrâzamın hayâtı anlatılmaktadır. 5) Telhîs-in-Nesâyih, 6) Ahlâk-ı Ahmedî, 7) Hulâsat-ül-Ahlâk, 8) Ahmed-ül-Âsâr fî Tercemeti Meşârık-ıl-Envâr, 9) Simâr-ül-Esmâr, 10) Hadîs-i Erbain Şerhi, 11) Mehâsin-ül-Edeb Telhîsi.
Alm. Osmium (n), Fr. Osmium (m), İng. Osmium. 1804 yılında keşfedilen renkli, metalik bir element. “Os” kimyâsal sembolüyle gösterilir. Tabîatta platin cevherleriyle berâber ve osmiridyum diye anılan bir iridyum alaşımı hâlinde bulunur.
Atom numarası 76, atom ağırlığı 190,2’dir. Elektron düzeni (Xe) 4 f14 5 d6 6 s2; izotopların kütle numaraları 184, 186, 187, 188, 189, 190 ve 192; oksidasyon sayıları 2+, 3+ 4+ 6+ ve 8+’dir. Rutenyum ve osmiyum valensi 8 olabilen yegâne elementlerdir.
Az bulunan elementlerden olan osmiyumun erime noktası 2700°C, kaynama noktası 5500°C’dir. Tabîatta bulunan elementlerin en ağırı olup, özgül ağırlığı 22,6 g/cm3tür. Sert ve kırılgan bir metaldir. Diğer metallerle yaptığı alaşımlara sertlik verir. Osmiyum 400°C’de yükseltgenerek osmiyum tetroksit (OsO4) meydana getirir. Buna osmik asit de denir. Bu bileşik uçucu olup, gözleri de tahriş eden zehirli buharlar verir. Çok ağır bir kokusu vardır. Bundan, kumaş boyamada ve organik madde sentezlerinde faydalanılır. Osmiyum asitlere dayanıklı bir metaldir. Osmiyumun rutenyum veya iridyum ile olan alaşımları pikap iğneleri, dolmakalem uçları vs. yapımında kullanılır.
(Bkz. Osmoz (Geçişme) Olayı)
Alm. Osmose (f), Fr. Osmose (f), İng. Osmosis, osmose. Bir sıvının, yarı geçirgen (semipermeabl) bir zardan geçmesi olayı. Yoğunlukları(veya konsantrasyonları) farklı olan iki çözelti, birbirinden yarı geçirgen bir zarla ayrıldıklarında, iki tarafın yoğunluklarını denge hâline getirmek için, zar içinden bâzı iyon veya moleküller, bir taraftan diğer tarafa geçerler. Meselâ, bir kap yarı geçirgen bir zarla iki kısma bölünüp bir tarafa boyalı su, diğer tarafa da şekerli su konsa, biraz sonra renkli suyun zardan geçerek şekerli suya karıştığı görülür. Bu, osmoza bir misâldir. Şeker (sükroz) molekülleri, zardan geçemeyecek kadar büyük oldukları için kendi bölgelerinde kalır. Osmozda esas geçiş, daha seyreltik olan çözeltiden (veya saf çözücüden) daha konsantre olan çözeltiye doğru olur. Osmoz, fiziksel bir olay olup özel bir difüzyon şeklidir. Biyolojide yarı geçirgen bir zardan suyun difüzyonuna “osmoz” denir.
Osmotik basınç: Su içinde çözünmüş maddelerin hareketi, gaz moleküllerinin hareketi gibidir. İşte bu tâneciklerin çözücü moleküllerinden ayrı olarak bulundukları kaba yaptıkları kısmî baskıya osmotik baskı adı verilir. Bir çözelti yarı geçirgen bir zarla çevrildiğinde, çözücü molekülleri zardan serbestçe geçer, fakat çözünmüş madde molekülleri geçmez ve zara tıpkı gaz molekülleri gibi bir baskı yapar. Eğer yarı geçirgen zar esnek ise çözünmüş madde tanecikleri tıpkı bir gazın balonu şişirmesi gibi zarı şişirir. İşte osmotik basınç adı verilen bu basıncın kantitatif incelenmesi J.H. Van’t Hoff tarafından yapılmış ve ideal, yâni seyreltik çözeltilerde gaz kânunlarına uyduğu tespit edilmiştir. V hacim, T mutlak sıcaklık, n mol sayısı ve R gaz sâbiti olmak üzere, osmotik basınç, P;
nRT
P=–––––––
V
denklemiyle bulunur. Çözeltinin, osmotik baskısı ölçülerek molaritesi ve buradan çözünmüş maddenin molekül tartısı tâyin edilebilir (gazlarda olduğu gibi). Nitekim hemoglobinin 68.000 olan molekül tartısı ilk defâ, osmotik basınç ölçülmesiyle tâyin edilmiştir.
Osmotik basınç, çözücü moleküllerin durumlarını tâkip etmekle de açıklanabilir. Bilindiği gibi su molekülleri de devamlı kinetik hareketler yaparlar ve yarı geçirgen zardan içeri doğru geçerek çözelti içine doğru durmadan geçerler. Saf çözücüde zardan geçerek çözelti içine diffüze olan moleküllerin sayısı, çözeltiden saf çözücüye geçen moleküllerin sayısından daha fazladır. Bir başka ifâdeyle, saf çözücüden zarı geçen su moleküllerinin diffüzyon basıncı, çözeltiden geçen su moleküllerinin diffüzyon basıncından büyüktür. Çünkü çözelti içinde çözücü, çözünen madde ile seyreltilmiş durumdadır. Diffüzyon basıncı farkı (DP), osmotik basınca eşittir.
Canlı hücrelerde osmoz: Canlı bir hücrenin kendi içindeki maddelere göre daha yoğun tuz ihtivâ eden bir çözeltiye konduğu düşünülürse, böyle bir durumda hücre içinde birim hacimde bulunan su molekülü sayısı, hücre dışında aynı birim hacimde bulunan su molekülü sayısından daha fazla olduğundan, su, hücrenin içinden hücrenin dışına doğru hareket edecektir. Böyle bir olayda suyun hareketi doğrudan doğruya tespit edilemez. Fakat olay mikroskop altında incelenirse, su kaybı sonucu, hücrenin yavaş yavaş büzülüp küçüldüğü görülür. Bunun aksine olan olayı, bir damla kanı damıtık suya koyarak mikroskop altında incelemekle görmek mümkündür. Normal olarak alyuvarlar az da olsa, bir miktar tuz taşırlar. Damıtık su ise tuzdan arınmıştır. Böyle bir durumda, suyun hareketi zarın dışından zardan içeriye(hücrenin içine) doğru olacaktır. Neticede hücreler şişecek ve iç basınç çok artarsa zar patlayacaktır. Hücreler kendi normal çevreleri içinde bulundukları zaman iç ve dış çevrelerindeki maddelerin konsantrasyonu arasında o kadar büyük bir fark yoktur. Normal şartlar altında hücrelerde osmoz görülür, fakat hücreleri parçalayacak derecede şiddetli bir iç basınç olmaz.
Bir hücre çok yoğun bir çözelti içerisine bırakılacak olursa, su moleküllerinin hücre içerisinden dışarıya doğru hareketiyle protoplazma çeperden ayrılarak büzülür. Bu olaya plazmoliz denir. Eğer bir hücre uzun müddet plazmoliz hâlinde tutulursa ölür. Henüz ölmeden saf su içine bırakılırsa, bu durumda su hücreye girer ve hücre eski hâline döner. Buna da deplazmoliz denir.
Osmozun özellikle biyokimyâda önemi çok büyüktür. Kan ve lenfin osmotik baskısı dâimâ sâbittir. Bu değer % 0,9’luk bir NaCl (Sodyum klorür) çözeltisinin osmotik baskısına eşittir ve % 0,9’luk NaCl çözeltisine, serum fizyolojik veya isotonik çözelti denir. Kırmızı kan yuvarları saf su ile işleme sokulursa, osmozdan dolayı derhal şişer ve patlar (hemoliz).
Alm. Osteoporose (f), Fr. Ostéoporose (f), İng. Osteoporosis. En sık görülen metabolik kemik hastalığı. Hastalıkta kemik kitlesinin ilerleyici olarak azaldığı, trabeküllerin (kemik dokusu bağlantılarının) inceldiği, yer yer küçük kırıkların meydana geldiği bir hastalıktır. Geride kalan kemik dokusunun, kalite olarak tamamen normal olması da hastalığın bir diğer önemli özelliğidir. En sık, âdetten kesilmiş kadınlarda, daha sonra da yaşlı erkeklerde görülür. Normalde insanın kemik kitlesi 35 yaşına kadar artar. 40 yaşından sonra yeni kemik yapma kabiliyeti azalır, yaşla bu durum ilerler. Normalde, osteoporozlu kemikler ağrıya duyarlı değildir. Ancak ileri deneylerde incelen kemikte kırıklar meydana gelince, ağrılar dikkati çekmeye başlar. Osteoporoz ya bu kırıklardan dolayı ortaya çıkan ağrıların araştırılmasında veya çekilen bir röntgen filminin incelenmesi sırasında tesadüfen ortaya çıkar. Ağrısı sebebiyle sandalyede hareketsiz oturan sırtının kamburu çıkmış yaşlı kadın tipi, osteoporozlu hastaların tipik örneğini teşkil eder. Bu hastaların hareketten kaçınmaları, osteoporozlarını daha da arttırır. Eğilip kalkarken, eşya kaldırırken belde ortaya çıkan ağrı ve bel filmlerinde kemiklerde yoğunluk azalması tespit edilince, hastalık teşhisi konulur. Yetersiz beslenme, kalsiyum azlığı, hareketsizlik, steroid hormonların kullanımı ve Cushing hastalığı, osteoporozun ortaya çıkışında önemli faktörlerdir.
Tedâvisinde en önemli nokta, kilo vermek ve hareketsizlikten korunmadır. Çeşitli fizik tedâvi ajanlarıyla sırt ve bel kaslarının gevşetilmesi, bel-kalça korseleri, âni-sert hareketlerden kaçınma, eğilirken beli değil, dizleri kullanma alışkanlığının kazanılması çok faydalı hususlardır. Ağrı kesiciler hasta tarafından çok faydalı gibi görünürlerse de aslında zararlı olabilmektedirler. Çünkü ağrıları hissetmeyen hastalar sağlamlaştıklarını zannederek hareketlerine dikkat etmezler ve zâten mevcut olan küçük kemik kırıkları büyük boyutlara varabilir. Bunların yanında proteince zengin bir beslenme, kalsiyum, fosfor ve D vitaminini ihtivâ eden ilâçlar faydalı olabilir.
Alm. Meereskunde (f); Ozeanographie (f), Fr. Océanographie(f), İng. Oceanography. Okyanuslarda, suyun fizikî özelliklerini ve dalga hareketlerini, okyanus tabanlarının jeolojik şekilleriyle tortu tabakalarını, suları kimyâsal yönden inceleyen ve denizlerdeki bitkilerle hayvanların hayatlarını araştıran bilim dalı. Oşinografi, jeofizik, jeokimyâ, jeoloji ve biyoloji ilimlerinin birleşmesinden meydana gelmiş olup bu ilimlerin bir branşıdır.
Okyanuslar, dünyâ yüzeyinin yüzde 71’ini kaplarlar ve 1370 milyon kilometre küplük hacim tutarlar. Ortalama derinlik 3795 metredir. Okyanus tabanlarının yüzde 83’ü 3000 metre ile 6000 metre arasındaki derinliklerde yer alır. En derin yerler Japon ve Filipin adaları civarında 10.000-11.000 metredir.
Okyanusların jeofizik yapıları: Okyanusların karalarla birleştiği yerlerde derinlik 100-150 metreye kadar yavaş yavaş artar. Bu kısma kıta sahanlığı denir. Okyanus tabanlarında Kolorado Kanyonu gibi kanyonlar vardır. Bu kanyonların okyanus tabanı, bir zamanlar su seviyesinin üzerindeyken nehirler tarafından açıldığı sanılmaktadır. Okyanus tabanlarında, yüzeydekine benzer dağlar vardır. Dağların çoğu volkanik olup, bir kısmı zamanla su yüzeyine çıkmaktadır. Sonradan dalgaların tesiriyle eriyen tepelerini, çoğu yerde mercanlar kaplamıştır. Okyanus tabanlarının yer yer sıradağlarla ayrıldığı görülmektedir. Meselâ Orta Atlantik çıkıntısı, kuzey ile güney Atlantik Okyanusu arasında yer alır ve âdetâ, Atlantik Okyanusunu batı ve doğu okyanus tabanı şeklinde ikiye ayırmaktadır. Bu çıkıntıların okyanus dip akıntılarına da etkisi büyük olup, bâzı yerlerde dip akıntıların yüzeye çıkmasına dahi sebep olurlar.
Okyanusların tabanında meydana gelen tortular, kıta sahanlığından derin noktalara doğru gidildikçe değişiklik gösterir. Kıta sahanlıklarının çoğu çamur, kum ve hayvan iskelet artıkları ile doludur. Bu tortuların bir kısmını nehirler taşır, bir kısmı da deniz dalgalarının kıyılardan söküp sürüklemesiyle birikir. Birikintiler dip akıntıların az olduğu yerlerde kalın tabakalar meydana getirirler. Okyanusların derin kısımlarında tabanlar, organizma artıkları ve çok ince mineral tozları ile kaplıdır. Organizma artıklarını diatomlar ve balık iskeletleri gibi muhtelif derinliklerde yaşayan canlılara âit iskeletler teşkil eder. Okyanus diplerindeki tortular, bol miktarda kobalt, bakır, manganez, nikel, demir oksitleri ihtivâ eder. Okyanus dibi tortuların incelenmesi, jeofizik konularını aydınlatması yönünden önemlidir. İki buçuk santimetre kalınlığında kırmızı balçık tortusu meydana gelmesi için 2.500 sene geçmesi gerekmektedir. Okyanus diplerindeki tortu kalınlıklarının bir kısmının 2 milyon senede meydana geldiği hesaplanmıştır.
Kimyâsal ve fiziksel özellikler: Okyanus suyu, birçok tuz eriyikleriyle organik ve inorganik parçalar ihtivâ eder. Nehirler, devamlı sûrette denizlere taşıdıkları sularla hem tuz eriyiklerinin hem de organik ve inorganik parçaların oran ve cinslerini, devamlı değiştirmektedirler. Okyanuslar o kadar büyüktür ki, değişmeler netîcede, deniz suyu özelliklerini az etkiler. Okyanus suyunda bulunan maddeler binde olarak şöyledir:
Muhteva |
1 kg deniz suyunda gr olarak |
Klor (CI) |
18,980 |
Sülfat (SO4) |
2,650 |
Bikarbonat (HCO3) |
0,140 |
Bromür (Br-) |
0,065 |
Florür (F) |
0,001 |
Borik asit (H3BO3) |
0,026 |
Sodyum (Na+) |
10,556 |
Kalsiyum (Ca++) |
0,400 |
Potasyum (K+) |
0,380 |
Stronsiyum (Sr++) |
0,013 |
Magnezyum (Mg++) |
1,272 |
Bu miktarlar yüzde 99,5 doğrulukta olduğundan, bir maddenin sıhhatli tespit edildiği taktirde diğerleri orantı ile kolayca hesaplanır. Umûmiyetle ölçülen (tespit edilen) değer klordur.
Deniz suyunun fizikî özellikleri; hararet, tuzluluk ve basınç değişiklikleridir. Binde 35’lik deniz suyu, tatlı sudan 2 santigrad derece daha aşağıda donar. Su içinde dibe doğru giderken, her 10 metrede 1 atmosfer basınç artışı olur. Meselâ 1000 metrede santimetrekareye düşen basınç 100 kg veya 100 atmosferdir. Sesin deniz suyu içinde yayılması da, harâret, tuzluluk ve basınçla değişir. Deniz suyunda erimiş hâlde gazlar da vardır. Oksijen ve karbondioksit, deniz derinliklerine, hararete bağlı olarak değişiklik gösterir. Sudaki gazların meydana gelişi, su yüzeyindeki atmosfer basıncı ile su içindeki bitkilerin fotosentez hâdiselerine bağlıdır. Zirâatta bitkilerin büyümesi için lâzım olan azot, fosfor, potasyum, kalsiyum ve magnezyum, deniz canlıları için de gereklidir. Denizlerde magnezyum, potasyum ve kalsiyum bol olarak bulunur. Ayrıca silisyum bileşikleri de vardır. Bilhassa diatomların zarif kabuklarının meydana gelmesi için silisyuma ihtiyaçları vardır. Deniz bitkileri için gerekli fosfor, azot ve silisyum, derinlik ve güneş ışığına bağlı olarak değişkenlik gösterir. Bitkiler için fotosentez hâdisesi de önemli olduğundan, deniz bitkilerinin çoğalması derinlikle alâkalıdır. Okyanus suyu derinliğine göre içinde ihtivâ ettiği erimiş hâldeki gaz oranları, sıcaklığa bağlı olarak değişir. Güneş ışınlarının ulaştığı derinliklerde O2, % 120 oranında doyuma ulaştığı hâlde 60 metrede bu oran, % 1 gibi çok düşük bir seviyeye iner. Karbondioksitin suda eriyebilme özelliği, oksijen ve azota nazaran daha fazladır. Volkanlardan, kömür, petrol ve diğer yakıtlardan çıkan karbondioksitle denizlerde eriyerek kalsiyum karbonat olarak dibe çöken karbondioksit oranı 1900’lü senelerde değişme göstermeye başlamıştır. Karbondioksit oranında iki kat artış, atmosfer ısısının 1°C azalmasına sebep olur.
Okyanus ve deniz sularının mavi gözükmesioptik bir hâdisedir. Işık deniz suyuna girince, su molekülleri, ışığı tayfına ayırır ve su mavi gözükür. Bâzan pitoplankton (deniz böcekleri) ve humik asit karışımı, mavi rengi yeşilden sarıya doğru değiştirir. Bâzan da organik ve inorganik madde seviyesi çok olursa, madde cinsine göre denizler renk alır. Kızıldeniz’deki kırmızımtrak renk bundan dolayıdır.
Okyanuslarda hareket: Okyanus hareketlerinde, dünyânın kendi ekseni etrafında dönüşü dikkate alınmalıdır. Dünyânın dönüşü ile ilgili parçalar üzerine etki eden kuvvete koriyolis (coriolis) kuvvet denir. Koriyolis kuvvetin, su içinde askıda duran bir parçaya etkisi yoktur. Parça hareketliyse, parçanın hızına orantılı olarak koriyolis kuvveti etkisini gösterir. Koriyolis kuvvetin etkisi, ekvatorda, sıfır; kuzey yarımkürede sağa doğru; güney yarımkürede sola doğrudur. Kuvvetli rüzgârlar, su yüzeyinde hareket meydana getirir. Koriyolis kuvvet etkisiyle suyun hareketi, rüzgâr yönünden 45° sağa doğru olur. Derine gittikçe bu açı da büyür. Rüzgâr sâhile paralel yönde ise, deniz suları sâhilden içlere doğru çekilir. Boşalan yere dipten su akışı başlar. Okyanuslardaki rüzgâr ve koriyolis kuvvet etkileri, akıntıları meydana getirir. Denizin yükselme ve alçalma miktarlarından akıntı şiddeti hesaplanabilir. Yoğunluğu fazla olan su, okyanusların dibinde yer alır. Antarktika kıtasına yakın okyanus akıntıları yüzeydeki yoğun olmayan suyu okyanus diplerine götürür. Fakat yapılan incelemeler sonucunda bu suyun, okyanus dibindeki yoğun su tabakası ile yine karışmadığı anlaşılmıştır. Akdeniz bölgesinde buharlaşma çok, tatlı su akıntısı az olduğu için su oldukça yoğundur. Antarktika kıtası yakınında su kütlelerinin birbirine karışmama hâdisesi Cebelitarık Boğazının Atlas Okyanusuna açıldığı kısmında ve Kızıldeniz’in Arap Denizine açıldığı kısımda da mevcuttur. Koriyolis kuvveti etkisiyle okyanuslardaki akıntılar kuzey yarımkürede saat yönünde; güney yarımkürede saat yönü tersinde dönerler.
Güneş ışığı tesiriyle ısınan okyanus suları bu ısıyı, akıntılarla dağıtarak telafi ederler. Ekvator bölgelerinde ısınan sular kutuplara doğru taşınır. Okyanus suları ısısı, +25° ile -2°C arasında değişir.
Okyanuslarda hayat: Son asra kadar okyanuslarda 550 metreden sonra hayat olmadığı söyleniyordu. Yapılan incelemelerde 7000 metrede yaşayan canlılar olduğu tespit edilmiştir. Bu canlılar su altı kamerası ile görülmüş ve fotoğrafları çekilmiştir.
Okyanuslarda 60 metre derinliklere kadar bol miktarda yosun tipi bitkiler de mevcuttur. Fotosentez hâdisesiyle yosunları gelişir; denizden karbondioksit ve birçok tuzları, organik karbonları alarak, kalsiyum karbonat ve inorganik karbonlar şeklinde tortular bırakırlar. Okyanuslarda yosunlar o kadar gelişir ki, dağ kümeleri görünümü alırlar. Dağ kümeleri arasında büyük açıklıklar kanyon olarak adlandırılır.
Ayrıca okyanus, kökleri su içinde yüzer vaziyette bitkiler, iskelete ihtiyacı olmayan deniz anaları, dietomlar gibi küçük hücreli organizmalar, muhtelif büyüklükte balık türleri ihtivâ eder. En büyük okyanus organizması, 100 ton ağırlığı bulan balinalardır. Isı iletiminde su, karalardan daha dengeli olduğu için organizmaların yaşamasına daha müsaittir.
Denizlerde yaşayan hayvanlar kendilerine has sesler çıkarırlar. Meselâ istiridyeler bulundukları kayaların üzerinde çok keskin sesler çıkarır. Bu sesler kulakla duyulacak frekanstadır. Yunus balıklarının çıkardığı sesler kulakla duyulamayacak frekanstadır. Yunuslar hedeflerini çok kolay olarak bulma özelliğine sâhip zeki hayvanlardır.
Suyun basıncı, havanın, canlılar üzerine atmosferik basıncından farklı olarak etki eder. Bu fark esâsen deniz canlılarının kendi özelliklerindendir. Dalgıçlar basınçlı hava ile 30 metreye kadar inebilirken, balinalar avlarını bulabilmek için okyanusun 1000 metre derinliklerine kadar dalıp çıkarlar. Denizin hidrostatik basıncına balina uyum sağlar. Hattâ basınç, balinanın dalış ve çıkışını kolaylaştıracak maksatlarda kullanılır.
Okyanuslardaki muhtelif cins balıklar su ısısına göre yer değiştirirler. Okyanuslarda bazan 2 derecelik bir ısı farkı, balık akınlarının yönünü başka taraflara çekebilir. Balıkçılıkta bâzı senelerin verimli bâzı senelerin verimsiz geçmesinde okyanus ısı değişikliklerinin büyük önemi vardır.
Alm. Kraut (n), Pflanze(f); Gras (n); Unkraut (n), Fr. Herbe (f), İng. Grass, herb; weed. Dünyâ vegetasyonunda kültür bitkilerine zararlarından dolayı istenmeyen ve yüksek rekabet gücüne sâhip olan bitkiler. Bağların, bahçelerin, tarlaların, işlenmiş olsun veya olmasın hiç farketmeden çok çeşitli bitkilerle örtüldüğü görülür. Yol kenarları, hava alanları, meydanlar, drenaj kanalları vb. yerlerde bâzı tipik bitkilerin oldukça iyi bir gelişim gösterdikleri dikkati çeker. Bu durum, bitkilerin tabiattaki çıplak alanları örtmek için büyük bir dinamizm içinde olduklarını gösterir. Bu dinamizmin sonucu, çeşitli evrelerden sonra özelliklerini iklimin belirlediği vegetasyonlar oluşur.
Otları tanımlayan özellikler:
a) Kültür bitkileriyle rekâbette onları alt ederler. b) Mücadeleci, kalıcı, c) Yüksek bir çoğalma gücü, kendi büyüklüklerine oranla çok sayıda üreme organına ve vegetatif çoğalma imkânlarına sâhiptirler.
Otların sınıflandırılması: Botanistler, otları, değişik özelliklerini dikkate alarak çeşitli şekillerde sınıflandırmışlardır. Çoğalma şekillerine göre; a) Yalnızca tohumlarıyla, b) Tohum, rizom ve stolonlarıyla, c) Yalnızca yeraltı organlarıyla çoğalanlar.
Morfolojik özelliklerine göre; a) Dar yapraklı olanlar, Cynodon dactylon(köpek dişi ayrığı), b) Geniş yapraklı olanlar Sinapis arvensis (yabânî hardal).
Yaşama süreleri esas alınarak yapılan sınıflamada, otlar üç gruba ayrılmaktadır. a) Tek yıllıklar: Umûmiyetle tohumdan üreyip, büyümekte ve tekrar tohum vererek bir mevsim içinde ölmektedirler. Stelleria media (kuşotu). b) İki yıllıklar: Bunlar, çimlenme ile tohum vermeleri arasında iki yıl gibi bir süreye ihtiyaç gösteren otlardır. Daucus carota (yabânî havuç). c) Çok yıllıklar: Aynı kök sistemiyle, yıldan yıla gelişmelerine devam eden ve aynı zamanda tohumları ile çoğalan otlardır. Convolvulus arvensis (tarla sarmaşığı).
Otlar, kültür bitkileri zirâatında istenmemelerine rağmen, hayvan yemi olarak ve tıpta kullanılmaları bakımından, insanlara birçok faydaları olan bitkilerdir.
Alm. Grosses, prächtiges zelt, Fr.Tente large et bien garnie, İng. Large and luxurious tent. Pâdişâhlara ve beylere mahsus büyük süslü çadır. Farsça çetr. Arapça hayme denilen otağ, Orta Asya Türk devletlerinde bir azamet, Müslüman-Türk devletlerinde ise bayrak ve tuğla berâber hâkimiyet alâmeti olarak telakki edilmiştir. Çin kaynaklarına göre eski Türklerde bayraksız otağ, otağsız bayrak olmazdı. Uygurlarda, hakan çadırlarına “Bayraklı otağ” denilirdi. Bundan, hakanın çadırının aynı zamanda savaş karargâhı olduğu düşünülebilir.
Otağlar renkleriyle de sâhibinin devlet içindeki mertebesini belirtirdi. Göktürk veUygur hakanlarının çadırları, “Altın otağ” olarak adlandırılırdı. Otağlar ayrıca üzerlerini örten keçenin rengine göre ak, boz, kızıl, kara gibi isimler de alırlardı. Hakanın hareminin bulunduğu çadır dâimâ beyaz renkli olurdu. Oğuz Hanın çadırı, kaynaklara göre, her direği altın varakla kaplı ve üzeri yâkut, safir, zümrüt ve fîrûze ile süslenmiştir. Otağlar bir ev büyüklüğünde olup, içerisi perdelerle odalara ayrılmıştı ve bir evde bulunması gereken bölümler mevcuttu. Altınordu Devletinde hakana âit çadır, beyaz renkte ve uzaktan bir tepeyi andırırdı. Divan hânesinin zemini ipek halı döşeli ve ortada hâkanın oturacağı kıymetli taşlarla süslü taht bulunurdu.
Türk hâkanlarının çadırları kubbeli olur ve gök kubbenin yeryüzündeki bir modeli olarak telakki edilirdi. Eski Türk devlet teşkilâtına göre, gökkubbe altında devlet, çadır kubbesi altında ise âilenin mahremiyeti bulunurdu. Eskilerden beri halk arasında kullanılan “çadırını başına yıkmak” deyimiyle, devletin veya âilenin yıkılmasının kasdedilmesi, çadırın Türk kültüründeki mânâsını açıklamaktadır.
Hâkan otağı, maiyet otağları ve diğer kişilerin çadırlarının savaş ve sulh zamânında belirli bir kurulma düzeni vardı. Bu düzen asırlarca bozulmadan devam etti. Kırgızlarda, ortaya hâkan çadırı kurulur, etrâfı çitle çevrilir ve diğer çadırlar bu çitin dışına kurulurdu. Göktürk ve Uygurlarda ise ortada hâkan çadırı bulunur, diğer çadırlar rütbeye göre çadırın etrâfında halka şeklinde dizilirdi.
Otağ-ı hümâyûn ise, Osmanlı Devletinde pâdişâha mahsus çadırlardır. Çetr-i hümâyûn veya renginden dolayı kızıl çadır olarak da kaynaklarda geçmektedir. Türk sanatının en parlak nümûnelerinden olan otağ-ı hümâyûnlar, Orta Asya’dan beri gelen çadır an’anesinin en mükemmel hâlini almış şekilleridir.
Otağ-ı hümâyûn, birbirine geçilebilen birkaç çadırdan meydana gelirdi. Asıl otağ-ı hümâyûn yedi direkli olup, birbirleriyle bağlantılı bu çadırlar grubunun, cepheden üç kubbeli bir görünüşü vardı. Bu üç kubbenin biri pâdişâhın dinlenme ve arz odası olan dîvanhâne, diğeri hamam odası, üçüncü kubbenin altı ise hazîne-i hümâyûnun muhâfaza edildiği kısımdı. Otağ-ı hümâyûn, savaş meydanında veya konak yerindeki yerleşmede merkez noktasını teşkil ederdi. Sefer süresinde otağın muhâfazası, sipâhî ve silahtâr bölüklerinin vazifesiydi. Otağ-ı hümâyûnun çevresindeki birinci sırada altı bölük askerlerinin çadırları, ikinci sırada yeniçerilerin çadırları bulunurdu.
Seferde veya pâdişâh başka bir yere gideceği zaman otağ-ı hümâyûn iki takım olarak tertip edilirdi. Pâdişâh bir konak yerindeyken ikinci otağ, bir sonraki konakta hazır edilirdi. Bir sonraki konak yerine hareket eden otağ-ı hümâyûnun bakımı ve muhâfazası sipâhî bölüklerinden bir subayın emri altında yapılırdı.
Otağ-ı hümâyûnun sefere hazırlanması, yeniçeri ağasının kontrolünde, “otakçıbaşı” tarafından yapılırdı. Sefer tuğlarının dikilmesinden sonra rikab ağaları, İstanbul’da bulunan dergahların şeyhleriyle birlikte Sultanahmed meydanındaki çadır mehterleri ocağında bulunan otağ-ı hümâyûnu, duâ ve ilâhîlerle kaldırıp bâbüssaâde önüne getirirler, burada önceden dikilmiş tuğlarla birlikte yine duâ ve tekbirlerle alıp, sayıları 400-700 arasındaki çadır mehterleri alayıyla, sefer Anadolu yönünde ise Üsküdar, Doğancılar meydanına; Avrupa yönünde ise Davutpaşa sahrâsına kurarlardı. Böylelikle bütün İstanbul halkı seferin nereye olduğunu anlardı. Otağın, konak mahallinin en güzel manzaralı yerine kurulmasına îtinâ edilirdi. Yerin seçilmesi, konakçıbaşının vazifesiydi. Konakçıbaşının rütbesi, beylerbeyi, sancak beyi veya kapıcıbaşı pâyesinde idi. Muhârebe meydanına gelindiğinde, otağ-ı hümâyûnun kurulması esnâsında, orduda bulunan toplar ve yeniçerilerin tüfekleriyle üç defa ateş ederek selamlamaları âdetti. Sefer müddetince, mehterhâne tarafından ikindi nevbeti vurulurken, otağın giriş kapısının perdesi açık tutulur. Burada konakçı ve otakçı nöbet tutarlardı ve nevbet vurulması bittikten sonra mehterhânenin yaptığı duâya katılırlardı.
Pâdişâh otağları pamuk ipliğinden dokunmuş kumaşlarla yapılır ve kırmızı renkte olurdu. Şehzade, vezir ve beylerbeyleri de kırmızı çadır kurabilirlerdi. Ancak, esas kırmızı çadır pâdişâhlara mahsustu.
Nemçe (Avusturya) Seferi esnâsında Kânûnî Sultan Süleyman’ın çadırı kaynaklarda şöyle tasvir edilir: “Çeşit çeşit boyalarla sanatkârâne bir tarzda nakışlarla süslenmiş, yüksek divanhâneli çadırlardan meydana gelmiş otağın zemini, o zamâna kadar görülmemiş tarzda dokunmuş ipek halılar ve kilimlerle döşenmişti.”
Pâdişâhlar sefere bizzât gitmezlerse otağlarını, sefere memur olan serdâr-ı ekreme verirlerdi. Zigetvar Seferi esnâsında Kânûnî SultanSüleyman’ın otağı olan çadır, Sultan Üçüncü Murâd tarafından sefere giden sadrazam ve serdâr-ı ekrem Sinan Paşaya verilmiş, daha sonra da aynı otağ Satırcı Mehmed Paşa tarafından Macaristan Seferi esnâsında kullanılmıştı.
Otağ-ı hümâyûnların dikilmesi ise otağ-geren-ı hassa denilen sanatkârların vazîfesiydi. Bunlar, dört bölük olan çadır mehterlerinden ayrı yedi kişiydiler. Ayrıca hayme-dûzân (çadır dikiciler), nakış-dûzân (nakışçılar) gibi sanatkârlar da otağ imâlinde çalışırlardı.
Alm. Ohrenbrobbe (f), Fr. Otarie (f), İng. Otary. Familyası: İrikulaklıgiller (Otariidae), Yaşadığı yerler: Güney denizlerinde, soğuk bölge kıyılarında ve buzlar üzerinde. Özellikleri: İnce uzun gövdeli, küçük kulaklı olup foka benzer. Sirk oyuncusu olarak evcilleştirilebilir. Ömrü: 25-30 yıl. Çeşitleri: Tek türdür.
Güney yarımkürenin soğuk denizlerinde yaşayan foka benzer bir memeli. Çoğunlukla balık avlayarak beslenir. Sâkin koylar, kayalık adalar ve deniz kıyılarında barınır. Çok iyi yüzer. Falkland Adalarında boldur. Ağırlığı bir tonu bulur. Erkeği, dişilerden daha iri yapılıdır. Yüzgeçleri büyük, kulakları çok küçüktür. Arka yüzgeç ayaklarını öne çevirebildiğinden karada oldukça kolay yol alır. Parlak postu, siyahımtrak tüylüdür. Postları ve yağları için bol miktarda avlanır. Üreme dönemlerinde önce erkekler karaya çıkarak dişileri beklerler. Dişiler için döğüşerek haremler kurarlar. Otari rahatça evcilleştirilerek sirk gösterilerinde kullanılabilir. Burnunun ucunda top, şemsiye gibi cisimleri rahatça dengede tutar. İyi eğitildiğinde davul ve armoni çalabilir. Alkışlanma zamânının geldiğini ön yüzgeçlerini çırparak haber verir. Her oyun sonunda sâhibinden mükâfât olarak bir balık istemeyi unutmaz.
Alm. Autarkie(f), Fr. Autarcie (f), İng. Autarky. Millî ekonominin, ihtiyaçlarını kendi bünyesinde karşılayarak, milletlerarası iktisâdî münâsebetlerini en düşük seviyeye indirmesi. Bir devletin, ekonomik hayâtında kendi kendine yeterli olmaya yönelmesi hâlidir. Otarşide, ekonomi, devletçe ve metodlu olarak milletlerarası iş bölümüne kapalı bir şekilde tatbik olunmaktadır. Bu politika ile dışarıdan ithal edilenlerin yerine bunların aynısı veya ikâme malı memleket dahilinde üretilerek iktisâdî bağımsızlık kısmen veya tamâmen sağlanmaya çalışılır.
Siyâsî ve felsefî sebepler, doktrin baskısı, ambargo konulması, döviz kıtlığı, dış ticâret avantajlarının kaybedilmesi, savaş ve benzeri sebeplerle istiyerek veya mecbûren otarşik ekonomi politikasının tatbikine gidilebilir. Târihte ve günümüzde görülen otarşik denemeler, iktisâdî olmaktan ziyade, siyâsî taassup sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Avrupa’da feodalite devrinde barbar istilâlarından korunmak için tatbik edilen otarşi, iktisâdî zarûretler sebebiyle ortaya çıkmıştır. 1917’den sonra Sovyetler Birliğinde, 1934’ten sonra Nazi Almanyasında ve İkinci Dünyâ Savaşından sonra Arnavutluk’ta tatbik edilen otarşi, siyâsî taassuptan dolayıdır. Sosyalist blok ülkeleri bunu kısmen tatbik etmişlerdir.
Teknolojinin büyük ölçülerde gelişmesi, ihtiyaçların artıp çeşitlenmesi, üretimin, ulaşım ve haberleşme imkânlarının artması, devletlerin karşılıklı olarak birbirlerinin tarım ve sanâyi ürünlerine, ilim ve teknolojisine muhtaç olması gibi sebeplerle, otarşik ekonomi sisteminin tam olarak tatbiki imkânsızdır. İnsanlar gibi devletler de birbirlerine muhtaç olduklarından, otarşik bir ekonomiyle refaha kavuşmak mümkün değildir.