OSMANLI DEVLETİ

On dördüncü asrın başından yirminci asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren dünyâ târihinde şerefli ve en uzun ömürlü bir hanedânın kurduğu devlet. Asr-ı seâdet ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinden sonra Hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen Müslüman Türk Devleti.

Osmanlı kudretinin doğuşu: Anadolu Türklüğünü yeniden birliğe kavuşturan, yayılmasını ve güçlenmesini sağlayan Osmanlı hânedânının ortaya çıkışı meselesi, Batı Anadolu’nun Uç bölgesinde yeni bir Türkiye’nin doğuşu ile sıkı sıkıya bağlıdır. Osmanlı hânedânının mensup bulunduğu Oğuzların sağ kolu olan Günhan kolunun Kayı boyu, dokuzuncu milâdî asırdan îtibâren Selçuklularla beraber Ceyhun Nehrini geçerek İran’a geldi. Rivâyetlere göre Horasan’da Merv ve Mahan tarafına yerleşen Kayılar Moğolların tecâvüzleri üzerine yerlerini bırakarak Âzerbaycan’a ve Doğu Anadolu’ya göç ettiler. Bir rivâyete göre Ahlat’a yerleşen Kayılar oradan Erzurum ve Erzincan’a daha sonra Amasya’ya gelerek oradan Haleb taraflarına göç ettiler. Bir kısmı Caber Kalesi civarında kalırken diğer bir kısmı Çukurova’ya gitti. Çukurova’ya gelenler, daha sonra Erzurum civarında Sürmeliçukur’a vardılar. Aralarında çıkan ihtilaf üzerine bir kısmı asıl yurtlarına dönerken, Ertuğrul ile kardeşi Dündar’ın emrindekiler, bir müddet Sürmeliçukur’da kaldıktan sonra, Moğolların batıya akınları üzerine Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubad’a mürâcaat ederek Karacadağ taraflarındaki Rum hududuna yerleştirildikleri söylenirse de bu, târihî hakikatlere pek uygun düşmemektedir.

Gündüz Alp’i Ertuğrul Gâzinin babası olarak gösteren ve bugün ilim âleminde kabul edilen diğer bir rivâyete göre ise Gündüz Alp’in Ahlat’ta vefâtından sonra oymağın başına geçen oğlu Ertuğrul Gâzi buradan hareketle Erzincan’a ve oradan da Bizans sınırına yakın olmak gâyesiyle Karacadağ mıntıkasına gelmiştir. Muhakkak olan bir şey varsa o da Ertuğrul Gâzi liderliğindeki Kayıların on üçüncü yüzyıl ortalarında Ankara’nın batısında bulunmalarıdır. Sonraları, tahminen 1231 yıllarında, Sultan Alâaddîn’in kendilerine ıkta olarak verdiği Söğüt ve Domaniç’e gelip yerleşmişlerdir.

Diğer taraftan Moğollar, Orta Asya Türklüğünü ve medeniyetini imhâ ederken, istilânın dehşeti karşısında, onların kılıcından kurtulan büyük göçebe kitleleri, şehirli âlim, tâcir, edebiyatçı ve sanatkârlar da Anadolu’ya sığınıyordu. Muhâceret dalgaları Selçuklu hududunda eskiden beri mevcut göçebeler üzerine yeni Türk boylarını birbirine karıştırıyor ve uçlardaki yoğunluğu süratli bir şekilde artırıyordu. Kaynakların kayıt ve tasvirine göre Âzerbaycan ve Arran (Karadağ) ovaları ile vâdileri karıncalar gibi kaynaşıyor ve göç dalgaları buradan Türkiye’ye akıyordu. Böylece Moğollardan kaçan Türkmenler, Anadolu’ya nüfus ve hayâtiyet getiriyor ve siyâsî parçalanmaya rağmen bu memleket, yeni bir kudret kazanıyordu. 1261’den îtibâren Moğol kontrolünün nispeten zayıf bulunduğu ve Türkmen nüfûsunun gittikçe kuvvetlendiği Kızılırmak’ın batısındaki bölgede (Kastamonu-Ankara-Akşehir-Antalya hattının batısında) uç beylikleri ortaya çıktı. Eskişehir, Kütahya, Afyon ve Denizli, Selçuklu-İslâm kültürünün yerleştiği uç merkezleri olarak yükselip Gâzi Türkmenlerin faaliyette bulunduğu en ileri uc bölgesiyle Selçuklu iç bölgesi arasında bir ara bölge haline geldiler. Uc bölgelerinde ortaya çıkan Türkmen beylikleri arasında Konya’ya hâkim olan Karamanoğulları en kuvvetlisi görünüyor ve Selçukluların vârisi olduğunu iddia ediyordu. Batı Anadolu’da Aydınoğulları devrin şartlarına göre mükemmel bir donanma kudretine sâhip bulunuyordu. Göçebe bir kavmin süratle denizci olması ve Adalar (Ege) Denizini alt üst eden gazâlarıyla hayranlık uyandırması şaşılacak bir gelişmeydi. Bu devir Anadolu’sunda yine mühim sayılabilecek bir güce sâhip bulunan Germiyanoğulları, Karesioğulları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları, Hamidoğulları ve Candaroğulları beyliklerinden her biri kendi hesabına yayılma mücâdelesine girişti. Bunlar arasında Söğüt’te kurulan Osmanlı beyliği en mütevazi bir durumda bulunuyordu.

Ertuğrul Bey, tahminen 90 yaşında olduğu halde, 1288’de vefât ettiğinde Osmanlı Beyliği; Karacadağ, Söğüt, Domaniç ve çevresinde 4800 kilometrekarelik mütevâzî bir toprak parçasına sâhipti. (Bkz. Ertuğrul Gâzi). Ertuğrul Beyin vefâtından sonra uçtaki Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla Kayı boyundan olduğu için Osman Bey hepsine baş seçildi. Diğer Anadolu beyleri birbirleriyle uğraşırken Osman Bey, Bizansla mücâdele etti. Bu sâyede 1288’de Selçuklu sultanının gönderdiği hâkimiyet alâmetlerini alan Osman Gâzi böylece kendi nüfuz mıntıkasını ve oradaki reayayı Bizans’a ve komşu beylere karşı koruma mesuliyetini yüklenmiş oldu. Çevresine aldığı Samsa Çavuş, Konuralp, Akçakoca, Aykutalp, Gâzi Abdurrahmân gibi aşiret beyleriyle birlikte fetih hareketini başlatan Osman Gâzi kısa sürede İnönü, Eskişehir, Karacahisar, Yarhisar, İnegöl  ve Bilecik’i zaptetti. Bilecik’in fehti ve Osman Beyin beylik merkezini buraya nakletmesiyle; Anadolu Selçuklularında Moğollara karşı girişilen başarısız Sülemiş isyânı neticesinde Sultan Üçüncü Alâaddîn Keykubad’ın kaçması hemen hemen aynı târihlere rastladı. Bu sebeple Selçuklu Devletinin başsız kalması neticesinde daha serbest hareket etmeye başlayan Osman Gâzi, istiklâlini îlân etti (27 Ocak 1300). Bölgenin ve Bizans’ın içinde bulunduğu durumdan istifâde eden Osman Beyin kuvvetleri Bursa önüne kadar akınlarda bulunuyordu. Lefke, Mekece, Akhisar, Geyve ve Leblebici kalelerinin fethinden sonra Osman Gâzi askerî harekâtın başına oğlu Orhan Gâziyi getirdi (1320). Osman Gâzi bundan sonra ölümüne kadar teşkilât meseleleriyle meşgul oldu (Bkz. Osman Gâzi). 1324 veya 1326’da öldüğü tahmin edilen Osman Bey vefât ettiği sırada Bursa Osmanlıların eline geçti. Bursa’nın zaptından sonra beylik merkezi buraya nakledildi ve şehir yeni binâlarla süslendi. Gerçekte Selçuklunun târihten çekilmesiyle Anadolu bir virâne görünümünde idi. Çünkü Moğolların Anadolu’daki tesiri hâlâ hissediliyordu. Ancak Selçukludan kalan kıymetli hazineler vardı. Bunlar din, dil ve alfabe birliğiydi. Bunun rûhu da gazâ aşkı idi. Osmanlı bunların hepsini kendisinde toplamıştı. Dil, din ve alfabe birliği sâyesinde halk sınır tanımıyordu. Gazâ aşkı ve şehit olma isteği her an Hıristiyanlarla gazâ eden Osmanlı Beyliğine büyük fırsatlar verdi. İşte bu aşk ve şevkle diğer beylerin tebası Osman eline göç etti veya en azından onların muvaffakiyeti için gönülden duâ etti. Âlimler de aynı yolu tâkip ederek, Edebali, Dâvûd-ı Kayseri, Dursun Fâkih gibi büyükler Karaman ülkesinden kalkıp, Osmanlı toprağına kondular ve kültür faaliyetlerini başlattılar.

Orhan Gâzi devrinde Bizans’a karşı kazanılan Pelekanon Muhârebesinden sonra İznik fethedildi (1330). Orhan Gâzinin 1361’e kadar olan hükümdarlığı devresinde Osmanlı Devleti kardeş beyliklerin üzerinde hâkim bir güç hâline geldi. Daha önce Ege ve Rumeli’de Karesi, Saruhan ve Aydınoğulları gazâ hareketinin öncüleri durumunda idiler. Ancak Karesi beyliğinin ilhâkı ve Aydınoğlu Gâzi Umur Beyin Haçlı saldırıları karşısında İzmir Limanını kaybetmesi üzerine bu bölgedeki gazâ liderliği Orhan Gâziye geçti. Bu sırada Bizans’ta başgösteren iç savaş ve Kantakuzen’in Gâzi Beylerle ittifakı Türklerin Rumeli’ye geçişini kolaylaştırdı. Orhan Gâzinin oğlu Süleyman Paşanın destanlara konu olacak mâhiyette gerçekleştirdiği Rumeli’ne geçiş, Türk târihinin en büyük hâdiselerinden biri oldu. Evvela Çimbe Hisarını ele geçiren Süleyman Paşa burayı bir üs olarak kullanmaya başladı. Daha sonra Biga’da topladığı orduyu Güney Marmara kıyısında Kemer limanından gemilerle karşıya naklederek Bolayır’ı zaptetti. Ardından kuvvetlerini iki kola ayırarak bir taraftan Gelibolu’ya öbür yandan da Trakya’ya karşı iki uç kurdu ve muntazam gazâ akınlarına başladı. 1354 yılında Gelibolu’nun zaptı ile bu ilk Rumeli fâtihleri yarımadanın fethini tamamladılar. 1357’de veliaht Süleyman’ın ve ardından Sultan Orhan Gâzinin vefâtları (Bkz. Orhan Gazi). Rumeli’deki fetihlerin bir müddet durmasına sebep oldu ise de Sultan Birinci Murâd (1361-1389) Anadolu’da birliği sağladıktan sonra tekrar Rumeli cihetine yönelerek Osmanlıların Avrupa’da sağlam bir şekilde yerleşmesini sağladı. 1362’de Edirne fethedildi. Haçlı kuvvetlerine karşı 1364’de Sırpsındığı, 1371’de Çirmen zaferleri kazanıldı. Bu fetih ve zaferlerin sonunda Osmanlılar katî olarak Avrupa’da yerleştiler ve tesir sâhaları bütün Balkanları içine alan bir genişliğe erişti. Bulgaristan ve Sırbistan Osmanlıları metbu olarak tanıdı. Osmanlı kuvvetleri, üç koldan harekâta devamla Kuzey Makedonya, Niş, Manastır, Sofya ve Ohri’yi aldılar. Diğer taraftan Anadolu’da Türk birliğinin sağlanması için mücâdele veriliyordu. Hamidoğulları Beyliğinden Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç, Şarkikaraağaç ve Germiyanoğullarından da Kütahya, Tavşanlı, Emet, Simav ve çevresinin Osmanlılara geçmesi, Karaman-Osmanlı münâsebetlerini gerginleştirdi. Çok geçmeden de iki devlet arasında harp çıktı. Ancak Karaman kuvvetlerini bozguna uğratan Osmanlılar bir müddet için bu beyliğin saldırılarından emin oldular. Öte yandan Osmanlıları Balkanlardan atmak üzere, Sırp, Bosna, Macar, Ulah, Arnavut, Leh ve Çek kuvvetlerinden oluşturulan büyük Haçlı kuvvetlerinin, 20 Haziran 1389’da Kosova’da yok edilmesi târihe, örnek imhâ hareketlerinden biri olarak geçti. Türk târihinin mühim hâdiselerinden biri olan Kosova Meydan Muhârebesi, Doğu Avrupa’nın mukadderâtını da tâyin etti. Balkan Yarımadasını asırlar boyunca Türk hâkimiyeti altına koyan bu zafer sonunda, Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr bir Sırplı tarafından şehit edildi. (Bkz. Murâd Han-I)

Ertuğrul Gâzinin oğlu Osman Gâziye bıraktığı 4800 kilometrekarelik beylik 43 yıl içinde 3 mislinden daha fazla büyüyerek 16.000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gâzi ise babasından devraldığı devletini 6 kat daha büyüterek 95 bin kilometrekareye çıkardı. Nihâyet Murâd-ı Hüdâvendigâr 1361-1389 yılları arasında devletini beş misli daha büyüterek 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşiretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti imparatorluğa hazırlanıyordu ve gâyesini de çizmişti.

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim

Muhammeddir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdetten

Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd-ü ictihâdız kim

Cihângîrâne bir devlet çıkardık bir aşiretten. 

Gerçekten de bir aşiretten cihangir bir imparatorluğa giden yolda Osmanlı hânedan mensuplarının kudret kaynakları incelenecek olursa devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim, Fransız târihçisi Grengur da “Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir” demektedir.

1. Osman Gâzî ve haleflerinin gerçekleştirdiği fetihler Anadolu halkı için yeni bir gazâ ve yerleşme sâhaları açmakta idi. Osmanlıların dâimî olarak cihadla meşgul olduğunu gören Anadolu’da yiğit ve savaşçı gâziler gittikçe artan bir sayıda Rumeli uclarına intikal ediyordu.

2. Samsa Çavuş, Konur Alp, Akçakoca, Aykut Alp, Gâzi Abdurrahman, Hacı İlbeyi ve Evranos Gâzi gibi hareket serbestisi olan, emirlerin idâresinde toplanan kuvvetler, devamlı taarruz ve ilerlemeyle yeni hatlara yerleşiyorlar ve akınlar devam ediyordu.

3. Fethedilen bölgelere, Anadolu’dan göçen yörük ve köylü kitleleri, alp-erenler, dervişler, ahîler öncülük etmekteydiler. Onlar gâzîlerin yanında hattâ bazan ilerisinde zâviyeler kurarak sonradan gelen köylüler için tutunma ve toplanma merkezleri meydana getiriyorlardı.

4. Anadolu’dan gelen fakir köylülerle ırgatlar, zâviye etrâfında ekseriyâ derviş adı altında, bâzı yükümlülüklerden muaf olarak toprağı işlemekte ve bir Türk köyünün doğmasına yol açmakta idiler. Nitekim Trakya’da köy adlarının büyük çoğunluğu bu gibi derviş, şeyh veya fakihlerin isimlerini bugün bile taşımaktadır.

5. Osmanlı fetihleri yalnız kılıçla değil, daha çok istimâlet denilen uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika netîcesinde gerçekleşmekteydi. Osmanlı idâresinin İslâm şerîat hükümleri çerçevesinde gayr-i müslimlere can ve mal güvenliğiyle dinlerinde serbestlik tanıması, onların gitgide İslâmiyetle şereflenmelerine yol açıyordu. Yine bu durumun neticesi olarak çok defâ, geniş bölgeler, şehir ve kasabalar kendiliğinden Osmanlı hâkimiyetini tanımakta idiler.

6. Osmanlılar Anadolu’da Hıristiyan varlıklarını ve idâre tarzlarını bozmayarak onları kendi nüfuzları altına aldılar. Bu müsâdeyi Rumeli’de daha geniş sûrette ve onların eski varlıklarını muhâfaza etmek üzere tatbik ettiler. Baştan başa Hıristiyanlarla meskûn olan Balkan Yarımadası halkı kısa zaman içinde bu tarzdaki âdilâne hareket ve idârî siyâsetteki incelik sâyesinde İslâmiyeti seçti.

7. Balkanlarda Bizans İmparatorluğunun bozulmuş olan idâre tarzı neticesinde, ağır ve keyfî vergiler, soygunlar ve asâyişsizlik yayılmıştı. Buna mukâbil Türklerin disiplinli hareketleri, feth edilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan uzak bir siyâset tâkip etmeleri, vergilerin tebaanın ödeyebileceği şekilde tertip edilmiş olması ve bilhassa mutaassıp Ortodoks olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin buralardaki unsurların dînî ve vicdânî hislerine hürmet göstermeleri, Balkanlıların Katolik tazyikine karşı Osmanlı idâresini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep oldu.

8. Osmanlı fetihlerinin en bâriz vasfı gelişigüzel, sergüzeşt ve çapul şeklinde değil, bir program altında şuurlu bir yerleşme hâlinde tecelli etmiş olmasındandır. Bu da fethedilen yerlerdeki halkın hoşnutluğuna ve yeni idâreden memnun olmalarına yol açtı. Fetih programının esaslarından biri de yeni elde edilen stratejik yerlere, büyük ve mühim şehir ve kasabalara Anadolu’dan göçmenler getirilerek yerleştirmek sûretiyle muhtelif kısımlara ayrılıp şehir ve kasabalarda derhal ilmî ve ictimâî müesseseler vücûda getirilmiştir.

9. Nihâyet Balkan fetihlerinin gelişmesinde ve istikrarında, asırlarca evvel Balkanlara gelerek yerleşen ve daha sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan fakat Türklüğünü unutmayan Peçenek, Kuman, Gagavuzlar ile Vardarların da etkili olmaları ihtimâl dâhilindedir.

Osmanlı Beyliği daha kurulduğu andan îtibâren askerî, adlî ve mâlî teşkilâtla işe başladı. Bilhassa askerî işlere fazla ehemmiyet verilerek muvaffakiyetin sebepleri hazırlandı. Fakat bu zâhirî kudret tamâmen ayrı dinde olan yabancı bir bölgede yâni Balkanlarda yayılma ve yerleşme için kâfi değildi. Ancak bu iş daha çok mânevî ve rûhî sebeplere öylesine göz kamaştırıcı bir hızla ve şuurlu bir biçimde oldu ki, bugün dahi düşünenleri hayretler içinde bırakmakta ve 20. asırda dahi misli görülmemiş bu hareket, dün olduğu gibi bugün de yerli yabancı nesillerin hayranlığını çekmektedir. Nitekim zamânın târihçi, düşünür ve ilim adamları bu hususta şunları söylemektedirler:

“.... Osmanlıların hoşgörüleri, ister siyâset, ister hâlis insaniyet neticesiyle meydana gelmiş olsun, Osmanlıların yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken dîni, hürriyet ilkesinin siyâsetinin temel taşı olarak kabul eden ilk millet olduğu îtiraz kabul etmez bir durumdur. Hıristiyan dünyâsındaki arası kesilmeyen Yahûdi ta’zibâtı ve engizisyona rağmen, muâvenet mesuliyeti lekesini taşıyan asırlar esnâsında Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idâresi altında ahenk ve vifak, uygunluk, içerisinde yaşıyorlardı...” (Gibbons).

“.... Kur’ân-ı kerîmi tanıyanların zihnine ve hâfızasına nakşedilmiş olan prensipler, onları yeryüzündeki insanların en insâniyetlisi en hayırseveri hâline getirmiştir. Bütün bu faziletlere rağmen Ecnebilerin (Avrupalıların) barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşlarına göre hüküm vermesinden ileri gelir. Gerçekten Müslümanlar canlarını esirgemeden savaşırlar, düşmanları aynı zamanda dinlerinin de düşmanıdır. Bu şecâat Türklere sâdece dinlerinden değil, aynı zamanda millî karakterlerinden gelir. Ama bir milletin gerçek karakteri savaş alanının silah gürültüleri arasında tâyin edilemez. Türkleri gerçekten tanımak isteyenler, onların faziletlerini değerlendirmeli, törelerin karakter ve fiillerindeki tesirlerini muhâkeme etmeli, onları barış zamânındaki örf ve âdetleri içinde incelemelidir. Filhakika Türkler, savaşta ne kadar sert, ne kadar mağrûr ve yırtıcı iseler, barışta da o kadar sâkindirler. En büyük kahramanlıkları gösteren, gözlerini kırpmadan ateşe atılan bu insanlar, günlük hayatlarına döndükleri zaman gerçek karakterlerini alırlar. O zaman onların beşerî duygularla dolu hayırsever kimseler olduğu anlaşılır.

Bu duygu bütün Türklere şâmildir. Hepsinin de rûhuna öylesine derin bir şekilde işlemiştir ki, savaşta birer cesâret timsali olan bu kimseler, barışta fakir babası, düşkünün dostu olurlar. İçlerinde en kötüsü en hasisi bile yine de bir vazife olarak iyilik etmekten çekinmez....” (D’ohsson).

Netice olarak Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezada müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletler arası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkil etti. Osmanlı Devleti ve sultanlarının dâvâları da kendi tâbirleri ile “Nizâm-ı âlem” üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hakimiyeti düşüncesine dayanıyordu.

Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Bu büyük siyâsî varlık, eski ve yeni devletlerden farklı olarak, ne dışta istilâ tehdîdlerine ve ne de içeride çeşitli ırk, din, mezhep mensupları ve grupların huzursuzluk endişelerine mâruz bulunuyordu. Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuur ve uyanış yanında asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu. Şeyh ve evliyânın himmetleri ile yükselen gazâ rûhu, küçük Söğüt kasabasından Bursa’ya ve bu medeniyet merkezinden de Rumeli’ne yayılıyordu. Bu arada Osmanlı Devletinin kuruluş ve cihâd rûhunun yükselişinde tasavvuf da büyük kudret kaynağı idi. Gerçekten de Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükselişinde tasavvuf tarîkatleri, şeyhler, velîler ve dervişler birinci derecede rol oynamıştır. Osman Gâzi ve haleflerinin etrâfı din adamları ve evliyâ ile dolmuş ve daha ilk günden Osmanlı akınları gazâ mâhiyetini almıştır.

Nitekim Osman Gâzi, dâmâdı olduğu büyük tasavvuf âlimi Şeyh Edebâlî’ye intisâb ederek her hususta onunla istişârede bulunurdu (Bkz. Edebâlî). Kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultanlarına da İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tasviye etti. Osman Gâzinin bütün Osmanlı sultanlarının bir anayasa olarak kabul ettikleri ve uyguladıkları, vasiyetnâmesinin özü şu şekildedir.

“Allahü tâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerî’at ulemâsından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana, itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya ri’âyet eyle ki, şerî’at işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurûr getirip, şerî’at ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur. Ve maksâdımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum!”

İmparatorluğa Doğru (1389-1451)

Sultan Murâd Hüdâvendigâr’ın şehit olması üzerine cesâreti ve savaş ânında fevkalâde süratli hareketi yüzünden “Yıldırım” lakabıyla anılan oğlu Bâyezîd Han tahta çıktı. 1390 ve 91’de iki defâ Anadolu Seferine  çıkan Yıldırım Bâyezîd, Saruhan, Germiyan, Menteşe, Aydın, Teke ve Hamidoğullarının topraklarını sınırlarına kattı. Karamanoğulları arâzisinin büyük bölümünü alırken beyliğe dokunmadı. 1391’de Eflak Seferine çıktı. Eflak ordusunu mağlup ettikten sonra Osmanlı ordusu Tuna’nın öbür yakasına geçti. Selanik alındı. Mora üzerine giden akıncı kolları sınırı hızla genişletirlerken Macar Kralı Sigismund emrindeki Haçlılar Niğbolu önlerine geldiler. Haçlıların gâyesi Osmanlı Türkünü Avrupa’dan hatta Anadolu’dan atarak Kudüs Krallığını yeniden kurmaktı. Ancak Avrupa’nın irili ufaklı bütün milletlerinin Kudüs’e kadar uzanan yolda daha ilk ciddî imtihanı vermek üzere Niğbolu’ya saldırdıkları sırada Bâyezîd Han harekete geçti. Niğbolu muhârebesi sonunda Haçlıların zâyiatı 100 bin ölü ve 10 bin esir oldu. Niğbolu Muhârebesinde Türkleri ilk defâ tanıyan ve Yıldırım’ın kumandanlığına ve kahramanlığına hayran olan Korkusuz Jean, esâretten kurtulursa bir daha Türklere karşı kılıç çekmeyeceğine yemin etmişti. Buna karşılık Yıldırım Bâyezîd Han; “Bir daha benim aleyhimde silah kullanmamak için yaptığınız yemini size iâde ediyor, sizi silahlarınızı elinize almaya ve bütün Hıristiyanları bize karşı toplamağa dâvet ediyorum. Bu sûretle bana yeni zaferlerle şan ve şeref kazandıracaksınız.” diyerek kendi kudret ve cihâd düşüncesini ortaya koyuyordu. (Bkz. Niğbolu Meydan Muhârebesi)

Niğbolu Zaferinin en önemli sonucu Bizans için bütün ümit kapılarının kapanmış olmasıydı. Artık Avrupa’dan hiçbir yardımın gelmesi beklenemezdi. Bundan sonra Yunanistan’a sefer düzenleyen Yıldırım Bâyezîd, Atina ve Mora’yı aldı. Hazret-i Peygamberin müjdesine kavuşmak üzere İstanbul’u iki defâ sıkı bir kuşatma altına aldı ise de bunlardan birincisine Niğbolu Seferi, ikincisine ise Tîmûr Han mâni oldu. Fakat Hıristiyan batıya gâlip gelen Osmanlılar kendileri gibi Türk ve İslâm olan doğuya mağlup oldular. Kendisini Cengiz’in mîrasçısı olarak gören ve Cengiz İmparatorluğu topraklarının tamâmına hâkim bir İslâm devleti kurmak isteyen Tîmûr, Altınordu Hanlığı gibi Ankara civârında 20 Temmuz 1402’de Osmanlı Devletine de büyük bir darbe vurdu ve Anadolu’yu tekrar parçaladı (Bkz. Ankara Savaşı). Bu yenilginin sebepleri arasında karşı tarafın da askerlik fenni ve yiğitlik bakımından bu taraftaki Türk’e eşit olması yanında Osmanlıların o sırada henüz Anadolu’da birliği sağlayamamış olmalarının rolü büyüktü. Anadolu beyliklerine son verilmişse de beylik yapısı tam olarak ortadan kaldırılamamıştı. Bununla beraber Tîmûr’un devleti onun ölümüyle dağılacak fakat Osmanlıların kurduğu devlet aradan on yıl geçtikten sonra bütün şevket ve azametiyle devam edecektir.

Yıldırım Bâyezîd’in Ankara Muhârebesinde esir düşmesi ve çok geçmeden de esaret hayâtına dayanamayarak kederinden vefât etmesi (Bkz. Yıldırım Bâyezîd Han) üzerine (Mart 1403) şehzâdeleri arasında taht kavgaları başladı. (Bkz. Fetret Devri). 1403’ten 1413 yılına kadar devam eden ve fetret devri denilen bu süre sonunda kardeşleri Îsâ, Mûsâ ve Süleyman çelebilere gâlip gelen Mehmed Çelebi, Osmanlıları tekrar bir idâre altında toplamaya muvaffak oldu. 1413-1421 yılları arasında tek başına Osmanlı tahtını temsil eden Sultan Çelebi Mehmed, giriştiği muhârebelere bizzat katılmakla meşhur oldu. Bu muhârebelerde yara alan Pâdişâh, azimli, cesâretli, dirâyetli ve kadirşinâstı. Zamânında affetmesini ve kalp kazanmasını bilirdi. Aydınoğulları; Candaroğulları ve Karamanoğullarını itâat altına aldı. Fetret devrinde elden çıkan Rumeli’deki toprakların büyük bölümüne yeniden sâhip oldu. Şeyh Bedreddin ve Mustafa Çelebi isyanlarını bastırdı. 35 yaş gibi devletine en verimli olabileceği çağda kalp krizinden vefât etti (1421). Sultan Çelebi Mehmed, oğlu İkinci Murâd’a âdetâ yeniden kurarak sağlam temellere oturttuğu bir devlet bıraktı. Bu sebeple kendisi, devletin ikinci kurucusu olarak bilindi. (Bkz. Çelebi Mehmed)

Kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murâd Han, 1430’da Selanik ve Yanya’yı fethetti. Varna ve Kosova’da Haçlılara karşı giriştiği mücâdelede Türk târihine altın harflerle geçen iki büyük zafer kazandırdı. Sırp despotluğunu ortadan kaldırdı. Kazandığı zaferler ve fetihler neticesinde devleti her zamankinden daha kuvvetli bir hâle getirdiği gibi İstanbul’un fethini de yakın bir imkân hâline soktu. Bu hükümdâr devrinde Osmanlı merkezi ilmin ve kültürün de merkezi oldu. Beyliklerdeki kültür faaliyetleri Osmanlı payitahtına taşındı ve her sâhada pekçok eser yazıldı. Bilindiği kadarı ile Osmanlı hükümdarları içinde adına en çok eser yazılan, Türkçecilik cereyânını destekleyen, âlimlere ve tarîkat ehline hürmet gösteren bu pâdişâh, tezkirelerdeki kayıtlara göre şâir pâdişâhların da ilkidir.

Ayrıca gâzi ve âdil Sultan Murâd Han geride her yönüyle sağlam temellere oturmuş kudretli bir devlet bıraktı. 1451 yılında vefât etti.

1402-1413 yılları arasında şehzâdeler arası saltanat mücâdelelerinin hüküm sürdüğü fetret devri bir yana, Sultan Yıldırım Bâyezîd’in tahta çıkmasından Sultan İkinci Murâd Hanın vefâtına kadar geçen zaman (1389-1451), Osmanlı İmparatorluk temellerinin atıldığı bir devir olarak göze çarpar. Osmanlı Devletinin Tîmûr darbesine mâruz kalmasına ve bölünüp parçalanmasına rağmen 50 yıl içerisinde bir imparatorluk hâline gelmesinin sebepleri şunlardır:

1. Daha önce Osman, Orhan ve Murâd-ı Hüdâvendigâr gâzilerde görüldüğü gibi devleti idâre edecek olan şehzâdelerin yetiştirilmesine fevkalâde dikkat gösterilmesi. Ayrıca devrin en yüksek âlimlerinden din ve fen derslerini alan şehzâdelerin, aynı zamanda savaşlara katılıp askerlik ve kumandanlık vasıflarını geliştirerek, babalarının yerini tutacak değere ulaşmaları.

Nitekim babasıyla birlikte Rumeli ve Anadolu’daki bütün savaşlara katılan Yıldırım Bâyezîd’in hükümdâr olduktan sonra da ömrü İslâmiyeti yaymak için geçti. Batılı târihçiler onun için “Yıldırım Bâyezîd bütün târihin en büyük kumandanlarından biridir” (Benoist) ve “Yıldırım’ın dünyâ hâkimiyetine doğru gittiğini görüyoruz. Ülkesinde demir bir disiplin, mükemmel bir nizam ve âsâyiş mevcuttur.” (Lorga) demektedirler. Gerçekten Yıldırım’ın 13 yıl gibi kısa bir zamanda babasından devraldığı 500.000 kilometrekarelik ülkeyi 942.000 kilometrekareye ulaştırması onun büyük bir kumandan olduğunu göstermektedir.

Yıldırım Bayezîd Hanın Ankara Muhârebesi sırasında vaziyetin kötüye gittiği bir sırada Tîmûr kuvvetleri üzerine kasırga gibi atılan bir birliğe gözü takılır ve yanındaki kumandanlara; “Kimdir bu gelenler?” diye sorar. Yanındakiler; “Pâdişâhım, bunlar oğlunuz Şehzâde Mehmed’in kuvvetleridir.” derler. Bunun üzerine Yıldırım; “Berhudâr olsun. Kader hükmünü nasıl olsa icrâ edecek. Benim tahtım ona yâdigâr olsun. Onda, parçalanacak Osmanlı ülkesini birleştirecek cevheri görüyorum.” demiştir.

Gerçekten de Bâyezîd’in 14 yaşındaki en küçük oğlu Şehzâde Çelebi Mehmed, Amasya’da saltanatını îlân edecek ve ağabeylerine karşı giriştiği mücâdeleyi kazanıp Osmanlı birliğini sağlayacak ve oğluna güçlü bir devlet bırakacaktır. Memleketi ve milleti bunca belâdan, fitneden, düşman tehlikesinden ancak parlak bir zekâ, yüksek bir kâbiliyet ve karakter kurtarabilirdi. İşte bütün bunlar Şehzâde Mehmed’de henüz daha 14 yaşındayken toplanmıştı. Târihçiler onu; “Birinci Mehmed, kerîm, halîm ve fevkalâde kuvvete mâlikti.” yine; “Çelebi Mehmed, cömert, dostlarına dost, din ve devlet düşmanlarına karşı gâyet şedid idi.” cümleleriyle tavsif etmektedirler.

Sultan Çelebi Mehmed’in ölümü ile, henüz 18 yaşında Osmanlı tahtına çıkan oğlu Şehzâde Murâd saltanatın başında devleti parçalayabilecek gâileler (amcası Çelebi Mustafa ve kardeşi Küçük Mustafa Çelebi hâdiseleri) ile karşı karşıya kaldı. Ancak o, devlet üzerinden bu tehlikeleri bertaraf ettiği gibi gerçekleştirdiği fetihlerle imparatorluğun temellerini atmaya muvaffak oldu. Yetişmesine fevkalâde dikkat ve ihtimam gösterdiği ve Hacı Bayram-ı Velî’den İstanbul’u fethedeceği müjdesini aldığı oğlu Şehzâde Mehmed’i idâresini görmek için 13 yaşında tahta çıkardı. Osmanlı tahtında çocuk bir pâdişâhın bulunmasını fırsat bilerek bütün kuvvetlerini birleştiren Avrupa, Türkler üzerine yürürken baba ile oğul sultan arasındaki şu yazışmalar târihe geçti. Oğlu Mehmed’in ordunun başına geçmesi çağrısını, Murâd Han reddetti ve devleti, milleti korumanın onun görevi olduğunu söyledi. Bunun üzerine Şehzâde Mehmed, babasına; “Eğer pâdişâh biz isek size emrediyoruz, gelip ordunun başına geçin! Yok siz iseniz gelip devletinizi müdâfaa edin!” şeklinde hitâb ederek ordunun başına geçmesini sağladı. Varna’da düşmanı bozguna uğrattıktan sonra; kendisini tebrik edenlere; “Zafer oğlumuz Mehmed Hanındır. Biz onun emrinde bir kumandanız.” şeklinde verdiği cevap pek mânidardır.

Görüldüğü üzere Osmanlı şehzâdeleri 13-14 yaşlarına geldiklerinde bir imparatorluğu idâre edecek her türlü bilgi ve kâbiliyete sâhip bulunuyorlardı.

2. Tîmûr fırtınasına uğrayan Osmanlı-Türk Devleti târihte Fetret devri diye anılan ve 12 sene devam eden şehzâdeler kavgasına sahne olduktan sonra daha sağlam bir şekilde yayılmaya ve yükselmeye başladı. Bu durum Osmanlı Devletinin bir cihan hâkimiyetine doğru sağlam temeller üzerinde kurulduğunu ve teşkilâtlandığını göstermektedir.

Osmanlı İmparatorluğunun kudret kaynaklarından en önemlisi hiç şüphesiz merkeziyetçi bir devlet oluşu idi. Osmanlılardan önceki Türk kağan ve sultanları devleti hânedânın müşterek malı kabul ettikleri için hânedâna mensup şehzâde ve beyler arasında saltanat mücâdeleleri eksik olmuyordu. Her ne kadar âilenin en büyüğü ulu bey ünvanıyla merkezde oturuyor ve devletin diğer bölgelerinde hüküm sürenler ona bağlı bulunuyorlar ise de, bu gibi durumlarda devletin birliği ancak kudretli şahsiyetler sâyesinde devam edebiliyordu. Devlet merkezinde en küçük bir zaafın vukû bulması durumunda eyâletlerdeki şehzâdeler veya kudretli beyler derhal istiklal mücâdelesine girişiyorlardı.

Türk târihinde ilk defâ olarak, Osmanlıların merkeziyetçi bir devlet sistemiyle meydana çıkması büyük bir siyâsî inkılâb oldu. Osmanlı hânedanı, diğer Anadolu beyleri gibi, menşeî göçebe olduğu ve millî ananeleri muhâfaza ettiği halde, devletin taksim edilmez mukaddes bir varlık olduğunu kavramış, sağlam ve istikrarlı bir devlet cihazı vücûda getirmeğe muvaffak olmuştu. Rivâyete göre Osman Gâzi ölünce Orhan Gâzi hükümdarlığı kardeşi Alâaddin Paşaya teklif eder. Fakat Alâaddin Paşa “Gel kardaş ataların duâsı ve himmeti senünledür. Anunçün kendü zamânunda seni askere koşdılar... ve hem bu azîzler dahi bunu kabul itdiler.” cevâbıyla hâkimiyeti daha layık olan Orhan Gâziye bıraktı. Böylece Osmanlı Beyliği daha kuruluşunda bir saltanat mücâdelesinden, taksim ve sarsıntıdan kurtulmuş oldu.

Ancak Birinci Murâd Anadolu’da meşgulken Rumeli kuvvetlerinin başında bulunan Şehzâde Savcı, babasına karşı tehlikeli bir harekete girişti. Onun Bizans Prensi Andronikos’la birleşmesi bir ibret dersi oldu. “Fitne kıtalden daha şiddetlidir.” düşüncesiyle hareket eden Murâd Han oğlunu öldürttü ve böylece Osmanlı târihinde ilk şehzâde katli hâdisesi meydana geldi. Mücâhid ve âdil pâdişâh Murâd-ı Hüdâvendigâr şehit olunca yerine geçen Yıldırım Bâyezîd de, aynı düşüncenin mahsulü olarak kardeşi Yâkub Çelebi’yi bertaraf etti. Fâtih Sultan Mehmed ise, bir saltanat endişesi ve rakibi bulunmadığı halde, kendi adını taşıyan kânunnâmeye; “Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdür. Ekseri ulemâ dahi tecviz itmişdür; anunla âmil olalar.” maddesini koyarken, âlemin nizâmı ve devletin kudsiyeti gâyesini düşünmüş ve Osmanlılara âit bir zarûreti ve örfü kânunlaştırmıştır. Pâdişâh olmak düşüncesiyle hareket eden şehzâdeler kendilerini en iyi şekilde hazırlıyorlardı. On altıncı yüzyılın başlarından îtibâren bu düşünce terk edilince, şehzâdeler vezirlerdeki fikir ayrılıklarına göre yönlendirildiler. Sultan Birinci Mustafa tahtı istemediği halde pâdişâh oldu. Sultan İkinci Osman bu ayrılıklar sebebiyle öldürüldü. Bu durum Sultan Abdülaziz’in ölümüne kadar gidecek ve Osmanlı Devletinde vezirler hâkimiyeti ortaya çıkacaktır. Gerçekte şehzâdenin şehzâde ile değil de vezirlerle mücâdelesi de devlet için bir bahtsızlık olmuştur.

Pâdişâhlar ve âlimler gibi halk da, nizâm-ı âlem düşüncesi, din ve devletin bekâsı kaygısı ile  zarûret hâlinde kardeş katlini tasvip ediyordu. Kânûnî devrinde Türkiye’ye gelen İmparator Ferdinand’ın elçisi Busbecq; “Müslümanlar, Osmanlı hânedânı sâyesinde ayakta duruyorlar. Hânedân yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hânedânın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlâttan daha mühimdir.” kanâatının yaygın bulunduğunu bildirmektedir. Tîmûr’un oğlu Şahruh’un Çelebi Sultan Mehmed’e yazdığı bir mektupta; “Süleymân Bey ve Îsâ Bey ile mücâdele ettiğinizi ve Osmanlı töresince onları bu fâni dünyâdan uzaklaştırdığınız haberini aldık. Ama birâderler arasında bu usul İlhânî töresine münâsip değildir.” sözüne karşılık Çelebi Mehmed; “Osmanlı Pâdişâhları başlangıçtan beri tecrübeyi kendilerine rehber yapmışlar ve saltanatta ortaklığı kabul etmemişlerdir. On derviş bir kilim üzerinde uyur. Lâkin iki pâdişâh bir iklime sığmaz. Zîrâ etrafta din ve devlet düşmanları fırsat beklemektedir. Nitekim mâlum-ı alîleridir ki, pederinizin arkasından (Ankara Savaşı) kafirler fırsat buldu. Selanik ve başka beldeler Müslümanların elinden çıktı.” diyerek cevap vermiştir.

Yine Cem Sultanın ülkeyi paylaşma teklifine karşı İkinci Bâyezîd’in “Bu kişver-i Rûm bir Ser-i Pûşîde-i arus-i pür nâmustur ki, iki dâmâd hutbesinde tâb götürmez” (Osmanlı Devleti öyle bir başı örtülü nâmuslu bir gelindir ki, iki dâmâdın talebine tahammül edemez) cevâbı Osmanlıların nizâm-ı âlem mefkûresine bağlılıklarını göstermektedir. Bâyezîd Han bu cevâbıyla saltanatı nâmusun timsali olan geline benzetmiş, taksim edilemeyeceğine dâir nâmus ve kudsiyet duygularını belirtmiştir. Bu ifâde sonraları “Arus-ı saltanat taksim kabul etmez” şeklini alarak ata sözü şeklini almıştır.

3. Osmanlı merkeziyetçi devlet sisteminde ikinci önemli husus timar sistemidir. Büyük Selçuklular geniş askerî iktaları kendilerine bağlı Türkmen beylerine veya sarayda yetişen köle kumandanlara veriyorlardı. Ancak bu Türk kumandanları, devletin zayıflamasıyla birlikte, kudretleri artan Selçuklu İmparatorluğu içinde yeni devletler ve atabeylikler meydana çıkarıyor böylece devlet kısa bir süre sonra üç beş parçaya bölünebiliyordu. Osmanlılar ise, Selçuklulardan mîras aldıkları bu mîri toprak rejimini çok daha ileri ve mâhirâne metodlarla kemâle erdirdiler. Bunun üzerine kurulan timar (ikta) usûlü Osmanlı ordusunun temeli olurken, Türk askerleri (Sipâhiler) sancak beylerinin emrinde fakat pâdişâha bağlı bir durumda idiler. Zîrâ askerlerin mâişetlerini sağlayan timarları ve sancak beylerinin zeametleri de pâdişâh tarafından veriliyordu (Bkz. Timar). İşte büyük Osmanlı ordusunun esasını bu timarlı askerler teşkil ediyor ve merkezdeki yeniçeriler ancak 10.000-20.000 arasında değişiyordu. (Bkz. Yeniçeriler)

Diğer taraftan köylüler arasında timar sisteminin meydana çıkardığı huzur ve ahengi, şehirde sanâyi, ticârî ve iktisâdî faaliyetleri tanzim eden esnaf teşekkülleri sağlıyordu. Ahilik adı verilen teşkilatlar sâyesinde şehir esnafı ve halkı devletin hiç bir tesiri olmadan kendi kendisini idâre ediyor, en küçük bir meslekî suistimal, yolsuzluk ve ananeye aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu. (Bkz. Ahîlik)

4. Cihan hâkimiyeti ve dünyâ nizamı dâvâsını gâye edinen Osmanlılar hukuk sahasında da yüksek bir seviyeye ulaşmışlardı. İslâm dîni ve şerîate bağlılıkta hiçbir kusur işlemeyen Osmanlılar, hudutsuz İmparatorluk ülkesinde yaşayan çeşitli kavim, din, kültür ve örflere sâhip toplulukları idârede aslâ İslâm hukûkuna aykırı hareket etmiyor, çıkardıkları kânun ve fetvâlarla imparatorluk nizamını sağlıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğuna kudret, istikrar ve uzun bir ömür veren unsurlardan biri hukukî anlayış ve nizâm idi. Bu sebeple Osmanlılarda çok kuvvetli olan kânun ve nizam şuuru, devlet gibi mukaddesti. Bu hususta yabancı seyyah ve elçilerin müşâhedeleri ve eserleri hayranlık verici misallerle doludur. Osmanlı hukuk ve kânun nizamına bağlılıkta birinci vazife, pâdişâhlara âit olup, bunlar şerîate aykırı en küçük bir tasarrufta bulunamazlardı. Neticede bu gâzi ve muhteşem pâdişâhlar, millî ve İslâmî mefkûreleri, yüksek zekâ ve enerjileri, din ve devlet mülk ve millet uğrunda sonsuz fedâkarlıkları, adâletleri, tevâzuları, basîretli siyâsetleri, büyük din ve devlet adamlarını, büyük dâvâ istikâmetinde toplamaları sâyesinde sağlam bir devlet kurdular. Bu durumda normal veya zayıf pâdişâhlar zamânında bile bu yüksek devlet makinası asırlarca hayâtiyetini devam etttirmiştir. (Bkz. Pâdişah)

Cihan Hâkimiyeti Devresi (1451-1574)

“İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ve ordu ne mükemmel insanlardır.”

Peygamber efendimizin 800 küsur sene önce verdiği ilahî müjde, 29 Mayıs 1453 günü tahakkuk etti. Bu durumda 1000 yıllık Şarkî Roma (Bizans) târihe karışıyordu. Fâtih Sultan Mehmed’e kadar Bizans, İstanbul olarak Osmanlı Devletinin toprakları arasında bir fitne çıbanı durumunda idi. Nihâyet Fâtih Sultan Mehmed bu duruma son verdi ve ülke toprakları birleşerek İmparatorluk vücuda geldi. Fetihten üç gün sonra beyaz at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı’dan şehre giren Fâtih Sultan Mehmed, doğruca İslâm mefkuresinin kalbi olan Ayasofya’ya gitti ve şükür secdesine kapandı. Tasvirlerden temizlediği bu büyük mâbedde ilk cumâ namazını kıldı. Daha sonra Ayasofya’yı yeriyle birlikte satın alan Fâtih burayı vakıf yaparak kıyâmete kadar câmi kalması için evlatlarına vasiyet etti.

“Dünyâda tek bir din, tek bir devlet, tek bir pâdişâh ve İstanbul’da cihanın payitahtı olmalıdır.” diyen Fâtih Sultan Mehmed, bundan sonra cihan hakimiyeti projesini gerçekleştirmek üzere sistemli bir teşebbüse girişti. Kısa zamanda Anadolu’da İsfendiyar, Trabzon, Akkoyunlu memleketleriyle Karaman Beyliğini topraklarına kattı. Dulkadir beyliği ile Kırım Hanlığını tabiiyeti altına aldı. Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Eflak-Boğdan ve sâir ülkeleri fethetti. Böylece bir çok imparatorluk, hanlık ve beylik ortadan kaldırılmış oldu ve Osmanlı İmparatorluğu Tuna’dan Fırat’a kadar yayıldı. 6 Mayıs 1481’de bütün Hıristiyan ve İslâm dünyâlarını birleştirmek üzere başladığı İtalya Seferi sırasında, Gebze civârında 57 yaşında ölümü Türk-İslâm dünyâsını mateme, Hıristiyan dünyâsını ise büyük bir sevince boğdu. (Bkz. Fatih Sultan Mehmed)

Fâtih Sultan Mehmed’in yerine geçen oğlu İkinci Bâyezîd’in 31 yıllık hükümdarlık dönemi (1481-1512) iki bölümde incelenebilir. Sultan Bâyezîd, saltanatının ilk 14 yıllık devresinde Şehzâde Cem meselesiyle uğraştı ve devletin parçalanması ihtimâlini göz önünde tutarak Avrupa’ya karşı büyük seferlere girişemedi. Bâyezîd Han, niyetlerini ancak Cem’in ölümünden sonra gerçekleştirmeye çalıştı. Bu düşünce ile Macaristan, Arnavutluk ve Venedik seferleri sonunda Akkerman, Modon, Koron, Navarin ve İnebahtı kalelerini devletine kazandırdı. Denizciliğe çok ehemmiyet verdi. Oğlu Korkut denizlerin hâmisiydi. Bâyezîd Hanın son dönemlerinde, Akkoyunlu Devletini eline geçiren Safevîler Anadolu için de pek büyük tehlike arzetmeye başladılar. Bu arada pâdişâhın oğulları arasında başlayan taht mücâdeleleri, Şah İsmâil’i cesâretlendirdi ve Osmanlı ülkesine gönderdiği adamları vâsıtasıyla câhiller arasında kendisine pekçok taraftar topladı. Taraftarları vâsıtasıyla, Antalya’dan Bursa’ya kadar büyük bir bölümde isyanlar çıkarttırdı. Şiî ayaklanmalarının büyümesi ve önlenememesi, Yeniçerilerin de oğlu Selim’i tahta çıkarması için pâdişâha baskı yapmaları neticesinde Bâyezîd Han oğlu lehine tahttan feragat etti. (Bkz. Bâyezîd-II)

Henüz beş yaşındayken dedesi Fâtih Sultan Mehmed’in huzûruna çıkarılan istikbâlin Yavuz’u büyük bir edep ve hürmet içinde pâdişâhın elini öpmüştü. Torununu dikkatle süzen Fâtih, oğlu Bâyezîd’e dönerek; “Bâyezîd! Bu çocuğa mukayyed ol, umarım ki, bu büyük bir cihangir olacak.” Bu emirle yetişen Selim kudreti, cesâreti, îmân ve mefkuresiyle cihangir Osmanlı Pâdişâhları arasında müstesnâ bir mevkie sâhip oldu.

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı tahtına geçince (1512) ilk seferini Anadolu’yu ve hattâ devleti tehdit eden Şah İsmâil üzerine yaptı. Sahâbeden hazret-i Ebû Eyyüb el-Ensârî, babası Bâyezîd ve dedesi Fâtih’in türbelerini ziyâret ederek zafer duâları eden Yavuz, uzun bir yolculuk sonunda Çaldıran Ovasında karşılaştığı Şah İsmâil’in ordusunu kısa bir sürede imhâ etti (1514). Târihin en büyük meydan muhârebelerinden birini kazanan Osmanlı-Türk hakanı Yavuz, bu seferinde rakîbi Şah İsmâil’i bertaraf etmekle kalmadı, Adana, Gaziantep, Hatay, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Muş, Bingöl, Bitlis, Tunceli, Musul, Kerkük ve Erbil vilayetleriyle Dulkadiroğulları topraklarını içine alan 220.000 kilometrekarelik bir toprağı da devletine kattı.

İslâmiyetin ve devletin tecâvüze uğraması sebebiyle İstanbul, Haleb, Şam ve Kahire’deki din adamlarının fetvâsı üzerine İran Seferine çıkan Yavuz Sultan Selim, yine mülhid Safevîlerle işbirliği yapmaları dolayısıyla bu defâ da Mısır Seferine çıktı. Yıldırım süratiyle Mısır ordularını, 24 Ağustos 1516’da Merc-i Dâbık’ta ve 26 Mart 1517’de Ridaniye’de kazandığı zaferlerle ortadan kaldırdı. İki meydan muhârebesi sonunda Memlûk Devleti târihe karışırken bütün Arap ülkeleri Yavuz’un hâkimiyetine girdi. Bu durum üzerine Mekke ve Medîne emiri mukaddes şehirlerin anahtarlarını Sâhibü’l-haremeyn ünvânı ile Yavuz Sultan Selim’e teslim etti. Fakat dindar pâdişâh bu ünvânı yüce makamlara bir saygısızlık sayarak onu Hadîmü’l-haremeyn şekline çevirerek aldı ve evlâdı ve torunlarına böylece mîras bıraktı.

Çıktığı iki seferden birinde Safevîleri felç eden diğerinde ise Mısır Memlûklerini ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim’in iki hedefi daha vardı. Bunlardan birincisi efrenciye yâni Avrupa’nın, diğeri de Hindistan’ın fethiydi. Bilhassa Portekizlilerin Hind Denizine hâkim olmaya ve İslâmın mukaddes şehirlerini tehdide başlamaları Yavuz’u endişeye sevketmişti. Bu îtibarla öncelikle tersanenin sayı kapasitesini arttırmak için faaliyetlere girişti.

1520 yılı Temmuzunda Avrupa Seferine çıkan cihangir pâdişâh, yakalanmış olduğu şirnepçe hastalığından kurtulamıyarak Çorlu civârında vefât etti. Zamanın şeyhülislamı ve büyük İslâm âlimi Ahmed ibni Kemâl Paşa onun için yazdığı mersiyede şöyle demektedir:

Şems-i asr idi, asrda şemsin

Zıllı memdûd olur, ömrü kasîr

O pâdişah ikindi güneşi idi, bu vakitte güneşin gölgesi uzun ömrü de kısa olur.

Gerçekten o bir ikindi güneşi gibi çabuk, sekiz sene içinde bu dünyâdan göçüp gitti, ama muazzam gölgesi Kırım’dan Hicaz’a, Tebriz’den Dalmaçya sâhillerine kadar uzanıyordu. (Bkz. Yavuz Sultan Selim)

Yavuz Sultan Selim’in vefâtı üzerine hayattaki tek oğu Süleyman Han Osmanlı tahtına oturdu (1520). Henüz yirmi altı yaşında bulunan Sultan, iyi bir eğitim görmüş kılıçta ve kalemde de usta olarak yetişmişti. Gerek yaptığı kânunlar, gerekse kânun ve nizamlara gösterdiği fevkalâde riâyet yüzünden “Kânûnî” ünvânıyla yâdedilmiş bu ünvan âdeta ona isim olmuştur.

Kânûnî Sultan Süleyman bizzat ordusunun başında çıktığı on üç büyük sefer sonunda babasından devraldığı 6.557.000 kilometrekarelik Osmanlı toprağını 14.893.000 kilometrekareye ulaştırdı. Yaşadığı asır, dünyâ târihine Türk asrı olarak geçti. 45 yıl 11 ay 7 gün Türk-Osmanlı tahtında oturan Kânûnî, târihçilerin itifakı ile “Cihan Pâdişâhı”dır. O, pekçok bakımdan eşine ender rastlanan bir devlet reisiydi. Bütün dünyânın servetleri ayak ucuna hediye diye getirilen, bir savaşla bir devleti ortadan kaldıran, dünyânın bütün devlet reislerine emirlerini dikte ettiren bir pâdişâhtı. Kırk altı yıllık saltanatını, sarayların zevk ve sefâsıyla değil, Allahü teâlânın rızâsı yolunda savaş meydanlarının cevr ve cefâsıyla geçirdi. Bütün saltanat müddetinin en az on yılını kar, kış, yağmur, tehlike altında çadırlarda harcadı. Batılılar ona “Muhteşem Süleyman” adını veriyorlardı. Ama o, kendinden çok devletine ve milletine ihtişam verdi.

Zigetvar Kalesinin Fethi sırasında 6-7 Eylül 1566’da bu büyük cihan pâdişâhının ölümüyle Osmanlı-Türk târihinde bir devir kapanıyordu. Türk milletinin binlerce yıllık hayâtında erişebildiği en yüksek noktayı temsil eden Kânûnî Sultan Süleyman Han, birbiri ardına dâhiler çıkaran Osmanoğlu âilesinin de zirvesini teşkil ediyordu. Ondan sonra da zaman zaman kudretli pâdişâhlar çıkacak fakat kuruluştan bu yana devam edip gelen dehâ zinciri artık gevşemiş olacaktı.

Kânûnî devrinin parlaklığı yalnız fetihlerinin azametine münhasır değildir. Türk-İslâm medeniyeti de her alanda en yüksek seviyesine bu devirde çıkmıştır. İlimde Zenbilli Ali Efendi, Kemal Paşazâde, Ebüsü’ûd Efendi, kendisi başta olmak üzere edebiyatta; Bâki, Fuzûlî, sanatta; Mîmar Sinân, târihte; Mustafa Selânikî, Celalzâde, Nişancı Mehmed Paşa, coğrafyada; Pîrî Reis, kaptan-ı deryâlıkta; Barbaros Hayreddîn Paşa, Seydi Ali Reis, Pîrî Reis ve Turgut Reis, devlet adamlığında; Lütfi Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa asrın dev simalarıdır.

Kültür hareketleri bu devirde ziyâdesiyle canlıydı. Osmanlı Türk edebiyâtında ilk defâ görülecek olan tezkere vâdisi bu pâdişâh zamânında ortaya çıktı. Sehî ve Latifi gibi tezkireciler eserlerini ona takdim ettiler. Bu, imparatorluğun dört bir yanındaki ses veren şâirleri bir arada görmek demekti. Bizzât kendisi de şâir olup Muhibbî mahlası ile şiirler yazdı ve divanı devrinde 2800’ü aşkın gazeli ile, Zâtî’den sonra ikinci büyük divan olarak ortaya çıktı. (Bkz. Kânûnî Sultan Süleyman Han)

Osmanlı Devletinin bir cihan imparatorluğu durumuna ve yüzyıllarca dünyâ siyâsetinde baş rolü oynamasına sebep olan maddî ve mânevî kaynaklar nelerdi?

1. Kuruluş ve yükselme devrinde görülen dâhî pâdişâhlar, cihan hâkimiyeti devresinde de devam etti.

İtalyan Langosto, Fâtih hakkında; “İnce yüzlü, uzunca boylu, hürmetten fazla korku telkin eder, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme arzusuna sâhip ve âlicenaptır. Dâimâ kendinden emîndir. Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, Slavca, İtalyanca ve İbrânice konuşur, harp sanatından çok hoşlanırdı. Herşeyi öğrenmek isteyen zekî bir araştırıcı idi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa mütehammil idi.” demektedir.

Ömrü Allahü teâlâ yolunda cihâd etmekle geçen Fâtih, Trabzon Seferine giderken Zigana Dağlarını yaya geçmek zorunda kalmış ve bu sırada büyük güçlük ve sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sefer sırasında yanında bulunan Uzun Hasan’ın annesi onun çektiği bu eziyetleri gördükten sonra kendisini seferden alıkoymak kasdıyla; “Ey Oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi?” deyince yüce Hakan; “Hey ana, bu zahmet din yolunadır. Zahmeti ihtiyar etmezsek bize gâzi demek yalan olur.” diye cevap vermiştir.

Fâtih Sultan Mehmed’in sâdece dünyânın incisi olan İstanbul’u Türk milletine hediye etmesi, bu milletin ebediyyen ona minnettâr olması için yeter. Nitekim şâir Abdülhak Hamid bütün bir milleti Fâtih’in türbedârı göstermekle fethin azametine işâret etmiştir.

Şâyestedir denilse âlem, senin mezârın

Durmuş başında bekler, bir kavm türbedârın. 

Sultan İkinci Bâyezîd ise, şâir, âlim ve aynı zamanda hattattı. Fâtih gibi bir baba ve Yavuz gibi bir oğul arasında saltanat sürmesi ve onlarla kıyaslanması sebebiyle saltanat devresi sönük görünmektedir. Halbuki o kendinden önce ve sonra gelenlerle her bakımdan karşılaştırılabilecek bir pâdişâhtı. İkinci Bâyezîd döneminde Osmanlı İmparatorluğu, türlü isyanlara, iç karışıklıklara, batı devletleriyle güney ve doğu komşularının Türklere karşı daha tehditkâr bir tavır takınmalarına, deprem ve sel gibi âfetlere kıran ve salgın hastalıklar gibi felâketlere rağmen dünyânın en kuvvetli devletlerinden birisi olarak teessüs etti.

“Velî” tabiatlı olan Pâdişâh, Bâyezîd Meydanında kendi külliyesiyle birlikte câmiinin inşâsı bitince; “Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemişse ilk Cumâ namazında o imâm olsun.” buyurmuştu. Bu hususta kendisinden başka kimse çıkmamış, hazerde ve seferde hiçbir sünneti bırakmadığı için namazı kendisi kıldırmıştır.

“Biz Allah tarafından memur olmadıkça bir sefere gitmeyiz.” diyen Yavuz Sultan Selim Han ise, Cihan hâkimiyeti dâvâsında çok kudretli bir sîmâdır. Kendisini Rodos Seferine teşvik edenlere: “Ben cihangirliğe alışmışken, siz himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz.” cevabı kendisini en iyi şekilde anlatmaktadır.

İki büyük meydan muhârebesiyle Memlûk Devletini ortadan kaldıran, mübârek makamlara hizmetle şereflenen ve Müslümanların halîfesi ünvânını alan Yavuz Sultan Selim, 25 Temmuz 1518 günü İstanbul’a ulaşmıştı. Ancak İstanbul’da halkın büyük bir karşılama hazırlığı yaptığını işitince gece vakti yanında birkaç kişiyle kayığa binerek gizlice Topkapı Sarayına çıktı. Ertesi gün pâdişâhın sarayda olduğu öğrenilince hiçbir merâsim yapılamadı. “Biz ne yaptık ki bu kadar rağbet edilir!” diyen cihan pâdişâhı gâyet sâde giyinir, devlet işleri dışında gösterişe rağbet etmezdi.

Vefâtı sırasında yanında bulunan Hasan Can’la arasında şöyle bir konuşma geçti: “Hasan Can, bu ne haldir?” “Sultanım Cenâb-ı Hakk’a teveccüh idüb Allahü teâlâ ile olacak zamandır.” “Bizi bunca zamandan beri kiminle biliyordun; Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bir kusur mu fehm eyledin?” Bu konuşmadan sonra Hasan Can’dan Yâsin okumasını istedi ve dileği yerine getirildi. Kaynaklar nâşı yıkanırken sağ eli iki kere setr-i avret ettiğini ve orada bulunanların hayretle tekbir ve salevât getirdiklerini belirtmektedir.

Her bakımdan büyük bir îtina ile büyütülen şehzâde Süleymân 25 yaşını geçerken Osmanlı tahtına oturduğunda dünyânın en kuvvetli ordu ve donanması, en düzenli devlet teşkilâtı, zengin ülkeler, muntazam mâliye ve kâbiliyetli bir millet emrinde idi. Bu muazzam kaynakları kullanarak zaferden zafere koşan Kânûnî Sultan Süleymân, Osmanlı ihtişam ve azametinin en yüksek mümessilidir. Kaynaklarda Kânûnî, hareket ve sözleri güzel, aklı kâmil, âlim, hâkim ve şâirlere dost, bütün maddî-mânevî iyilikleri şahsında toplamış, emsalsiz bir pâdişâh olarak tavsif edilmektedir. Devletin bu devirdeki azamet ve büyüklüğü dış dünyânın tecessüsünü gitgide arttırmış, Rusya ile Avrupa’dan görünüşte Kudüs’e hac için giden seyyahlar, Osmanlı ülkesine akın etmişlerdir. Bu seyyahlar kendi hükümdarlarına sundukları arizalarda Osmanlının büyüklük sırlarını anlatmaya çalışmışlardır.

2. Osmanlı pâdişâhlarının büyük ilim, din, kültür ve sanat adamlarını ülkelerinde toplayarak medeniyetin ilerlemesine ve müsbet ilimlerin gelişmesine çalışmaları. Nitekim Fâtih devrinde İstanbul medeniyetin ve dünyânın en yüksek bir merkezi hâline geldi. Molla Gürânî, Akşemseddîn, Hocazâde, Molla Hüsrev ve Hızır Bey gibi dînî ilimlerdeki âlimlerin yanında matematik ve astronomi âlimi Ali Kuşçu, Yûsuf Sinan Paşa, tıp dalında Muhammed bin Hamza, Sabuncuoğlu Şerefeddîn ve Altuncuzâde Fâtih’e mensup en mühim simalar idi. Fâtih Sultan Mehmed, Türk İslâm âlimleri gibi Rum ve İtalyan âlimlerini de himâyesine alarak çalışmalarında destek verdi. Rum âlimi Yorgi Amirukis’i Batlamyüs coğrafyasına göre bir dünyâ haritası yapmağa memur etti. Harita üzerine memleket, şehir ve mevkilerin Türkçe isimlerini de koydurdu. Fâtih’in ilme olan hizmetlerine işâret eden eserlerden en önemlisi, hiç şüphesiz câminin etrâfında yaptırdığı medreselerdir. Câminin etrâfında sahn-ı semân adıyla 8 medrese ve bu medreselerin arkasında daha küçük ve tetimme denilen diğer 8 medresede dînî ilimlerin yanısıra matematik, astronomi ve tıp okutulduğu ilmiye salnâmelerinde yazılıdır.

Fâtih Sultan Mehmed devrinde İstanbul’un ilim merkezi yapılması için başlatılan çalışmalar; Bâyezîd Han, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleymân devirlerinde de devâm etti. İkinci Bâyezîd Han kendi ülkesinde olduğu gibi doğu İslâm ülkelerindeki âlimlere dahi maaşlar bağlattı. İlmin yayılması için onları teşvik etti. Amasya, Edirne ve İstanbul’da câmilerin yanında medreseler de inşâ ettirdi. Yavuz Sultan Selim’in etrâfı âlim, şâir ve şeyhlerle dolu idi. Sefer ve zaferleri bir vazife sayarak kudretini onlara sarf ediyor; fakat bu zamanlarda bile ilim ve edebiyâtı terk etmiyordu. Yanında bulunan âlimleri dâimâ telif ve tercümelere memur etti. Büyük âlim ve şeyhülislam Kemâl Paşazâde Osmanlı târihine dair Tevârih-i Âl-i Osman adlı eserini Yavuz’un emriyle yazdı. Kendisi de her fırsatta kitap okur ve şiir yazardı. Kemal Paşazâde bir gün atını sürerken Pâdişâhın üzerine çamur sıçratınca çok üzülmüş fakat Yavuz; “Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür. Vasiyyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün.” diyerek ilim adamlarının yanındaki değerine işâret etmiştir.

Kânûnî Sultan Süleymân Han da âlimlerle Allah dostlarına çok hürmet eder, her birine hallerine göre izzet ve ikrâmlarda bulunurdu. Onlara danışmadan hiçbir işe girişmezdi. Âlimler için medreseler, evliyâ için tekkeler yaptırır, fethettiği yerleri câmilerle mâmur ederdi. İstanbul’da kendi câmii civarında vücuda getirdiği Sahn-ı Süleymâniye adındaki tıp ve riyâziye fakülteleri dünyânın en ileri ilim merkezleriydiler. Devrinde kültür ve sanat faaliyetleri doruk noktasındaydı. İlim, kültür ve sanat müesseselerinde, Kânûnî’nin himâyesinde kıymetli şahsiyetler yetişip her biri eşsiz eserler verdiler. Sultan İkinci Murâd’la temeli atılıp büyüyen ve genişleyen bu ilim ve kültür hareketleri, ondan sonraki pâdişâhlar tarafından da en iyi şekilde devâm etti. Fâtih’le başlayan dîvân bırakma durumu II. Bayezîd, I. Selim ve Kânûnî ile gelişti. Şiirde Fâtih Avni, Bâyezîd Adlî, Selim Selîmî ve Kânûnî Muhibbî mahlasını kullandı.

Pâdişâhların yanısıra Osmanlı devlet adamlarından Mahmûd Paşa, Karamânî Mehmed Paşa, Fenârizâde Ahmed, Çandırlızâde İbrâhim, Veliyüddînoğlu Ahmed, Sinan ve Cezeri Kâsım Paşalar gibi kıymetli âlim ve vezirler gerek Türkiye’deki ve gerek hâriçten gelmiş olan muhtelif ilim ve sanat adamlarını himâye etmişlerdir. Bu durum Osmanlılarda ilmin gelişmesi ve ilim adamlarının yetişmesinde başlıca âmil olmuştur.

3. Osmanlı ordusunun pâdişâh ve komutanlara itâat, düzen, disiplin, kâbiliyet, ahlâk, nefse hâkimiyet, silaha alışkanlık ve kahramanlıkta en yüksek seviyede bulunması. Nitekim yabancıların söyledikleri şu sözler Türk ordusunun vaziyetini göstermesi bakımından mühimdir: “Türk ordularında bir bayram namazı seyrettim. Sarıklı başlardan mürekkep, büyük bir topluluğun toplanmış olduğunu gördüm. Derin bir sessizlik içinde namazı idâre eden (kıldıran) imâmın sözlerini dinliyorlardı. Her safın belirli bir durumu vardı. Ayrı saflar dizildikleri açık sahrada, tıpkı bir duvar gibi uzanıyordu.” (Baron von Busbecq)

“Bizde (Fransız ordusunda) 10 kişi, Türklerde 1000 kişinin yapacağından fazla gürültü yapar. (Bertrandon de la Brocquiere)

“Mâhir bir kumandan, Türk askeriyle dünyâyı kutuptan kutba kadar kat edebilir.” (Vandal)

“Seleflerinin gayretleri sâyesinde Sultan Süleymân öyle bir orduyu emri altında bulunduruyordu ki, kuruluşu ve silahları bakımından bu ordu, dünyânın bütün diğer ordularından dört asır ilerdeydi... Her Türk askeri yalnız başına seçkin bir Avrupa taburuna bedeldi.” (Benoist Mechin)

“Kudretli Türk ordusu, bir tek emirle, tek vücut ve iyi kurulmuş bir makina hâlinde harekete geçiyordu.” (Henri Hauser)

“Türklerin mevcut sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği felâketleri düşünüyor, titriyor ve âkibetimizden korkuyorum. Bir ordu gâlip gelecek ve pâyidâr olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü şüphesiz ikisi de sağlam sûrette devam edemez. Türklerin tarafında kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut, hiç sarsılmamış bir kuvvet var, sefer görmüş askerler, zafer itiyadları, meşakkatlere tahammül kâbiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanâatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umûmî fakirlik, husûsî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş mâneviyât, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır. Neticenin ne olacağını tahminde tereddüdün yeri var mıdır?” (Busbecq)

4. Osmanlıların Atlas Okyanusundan Umman Denizine ve Macaristan’dan, Kırım ve Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerlere hâkim olmaları; Allahü teâlânın kelâmı Kur’ân-ı kerîmin emirlerine göre, adâletle idâre etmeleridir.

5. Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih, devrinde en mükemmel bir hâle geldi. Fâtih teşkilâtçı ve imârcı idi. Devlet idâresini tam bir intizam içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyaç görüldükçe İslâmın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı. Hazırlattığı kânûnnâmesi hukuk sâhasında çok önemli bir mevki tutmaktadır. Daha sonra Sultan Süleymân Han o güne kadar vâzedilen kânunları, Kânunname-i Âl-i Osman adı altında İslâm hukûku esasları dâhilinde toplattırıp, tanzim ettirdi. Bu kânunnâme, hukûkî, idârî, mâlî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan, başlıklar altında, cezâ, vergi ve ahâliyle askerlerin kânunlarını ihtivâ ediyordu. Kânunnâme’de bildirilen hükümlerin tamâmı İslâm hukukundan alınarak, Hanefî mezhebine göre tanzim edilmiştir. Fethedilen ülkelerde, örfî hukuk denilen, önceki idâreden kalan kânunlar ve halkın teamülleri de İslâm hukûkuna uygunluğu şartıyla kânunnâme’de yer almıştır. Böylece hazırlanan kânunlar asırlarca en iyi şekilde ve eksiksiz tatbik edilip, devletin tebeasını teşkil eden her çeşit insana huzur ve saâdet kaynağı oldu.

Duraklama Dönemi (1566-1699)

Kânûnî Sultan Süleymân’ın ölümü ile muhteşem pâdişâhlar ve onların hamleleri nihâyet bulmakla berâber devletin henüz karalarda üstünlüğü, iç denizlere hâkimiyeti ve ictimâî nizam bütün kudretiyle yaşamakta idi. Nitekim İkinci Selim Han döneminde (1566-1574) Avusturya’nın Erdel üzerine küçük bir tecâvüzü üzerine şiddetli bir mukâbelede bulunuldu. 1570’te Kıbrıs fethedildi. Türk donanması Okyanusya’ya kadar gidip Sumatra (Açe) Sultanlığıyla yâni Uzakdoğu Müslümanlarıyla temâsa geçti. Kurdoğlu Hayreddîn Hızır Bey 22 parça gemiyle Açe Sultanı Alâaddîn’e top ve topçu ustası götürdü. Türk subayları Açe ordusunda ıslâhat yaptı.

Diğer taraftan İkinci Selim Hanın Türk târihinin en şuurlu ve hayâti seferi olan Don-Volga nehirlerini bir kanalla birleştirme, böylece Karadeniz’le Hazar Denizini birbirine bağlama projesi Kırım Hanı Devlet Giray’ın ihânetiyle, başarısız kaldı. Bu kanal projesi sâyesinde, o sırada gitgide kuvvetlenen Rusların güneye doğru sarkmaları önlenecek, İran kuzeyden çevrilmek sûretiyle artık tehlike olmaktan çıkacak, bütün Sünnî Müslümanların halîfesi olan Osmanlı sultanı, sünnî İslâm ve Türk ülkelerinin aynı zamanda fiilî hâkimi olacaktı. Bütün Türk yurtlarını bir bayrak altında toplayabilecek kadar muhteşem bu tasarıdan Ruslar dehşete kapılmışlar ancak karşı koyamamışlardı. Öte yandan Devlet Giray; bu kanal açıldığı takdirde Osmanlının artık o taraflarda kendi askeriyle iş görüp Kırımlılara ihtiyacı kalmayacağı, böylece Kırım’ı ilhak edip merkezden vâlilerle idâre edebilecekleri gibi bozuk bir düşünce içine düştü. Bu yüzden asker arasında menfi propaganda yaptı. Kış mevsiminin buralarda altı ay sürdüğünü ve kimsenin bu soğuğa dayanamıyacağını söyledi. Çeşitli zorluklar çıkardı. Neticede kışı geçirmek üzere Azak’a dönen Osmanlı teknik heyeti ve askerleri bir daha kanal başına gidemedi. Böylece Kırım bu günlere kadar süren târihteki tâlihsizliğini kendi eliyle hazırladı ve Türk târihinin çehresini değiştirecek büyük ve önemli bir teşebbüs başarısızlığa uğradı. Artık, Rusya Kafkas Türk hanlıklarını yutmaya Osmanlıları ise, en fazla hırpalayacak bir güç olmaya hazırlanıyordu.

Osmanlı Devletinin İkinci Selim devrinde uğradığı ikinci muvaffakiyetsizlik İnebahtı’da oldu. Kıbrıs’ın Türkler tarafından fethi üzerine Papanın teşvikleri neticesinde büyük bir Haçlı donanması hazırlandı. 1571’de İnebahtı’da meydana gelen deniz muharebesinde Osmanlı donanması imhâ edildi. Çok şehit verildi. Ancak Uluç (Kılıç) Ali Paşa kurtarabildiği 60 kadar gemi ile İstanbul’a gelebildi. Bundan sonra devlet, bütün imkânlarıyla; bir kış zarfında eski donanmasını tekrar inşâ ederek Akdeniz hâkimiyetini tekrar sağladı. Sokullu Mehmed Paşa Venedik elçisine: “Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik. Siz ise bizim sâdece sakalımızı traş ettiniz. Kırılan kol bir daha yerine gelmez. Fakat kazınan sakal daha gür çıkar.” diyerek onlara fazla sevinmemelerini söyledi. Bu arada donanmanın yetişmiyeceği endişesini taşıyan Kılıç Ali Paşaya da; “Paşa, bu millet öyle millettir ki, isterse bütün gemilerinin demirlerini gümüşten, yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapar.” sözü meşhurdur. Gerçekten ertesi yaz Osmanlı donanması hazırlanıp Akdeniz’e inince, Venedikliler, barış istemek zorunda kaldı. Hattâ bu anlaşmada Venedik Cumhuriyeti, Türklere Kıbrıs Seferinde yapılan masraflar karşılığı savaş tazminâtı ödemeyi bile kabul etti.

İkinci Selim Handan sonra Osmanlı tahtına çıkan Üçüncü Murâd döneminden (1574-1595) îtibâren Osmanlı Devletinin giriştiği harpler çok uzun sürmeye ve devletin aleyhinde olmaya başladı. Nitekim 1578 yılında başlayıp çeşitli aralıklarla Üçüncü Mahmûd (1595-1603), Birinci Ahmed (1603-1617), İkinci Osman (1618-1622) ve Dördüncü Murâd (1623-1640) devirlerinde olmak üzere 1639’a kadar sürmüş olan İran harpleri Osmanlı duraklamasının başlıca sebeplerinden biri olmuştur. Osmanlı Devletinin zayıf ânını kollayan ve Hıristiyan Batı dünyâsı ile birlikte hareket eden İran, devamlı olarak bu devleti uğraştırmayı gâye edinmiştir. İran’a karşı koyabilmek için devamlı Anadolu’dan asker desteği verilmiş bu durum zamanla Anadolu’da sıhhatli dengelerin sarsılmasına yol açmıştır.

Duraklamanın diğer sebepleri şu şekilde sıralanmıştır:

1. 1593-1606 Avusturya harplerinde timarlı sipâhi yerine, tüfekli piyâde kullanılması mecbûriyeti yüzünden, yeniçerilerin miktârı ziyâdesiyle arttırıldığı gibi, Anadolu’da ücretle pekçok tüfekli sekban askeri yazıldı. Sekban askerine ihtiyaç kalmadığı zamanlarda ücretsiz kalan bu eli tüfekli gruplar Anadolu’da halkı haraca kesmeye ve taarruzlara başladılar. Bozgunculukları sebebiyle timarları ellerinden alınan sipâhiler de onlara katıldı. Böylece 1596-1610 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunu temelinden sarsan Celâli hareketi başgösterdi. Anadolu’da yağma ve çapulculuğa başlayan Celâlilere İran yanlılarının da katılıp, İran’ın bunları desteklemesi neticesinde isyanlar kısa sürede büyüdü. Öyle ki, Anadolu’da etrâfına 30-40 binlik kuvvetler toplayan Celâli liderleri çıktı. Bunlar emri altındakileri bir ordu biçiminde teşkilatlandırıyorlar ve üzerlerine gönderilen devlet güçleriyle çetin muhârebelere girişiyorlardı. Devletin İran ve Avusturya ile harp hâlinde bulunmasından da istifâde eden Celâliler, Anadolu’yu baştan başa yakıp yıktılar. Paniğe kapılan köylüler, topraklarını bırakarak şehir ve kasabalara sığınmaya çalışıyorlar, varlıklı olanlar İstanbul’a Kırım’a veya Rumeli’ye kaçıyorlardı. Bu durum Sultan Birinci Ahmed Hanın dirâyeti ve Vezir-i azam Kuyucu Murâd Paşanın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde önlenebildi. Bu müddet içinde öldürülen Celâli sayısının 65 bini bulması Anadolu’nun içine düştüğü durum hakkında bir fikir vermektedir.

2. 1580’lerden îtibâren batıdan büyük ölçüde gümüş gelmesi neticesi fiyatların düşmesi üzerine yaşanan ve fiyatlar ihtilâli denen karışıklık. Bu vaziyet karşısında küçük timar sâhipleri, uzak ve masraflı seferlerden kaçınmaya başladı. Diğer taraftan Orta Avrupa’da yapılan savaşların harp usullerinde meydana gelen değişiklikler, tüfekli yaya askerine olan ihtiyacı ortaya çıkardı. Ayrıca Timarlı sipâhiler, silah ve techizât bakımından değil, teşkilât ve taktik bakımından da modern savaş şekline ayak uyduramıyorlardı. Bu sebeplerle devlet yeniçeri sayısını arttırmaya ve sekban-saruca adı altında tüfekli Anadolu leventlerini ücretli asker olarak kullanmaya başladı. Yine bu devrede artık işe yaramayan yaya ve müsellemler ve voynuklar gibi bâzı eski askerî birlikler de kaldırıldı. Kapıkullarının toplam mevcudu; 1475’lerde 13.000, timarlı sipâhi 60.000; 1526’da kapıkulu 24.000’e, timarlı sipâhi 80.000 olduğu halde 1610’larda kapıkulu 40.000’e çıkmış timarlı sipâhi sayısı ise 20.000’e düşmüştür. Neticede timar sisteminin bozulmasının en menfi tarafı devletin iktisâdî yapısına yansımasıdır. Timarlı sipâhilerin boşalttığı dirliklerin gelirini eskisi gibi toplayıp devletin hazinesine akıtmak mümkün olmamıştır. Bu dirliklere gönderilen mültezimler zamanla büyük servet sâhibi olarak nüfuz kazanmış ve devletin başına belâ kesilmişlerdir.

3. Sokullu Mehmed Paşanın ölümünen (1579) Halil Paşanın sadrâzamlığına (1617) kadar otuz sekiz sene zarfında hükümet reisliği makâmına geçen on dokuz vezir-i âzam içinde bu mevkiye liyâkati olanların adedi üçü geçmemektedir. Bu durum son devirde kaht-ı rical denilen adam yokluğunun daha 17. yüzyıldan îtibâren görülmeye başladığının da işâretidir.

Bütün bu olumsuzlukların başlangıcına rağmen pâdişâhlar, cihan hâkimiyeti dâvâlarına samimiyetle bağlı bulunuyorlardı. Nitekim onlar yine Alman hükümdarlarını imparator ve kendilerine müsâvi kabul etmiyor, onlarla yapılan anlaşmalara yine muâhede-nâme değil, ahid-nâme nazarıyla bakıyor ve eskisi gibi bunu kendi lüfut ve ihsanları sayıyorlardı. Osmanlı siyâsi kudreti gibi ictimâî nizamı da devam ediyordu. Ayrıca sanat ve ticâret hayâtında ahlâkî nizam ve anânelere aykırı bir hareket nâdir görülüyor ve bu gibi durumlar esnaf teşekküllerinin (loncalar) şiddetli murâkabesine sebep oluyordu. Böylece devletin bir müdâhalesi olmadan ictimâî müesseseler umûmî nizamı muhâfaza ediyordu. Bu hususta Fransız elçisi D. Chesneau, “(Osmanlı şehirlerinde) Nizam ve asâyiş inanılmaz derecede kuvvetliydi. Geceleyin şehirleri muhâfaza için elinde bir sopa ve fenerle gezen tek bir kimsenin dolaşması kâfi idi. Halbuki Paris’te aynı vazife, bir kıt’a askerin başında bir kumandan tarafından zorlukla yapılıyordu” demektedir. Thevanot ise “Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yılda dört katl vak’ası görülmemiştir. Ticârî emtia ile dolu olan muazzam kervansaraylar bir tek adam tarafından korunuyor” der. Böyle bir cemiyette devletin vazifesi sâdece Allahü teâlânın  irâdesine uygun Türk-İslâm nizâmını ve adâletini muhâfaza etmek ve bunu dünyâya yaymaktı. Bununla berâber devlet hiçbir zaman İslâmlaştırma ve Türkleştirme siyâseti gütmedi. Zîrâ cihan hâkimiyeti ve İslâm nizâmı mefkuresine inanan bir devlet dar bir milliyetçilik görüşüne saplansa ve insanlık prensiplerine bağlı kalmasa idi, bu cihanşümûl vazifesini yapamaz ve başka imparatorluklar gibi süratle çökerek, uzun asırlar boyunca, yaşayamazdı.

Osmanlı Türkleri, on yedinci asırda, zaferler kazanırken, bâzan da mağlubiyetler görüyor, böylece azamet devrine nazaran bir duraklama içinde bulunduklarını anlıyorlardı. Ancak duraklamanın sebeplerini araştıran Türk mütefekkirleri askerî, idârî ve ilmî müesseselerde müşâhade ettikleri bozuklukları islah etmek sâyesinde İmparatorluğun eski kudretini tekrar kazanacağına, medenî ve mânevî üstünlüğün kendilerinde olduğuna inanıyorlardı. Fakat kânun ve nizamlardaki bu düzelme, otorite sâhibi bir pâdişâh idâresinde mümkündü. Bir de artık ortalıkta tek bir pâdişâh adayı bulunmuyordu. Bir noktada vezirlerin nüfuzları konuşuyordu. Bu sebepten ilk öldürülen pâdişâh Sultan İkinci Osman olmuştu. Böylece pâdişâhların devletin aksayan yönlerine neşter vurabilmesi kolay görünmüyordu. Ayrıca, timarlı sipâhi ordusunun gücünü kaybetmesi, buna karşılık Yeniçeri ordusu miktârının aşırı derecede artışı merkezde büyük bir gücün doğmasına yol açtı. Yeniliklere karşı çıkan bâzı devlet adamları da her fırsatta bu gücü kullanmaya başlayarak, devletin ve yeniçeri ocağının sonunu hazırlamaya başladılar.

Nitekim Üçüncü Mehmed Handan sonra ilk defâ ordunun başında sefere çıkan İkinci Osman Han (1621), Yeniçeri kuvvetlerinin bozulmakta olduğunu gördü. Ancak onun ocağı ıslah teşebbüsü Osmanlı târihinde ilk defâ bir pâdişâhın kul eliyle şehit edilme hâdisesini ortaya çıkardı (Bkz. Osman Han-II). Bununla berâber İkinci Osman’ın şehit edilmesi hâdisesinden ders alan Dördüncü Murâd Han, parlak zekâsı, tedbirli siyâseti ve acı kudreti neticesinde devlete yükselme devirlerini hatırlatacak şekilde bir canlılık getirdi.

Dördüncü Murâd Han, İran üzerine düzenlediği Revan ve Bağdât seferlerine giderken öncelikle Anadolu’daki sipâhi zorbalarını ve mütegallibe denilen zorla işbaşına gelmiş veya yolsuzlukla zengin olarak nüfuz sahibi olmuş zümreyi temizleyerek ülke içerisinde istikrarı sağladı (Bkz. Murâd Han-IV). Daha sonra Revan ve Bağdat Seferlerinden muzaffer çıkan Sultan, İran’la çeşitli aralıklarla on altı yıldır devam eden harbe nihâyet verdi. Kasr-ı Şirin Muâhedesi diye meşhur olan bu antlaşmanın hükümleri, çok az bir değişiklikle günümüze kadar geldi. (Bkz. Kasr-ı Şirin Antlaşması)

Dördüncü Murâd Hanın genç yaşta ölümü (1640) ve daha sonra Sultan İbrâhim Hanın âsiler tarafından şehit edilmesi (1648) üzerine Dördüncü Mehmed’in henüz yedi yaşındayken tahta çıkması zaman geçtikçe ocak ağalarının idârede nüfuz kazanmalarına yolaçtı. Yeniçeri ve sipâhi ağaları, vezirlerin seçilmesinde en önemli rolü oynuyorlardı. Bu durum devletin siyâsî yapısı ve mâlî vaziyetini bozdu. Her iş ağaların eline geçip kendilerine hiçbir sûretle muhâlefet edecek kimse kalmadı. Bunlar, asker mevcudunu yüksek göstermek sûretiyle fazla ulûfe aldıkları gibi yaptıkları tâyinlerden de yüklüce rüşvetler çekiyorlardı. Bu ve benzerî olaylar, zaman zaman önlenmesine rağmen 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşanın sadârete getirilmesine kadar sürdü. Bu târihe kadar defâlarca sadrâzam değişikliğine rağmen devletin hayrına çalışan Tarhuncu Ahmed Paşadan başkası çıkmamıştı. Merkezde süren bu bozukluk devresinde, câhil ve iktidarsız vezirlerin eyâletlere rüşvetle adam tâyin etmeleri ahâlinin yine zorbalar eline düşmesine sebep oldu. Yapılan mezâlimler sebebiyle köylü halkın bir kısmı çiftini bozup şakâvete başlamış bir kısmı da şehir ve kasabalara sığınmıştı. Kalanlar da eziliyordu. Evvela Kuyucu Murâd Paşanın ve daha sonra Dördüncü Murâd Hanın şiddetli darbeleriyle bu isyan ve şakâvetler önlenmişse de, merkez zayıf düştükçe yine baş kaldırmalar meydana çıkıyordu (Bkz. Celâliler). Dördüncü Mehmed Hanın ilk sekiz senesinde bu durum bütün şiddetiyle devam etti. Pâdişâh, on beş yaşına geldiğinde kudretli vezir Köprülü Mehmed Paşayı iş başına getirerek devlete tekrar içte istikrar ve dışta îtibâr kazandırdı. Köprülü Mehmed Paşa (1656-1661) ve Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa (1661-1676) dönemlerinde Osmanlı Devleti, Kânûnî Sultan Süleyman devrindeki gibi huzurlu bir devre yaşadı. Bu müddet içinde tek bir kapıkulu ayaklanması görülmedi. Arasıra mağlubiyetler görülmesine rağmen Sancak-ı şerîf altında Türk orduları yeni bir zafer çağı yaşadı. Avusturyalıların çok güvendiği Uyvar Kalesi 1663’te fetholundu. Bu fetih üzerine halk şâirleri ordunun heybet ve şevkini anlatan şiirler kaleme aldılar.

“Müjde gelüp Ehl-i İslâm şad oldu.

Gâzi Vezir fetheyledi Uyvar’ı

Nemçe lâin kal’asından yâd oldu.

Gâzi Vezir fetheyledi Uyvar’ı.”  

bunlardan biridir.

Nihâyet Fâzıl Ahmed Paşadan sonra Osmanlı sadâret makâmına gelen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683 yılında Viyana’yı muhâsara etti. 100-120 bin kişilik Osmanlı ordusu Dük Şarl dö Loren kumandasındaki Avusturya ordusunu yenerek bütün ağırlıklarını zaptetti. Avusturya imparatoru Leopold, bu yenilgi üzerine bütün ümidini kaybederek Viyana’yı bırakıp kaçtı. Şehirde kalan Kont Stahramberg, bütün eli silah tutan erkekleri asker yazıp savunma tedbirleri aldı. Vezir-i âzam Kara Mustafa Paşa, kaleyi kurtarmak için gelebilecek Haçlı kuvvetlerine karşı durmak üzere Tuna Köprüsünü tutma vazifesini Kırım Hanı Murâd Giray’a vermişti. Düşman buradan geçtiği taktirde Budin beylerbeyi İbrâhim Paşa bunlara karşı çıkacaktı. Viyana’nın fethedilmesiyle Alman-Avusturya İmparatorluğu geri atılacak böylece Macaristan’da kuvvetli bir Macar Krallığı kurulabilecekti. Macaristan ayakta durdukça Avusturya’nın artık Türk Devleti için önemli bir tehlike teşkil etmesi düşünülemezdi. En büyük düşman olan Avrupa’ya karşı böyle kuvvetli bir savunma duvarı kurulması Türk Devletini uzun yıllar rahat hareket ettirecekti.

Avrupa’da şok etkisi yapan Viyana kuşatmasının ilk iki aylık süresi içinde Türkler şehrin bir çok dış tabyalarını ele geçirdiler. Şehrin düşmesine sayılı günler kalmıştı. Bu sırada Papa’nın önderliğinde Viyana’nın kurtarılması için Avusturya, Lehistan, Saksonya, Bavyera ve Frankonya arasında mukaddes bir ittifak kurularak 120 bin kişilik bir kuvvet vücuda getirildi.

Türk târihi için bir dönüm noktası olan Don-Volga kanal projesinde olduğu gibi bu defâ da en büyük ihânetlerden biri yine bir Kırım hanı olan Murâd Giray tarafından işlendi. Haçlı ordusu, Tuna Köprüsünü geçerken kendi askeriyle bir tepeye çekilip seyreden Tatar Hanı hücum etmesi için kendisine yalvaran Hanlık imâmına şunları söyledi:

“Sen bu Osmanlının bize itdüği cevri bilmezsin. Bu düşmanun kovalanması benim için hiçbir şeydir ve bu işin dînimize ihânet olduğunu da bilirim. Ama isterim ki onlar kaç paralık adam olduklarını görsünler. Tatarın kıymetini anlasınlar.”

Böylece Tuna’yı geçip Türk kuşatma kuvvetlerinin üzerine doğru gelen Haçlı ordusuna bu defâ da Viyana Kuşatmasının aleyhinde olan ve bu sebeple sadrazamla arası açık bulunan Budin Beylerbeyi İbrâhim Paşa yol verdi ve kendisi askerini toplayıp Budin’e çekildi. Yetmiş bin kişilik düşman ordusu karşısında yanında o sıra on bin kadar hazır askeri bulunan Kara Mustafa Paşa, akşam vaktine kadar yiğitçe çarpıştı ise de bunca ihânet karşısında her şeyin bittiğini görerek büyük bir gayretle oradan uzaklaşıp darmadağın çekilen orduyu Yanıkkale önlerinde topladı.

Viyana bozgunu aslında Türk kuvvetleri arasında fazla bir zâiyata yol açmamış ancak psikolojik etkisi büyük olmuştu. Macaristan’daki kaleleri takviye eden Sadrâzam Belgrad kışlağına çekildi. Ancak bu sırada Sadrâzama karşı olan merkezdeki paşalar, Viyana bozgunu sebebiyle vezirin îdâmına ferman çıkarttırmaya muvaffak oldular. Böylece Kara Mustafa Paşanın îdâmı, Osmanlı ordusunu derleyip toparlayabilecek ve muhtemel bir bozgunun önüne geçebilecek kudretli bir paşadan devleti yoksun bıraktı.

Nitekim ertesi yıl Venedik de kutsal ittifaka katıldı ve böylece Osmanlı kuvvetleri, Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venedik olmak üzere dört cephede çarpışmak zorunda kaldı. Osmanlı kuvvetleri, zaman zaman başarılar kazanmasına rağmen, harplerin uzun sürmesiyle ağır kayıplara uğradı ve 1699’da Karlofça Muâhedenâmesini imzâlamaya mecbur kalındı (Bkz. Karlofça Antlaşması). Osmanlı İmparatorluğu bu hâdiseyle ilk defâ büyük eyâletlerini düşmana bırakmış ve artık devrin aleyhine döndüğünü anlamıştı. Nitekim bu muâhedenâmeyle Türkler, hemen bütün Macaristan’ı Avusturyalılara, Ukrayna ve Podolya’yı Lehlilere, Azak Kalesini Ruslara, Dalmaçya sâhillerini ve Mora’yı da Venediklilere terk etti. Sâdece Timaşvar vilâyeti müdâfilerin kahramanlığı sâyesinde bir müddet için kurtarılabildi. Bu ağır, mağlubiyet ve kayıplar Türkler üzerinde o kadar acı bir tesir bıraktı ki, “Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i” diyerek feryat etmelerine sebep oldu.

Gerileme Devri (1699-1923)

Karlofça Antlaşmasının imzalamasından sonra Osmanlı Devleti, bilhassa sınırların kuvvetlendirilmesi, idârî, malî, iktisâdî durumun ıslahı, ordu ve donanmanın yeniden düzene konması ile uğraştı. Diğer taraftan ötedenberi Türkleri taklit eden Avrupa ile Rusya ilim ve teknikte hızla ilerliyor ve Osmanlıları daha kuvvetli bir şekilde kuşatıyorlardı. Artık Avrupa karşısında Türkler askerî ve teknik sâhalarda onlardaki ilerlemenin sırrını araştırmaya tenezzül etmeye mecbur oldular. Bu sûretle on yedinci asırda Osmanlı Devletini kendi bünyesine göre ıslah etme düşüncesi 18. asrın başında yerini Avrupa’dan iktibas etme fikrine bıraktı. Sultan Üçüncü Ahmed zamânında (1703-1730) Dâmâd İbrahim Paşanın Pasarofça Sulhü (1718)nün verdiği huzur sâyesinde giriştiği kültür ve îmâr faaliyetleri arasında Avrupa’nın tesirleri de mühim rol oynadı. Avrupa’nın mühim merkezlerine ilk defâ elçiler gönderildi. Böylece Türkler garb medeniyetini sathî de olsa tanımak fırsatı buldular. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ile birlikte Paris’e giden oğlu Said Çelebi orada matbaanın önemini kavrayarak dönüşünde bir Macar mühtedisi olan İbrâhim Müteferrika ile İstanbul’da matbaa kurulması için teşebbüse geçti. Şeyhülislâmın fetvâsı ve pâdişâhın fermânı ile tasdik edilen rapor neticesinde garbın bu mühim kültür ve tekniği Türkiye’ye girdi. Matbaa ile, bir yandan büyük ilim ve kültür eserleri çok sayıda basılıp dağıtılırken bir taraftan da pâdişâh ve sadrazam İstanbul’daki ilim, kültür ve sanat çevrelerini yakından desteklemek sûretiyle bu sâhalarda büyük bir canlılık meydana getirdiler (Bkz. Lâle Devri). Yalova’da kâğıt, İstanbul’da çini ve kumaş fabrikaları açıldı. Öte yandan bu sulh devresinde devlet adamları arasında görülen isrâf ve savurganlık umûmî bir hoşnutsuzluk doğurdu. Nitekim Patrona Halil İsyânıyla (1730) Lâle Devri diye de adlandırılan bu devir sona ererken ilmî gelişmelere karşı gruplar da isyânı destekleyerek pekçok ilmî gelişmenin baltalanmasına sebep oldular. (Bkz. Patrona İsyânı)

Bütün olumsuz şartlara  rağmen fevkalâde dikkat ve ihtimamla yetiştirilen Osmanlı şehzâdeleri tahta çıktıkları zaman devleti içine düştüğü bunalımlı vaziyetten kurtarmak ve eski haşmetli devrine ulaştırmak için azamî gayret sarfediyorlardı. Nitekim Üçüncü Ahmed’in yerine geçen Sultan Birinci Mahmûd (1730-1754) ve Üçüncü Mustafa (1757-1773) dönemlerinde humbaracı ve topçu ocaklarının batı tarzında teşkilâtlandırılmasına girişildi. Bir Fransız subayı iken Müslümanlığı kabul ederek Ahmed adını alan Comte de Bonneval, 1731’de humbaracı ocağının ıslahına başladı. Ocağın ihtiyaç duyduğu tâlimli askeri yetiştirmek üzere de 1734 yılında Üsküdar’da bir hendesehâne açıldı. Nitekim disiplinli ve modern tâlim ve terbiye ile yetiştirilen bu askerî sınıfın Rusya ve Avusturya ile 1736-1739’da yapılan muhârebelerde büyük hizmeti görüldü. Ancak bu sınıf 1747’de yeniçerilerin baskını sonucu kapatıldı. Sultan Üçüncü Mustafa da tahta geçer geçmez Fransa’dan mühendisler getirterek Mühendishâne ve bahriye (tersâne) sınıfı ve mekteplerini modern usûllere göre ıslâh etmeye ve onları tâlim ve terbiyeye girişti. Batıdaki gelişmeleri öğrenmek maksadıyla Fransa ve Almanya’ya elçiler gönderdi. Tıp ve astronomi sahaları ile ilgili çalışmalar hızlandırıldı.

Karlofça Antlaşmasından sonra Osmanlı tahtına, üst üste devletin içine düştüğü durumu gören ve kurtarmak için çareler arayan gayretli pâdişâhlar çıktı ise de, bunların önlerinde her zaman, iki büyük engel oluştu:

Bunlardan birincisi, Türk ordusunun esâsını teşkil eden yeniçerilerin modern askerî bilgi ve tekniğe kapalı ve uzak kalmaları, hattâ eski nizam ve ananelerini de terk ederek askerlikle münâsebetlerini kesmeleriydi. Bu durum onları, sâdece harp zamanlarında cepheye giden ve askerlikten habersiz bir yığın hâline getirdi. Bu sebeple topçu veya humbaracı sınıflarında yapılan değişiklikler umûmî neticenin elde edilmesini temin edemiyordu.

Bir başka husus, yeniliklere açık ve ilme değer veren bu pâdişâhların yanında kendilerine yardımcı olacak değerli devlet adamları yoktu.

Nitekim, Batının askerî tekniği Türkiye’ye girerken 1768’de başlayan ve 1774’te sona eren Rus Harbi, Türk ordusunun (yeniçeri kuvvetleri) mukâvemet edemediğini ve perişanlığını bütün dünyâya gösterdi. Bu ağır mağlubiyet üzerine imzalanan Küçük Kaynarca Muâhedesi (1774) Kırım Hanlığını Osmanlılardan koparıyor ve bir Türk gölü olan Karadeniz’de Rusya donanma bulundurmak hakkını kazanıyordu (Bkz. Küçükkaynarca Antlaşması). Modern bir ordunun çekirdeğini, topçu sınıfını teşkil ederek istikbale ümitle bakan ve yeni hamlelere girişen Sultan Mustafa bu büyük kayıplara uğradıktan sonra ve bilhassa asırlarca süvarileriyle Avrupa’yı titreten ve Rusları atlarının ayakları altında tutan koca Kırım Hanlığının elden çıktığını görünce çok muzdarip halde, nüzüle uğradı, az sonra da vefât etti (1774). Pâdişâhın bu sırada yazdığı bir kıt’a hem kendi ıstırabını, hem de devrin adamlarına îtimatsızlığı ile imparatorluğun perişan durumunu ifâde eder:

Yıkılıptur bu cihân sanma ki bizde düzele,

Devleti çerh-i denî verdi kamu mübtezele

Şimdi ebvâb-ı saâdetde geçen hep hazele

İşimiz kaldı hemen merhâmet-i lem-Yezel’e 

Yeniçeri ordusunun bozulması ve savaşların aleyhte gelişmesi Üçüncü Mustafa Handan sonra Osmanlı pâdişâhlarını daha köklü inkılapların içerisine itiyordu. Birinci Abdülhamîd (1774-1789) zamânında sadrazam Hâmid Paşa, orduda teknik sınıfların modernleşmesine devam etti. Ancak Osmanlı Devletinin derlenip toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Avusturya ve Rusya devlete karşı devamlı cephe açıyorlardı. Bilhassa Rusların 1783’te Kırım Hanlığını istilâ ve ilhak etmeleri, Türkler içinde unutulmaz bir ıstırap kaynağı hâline geldi. Zîrâ bütün nüfûsu Türk olan Hanlığın kaybı Macaristan ve Orta Avrupa’nın gidişine benzemiyordu. Ancak 1787’de başlayan Osmanlı-Rus Harbi, yine mağlubiyetle neticelendi. 1789’da Özi Kalesinin düşmesi ve kalede Müslümanlara yapılan katliam Sultan Abdülhamîd’in üzüntüden vefât etmesine yol açtı (1789).

Türklerin ve umûmiyetle İslâm dünyâsının Avrupa’ya ilk mühim yaklaşma ve onun medeniyetinden ciddî faydalanma teşebbüsü, Sultan Üçüncü Selim’e âittir. Selim, şehzâdeliğinden beri Avrupa usûlünde modern bir ordu kurmayı ve bu sâyede İmparatorluğuna eski kudretini kazandırmayı düşünüyor, hep bu gâye ile meşgul bulunuyordu. Tahta geçtiği sırada Avrupa’nın ve komşularının Fransa İhtilâli ile meşgul olmalarını fırsat bilerek derhal ıslâhat teşebbüslerine girişti. Viyana’ya elçi gönderdiği Ebû Bekir Râtıp Efendiye Avrupa’nın ahvâliyle Avusturya’nın ordu ve idâre teşkilâtı hakkında rapor hazırlamasını emretti. Çok zeki bir insan olan Ebû Bekir Râtıb Efendi, kısa zamanda Avrupa’nın ilmî, siyâsî ve askerî ahvâli hakkında bilgiler topladı. Avusturya ordusunun teşkilâtı, askerî mektepleri, subayların yetiştirilmesi ve başka birçok meseleler üzerinde pâdişâha bir rapor sundu. Devlet adamlarından da devletin bozuk tarafları ve bunların ne şekilde düzeleceğine dâir layihalar alan Sultan Selim Han, bu raporlar ışığında idârî, mülkî, ticârî, sınâî, zirâî, ilmî ve askerî sâhalarda yeniliklere girişti. Bu ıslahatların hepsine birden Nizâm-ı Cedid İnkılabı adı verilmektedir. Ayrıca Üçüncü Selim Han zamânında olmak üzere ilk defâ Yeniçeri ordusunun yanında, Avrupa usul ve tarzında yeni bir Nizâm-ı Cedîd ordusunun teşkiline girişildi. Gerçekten de modern usullerle eğitilen, disiplinli Nizâm-ı Cedid kuvvetinin kısa bir süre sonra mühim hizmetleri görülmeye başlandı. Mısır’ı işgal eden Napolyon’un Akka’da küçük bir Nizâm-ı Cedid kuvvetine sâhip bulunan Cezzâr Ahmed Paşaya karşı mağlup olarak geri dönmesiyle yeni ordunun ehemmiyeti anlaşıldı (Bkz. Cezzâr Ahmed Paşa). Bu başarı, umûmî efkârı da, Nizâm-ı Cedid ordusu lehine çevirirken Napolyon’a da; “Türkler öldürülebilir fakat korkutulamaz.” sözünü söyletti. 1806’da başlayan Osmanlı-Rus ve Avusturya harpleri sırasında Nizâm-ı Cedid kuvvetleri, Avrupa yakasına geçirildi. Bu küçük kuvvetin daha da büyütülmesi için çalışmalara başlandı. Fakat bu teşebbüs de yeniçerilerle Rumeli âyanlarının harekete geçmeleriyle önlendi. Nitekim Edirne’de Nizâm-ı Cedide dâir pâdişâhın fermânını okuyan memurların öldürülmesiyle başlayan isyan neticede Sultan Selim’in tahttan indirilmesine kadar devam etti (Bkz. Selim Han-III) (1807). Dördüncü Mustafa Han tahta çıkarıldı (Bkz. Mustafa Han-IV). Akabinde Selim Hanı tekrar tahta çıkarmak üzere, Ruscuk âyân ve yaranı Alemdâr Mustafa Paşanın 16.000 kişilik kuvvetiyle İstanbul’a girmesi âsilerin Selim Hanı şehit etmelerine yol açtı (1808).

Kurduğu cihanşümûl nizâmı ile târihte müstesna bir mevkiye sâhip olan Osmanlı İmparatorluğu, başa geçen pâdişâhların akıllı ve gayretli çalışmalarına rağmen, yeniçeri askerlerinin bozulması, idârenin sarsılması, ağır mağlubiyetler ve isyanlar dolayısıyle artık kendi nizâmını muhâfaza edemez bir hâle geldi. Kırım Hanlığı gibi halkı Türk ve Müslüman olan koca bir devletten başka birçok eyaletler de düşman eline geçmiş; Kuzey Afrika, Mısır ve Arabistan gibi uzak ülkelerin devletle münâsebetleri hemen hemen kesilmiş bulunuyordu. Anadolu ve Rumeli’de timarlı sipâhi teşkilâtları bozulunca, bunların yerlerini bir takım âyanlar aldı. Âyanlar, sonunda merkezde otorite boşluğundan yararlanarak Pâdişâh fermanlarını dinlemeyen, devlete vergi ve asker vermeyen derebeyler hâline geldiler. Böylece devlet âdetâ kendi bünyesi içinde parçalandı. Nihâyet Alemdâr’ın merkezde nüfûzunu kurması ve Mahmûd Hanı tahta çıkarması ile de âyan ve eşkıyâ eyâletlere resmen hâkim oldu. İstanbul’da ayanlar ile hükümet arasında “Sened-i ittifak” adı ile bir antlaşma imzâlandı. Buna göre; bir yandan âyanların pâdişâha sadâkatleri, devlete vergi ve asker göndermeleri taahhüd ediliyor, öte yandan da hükümet, bunların mevcudiyetlerini ve evlâtlarına da intikal eden haklarını kabul ediyordu. (Bkz. Sened-i İttifak)

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Selim’in yerine 24 yaşında tahta geçen Sultan Mahmûd, daha büyük bir cesâret ve metânetle Nizâm-ı Cedid’i umûmî manzara ile gerçekleştirdi ve sâdece modern ordu ile kalmayarak tamâmiyle yeni bir nizam kurdu. 1808’de “Alemdâr Vak’ası” denilen ve Mustafa Paşanın öldürülmesi ve yeni teşkil olunan Sekban-ı Cedid’in lağvedilmesiyle neticelenen yeniçeri isyânı, genç pâdişâhın ümit ve cesâretini kırmadı. O, ecdâdına yakışır bir irâdeyle mücâdelesine devam etti. Bu sırada devlet dört bir taraftan içte isyanlar ve dışta düşmanlarla karşı karşıya idi. Ruslar Osmanlı topraklarını Kuzey Bulgaristan’a kadar istilâ etmişlerdi. Arabistan’da Vehhâbî ve Mora’da Rum isyanları tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Ruslarla Bükreş Muâhedesini imzâlayan Mahmûd Han, öncelikle mübârek beldeleri Vehhâbîlerden temizledi. Mora İsyânını bastırdı. Ve nihâyet 15 Haziran 1826’da 18. asrın başından îtibâren girişilen her hayırlı hareketin önüne geçen, içte pâdişâhına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırdı. Ocak; devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sâhip idiyse, son bir asırlık felâketlerine de o derece sebep olmuştu. Bu sebeple yeniçeri ocağının kaldırılması hayırlı bir hâdise kabul edilerek Vak’a-i Hayriyye denildi. Şâir Keçecizâde İzzet Molla ocağın ilgası münâsebetiyle:

Tecemmü eyleyüp Meydân-ı lahme,

Edüp küfrân-ı nimet nice bâğî

Koyup kaldırmadan ikide birde,

Kazan devrildi söndürdü ocağı. 

kıtasını yazmıştır. (Bkz. Vak’a-i Hayriye)

Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra toplanan divanda “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkiline karar verildi (1826).

Sultan İkinci Mahmûd bundan sonra Türkiye’yi yeni nizâma eriştiren müesseselerin temelini atmaya başladı. Avrupa’ya askerlik ve yeni silahların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Askerî, tıbbiye ve harbiye mekteplerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve mütehassıslar getirtti. İstanbul’da Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak Takvim-i Vekâyi adıyla ilk resmî gazete yayınladı (1831). Bunu daha sonra Ceride-i Havâdis (1840), Tercümân-ı Ahvâl (1860), Tasvir-i Efkâr (1862) gibi özel gazeteler tâkip etti. Sultan Mahmûd’un giriştiği bu yenilikler, Türk târihinde yeni bir dönüm noktası teşkil etti. Ancak Batılı devletler ve bilhassa İngiltere, uyguladığı sinsi ve plânlı metodlarla Sultan Mahmûd Handan sonra gelişme yolunu Osmanlı Devleti aleyhine ve kendi lehlerine olmak üzere değiştirmesini bildiler (Bkz. Mahmûd Han-II). Babası Mahmûd Hanın vefâtıyla henüz 16 yaşında tahta çıkan Abdülmecîd Hanın (1839-1861) tecrübesizliği; memlekete ve İslâmiyete çok ağır ve zararlı bir hatâya düşmesine sebep oldu. Öyle bir hatâ ki, Osmanlı târihinde korkunç bir dönüm noktasının başlamasına ve bu koca İslâm Devletinin bir yok olma devrine girmesine yol açtı.

İslâm düşmanlarının Sultan Abdülmecîd Hanı yenilikçi diye överek örtbas etmek istedikleri bu hatâ pâdişâhın, İngilizlerin tatlı dili ve vaadlerine aldanarak, İskoç masonlarının yetiştirdikleri câhil devlet adamlarını işbaşına getirmesi ve bunların devleti içerden yıkmak siyâsetlerini hemen anlayamamasıdır. Gerçekten onun bu hatâsını kardeşi Abdülazîz Handan sonra oğulları İkinci Abdülhamîd (1876-1908), Mehmed Reşad (1908-1918) ve Mehmed Vahideddîn Han (1918-1922) göğüslemeye çalıştılar. Ancak imparatorluğun yıkılışının tezahürünü bu hatâda gördüler. (Bkz. Abdülhamîd Han)

Sultan İkinci Mahmud Hanın giriştiği inkılaplarla Osmanlılarda millî hayatiyetin tekrar canlandığını gören İngilizler bu muazzam devletin içten çökertilmedikçe yıkılamıyacağını anladılar. Bunun için Osmanlı tahtına genç ve tecrübesiz bir pâdişâhın geçmesini fırsat bilerek, İslâmiyeti yıkmak üzere İngiltere’de kurulmuş bulunan İskoç Mason teşkilâtının kurnaz üyesi Lord Rading’i sefirlikle İstanbul’a gönderdiler. Lord Rading, daha önce Paris ve Londra’da Osmanlı sefiri olarak görev yaparken aldatılan ve mason yapılan Mustafa Reşid Paşayı sadârete getirebilmek için çok dil döktü. “Bu aydın, kültürlü ve başarılı veziri sadrâzam yaparsanız, İngiltere İmparatorluğu ile devlet-i âliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kalkar. Devletiniz ekonomik, sosyal ve askerî sahalarda ilerler.” diyerek halîfeyi aldattı. Reşid Paşa iş başına gelir gelmez, Hâriciye Nazırıyken Rading ile berâber hazırladığı Tanzimat Fermanı’nı ilân ettirdi (1838). Sonra bu fermana dayanarak büyük vilâyetlerde mason locaları açtı. Câsusluk ve hiyânet ocakları çalışmaya başladı (Bkz. Gülhâne Hatt-ı Hümâyunu). Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen ve matematik dersleri kaldırıldı (Bkz. Medrese). “Din adamlarına fen bilgileri lâzım değildir” diyerek kültürlü ve bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni olundu. Gençleri din câhili yetiştirerek İslâm ahlâkını, ecdad sevgisini ve millî birliği parçalamaya çalıştılar.

İkinci Hariciye Nâzırlığına tâyin edildiği 1837 târihinden 17 Aralık 1858’de ölümüne kadar 21 yıl müddetle devlete fiilen yön vermiş olan Mustafa Reşid Paşa, arkasında birçok gâileler ve memlekette ictimâî sarsıntıya yol açan ve bugün hâlâ devam eden şeklî Avrupalılığın temelini atan insan olarak târihe geçti. İhânetleri ile tanınan Tanzimat paşaları, devleti sıkıntıya sokmak pahasına başka devletlerden borç aldılar, İngilizlere destek olmak için savaşa girdiler (Bkz. Kırım Harbi), Islahat Fermânını îlân ettiler (Bkz. Islahat Fermanı). Mustafa Reşid Paşa ve onun yetiştirmeleri Âli ve Fuâd paşaların şekilci Batıcılık hareketiyle birlikte memlekette Avrupa’nın tesiri ve hattâ himâyesi altında kaldığı şüphe götürmez bir takım karanlık fikirli cemiyetler de ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan ilki olan “Genç Türk” cemiyeti, sonradan devam edecek ve Osmanlı İmparatorluğunun ipini çekecek gizli komitecilik hareketlerinin sonuncusu olan İttihat ve Terakki Cemiyetine kadar dayanacak ve bu muazzam İmparatorluk tasfiye edilecektir. (Bkz. İttihat ve Terakki)

Bu cemiyetin açtığı ihânet yolu üzerinde o devletin ekmeğini yiyip semiren nice vezirler, sadrazamlar, seraskerler, ordu kumandanları, subaylar, erkan-ı harpler ve hattâ ulema takımı yürüyecektir. Ancak bu son dönemde içte ihânet şebekesinin önünü kesmek, dışta ise Avrupalı devletlere denk bir devlet vücuda getirmek üzere iki kudretli pâdişâh tahta çıktı.

Sultan Abdülmecîd vefât ettikten sonra 1861 yılında Abdülazîz Han tahta cülus etti. Her tavrı ve her hâliyle ceddine benzeyen Sultan Abdülazîz, devleti kuvvetlendirmek, kuvvetli bir ordu yanında, kudretli bir donanma yapmak, böylece devletin etrâfında dolaşan tehlikeleri bertaraf ederek Avrupa’nın hasta adama benzettiği devletini iyileştirmek için ciddi teşebbüslere girişti. Abdülazîz Hanın tahta çıktığı yıllar Avrupa’da tekniğin büyük bir süratle değiştiği ve bu sâhada bir ihtilalin vukû bulduğu yıllardı. Avrupa’nın yaptığı ihtilâli daha şehzâdeliğinden beri dikkatle tâkip eden Sultan Abdülazîz, bu ihtilâlin meydana getirdiği teknik ilerlemeyi aynen kabul etmekte tereddüd etmedi ve devlete eski kudret ve şevketini iâde ettirmek husûsunda her fedakârlığı göze aldı.

Sultan Abdülazîz Han öncelikle ordu ve donanmanın kuvvetlendirilmesine canla-başla çalıştı. Amerika’da o sırada yeni yapılan ve seri atış yapan “Martini” tüfeklerinden getirterek kara ordusunu bunlarla techiz etti. O târihte böyle kuvvetli bir silah diğer Avrupa devletlerinde bile yoktu. Sonra muazzam bir donanma kurdu. Denizcilikten çok iyi anlıyor, yaptıracağı zırhlıların plânlarını bâzan kendisi çiziyordu. Böylece vücuda getirdiği donanma, İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyânın üçüncü büyük donanması oldu. Abdülazîz Hanın en büyük emeli Rusya’yı Tuna’nın ötesine atmak ve Karadeniz’e çıkmasına kesinlikle engel olmaktı. Gerçekten, Türkiye ne zaman içeride kuvvetlenmek üzere bir takım teşebbüslere girişse, Rusya bir savaş çıkarıyor, devletin bütün mâlî gücü bu savaşlarda eriyip gidiyordu. Pâdişâhın yeniden kurduğu ve teşkilâtlandırdığı 500.000 kişilik ordu dünyânın en modern kuvveti hâline geldi.

Osmanlı Devletinde Sultan Abdülazîz Hanın gerçekleştirdiği bu hamleleri; İngiltere, Fransa ve Rusya büyük bir endişe içinde tâkip ediyordu. Fakat şu safhada hiçbirinin bu muazzam güce karşı çıkmak cesâreti yoktu. Öyleyse devlet bu kudretli elden mahrum bırakılmalı, yâni Sultan Abdülazîz Han tahttan indirilmeliydi.

1867 yılında bir buçuk ay süren Avrupa gezisine çıktığı sırada Viyana’dan Budin’e uzanan yol üzerinde gittiği her yerde eski tebaası olan ve Avusturya zulmünden bıkan Macarlar, Sultan Abdülazîz’i çılgınca alkışlarla karşılarlarken içerdeki hâinler bu mübârek Türk hâkânı ve İslâm halîfesinin öldürülmesi için tertipler hazırlıyorlardı.

Sultan Abdülazîz Hanı tahttan indirmek isteyen şebekenin başında dünyâ bankeri Lord Rodchılld ve Mısır’da hidiv olamamasının sebebini Abdülazîz Handa gören Mustafa Fâzıl Paşa geliyordu. Lord Rodchılld ile birlikte hareket eden Mısırlı prens bütün servetini bu yola dökerken onların besledikleri ve devletine ihânete hazırladıkları zevat ise, Türk milletine vatanperver olarak tanıtılıyordu. Bu sözde vatanperverlerin başında Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, askeriye nâzırı Süleyman Paşa, Bahriye Nâzırı Kayserili Ahmed Paşa, Şâir Ziyâ Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Suâvi, Âgâh Efendi geliyordu. İçerde Osmanlıyı yiyen, dışarda İngiliz paralarıyla kursaklarına kadar dolu olan bu zevat memleketin kurtuluşuna değil, bilerek batışına hizmet ettiler.

Nihâyet 1876 yılı Mayıs ayında Hüseyin Avni Paşa liderliğinde toplanan ihânet şebekesinin kurmayları, veliaht şehzâde Murâd’ı tahta çıkarmak üzere anlaştılar. Harbiye kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa üç yüz kadar harbiye talebesini alarak sabaha karşı sarayı çevirdi. Sultan Azîz’i çok sevdiği için Türk askeri devre dışı bırakıldı. Onun yerine o sırada İstanbul’da bulunan ve hiçbiri Türkçe bilmeyen bir bölük çöl askerini “Pâdişâhı korumak için” diyerek sandallara bindirip sarayın etrâfına getirdiler. Dışarıdan bakanlar, bunları Türk ordu birlikleri sanırdı.

Böylece tahttan indirilen Abdülazîz Han, bilhassa Hüseyin Avni Paşanın bitip tükenmez kini yüzünden çok kötü muâmelelere mâruz kaldı. Önce Topkapı Sarayına ve oradan Ortaköy’deki Fer’iye Sarayına götürüldü. Sultan buraya götürülüşünün dördüncü günü ihtilalci paşaların tuttuğu katiller tarafından Kur’ân-ı kerîm okumaktayken bilek damarları kesilerek şehit edildi (1876). Bu işi yapanların intihar süsü vermek istedikleri belliydi, ancak bir adamın her iki bilek damarlarını birden kesmesine imkân yoktu. Ortada acemice bir cinâyet mevcuttu. Ayrıca Hüseyin Avni Paşanın doktor muâyenesi bile yaptırmadan acele cenâzeyi kaldırmasından da bu işin bir cinâyet ve cinâyeti tertipleyenin de kendisi olduğunu açıkça gösteriyordu.

Sultan Abdülazîz Han, Türk târihinin önemli devlet adamlarından biridir. Meşrûtiyetçilerle arası iyi olmadığı için muhâlifler onun hakkında pekçok dedikodu çıkararak yıpratmaya çalışmışlar, Avrupa kamuoyu da bu yolda bir imaj meydana getirdiği için sonraki yıllarda onun şahsiyeti hayli silik gösterilmiştir. Bu pâdişâh için çıkarılan Horoz dövüştürmesi ve deve güreştirmesi vs. gibi şeyler tamâmen hayâl mahsûlü olup hiç utanılmadan uydurulmuş şeylerdir. Kendisi güçlü, kuvvetli olup; ava, güreşe, cirit atmaya meraklıydı. Türk milleti, çok sevdiği bu büyük pâdişâhın arkasından günlerce ağladı.

Uyan Sultan Azîz Uyan

Şimdi kan ağlıyor cihân. 

diye ağıtlar yazdı. Hattâ  ona yapılanlar yüzünden bu memleketin lânetlendiği sözleri halk arasında söylenmeye başlandı. (Bkz. Abdülazîz Han)

Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülazîz ortadan kaldırıldıktan sonra daha yüksek mevkilere çıkmanın hesapları içerisindeyken kolağası ve Sultanın kayınbirâderi Çerkes Hasan Bey tarafından katledildi. İhtilalci liderler tarafından tahta çıkarılan Beşinci Murâd, amcasının işkenceli ölümünü işitmesiyle aklî dengesi bozuldu. Bu sebeple 31 Ağustos 1876 târihinde tahttan indirildi. Yerine Şehzâde Abdülhamîd Efendi, Osmanlı sultânı oldu.

Sultan İkinci Abdülhamîd’in 33 yıllık saltanat müddeti üç devrede incelenebilir. 1) İlk bir buçuk yıllık dönem (I. Meşrûtiyet dönemi), 2) 31 yıllık dönem (Şahsî idâresi dönemi), 3) Son bir yıllık dönem (II. Meşrûtiyet dönemi), Pâdişâh saltanatının ilk bir sene beş ayı içerisinde devlet idâresine karıştırılmadı. Memleketi Sadrâzam Midhat Paşa ve arkadaşları idâre etti. 23 Aralık 1876’da I. Meşrûtiyet îlân edildi (Bkz. Meşrûtiyet). Meclis 24 Nisan 1877’de Rus Harbinin çıkmasına sebep oldu. Mâlî 1293 senesine rastladığı için 93 Harbi de denilen bu savaş Edirne Mütârekesine kadar dokuz ay sürdü. Gâzi Osman Paşanın Plevne’de ve Ahmed Muhtar Paşanın doğu cephesindeki başarılarına rağmen savaş umûmî bir bozgunla neticelendi. Bu bozgunda bilhassa ittihatçı liderlerin benlik kavgaları önemli rol oynadı. Ruslar ve Bulgarlar on binlerce Türk kadın ve çocuğu kestiler. Bir milyondan fazla Türk Bulgaristan’dan, İstanbul’a hicret etti (Bkz. Doksanüç Harbi). Bu fâciaları gören Abdülhamîd Han İngiliz Kraliçesi Viktorya’ya çektiği telgraf ile barışın yapılmasını sağladı. Mütârekeden on gün sonra da Meclis-i Mebûsanı kapattı. 3 Mart 1878’de imzâlanan Ayastefanos Antlaşması Türkiye için büyük kayıplara yol açtı. Kars, Ardahan ve Batum Ruslara geçti. Bulgaristan Prensliği diye iç işlerinde bağımsız, dışta Türkiye’ye bağlı yeni bir devlet kuruldu. Ruslar, Bulgaristan’ı tamâmen Osmanlılardan ayırmak projelerini yapmışlardı. 93 Harbi öncesi Bulgaristan’da Türk nüfûsu çoğunlukta idi. Ruslar bu yerleri işgal ettikçe halkı toptan kurşuna dizmek, süngülemek, câmilere doldurup yakmak sûretiyle Türk nüfûsunu sistemli şekilde azalttılar. Abdülhamîd Han Ayastefanos Antlaşmasının hükümlerini hafifletmek için diplomatik yollara başvurdu ve İngiltere’nin desteğini aradı. İngiltere Berlin’de bir konferans toplayarak Ayastefanos’un hükümlerini kaldırabileceğini buna karşılık Rusya’nın Türkiye’den herhangi bir toprak isteğine engel olabilmek için Kıbrıs’a yerleşmesi gerektiğini bildirdi. Pâdişâh bu isteği kabul etmedi ve Meclis-i vükelâda yaptığı bir konuşmada Avrupa devletlerinin Türk’e hayat hakkı tanımayacaklarını, onların asıl maksadının Türk Devletini Konya ve civârında küçücük bir prenslik hâline indirmek olduğunu söyledi. Bu sözleriyle o kırk iki yıl sonraki Sevr Antlaşmasını daha o zamandan sezmiş bulunuyordu. Fakat vekiller heyetinin ısrarı üzerine Kıbrıs İngiltere’ye bir nevi kirâlandı. Ada hukûken Türklere âit olacak, fakat İngilizler tarafından idâre edilecek ve İngilizler uygun bir târihte çekileceklerdi. Böylece Berlin Muâhedesi 13 Temmuz 1878’de imzâ edildi. Bu antlaşma, aslında Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmadı. Fakat Balkanlardaki Rus nüfuzunu önemli ölçüde kırıp bu statüyü Avrupalıların garantisi altına sokması bakımından önemlidir. (Bkz. Berlin Muahedesi)

Berlin Muâhedesinin imzâlanmasından sonra Sultan Abdülhamîd’in saltanatındaki ikinci devre yâni devleti şahsî ve bizzat idâresi başladı. Bundan sonraki işlerde asıl sorumluluğu yüklenecek olan pâdişâhtır.

Böylece 93 Harbi sonunda Osmanlı İmparatorluğu ve onun idâresini bilfiil üzerine almış bulunan İkinci Abdülhamîd Han sanki bir yıkıntının altında kalmış gibiydi. Osmanlı Devleti dışarda ve içerde büyük meselelerle karşı karşıya idi. Ancak aklı, ilmi, zekâsı fevkalâde yüksek ve bir dâhî olan Abdülhamîd Han bu meselelerin üstesinden gelmeyi başardı. İdâresi altındaki Türkiye, Berlin Anlaşmasından, İkinci Meşrutiyete kadar, otuz sene içinde herhangi bir toprak kaybına uğramadı. 1881’de Teselya’nın Yunanistan’a bırakılması ve aynı yıl Tunus’un Fransızlarca işgâli bu anlaşmaya imzâ koyanların rızâlarıyla olmuştu. Buna rağmen İkinci Abdülhamîd Han Tunus’un işgâlini hiçbir zaman kabul etmedi ve bunu sonuna kadar bir siyâsî mesele yapmakta devam etti.

30 yıl müddetle Sultan Abdülhamîd Hanın karşı karşıya bulunduğu meseleler ve bunlara karşı aldığı tedbirler ise şu şekildedir:

1. 1853 Kırım Harbi sırasında yabancı devletlerden alınan büyük borçlar, Reşid, Fuad ve Âlî Paşaların sınırsız harcamaları Sultan Abdülazîz zamanında ordu ve donanmanın geliştirilmesini sağlamak üzere alınan borçlar ve Rusya’ya ödenecek savaş tazminâtı devletin belini bükmüştü. Dış borçlar devlet borcu olduğu için, bunlar ödenmedikçe yabancı devletlerin elleri Türkiye’de olacaktı. Bu sebeple pâdişâh ilk iş olarak bu meseleye çâre bulmaya çalıştı. 1881’de yayınladığı bir kararnâme ile devletin birçok tekel gelirlerini tek idâre altında topladı ve buradan dış borçların muntazam taksitlerle ödenmesine karar verildi. Buna karşılık dış borcumuzun yarısı silindi. Düyûn-ı umûmiye denilen bu idâre alacaklı devletlerin temsilcileriyle ortak idâre ediliyordu. Pâdişâh, böylece hem yabancı müdâhalelerini önlemiş, hem devletin mâlî işlerine bir düzen vermiş oldu. (Bkz. Düyûn-i Umûmiyye)

2. Berlin Antlaşmasıyla Teselya’ya sâhip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini hızlandırdı. Girit ve Yanya’da çete savaşlarını körükledi. Balkanlarda Yunan ordu birlikleri sınır ihlallerine başladı. Bu olaylar üzerine Abdülhamîd Han, Yunanistan’a askerî müdâhalede bulunulmasına karar verdi. Pâdişâh, ayrıca Batılı devletlerin ve Rusya’nın Yunanistan lehine harekete geçmelerini istemediğinden müdâhalenin bir yıldırım harbi olmasını ve neticenin süratle alınmasını istedi. Bu emirle harekete geçen Müşir Ethem Paşa kumandasındaki Türk birlikleri yirmi dört saatte Termopil geçidini aşıp Atina’ya girdi. Bütün Avrupa kumandanları bu olayla şaşkına döndü. Çünkü Alman kurmayları, Osmanlı ordusu, Termopil’i altı ayda geçemez diye rapor vermişlerdi. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın mürâcaatı üzerine savaş o noktada durduruldu. Bu üç devlet Türkiye, Yunanistan’dan çıkmadığı takdirde savaş îlân edeceklerini bildirdiler. Yunanistan Türkiye’ye büyük bir savaş tazminâtı ödeyerek kurtuldu. Ancak bu üç devlet Osmanlıyı gâlip geldiği bir harpte mağlup duruma düşürmek için Girit’e muhtâriyet verilmesini kararlaştırdılar. Girit Osmanlı Devletine bağlı kalmakla birlikte kendi kendini idâre eder bir vâlilik olacaktı. Burası ancak Abdülhamîd Han tahttan indirildikten sonra Yunanistan’a ilhak edilebildi.

İkinci Abdülhamîd Han, Yunan Savaşı hâriç bütün dış meselelerini dâimâ diplomatik yollarla halletmeye çalıştı. Gerçi diplomatik yol kesin netice vermeyen ve işleri sürüncemede bırakan bir yoldu. Ancak Türkiye zayıf ânında, savaştan uzak kalmak ve dış istekleri sürüncemede bırakmaktan daima kârlı çıkıyordu. Oysa kesin zafer elde ettiği Yunan Harbinden bile bir kâr elde edememişti.

3. İngilizlerin Arap milliyetçiliğini yaymak ve halifeliğin Arapların hakkı olduğunu iddia ederek Mısır hidivini halîfe yapmak konusundaki gayretlerine, Abdülhamîd Han Panislamizm politikasıyle karşı koydu. O târihlerde İngiltere, Rusya ve Fransa’nın idâreleri altında büyük Müslüman kitleleri bulunuyordu. İngiltere’nin Türk idâresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine pâdişâh, bu devletlerin Müslüman halklarını kendi nüfûzu altına almayı, bütün dünyâ Müslümanları ile İstanbul arasında kuvvetli bağlar kurmayı uygun gördü. Bunun için dünyânın her tarafında İslâm topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçti. Bunlara özel mektuplar gönderdi. Rütbe ve nişanlar verdi. Böylece bu dînî liderlerin hepsi kendilerini İslâm halîfesinin mahalli memurları, temsilcileri olarak görmeye başladılar. Müslümanları Avrupalı ve Rus emperyalistlere karşı uyarmak üzere Çin’e kadar adamlar gönderdi. Neticede öyle bir durum meydana geldi ki, Afrika’nın en uzak köşesinde bir Müslüman cemâatı bile hiç Türkçe bilmedikleri halde câmilerden çıkınca ellerinde Türk bayrakları ile dolaşıyorlar ve “Pâdişâhım çok yaşa” diye bağırıyorlardı. Ayrıca İstanbul’da basılan binlerce kitap ve broşür Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine gönderiliyor böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından besleniyorlardı.

Sultan Abdülhamîd Hanın bu siyâseti sâyesinde İstanbul İslâm dünyâsının kalbi hâline geldi. Rusya, İngiltere ve Fransa onun, kendi Müslüman tebeaları arasındaki bu nüfûzundan çekinerek daha dikkatli hareket etmeye başladılar.

4. Birçok gelirini Düyûn-ı umûmiyeye bırakan devlet, memur ve asker maaşlarını zamânında ödeyememe, iki veya üç ayda bir ödeme yapmak durumuyla karşı karşıya kaldı. Ancak aynı devirde hayâtın fevkalâde ucuz ve Osmanlı parasının kıymetli olması yüzünden sıkıntı çeken hiç kimseye rastlanmadı. Bir aylık maaş, üç ay boyunca rahatlıkla yetiyordu.

5. Yahûdîlerin arz-ı mev’ûd (vâdedilen topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarını hızlandırmaları. Yahûdîler İngilizlerin de desteğiyle bu gâyenin tahakkuku için siyonist teşkilâtlar kurup zengin gelir kaynakları temin ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filistin’de bir Yahûdî devletinin kurulması için çalışıyordu. Yahûdîler 1870 senesinden îtibâren Filistin toprakları üzerinde zirâi yerleşme merkezleri teşkil etmeye başladılar. Daha çabuk ve kesin bir yerleşme yapabilmek için Herzl, Sultan Abdülhamîd’le görüştü ve ondan Filistin’de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istedi. Buna karşılık Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyeceklerini bildirdi. Bu isteğe karşı Abdülhamîd Han târihimize altın harflerle geçen şu cevâbı verdi:

“Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zîrâ bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldâr kılmıştır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz.”

Abdülhamîd Han ayrıca Yahûdîlerin el altından ve gizli faaliyetlerine karşı da harekete geçti. Filistin’in tamâmını arâzi-i şahâne îlân ederek satılmasını yasakladı. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin’de vazifelendirdi. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım Müslümanları Filistin’e yerleştirdi. Pâdişâhın bu faaliyetleri üzerine Yahûdiler, bütün güçlerini Abdülhamîd Hanı tahttan indirme yoluna çevirdiler. Ve mason yaptıkları yerli hâinlerle işbirliği yaparak bu niyetlerini gerçekleştirdiler. (Bkz. Filistin)

6. Berlin Antlaşmasının 61. maddesi, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilâyetlerde ıslâhat yapılmasını öngörüyordu. Bu maddenin Ermeni muhtâriyetini doğuracağını ve memleketin bütünlüğünü parçalayacağını görerek Abdülhamîd Han uygulamadan kaldırdı. Bu maddeyi uygulama taraftârı olan sadrâzam ve devlet adamlarını azletti. Bunun üzerine çeşitli Avrupa şehirlerinde ve Amerika’da yetiştirilmiş Ermeni ihtilâlcileri Türkiye’de ihtilâl hazırlıklarına giriştiler. Devletine bağlı Ermenileri terörle sindirmeye ve kendilerine katılmaya zorladılar. Böylece ihtilâlci Ermeniler tarafından doğuda pekçok Ermeni vatandaş katledildi. Avrupa’da da bu katliamların Türkler tarafından yapıldığı intibâını vermek için yoğun bir propaganda başlattılar. Ermeni ihtilâlcileri tarafından Abdülhamîd Han “Kızıl Sultan” îlân edildi. Bunların niyeti Türkiye’de bir ihtilal hareketi uyandırdıktan sonra Avrupa devletlerinin müdâhalesini sağlamaktı. Ancak giriştikleri pekçok teşebbüs Abdülhamîd Han tarafından Avrupalıları ayağa kaldırmadan bastırılıp söndürüldü. Ayrıca Doğu Anadolu’da Hamidiye alaylarını kuran pâdişâh bölge aşiretlerini kendisine bağladı. Bu olaylarla bölgede âsâyişi teminle Osmanlı hâkimiyetini pekiştirdi. (Bkz. Hamidiye Alayları)

Bu defâ Ermeniler de pâdişâhı ortadan kaldırmadıkça Ermenistan’ı kuramayacaklarını düşündüler. Avrupa’da meşhur bir anarşisti para ile tutup “İstanbul’a getirdiler. Cumâ namazı için gittiği Yıldız Câmiinde İkinci Abdülhamîd Hanın arabasına bomba konuldu. Ancak câmiden çıktıktan sonra Pâdişâhın bir dakikalık gecikmesi hayâtının kurtulmasına yol açtı.

7. 31 senelik olaylar sonunda dış düşmanlar emellerine ulaşabilmek ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını sağlamak için Sultan Abdülhamîd Hanın ortadan kaldırılması veya tahttan indirilmesi gerektiğinde birleştiler. Ancak bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen bunu başaramadılar. Binlerce yıllık bir târih gösteriyor ki, Türk dışardan yıkılmıyordu. Öyleyse yine târihî entrikalar dönmeli ve Osmanlı Türklüğü içerden parçalanmalıydı. Tezgahlar bu gâye ile dönmeye başladı. 1890 senesinde İngilizlerin yardımıyla kurulan İttihat ve Terakki Cemiyetinin hedefi, Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek ve Meşrûtiyeti îlân etmekti. Büyük paralarla Osmanlı Devlet adamlarını satın almaya ve kısa sürede pekçok taraftar bulmaya başladılar. Bu cemiyet, 1897’de Pâdişâhı tahttan indirmek için tertip içine girince, basılarak üyeleri yakalandı. Bunlar îdâma mahkum edildilerse de, cezâları pâdişâh tarafından müebbet hapse çevrilerek yurdun çeşitli yerlerine sürüldüler. Ancak bunlar Paris’e kaçarak faaliyetlerine devam ettiler. Ermeni, Yahûdî Balkan komitecileriyle yâni Pâdişâhın aleyhine olan herkesle işbirliğine başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan Bulgar, Sırp Yunan çeteleri, Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek için İttihat ve Terakki Cemiyetine kucak açtılar. Bunların ihânetleri o dereceydi ki, Ermenilerin düzenlettirdiği bombalı suikastten pâdişâh kurtulduğu zaman şâir Tevfik Fikret anarşiste:

“Ey şanlı avcı” diye sesleniyordu.

Türkiye’de pâdişâha karşı olmak âdetâ aydın olmanın bir gereği gibi görülmeye başlandı. Sarıklı medrese hocalarından setre pantolonlu Fransız taklitçilerine kadar herkes muhâlifti. Nihâyet bu yoğun propaganda ordudaki genç subaylar arasında da yayılmaya başladı. Bâzı subaylar çeteciliği bir siyâsî hareket kolu olarak benimseyerek Türk Devletine karşı komiteciliğe, yani dağa çıkıp isyana başladılar. Aralarında Enver, Niyâzi gibi mâcerâcı kimselerin de bulunduğu bu subaylar grubu, kendilerine kuvvet sağlayabilmek için Bulgar komitacılarıyla ortak hareket ediyorlardı. Selanik’te bulunan Osmanlı Üçüncü Ordusu bir âsi ordu hâline geldi.

Neticede Sultan Abdülhamîd Han İkinci Meşrûtiyeti îlân etmek zorunda kaldı (1908). Böylece saltanatının yaklaşık 5 ay sürecek üçüncü bölümü başladı. Abdülhamîd Hanın tahta çıktığı zamanda olduğu gibi bu devrede de iktidar yetkileri tamâmen elinden çıkmıştı. Bir yerde 1908, Osmanlı Devleti târihinde artık Osmanlı hânedânının devre dışı bırakıldığı ve siyâsî iktidârın halîfenin elinden alındığı bir târih oldu.

İttihatçılar silah zoru ile iktidara geldikleri için, yeni meclisin kurulmasında da çetecilik metodlarını kullandılar. Meclisi kendi adamlarıyla doldururlarken muhâliflerini de kirâlık kâtillerle ortadan kaldırdılar. Ancak bunların iktidârı sağlamlaşırken devlet çatırdamaya başladı. Türkiye’ye bağlı bir prenslik olan Bulgaristan, hemen istiklâlini îlân etti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Türkiye’ye âit olan Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini bildirdi. Girit muhtar idâresi Türkiye’den ayrıldı ve Yunanistan’la birleşti. Ermeni komitacıları Adana ve çevresinde büyük bir isyan çıkardılar. Memleketin bir baştan bir başa tam bir kargaşalık içine düştüğü sırada 31 Mart Vak’ası meydana geldi. İttihatçıların Selanik’ten İstanbul’a getirip yerleştirdikleri Avcı taburlarına mensup bir kısım asker ve halk ayaklanarak ittihatçılara karşı harekete geçti. Pâdişâh yetkilerinin çoğunu meclise devrettiği için insiyatifini kaybetmişti. Meclis iş göremiyordu. On gün kadar devam eden bu kargaşalıkta İttihatçılar Rumeli’nde ne kadar Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut çetecisi varsa topladılar. Bunların yanına pek az da Türk askeri katıldı. Üçüncü Ordu kumandanı Mahmûd Şevket Paşanın emri altında İstanbul’a gelen bu çetecileri devlet merkezine sokmak istemeyen kumandanlar pâdişâha mürâcaat ettiler. Ancak kardeş kanı dökülmesini uygun bulmayan merhametli pâdişâh buna müsâade etmedi. İsyânı yatıştırma bahânesiyle İstanbul’a giren İttihatçılar ve dağdan inmiş Balkan komitacıları pekçok kan döktüler. Ayrıca isyânın sorumlusu olarak da pâdişâhı gösterip onu tahtından indirmeye karar verdiler (Bkz. Otuzbir Mart Vâk’ası). Fetvâ emini Hacı Nûri Efendi, pâdişâhın tahttan indirilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığını söyleyince, söylediklerini yapacak birini bulup fetvâ yazdırdılar.

Daha sonra Yahûdî Emmanuel Karasu, Ermeni Aram, Arnavut Toptanî ve Gürcü Ahmed Hikmet Paşa pâdişâha giderek “Millet sizi istemiyor” dediler. Ancak Türk milleti adına söz söyleyen görülmüyordu.

Târihimizin en büyük lekelerinden biri olan bu hâdise aynı zamanda Türk milletine yapılan en büyük hakâretlerden biriydi.

İkinci Abdülhamîd Han, Türk târihinin çok büyük bir şahsiyeti ve dünyâ siyâset târihinin en önemli adamlarından biridir. Belki de bu büyüklüğü yüzünden kolay anlaşılamadı ve aleyhinde yerli ve dış düşmanlar her şeyi söylediler. Ancak gelişen olaylar zamanla pâdişâhın ne kadar haklı olduğunu ortaya koydu. Fakat devlet elden gitti. Muhaliflerinin başı olan Ahmed Rıza Bey, Cumhûriyet devrinde yazdığı hatıralarında ona övgüler yağdırdı. Bu korkunç pişmanlığın en açık örnekleri Süleyman Nazif, Rızâ Tevfik Bey ile diğer bâzı şâirlerin yazdıkları şiirlerle dile getirildi.

Rıza Tevfîk Bölükbaşı; Sultan Abdülhamid’in Ruhundan İstimdâd adlı şiirinde; 

Târihler adını andığı zaman,

Sana hak verecek hey Koca Sultan,

Bizdik utanmadan iftira atan

Asrın en siyâsî pâdişâhına.

 

Divâne sen değil meğer bizmişiz,

Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz,

Sâde deli değil edepsizmişiz,

Tükürdük atalar kalbigâhına... 

derken; Süleyman Nazif de;

Pâdişâhım gelmemişken yâda biz

İşte geldik senden istimdâda biz

Öldürürler başlasak feryâda biz

Hasret olduk eski istibdâda biz 

mısraları ile pişmanlığını dile getiriyordu.

İkinci Abdülhamîd Han eğitim, ulaşım, îmar ve kültürel faaliyetleri bakımından Osmanlı Devletinin en önde gelen pâdişâhlarındandır. Bu bakımdan Osmanlı kültür hayâtının iki büyük pâdişâhından biridir. Bunlardan birincisi eser yazdırmada ön sırayı alan İkinci Murâd’dır. Sultan İkinci Abdülhamîd de imparatorluğun başından beri yazılmış bütün eserleri bastırmakla dikkat çeker. Bu bakımdan köklü ve geniş kültür faaliyetleri içinde yer alan sonra hiçbir devirde onunki kadar mektep açılmamış, o kadar çok insan yetişmemiştir. Bunların hemen hepsi Çanakkale Muhârebelerinde şehit düştü ve devlet fikir bakımından da gerilemiş oldu. Birinci Dünyâ Savaşının ve Millî Mücâdelenin bütün başarılı kumandanları onun Harbiyesinden yetişmiş aydın insanlardı.

Osmanlı Devletinin son parlak dönemini yaşatan bu büyük devlet ve siyâset adamı, devrinde dünyânın dört büyük gücünden biri  olan ve 7 milyon küsur kilometre kareden fazla olan ülke toprağını İttihatçılara teslim ederken:

“Türkiye’yi on sene idâre edebilirlerse bir asır idâre edebildik diye sevinsinler.” demiş ve muhtemel neticeyi daha o anda işâret etmiştir.

Nitekim bu târihten îtibâren memleketimiz büyük felâketlerle karşı karşıya kaldı. 1911’de İtalyanlar Trablusgarb’ı işgâl etti. 1912’de Balkan Harbi bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika’da 1.200.000 Rumeli’de ise 250.000 km2 vatan parçası elden gitti (Bkz. Balkan Savaşları). Bu sırada İttihatçılar devlet içinde iktidârı bütünüyle ele geçirdiler. Enver Bey paşalığa terfi etti. Eski posta kâtibi Talat Bey paşalıkla sadrâzam oldu. İstanbul muhâfızı olan Albay Cemal Bey de paşa yapıldı. Böylece Enver-Talat-Cemal adlarındaki İttihatçı paşalar devletin tek söz sâhibi oldular. 1914 yılında da bir oldu bittiye getirerek Fransa, İngiltere ve Rusya’ya karşı Almanya’nın safında Birinci Cihan Harbine girdiler. Osmanlı Devleti dört yıllık savaş içinde yedi cephede çarpıştı ve yüzbinlerce evlâdını kaybetti. Aslında Türk orduları savaşlarda büyük başarılar gösterdiler. Çanakkale ve Irak cephesinde müttefik kuvvetler bozguna uğratıldı. Filistin ve Suriye cephelerinde ise İngilizlere yenilerek Adana’ya çekildiler. Fakat Almanya’nın barış isteğiyle ittifaktan ayrılınca Türkiye Devleti de, bu kötü şartlar altında, barış istemek zorunda kaldı. Artık Osmanlı Devleti bitmişti.

Birinci Dünyâ Harbinin son günlerinde, önce Abdülhamîd Han ve arkasından Sultan Mehmed Reşad vefât ettiler (1918). İkinci Abdülhamîd Hana çok hâzin bir cenâze merâsimi yapıldı. Onun otuz üç sene boyunca bütün cihana karşı ayakta tuttuğu koca Türk Devleti, komitecilikten yetişmiş genç subaylar elinde on yılda eriyip bitti. Meşhur târihçi ve yazar Ahmed Râsim, pâdişâhın tâbutunun arkasından; “Senin cenâzen bile bu milleti idâre edebilir.” diye ağlıyordu. Bir Yahûdî târihçi ise; “En ufak menfâati uğruna bütün dünyâyı fedâ etmeyi göze aldığı milletinin felâketini görmemek için bir an önce öldü.” demekten kendini alamadı. (Bkz. Abdülhamîd Han-II)

İttihatçılar ise Birinci Dünyâ Harbi sonunda memleketin düşmana teslimi mânâsına gelen Mondros Mütârekesini imzâladıktan sonra bir gece yarısı ülkeyi terk ettiler. Tahta geçen Sultan Vahideddîn’e ise mevcut bulunmayan bir devletin hükümdarlığını yapmak kaldı. Buna rağmen o 11 Mayıs 1920’de düşmanların hazırladığı ve Anadolu’nun işgâlini ihtivâ eden Sevr Antlaşmasını bütün baskılara rağmen imzâlamadı. İşgâl altında kalan vatanın kurtulması için elinden gelebilen her türlü gayreti ve fedâkârlığı gösterdi. Memleketin Anadolu’dan kurtulacağına kesin olarak inanan pâdişâh, Mustafa Kemal’i büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi. İstiklal Harbinin zaferle neticelenmesinden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti 1 Kasım 1922’de hilâfetle saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kânunla kabul etti. İngilizler de asırlardan beri çalıştıkları emellerine nâil olarak Vahideddin Hanı Malaya harp gemisiyle Malta Adasına götürdüler.

Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye, yâni “Yüce Osmanlı Devleti” 1920 yılında Sevr Antlaşması ve İstanbul’un işgâliyle yâni pâdişâhın resmen esir düşmesiyle siyâsî bakımdan sona erdi. Böylece altı yüz yılı aşkın bir ömrü olan Türk ve İslâm medeniyetinin her bakımdan şâheseri olan devlet, yerini Türkiye Cumhûriyetine bıraktı.

Bugün Birleşmiş Milletler teşkilatının yapmak istediği fakat bir türlü muvaffak olamadığı dünyâ devleti fikrini Osmanlı İmparatorluğu hiç kimsenin burnunu kanatmadan altı asra yakın bir müddet devam ettirdi. Avrupa’nın yarıdan fazlasını hâkimiyeti altında bulundurdu. Bu milletlerin her türlü meselelerini en az kendi dînine bağlı imişcesine halle çalıştı ve muvaffak oldu. Bugün dünyânın kendisine bel bağladığı bütün insânî kaideleri ve hürriyetleri ırk ve din farkı gözetmeksizin en âdil şekilde tatbik etti ve reâyâ denilen gayr-i müslim unsurun günümüze gelmesine hizmet etti.

Bu muazzam İmparatorluğun târih sahnesinden çekilmesiyle bünyesinden irili ufaklı olmak üzere 24 devlet doğdu. “Daha fazla hürriyet”, “daha âdil idâre” diye ayaklanarak devlet kuran milletler aradan bir asır bile geçmeden hâlâ aradıkları huzûru bulabilmiş değillerdir. İmparatorluğun bünyesi Anadolu hâricindeki Türk âlemi yeni yeni Rus zulmü altından kurtulmaya başlamıştır. Kurtuluşu kapitalist veya sosyalist rejimlerde aramaya kalkan Arap devletleri beynelmilel siyonizmin oyuncağı olup Osmanlıya ihânetin cezâsını çekmekte ve 3,5 milyonluk İsrail’in karşısında boyun büker vaziyettedir. Ayrıca Avrupa ve Balkan milletlerinden birçoğu Romanya, Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya, Bulgaristan, Arnavutluk halkları komünist rejimler altında yetmiş yıldır ezildikten sonra hürriyetlerine kavuşmuşlardır. Ancak bu ülkelerde açlık, yokluk ve sefâlet kol gezmektedir.

Netice olarak Osmanlı gitmiş huzur ve adâleti de berberinde götürmüştür.

Osmanlı adı her duyana lerze-resândır

Ecdâdımızın heybeti ma’ruf-ı cihândır

Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır. 

Osmanlılarda Devlet Teşkilâtı, Kültür ve Medeniyet:

Devlet teşkilâtı, merkez ve eyâlet olmak üzere ikiye ayrılırdı.

Merkez teşkilâtı: Merkeziyetci idâreye sahip Osmanlı Devletinin başı, pâdişâh, sultan, hünkâr, hân, hâkan da denilen hükümdardı. Pâdişâh, bütün ülkenin hâkimi, idârecisi ve Osmanlı Hânedânının temsilcisidir. Osmanlı pâdişâhları, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamânında 1516 târihinden îtibâren Halîfe sıfatını kazanmalarıyla, Müslümanların da lideri oldular. Ülkede mutlak hâkim, dünyâda da Müslümanların temsilcisi olan pâdişâhın vazife ve selâhiyetleri kânun ve şerîatle sınırlandırılmıştı (Bkz. Pâdişâh). Vazife ve selâhiyetleri, devlet teşkilâtında, müesseseler ve yüksek kademeli memurlar tarafından da paylaşılırdı. Sadrazam ve Dîvân-ı hümâyûnun diğer üyeleri pâdişâhın en büyük yardımcılarıydı. Dîvân-ı hümâyûn (bakanlar kurulu), sadr-ı âzam da (başbakan) mâhiyetindeydi. Dîvân-ı hümâyûnda, devletin birinci derecede önemli mülkî, idârî, şer’î, mâlî, siyâsî, askerî meseleleri görüşülüp, karara bağlanırdı. Dîvân-ı hümâyûn; pâdişâh adına sadr-ı âzam, kubbe vezirleri, kâdıaskerler, nişancı ve defterdarlardan meydana gelirdi. On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı kabinesi; sadr-ı âzam (başbakan), sadâret kethüdâlığı (içişleri bakanlığı), reisü’l-küttaplık (dışişleri bakanlığı), defterdarlık (mâliye bakanlığı), çavuşbaşılık, yeniçeri ağalığı-1826’da seraskerlik (millî savunma bakanlığı), kapudan-ı deryalık (deniz kuvvetleri komutanlığı) makâmı sâhiplerinden meydana gelirdi. Divân-ı hümâyûnda amedi, beylikçi (dîvân), tahvil, rüus, teşrifatçılık, vakanüvislik, mühimme kalemleri vardı. Dîvân-ı hümâyûn kararlarını ihtivâ eden defterler Topkapı Sarayında arşiv mâhiyetindeki Defterhânede muhâfaza edilirdi.

Eyâlet teşkilâtı: Devlet teşkilâtında en büyük idârî bölüm eyâletlerdi. Eyâletler sancak, kazâ ve nâhiyelere bölünmüştü. Eyâleti beylerbeyi, sancağı sancakbeyi idâre ederdi. Eyâletler gelir bakımından salyaneli ve salyanesiz (yıllıklı ve yıllıksız) olmak üzere ikiye ayrılırdı. Eyâletlerin merkez teşkilâtına benzer bir idâre tarzı vardı (Bkz. Eyâlet). Şehirler kâdı tarafından idâre edilir, emniyet subaşı tarafından sağlanırdı.

Siyâsî ve hukûkî idâre: Osmanlı Devleti siyâsî ve hukûkî idâresi bakımından tam mânâsıyle İslâm Devletiydi. Osmanlı hukûku içinde örfî hukuk adı verilen sistem İslâm hukûkunun içinde bir mevzudur. İslâm hukûkunda açıkça belli olmayan hususlar, İslâm prensiplerine aykırı olmamak şartıyla, şeyhülislâmların fetvâları ve kânun ve kânunnâmeler şeklinde düzenlenirdi. Yasama yetkisi pâdişâhındı ve pâdişâh adına yapılırdı. Medenî hukukta Hanefî mezhebinin hukuk sistemi tatbik ediliyordu. Cezâ hukûku ve diğer sahalarda Sultanî hukuk da denilen örfî hukuk tatbik edilmekteydi.

Osmanlı hukuk düzeni içerisinde idâre, mâliye, cezâ ve benzeri konularla ilgili alanlarda pâdişâhın emir ve fermanlarında bulunan değişik meselelerle ilgili kânunnâmeler vardı. Osmanlı Devletinde ilk kânunnâme Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) tarafından çıkarıldı. İkinci kânunnâme Sultan Süleyman Han (1520-1566) Kânunnamesidir. Bu kânunnâmelerde saltanatla ilgili konular yanında reaya ve Müslüman halkın devlet düzeni içindeki davranışlarını belirleyen hükümler vardır.

Büyük ve uzun ömürlü devletler, üstün adâletle kâimdir. Zulüm üzerine kurulmuş devlet ve imparatorluklar da olmuş ise de, ömürleri kısa sürmüştür. Kendisine mahsus husûsiyetleri, bilhassa kendi dışındaki dinlere tanıdığı çok geniş haklar, daha doğru bir ifâdeyle diğer dinlerin işlerine, ibâdetlerine ve âdetlerine hiç karışmamak gibi özellikler gösteren Türk adâleti, dünyâ milletlerine nümûne olmuş, yüzyıllar öncesi kavuşulan bu seviye; bugünün medenî denilen milletleri tarafından hâlâ yakalanamamıştır. Bu sebepledir ki, F. Dowey’in dediği gibi “On altıncı yüzyılda birçok Hıristiyan, adâleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak, Osmanlı ülkelerine gelip yerleşiyorlardı.” F. Babinger ise “Osmanlı pâdişâhının ülkesinde herkes kendi hâlinde, bahtiyâr olabilirdi. Mutlak bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sâhip olduğundan dolayı bir güçlükle karşılaşmazdı.” demektedir.

Bizzat pâdişâh adâlete itâat ederdi. Üçüncü Sultan Mustafa Han (1757-1774) Beylerbeyi Sarayını genişletmek istemişti. Bunun için civardaki bir dul kadının arsasını almak lâzımdı. Kadın arsasını satmak istemeyince, pâdişâh zorla arsayı almayı aklından geçirmedi. Sarayın eskiyen bir kısmını yıktırdı ve halka mahsus bir bahçe hâline getirdi.

Osmanlılarda bir hizmet karşılığı vazife gören devlet memurları vardı. Yaptıkları iş karşılığında kendilerine bir ödemede bulunulurdu. Bir de şehirlerde oturan esnaf ve tüccarlar, köylerde oturan ve devletin temelini teşkil eden çoğu üretici köylüler vardı. Bunlara reaya denirdi. Vergi vermesi nüfusun büyük kısmını meydana getirmesi bakımından köylü, devlet için halkın ve tebeanın esas kesimi sayılıyordu. Kânûnî Sultan Süleyman Hanın dediği gibi reaya, yâni köylü, devletin efendisi olarak kabul ediliyordu. Üretici güç, büyük ölçüde köylülerin elindedir. Bu güç olmaksızın ordu ve devlet mümkün değildir.

Şehirlerin dışında kalan ve köylerde yaşayan kalabalık halk topluluğu, daha çok tarım, hayvancılık ve değişik toprak işçilikleriyle uğraşırdı. Müslüman halk, devletin İslâm dîni esaslarına dayanan umûmî kâidelere göre yönetilir, asker alınır, kâbiliyetli olanlar ise daha başka devlet görevlerine yükselirlerdi. Köylerde yaşayan halk topluluğundan zanaat sâhibi olan veya olmak isteyenler, şehir ve kasabalara gidip kendileri için elverişli olan işlere girerdi. Gayri müslim halk genellikle Hıristiyan ve Yahûdî topluluklarından meydana geliyordu ve bu toplulukların hepsine de reaya deniyordu. Sonradan gayri müslimlere ekalliyet, yâni azınlık denilmeye başlandı.

Osmanlı Devletinde kuruluşundan îtibâren devlet idâresinde yürütme ve yargılama gücü ayrı olarak düşünülüp tatbik edildi. Eyâlet yöneticileri pâdişâhın yürütme yetkisini, kadılar da yargılama yetkisini temsil etmekteydi. Osmanlılar bu iki kuvvet ayırımını âdil bir devlet idâresi için esas kabul ederlerdi.

Osmanlılar bütün müesseselerini kendinden önceki İslâm ve Türk devletlerinden alıp devrin şartlarına göre geliştirdiler. Esâsen ilk Osmanlı yöneticilerinin Türkiye Selçukluları ve Anadolu beylikleri gibi esas îtibâriyle İslâm ve Türk sisteminden gelmiş kimseler olması dolayısıyla Osmanlı Devleti bu sistemin, meydana getirdiği bir siyâsî ve hukûkî düzene sâhip bulunuyordu.

Osmanlı Devletinin gerileme devresiyle birlikte, Batının siyâsî ve hukûkî müesseselerinin devlet sistemine büyük çapta etki yaptığı ve bu dönem içinde eskinin yanında, yeninin de ortaya çıktığı görülmektedir. Osmanlı Devletinin siyâsî ve hukûkî, rejiminin belli başlı unsuru bütün gelişmelere rağmen, İslâm dînî esasları oldu. Bu esaslara göre, temel; adâlettir. İslâmiyet bu bakımdan devletin temelini meydana getirir. Pâdişâh dînin koruyucusu, halk onun tebeasıdır. Pâdişâha bütün yetkilerin verilmesinin sebebi, onun adâleti gerçekleştirmesi içindir. Osmanlılarda medenî hukukla evlenme ve boşanmada tamamen Hanefî mezhebine göre İslâm hukûkunun hükmü tatbik edilirdi. Birden fazla ve dört kadına kadar evlenmek sanıldığı kadar kolay ve yaygın değildi. Mîras hukûkunda, İslâmî hükümler tatbik edildi. Esâsı Hanefî Hukûku olup, bunu sonradan Cevdet Paşanın da dâhil olduğu bir heyet Mecelle adı verilen eserde toplamıştır. Osmanlılar İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna mücâdele edip, fetihlerde bulunmuşlar, Allahü teâlânın dîninin yayılması ve Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette rahat etmelerini düşünmekten başka bir gâye gütmemişlerdir.

Saray teşkilâtı: Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra, saray teşkilâtı da diğer müesseseler gibi gelişme gösterdi. Bursa ve Edirne saraylarından sonra, İstanbul’un fethi üzerine bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binâsının olduğu yerde, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından Saray-ı Atîk denilen eski saray kuruldu. Daha sonra yine Fâtih tarafından Saray-ı Cedid adı verilen Topkapı Sarayı yaptırıldı.

Bu saraylar pâdişâhların hem ikâmet ettikleri yer ve hem de bütün devlet işlerinin görüşülüp karar verildiği en yüksek devlet dâiresiydi.

Osmanlı Devletinde saray teşkilâtı üç kısımdan meydana gelmekteydi: 1) Bîrûn adı verilen dış kısım, 2) Enderûn adı verilen iç kısım, 3) Harem-i hümâyûn.

Sarayın Birûn adı verilen kısmı sarayın dışı, yâni Babüs’saâde hâricindeki teşkilâtıdır. Sarayın Birûn teşkilâtının işleri çeşitli olduğundan, her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardandı.

Burada görevli olan ilmiye sınıfı ile Birûn ağaları denen ağalar, sarayın hem harem ve hem de enderûn kısmının hâricindeki yerlerde ve dâirelerde bulunup, vazifelerini yaparlar ve akşamları evlerine giderlerdi. Birûn teşkilâtına âit bütün tâyinler sadr-ı âzam tarafından yapılırdı.

Enderûn: Sarayın bu kısmı yüksek dereceli devlet memuru yetiştiren bir mektep ve terbiye yeriydi. Pâdişâhlar bir kısmı sarayda ve bir kısmı da orduda olmak üzere Müslüman Türk terbiye ve kültürü ile yoğrulmuş, kendilerine sâdık bir sınıf yetiştirdikten sonra, Osmanlı devlet idâresini bunların eline vermiştir.

Küçük yaştaki devşirme denilen çocuklar, saraya alınmadan sivil Müslüman Türk âilelerin yanında büyük bir îtinâ ile yetiştirilerek, Müslüman Türk terbiyesi görürlerdi. Dînî bilgileri ve Türkçeyi öğrenirler daha sonra saraya alınırlar, burada da mükemmel bir tahsil gördükten sonra, sıraları gelince liyâkat ve kâbiliyetlerine göre saray hâricindeki çeşitli devlet hizmetlerine tâyin edilirlerdi. Sarayda her koğuşun ve sınıfın fertlerinin kaydına mahsus defterler olup, bunların saray terbiyesi üzere yetişmeleri için her koğuşta lala tâbir edilen hocalar vardı.

Osmanlı Sarayı, hem devletin en yüksek idâre organı ve hem de en yüksek idârecilerini yetiştiren bir müessese idi. Sarayın kendine mahsus usûl ve erkânı vardı. İslâm ahlâkının ve insanlık seciyesinin en güzel örnekleri burada yaşanır ve buradan Osmanlı ülkesine ve dünyâya yayılırdı.

Harem-i Hümâyûn: Pâdişâhın âile efrâdının; pâdişâh kadınlarının, pâdişâhın kız ve erkek çocukları ile harem ağalarının ve muhâsiplerinin oturduğu yerdi.  Yerleşim olarak vâlide sultanın dâiresi, şehzâdeler mektebi, pâdişâhların yatak odaları, câriyelerin yetiştiği yerler gibi bölümleri vardı. Haremde; vâlide sultan, başkadın efendi, pâdişâh kızları, gedikli kadın, hizmetçi (câriye)ler bulunurdu.

Osmanlı sarayının harem bölümü, hânedan mensuplarının husûsî âile hayatlarını yaşadıkları yerdi. Devletin bütün müesseseleri ve cemiyet hayatında olduğu gibi, buradaki günlük hayat da, İslâmiyetin esaslarına Türk örf ve an’anesine titizlikle riâyet edilerek yürütülürdü. Harem-i Hümâyûnda bulunanlar, küçük yaşlarından îtibâren çok titiz ve ciddî bir eğitimden geçirilerek yetiştirilir, sarayın müstesnâ âdâb ve terbiyesine uymasına îtinâ gösterilirdi.

Asırlar boyunca cihan-şümûl Osmanlı Devletini idâre etmiş, ülkeler fethetmiş, ilim ve irfânın ilerlemesine, medeniyetin yükselmesine ve yayılmasına hizmet etmiş pâdişâhlarla, mümtaz ahlâk, iffet, şefkat, merhamet ve hamiyet nümûnesi hanım sultanlar, hep bu Harem-i Hümâyûnda terbiye edilerek yetişmişlerdir. Haremde, hânedan âilesinin yaşayışını düzenleyen çok muazzam bir teşrifât, (protokol) vardı. Harem teşkilâtı ve müessesesini anlatan çeşitli târihî vesikalar mevcuttur.

Harem-i Hümâyûnda bulunan câriyeler, İslâm ordularının düşmanlarla yaptığı harplerde esir edilen kadın ve kızlarla, pâdişâha hediye edilenlerden hizmetçi olarak sarayda bulunanlardı (Bkz. Köle). Bunların çoğu hizmetçi olarak hanım sultanların ve haremde vazifeli kadın görevlilerin emrinde hizmet ederek yetişirlerdi. Câriyelerin hepsi, uzun süre çok ciddi bir terbiyeden geçirilir, İslâm ahlâkı ve Türk örfüne göre yetiştirilir, çeşitli hizmetlerle vazifelendirilirlerdi. Temayüz edenlerinden pek azı, pâdişâhın özel hizmetlerini görmekle de vazifelendirilirdi. Bu dereceye yükselmek, câriyeler için pek büyük bir meziyet ve mazhariyetti ve uzun terbiyelerden sonra ulaşılırdı. Gerek pâdişâhın ve gerekse Harem-i Hümâyûnda bulunan diğer hânedan mensuplarının hizmetlerindeki câriyelerle olan muâmeleleri, İslâm hukûkuna uygundu. Keyfilikten, zevk ve safâya zebunluktan uzak olup, İslâmiyetin târif ettiği meşru âile hayâtının bir nümûnesiydi. Câriyelerden çoğu kendiliklerinden Müslüman olur, ya sarayda şerefli bir ömür sürerler veya münâsip kimselere zengin çeyizlerle gelin edilirler, yuva kurarlardı.

Eski ve ortaçağlardaki krallık ve imparatorluk saraylarında yaşanan zevk ve safâhat âlemleriyle, bilhassa saraya mensup kadınların karıştığı entrikaların şehvetleri kamçılayan hikâyelerini dinleyip yazmağa alışmış bâzı Avrupalı muharrirlerle, onları taklit eden yerli isimler, hiçbir yabancının girmemiş, hiçbir uygunsuz haber duyulmamış olan Osmanlı sarayında da bu kâbil olayları çok araştırmışlar, yazacak hiçbir şey bulamamışlardır. Asırlar boyunca devam etmiş bir hânedan âilesinden şüpheli rivâyetler hâlindeki tek tük olayı ise, geniş hayalleriyle süsleyip bire bin katarak anlatmışlardır. Bilhassa Batı insanının ulaşmayı gâye edindiği zevk ve safâhat hayâtının Avrupa saraylarında görülen nümûneleri; onların târihte emsalsiz bir ihtişam sâhibi Osmanlı sarayında da benzeri bir hayat hayâl etmelerine sebep olmuştur. Çünkü Avrupalı için iktidar ve maddiyatın zevki ve safâyı teminden başka nihâî bir maksadı yok gibidir. Harem kelimesiyse, özellikle son zamanlarda çeşitli bahânelerle istismar edilmiş, Müslüman-Türk ahlâkının beşiği âile yuvası, çeşitli bozuk düşünce sâhiplerinin uydurma sözleriyle lekelenmek istenmiştir. Bu maksatlı iftiralarla dolu yazıların hedefi; târihteki, Türk ahlâk ve devletini aşağı düşürmektir. Bu tip maksatlı yazıların hiçbir vesikası ve değeri de yoktur. Harem kadınlarının hiçbiri, devrinde kendi hayâtını ve haremi anlatan kitap yazmamıştır.

Ordu: Osmanlı ordusu, kuruluşundan 20. yüzyılın başına kadar kara ve deniz kuvvetleri olmak üzere teşkilâtlanmıştı. 1909-1910 yıllarında Avrupa ordu teşkilâtına giren Hava kuvvetleri, 1912’de de Osmanlı Devletinde kuruldu.

Osmanlıların kuruluşunda ordu, aşiret kuvvetlerinden meydana geliyordu. Fetihlerin genişlemesiyle, gönüllülerin, feth edilen yerlere iskânla da Türkmen bey ve kuvvetlerinin katılmasıyla asker miktarı artıp, teşkilâtlanmaya gidildi. Beylik, akıncı ve gönüllü kuvvetlerine ilâveten 1361 yılında yaya (piyâde) ve müsellem (süvâri) olmak üzere muntazam ve dâimî ordu teşkilâtı kuruldu (Bkz. Kapıkulu Ocakları). Osmanlı kara kuvvetleri piyâde, süvâri eyâlet askerleri, teknik ve yardımcı sınıflardan meydana gelirdi. Piyâdeler; acemi, yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacıları, lağımcı, humbaracı ocakları olmak üzere yedi ocağa ayrılırdı. Süvâriler de; sipâhi, silâhtar, sağ ulûfeciler, sol ulûfeciler, sağ garipler, sol garipler bölükleri olmak üzere altı bölüğe ayrılırdı. Eyâlet askerleri timarlı sipâhiler ve yerli kulu teşkilâtı olmak üzere ikiye ayrılırdı. Timarlı sipâhiler, Osmanlı ordusunun en önemli kısmı olup; timar sâhipleriyle, bunların beslemek ve yetiştirmekle yükümlü oldukları cebelülerden meydana gelirdi. Yerli kulu teşkilâtı; yurtiçi, geri hizmet, kale kuvvetleri teşkilâtı olmak üzere üç bölümdü. Yurtiçi teşkilâtı; belderanlar, cerahorlar, derbendciler, martalozlar, menzilciler, voynuklar gruplarından; geri hizmet teşkilâtı, yaya ve müsellemler ile yörüklerden; kale kuvvetleri teşkilâtı, azaplar, gönüllü ve beşlilerden meydana gelirdi. Akıncılar, Osmanlı ordusunun öncü kuvvetleri olup, kuruluşuna, gelişmesine ve genişlemesine çok hizmetleri geçti. Akıncılar onlu sisteme göre teşkilâtlanmışlardı. (Bkz. Akıncılar)

Deniz kuvvetleri (Donanma): Osmanlı Deniz Kuvvetleri, Karesi, Menteşe, Aydın gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altına alınmasıyla sâhip olunan gemi ve personeliyle kuruldu. İlk zamanlarda Karamürsel, Edincik ve İzmit’teki gemi inşâ tezgâhları, Sultan Birinci Bâyezîd Han (1386-1402) zamânında Gelibolu, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamanında Haliç, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamânında Süveyş ve zamanla Ruscuk, Birecik tersâneleri kuruldu. Bu tersânelerde kürekli ve yelkenli gemiler îmâl ediliyordu. Buharlı gemilerin keşfiyle 1827’de donanma, Buğu denilen bu gemilerle de donatıldı. Kürekli gemi çeşitleri olarak; uçurma, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çete kayığı, brolik, celiyye, çamlıca, şayka, firkate, mavna, kalite, gırab, şahtur, çekelve, kırlangıç, baştarde ve kadırga kullanıldı. Yelkenli gemi çeşitlerinden de; ateş, ağrıpar, barça, brik, uskuna, korvet, kalyon, firkateyn, kapak ve üç ambarlı kullanıldı. Donanma-i Hümâyûnun başı 1867 yılına kadar kaptan-ı derya, bu târihten sonra da bahriye nâzırı ünvânını taşıdı. Osmanlı donanması, muazzam teşkilâtı, kuvvetli harp filosu, cesur, üstün kâbiliyetli kaptan ve leventleriyle Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz ve Kızıldeniz’e hâkim olup, Hind ve Atlas Okyanuslarında Osmanlı sancağı ile armasını dalgalandırıp temsil ediyorlardı. Osmanlı donanmasının 27 Eylül 1538 târihinde müttefik Avrupa devlet ve kavimlerinden meydana gelen Haçlı donanmasına karşı kazandığı Preveze Deniz Zaferi, bugün de Deniz Kuvvetleri günü olarak kabul edilmektedir. (Bkz. Deniz Kuvvetleri)

Osmanlı ordusunda ateşsiz, ateşli, koruyucu silâhlar kullanılmaktaydı. Ateşsiz silâhlar; kılıç, ok, sapan, bozdoğan, topuz da denilen gürz, kamçı, döğen, balta, meç, şimşir, gaddara, yatağan, hançer, kama, mızrak, cirit, kantariye, kastaniçe, süngü, zıpkın, tırpan, çatal, halbart, mancınık, müteharrik kule; Ateşli Silâhlar; şayka, zarbazen, miyane zarbazen, şahî zarbazen, şakloz, drankı, bedoluşka, marten, ejderhan, kolonborna, miyane, balyemez adlarındaki toplar şişhaneli karabina, çakmaklı, fitilli çeşitleriyle tüfek, tabanca kullanılırdı. Zırh, karakal, miğfer, kalkan da düşman silâhından muhâfaza için kullanılırdı.

1839 Tanzimat ilânına kadar ordu-yu hümâyûnda mülkî vazifeleri de olan askerî rütbeler şunlardır: Sadâret, vezir, beylerbeyi, ülâ, sancak beyi, alaybeyi, kaymakam, binbaşı, sağkolağası, yüzbaşı, mülâzım-ı evvel, mülâzım-ı sânî, zâbit vekili, başçavuş, onbaşı, nefer. Son devir askerî rütbeler ve İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamânında, 1900’de subay maaşları: müşîr (mareşal) iki yüz elli altın, ferik (korgeneneral) yüz altın, mirliva (tümgeneral) altmış altın, miralay (albay) yirmi beş altın, kaymakam (yarbay) on sekiz altın, binbaşı on iki altın, kolağası (kıdemli yüzbaşı) on altın, yüzbaşı beş altın, mülâzım-ı evvel (üsteğmen) iki buçuk altın, mülâzım-ı sâni (teğmen) iki altın, nefer (er) bir mecidiye (bir altının beşte biri). Bu maaşlar net ve kesintisiz olup, her ay da ihsân-ı şahâne (pâdişâh hediyesi) alan pekçok subay vardı.

Dînî teşkilât: Osmanlı Devleti, İslâm dîninin en yüksek makâmı olan halîfelik müessesesine de sâhip olduğundan, bütün dînî teşkilâtlar mevcuttu. Halîfe, şeyh-ül-islâm, kadıasker, kadı, müderris, nâib, kassam, şeyh, imâm, hatip, müezzin gibi dînî vazifeliler, bunlara ilâveten tekke ve zâviyelerde de pîr, dede, baba, postnişin vardı. Halîfelik makâmı, 1517’de Mısır’ın fethi üzerine Osmanlı Devletine geçmişti (Bkz. Halife). Şeyh-ül-islâm, ulemanın yâni âlimlerin başıydı. Fetvâ da verirlerdi. Fetvâ ve kıymetli eserleriyle tanınan meşhur şeyh-ül-islâmlar yetişti. En meşhurları Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Ebüssü’ûd, İbni Kemâl Paşa, Âli Cemâlî efendilerdir (Bkz. Şeyh-ül-islâm). Kadıasker; ilmiye mesleğinin en yüksek makamlarındandı. Ordunun şer’î ve hukûkî meselelerine bakardı. Dîvân-ı hümâyûn yâni hükûmet üyesiydi (Bkz. Kazasker). Kâdı; dînî ahkâma göre hüküm veren ve tatbik eden, hükümetin idârî tasarruflarına âit emirlerini yerine getiren makam, hâkim olup, şehrin de idârecisiydi (Bkz. Kâdı). Müderris; medrese öğretim üyesi, profesör karşılığı kullanılırdı. Dînî teşkilât mensubu olmalarına rağmen, müderrisler, dînî bilgilerde olduğu gibi, fen bilgilerinde de âlimdiler. Süleymâniye Medreseside müderrisler fennî ders okuturlardı. Müderrislerin dereceleri olup, yardımcıları da vardı (Bkz. Medrese). Nâib; şer’î mahkemelerde kadı adına çeşitli kararlar verebilir ve onun vekilidir. Kadı’nın vazife aldığı yerin büyüklüğüne göre naibleri olurdu. Kaza, kadı, bab, mevali, ayak ve arpalık naibleri olmak üzere çeşitleri vardı (Bkz. Nâib). Kassam; vefât edenlerin ve şehidin mirâsını varislere İslâm-ferâiz ahkâmına göre taksim etmekle vazifeliydi (Bkz. Feraiz Bilgisi). Şeyh; tekke, dergâh, zâviye, hankâh başında bulunurdu. Şeyh’e pîr, mürşit de denirdi. İmâm; câmilerde ve mescitlerde veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran vazifeliydi (Bkz. İmâm). Hatip; vaaz vermekle vazifeliydi. Her câminin bir, büyüklerinin birkaç hatibi olduğu gibi, gezici olanları da vardı. Müezzin; câmilerde ezân okumakla vazifeliydi. Tekkelerde şeyh, pîr, dede, baba, postnişin bulunur, tasavvuf kâidelerine göre derece alırlardı. Osmanlılarda dînî teşkilât mensuplarının hepsi imtihanla vazifeye alınıp, icâzetnâmeleri vardı. Dînî teşkilât mensupları başta pâdişâh olmak üzere, herkesten hürmet ve saygı görürlerdi. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Ehl-i beyte çok hürmetkâr olan Osmanlı sultanları, Resûlullah efendimizin neslinden gelenler için Nakib-ül-eşraflık müessesesini kurdular. Peygamberimizin kızı Fâtımâtü’z-Zehra ile amcaoğlu ve dâmâdı hazret-i Ali’nin oğullarından hazret-i Hüseyin’in soyundan olana Seyyid, hazret-i Hasan’ın soyundan olana Şerif denir. Nakibül-eşrâflar, bu mübârek insanların haklarını korumak, adlarını, âilelerini, evlâdlarını ve bulundukları yerleri, işlerini kaydetmek ve dâvâlarına bakıp, sicillerini tutmakla vazifeliydi. Nakib-ül-eşrafın vekili olan Nakib-ül-eşraf kaymakamı ve alemdar adında yardımcıları vardı. (Bkz. Ehl-i Beyt)

İlmiye teşkilâtı; Osmanlı Devletindeki bütün ilmî faaliyetler, İslâm dîni esaslarına göre müesseseleşti. Bütün teşkilâtlar Hanefî mezhebine göre teşkil ettirildi. İlmiye teşkilâtında; medrese, müderris, kadı, pâdişâh hocaları, kadıaskerler, nakibül-eşraf, müftü veya şeyh-ül-islâm ve bunların nezâretindeki müesseseler vardı. İlmiye teşkilâtının rütbeleri, dereceleri de vardı. İlmiye mensupları, başta pâdişâh olmak üzere, devlet adamları dâhil herkesten hürmet görürdü.

Mâliye; Osmanlı Devletinin gelir ve giderlerine 1838 yılına kadar defterdar, bu tarihten sonra da mâliye nâzırı ve bağlı teşkilâtı bakardı. Defterdar, Divân-ı hümayûn yani bakanlar kurulu üyesiydi. Başdefterdar, padişahın malî işlerde vekilidir. Başdefterdarın; şıkk-ı sânî ve şıkk-ı sâlis defterdarı olmak üzere iki yardımcısı vardı. Önceleri tek olan defterdar, sayısı devletin genişlemesiyle birlikte arttı. (Bkz. Defterdar)

Osmanlı Devlet hazinesi, iç ve dış hazine olmak üzere ikiye ayrılırdı. İç hazine; pâdişâhın şahsına âit olup, hazîne-i hassa da denirdi. Dış hazîne; devlete âit olup, hazine-i devlet, hazine-i âmire, hazine-i hümayûn ve hazine-i mâliye de denirdi. Beyt-ül-mal, Osmanlı Devletinde devlet hazinesi ve mâliye dâiresi mânâsında kullanıldı. Osmanlı Devletinde, şer’î ve örfî olmak üzere iki türlü vregi vardı. Mâliye teşkilâtı da şer’î ve örfi gelir sistemine göre teşkil edilmişti.

Şer’î gelir sistemi: Uşr (Aşar, Öşür), haraç, cizyedir. Uşr (aşar), halkın öşür dediği toprak mahsüllerinden alınan onda bir nispetindeki zekâttı. Uşur dört çeşit zekât malından, toprak mahsûlleri zekâtı ile hayvan zekâtına ve “Âşir” denilen zekât memurlarının ithâlâtçı tüccardan topladığı zekâta denir. Bunu devlet başkanı alır ve Kur’ân-ı kerîmde bildirilen yerlere dağıtırdı. Emvâl-i bâtına denilen diğer zekât mallarının zekâtını, Müslüman zengin bizzat kendisi hesaplar ve emredilen yerlere verirdi. Bu bakımdan uşur ver zekât ibâdet olup, diğer vergiler gibi bir vergi değildir (Bkz. Zekât). Haraç; zor ile alınıp da, gayri müslim vatandaşlara bırakılan veya sulh (antlaşma) ile alınıp, onların olan topraktan alınan beşte bir, dörtte bir, üçte bir, yarıya kadar olabilen toprak mahsûlünden alınan vergidir (Bkz. Haraç). Cizye; ehl-i kitap (Hıristiyan ve Yahûdî) gayri müslim erkeklerden alınırdı (Bkz. Cizye).

Örfî vergiler, Avârız vergileri de denirdi. Tekâlifi divâniye ile ihtisap, ağnam, yâva, mâdenler, otlak, kışlak resimleridir. Tekâlifi divâniye, devletin ihtiyaç duyduğu zamanlarda aynen veya para olarak; avârız akçesi, nüzül bedeli, sürsat bedeli, kürekçi bedeli gibi çeşitleri vardı. Mülk olup vergiye, tâbi olan toprakların çoğu öşürlü, çok azı haraçlı idi. Memleket topraklarının çoğu mîrî idi. Önceleri kirâya verilen mîrî toprakların çoğu sonradan vatandaşa satılarak veya vakfedilerek öşürlü hâle gelmiştir. Vakıf topraklardan da uşur alınırdı. Beyt-ül-malın ve hiç kimsenin olmayan dağlar, ormanlar gibi yerleri işletip, mahsûl alan Müslüman öşrünü verirdi. Mîrî toprağın kirâları asker ve subayların olurdu. Bunlara dirlik denilirdi. Askerin toprağına timar, subayın toprağına Zeâmet, general toprağına Has denirdi. Bunların yıllık gelirleri, timar; üç bin ile yirmi bin akçe arası, zeâmet; yirmibin ile yüz bin akçe arası, has: yüz bin akçeden fazlaydı. Osmanlı parasına akçe denirdi. Osmanlılarda sikke, mangır, metelik, kuruş, pul, para, para birimi olarak kullanılmıştır. Belirli bir miktar para anlamında kese tâbiri kullanılmıştır. Osmanlı Devletinde gelir; Merkeze gönderilenler, eyâletlerde bırakılan, mahallî belde gelirleri olarak tasnif edilebilir. Fevkalâde gelirlerden ganîmet de varsa da devamlı değildir. Gelirler saray giderleri, idârî ve askerî giderlere harcanırdı. Devlet aldığı vergilerle; vatandaşın canını, malını, şerefini, hakkını, vicdan hürriyetini, ticâret hürriyetini müdâfaa edip, korumakla, millî savunma ve asâyişi sağlamaktaydı. Pekçok dînî sosyal, bayındırlık ve hayır eserleri çok iyi işleyen vakıf müessesesince yapılıp, bu hususlarda devlet bütçesine pek fazla katkıda bulunuyorlardı. Pâdişâhın ihtiyaçları Mısır’dan sağlanan gelirlerle karşılanırdı.

İktisâdî hayat, sanâyi ve ticâret; devlet ve özel sektörce yapılırdı. Umûmiyetle önemli ve büyük işletmeler devletçe, küçük ve daha çok piyasa ihtiyacı olan işletmeler, özel sektörce karşılanırdı. Devlet sektörü, millî savunma, devlet ve saray ihtiyaçlarını karşılardı. Silâh, sanâyi ve harp malzeme ve levâzımatı devletçe yapılırdı. Harp gemileri devlet tersânelerinde yapılmasına rağmen, özel sektörce de işletilen tersâneler vardı. İhrâcât malları özel sektörce îmâl edilirdi. Osmanlı silâh sanâyii çok ileri olmasına rağmen ihracatı yasaktı. Üstün teknik, ateş gücü ve kaliteli malzemeden îmâl edilen Osmanlı silahlarına sâhip olmak, Avrupalıların meraklarından olup, çeşitli yollardan sağlananlar da çok fahiş fiyatlarla alınırdı. Ticâret, kara ve deniz yoluyla yapılırdı. Kara ticâreti kervan ve kâfilelerle, deniz ticâreti de ticâret filolarıyla yapılırdı. Osmanlı karayolları dünyânın en bakımlı yolları olup, granit taş döşeliydi. Granit yollar ordu, kervan ve yayaların geçmesi içindi. Sürüler granit yolun iki tarafında tesviye edilmiş iki toprak şeritten geçerdi. Tesviye edilmiş toprak yollar da vardı. On dokuzuncu yüzyıldan îtibâren de memleket demiryolu ağı ile örüldü. Tüccar devletin himâyesinde olup, serbest, huzûr ve emniyet içinde hareket ederdi. Türk armatörlere âit ticâret filoları olup, bu armatörlerin gemileri, ticâret hanları ve çok büyük servetleri vardı. Şehirlerde büyük ticâret merkezi mâhiyetinde kapalı çarşılar vardı. Bunların en meşhuru hâlâ kullanılan İstanbul Kapalıçarşısıdır. (Bkz. Kapalıçarşı)

Ticâret hanları, toptancı tüccarın hem yazıhâne, hem depo olarak kullandığı iş hanlarıydı. İstanbul, dünyânın en büyük iş ve ticâret merkeziydi. Esnaf, loncalar hâlinde teşkilâtlanmıştı (Bkz. Loncalar). Esnafların iş kolları çok çeşitli olup, kalite ve temizlik esastı (Bkz. Esnaf). İpek, pamuk, kıl ve yünden çeşitli kumaşlar dokunurdu. Ak alemli, Ankara sofu, Malatya sofu, abâyî, nefs-i Halep, muhayyir, seranik, berek, boğası, kutnî, mukaddem, menevşeli, nakışlı, sali, çatma, binişlik, çakşirlik astar, kadife ve ibrişim dokumaları meşhurdu. Şap, demir, kurşun, gümüş, madenleri işletilirdi. Osmanlı ihraç malları; ipek, ipekli kumaşlar, yün ve yünlü kumaşlar, pamuk ve pamuklu dokumalar, yapağı, tiftik yünü, mazı, halı, şaptı. İhracı yasak olanlar; zahire, bakliyat, at, silâh, barut, kurşun, bakır, kükürt, sahtiyan, gön olup dışarıya çıkarılmazdı. Yalnız zahire ender olarak, memleket sıkıntıya düşmeyecek derecede ihtiyaç fazlasının çıkmasına müsâade edilirdi. Sulh zamânında ihtiyaç fazlası; balmumu, donyağı, koyunderisi, çadırbezi, pamuk, pamuk ipliği, meşin yaprağı, ipek, ipekli dokumaların ihracına da müsâade edilirdi. Çuha, sülyen, zeybak, bakır tel, sarı teneke, üstübec, kâğıt, cam, sırca, boya, iğne, boncuk, makas, ayna, kürk, balık dişi, ithâl edilirdi. Osmanlı Devletinin ticârî muâmele yaptığı mühim ticâret ve iskele merkezlerinden, İstanbul, İzmir, Selânik, Avlonya, Draç, Payas, Trablusşam, Sayda, İskenderiye, Basra, Kalas, Kefe, Sinop, Trabzon limanları ile İstanbul, Edirne, Gümülcine, Filibe, Sofya, Üsküp, Manastır, Yanya, Bosna-Saray, Budin, Bursa, Ankara, İzmir, Konya, Diyarbekir, Mardin, Erzurum, Halep, Şam, Kahire, İskenderiye, Bağdat, Musul başlıca ticâret merkezleriydi. Yabancıların haberleşmesini sağlıyan sâi denilen posta teşkilâtı ve bunların başında sâibaşılık adıyla posta müdürlüğü teşkilâtı vardı. İhrâcât ve ithâlât uzun zaman Osmanlı hâkimiyetinde devirlere göre, mevcut devletlerle yapılırdı. Bunlar zamâna göre; Ceneviz, Venedik, Dubrovnik, Floransa, Bizans, Milano, Napoli, Katalonya (İspanya), Lehistan, Roma, Rusya, İngiltere, Prusya, Avusturya, Almanya, İran, Mısır Memlûkleri idi. Devlet tüccara ve müstahsile her bakımdan destek ve yardımcı olurdu. Son devirlerde yerli ve yabancı bankalar kuruldu. Osmanlı iktisâdî ve ticârî sisteminde fâiz yoktu. Son devir amatör araştırmacılar ve meselenin esâsını bilmeyenler tarafından kasıtlı olarak fâiz olduğu yazılmaktadır. Bu kimseler, aslında İslâmiyetin izin verdiği fakat çok az tatbik edilen iyne yolu ile ödünç vermeyi fâiz zannetmektedirler.

Toprak idâresi; Osmanlılarda beş türlü toprak vardı: 1) Mülk; milletin mülkü olan topraklar olup, pek azı harâçlı, pekçoğu öşürlü idi. Mülk olan toprak dört türlüdür. Birincisi, köy, şehir içindeki arsalar veya köy yanında olup, yarım dönümü geçmeyen yerlerdir. Bunlar, mîrî toprakken, halîfenin izniyle millete satılmış yerlerdir. Yâhut öşürlü veya harâçlı yerlerdir. İkincisi, halîfenin izniyle millete satılan mîrî tarla, çayırlardır. Buraların mahsûlünden uşr verilir. Üçüncüsü uşrlu, dördüncüsü harâçlı topraklardır. Bu dört çeşit toprağı, sâhibi satabilir. Vasiyet edebilir. Vârislerine, ferâiz bilgisine göre taksim olunur. Mîrî toprağı kirâlayan kimse, her şey ekebilir veya kirâ ile başkasına ektirir. Üç sene boş bırakılan toprak başkasına verilir. Kirâcı, mîrî toprağa izinsiz ağaç, asma dikemez. İzinsiz, binâ da yapamaz. Meyyit gömülmez. Mîrî toprak, tapu ile kirâlamış olanın mülkü olmaz. Bu kimseler kirâcıdırlar. Bu kimse vefât edince; toprağın vârisine kirâya verilmesi âdet olmuştur. 2) Mîrî topraklar. Memleketin çoğu böyle olup, kirâya verilirdi. Sonraları çoğu millete satıldı, öşürlü oldu. 3) Vakıf toprakları olup öşürlü idi. 4) Umûma terk edilen meydanlar, çayır ve benzerleridir. 5) Beyt-ül-malın ve hiç kimsenin olmayan dağlar gibi, ormanlar gibi yerler olup, buraları işletip mahsûl alan Müslüman, öşür verir, öşür; toprak mahsûllerinin onda birini veya kıymeti kadar altın ve gümüşün fakirlere verilmesidir. Harâç; zor ile alınan topraklardan mahsûlün beşte bir, dörtte bir, üçte bir ve yarım nisbetindeki vergidir. Mîrî toprak, harp ile alınan memleketten beşte biri Beyt-ül-mal’ın olduktan sonra geri kalanlardan devlet reisinin kimseye vermeyip Beyt-ül-mala verdiği topraktır. Öşürlü veya haraçlı toprağın sâhibi ölüp, hiç vârisi kalmazsa, bu toprak beyt-ül-malın olur. Mîrî toprak olur. Peşin para ile çiftçiye kirâya verilir veya her sene kirâ olarak mahsûlün belli miktârı alınırdı. Mîrî toprak, tapu ile, müslim ve gayri müslim vatandaşlara kirâya verilirdi. Mîrî toprak kirâları, maaş karşılığı olarak askere ve subaylara verilirdi. Kirâ almak hakkı bulunan askere timarcı, subaylara za’îm denirdi. Sipâhilerle za’îmlerin ve has sâhipleriyle yurtluk ve ocaklık eshâbının timar, ze’âmet ve haslarıyla devlet memurlarının ve askerlerin maaş ve ulûfeleri dirlik sayılırdı. Osmanlılarda fetih ve sulh yoluyla hâkim oldukları yeni ülkelerin arâzisini tespit etmek için tahrir yapılırdı. Tahrir, nüfus ve arâzinin umûmî olarak deftere kaydedilmesine denilir. Yazma tevkiî denilen nişancı başkanlığındaki heyetçe ele geçen ve daha sonraki yıllardaki arâzi ve emlâkın kayıtları muntazamca tutulurdu. Bir yerin tahriri yapılacağı zaman muharrir-i memleket ve kısaca muharrir denen memur ve yardımcıları vazifelendirilirdi. Nüfuzlu ve dirâyetli beyler, ilmi ve ahlâkı ile temâyüz etmiş kadı ve müderrislerden seçilen muharrir ve yanındaki heyet, tahrir edeceği bölgeye gidince, oradaki vazifeliler, her türlü yardımı yaparlardı. Arâzi; pâdişâhlara mahsus haslar, vezirlere ve sancakbeylerine mahsus haslar, ze’âmet ve tımarlar, pâdişâhlara mahsus vakıflar, diğer vakıflar, mülkler olarak çeşitli türlere ayrılırdı. Sonra muharrir, şehir, kasaba ve köyleri birer birer dolaşarak buralarda oturan vergi mükelleflerini, künyelerini, içlerinde ödemeyecekler varsa, hangi vergilerden ne sebeple muaf tutulduklarını kaydederdi. Ayrıca; topraklı ve topraksızları, evlileri, bekârları, ihtiyarları, sakatları, zanaat sâhipleri ve ilmiyeye dâhil olanları ayrı ayrı tespit ederdi. Sonra her köyün mer’ası, kışlağı, yaylası, korusu, ormanı, çayırı cins cins gösterilmek şartıyla buğday, arpa, nohut, mısır, ceviz, üzüm, bal, sebze, meyve, pirinç gibi mahsûllerin yıllık miktarlarıyla verilmesi gereken vergi tespit edilirdi. Bütün bu bilgilerin toplandığı deftere mufassal denirdi. Mufassal defterlerdeki bilgilere göre; yalnız idârî teşkilâtla köy isimlerini ve yıllık gelirleri gösteren mücmel veya icmâl defteri çıkarılırdı. Çok ince bilgilere göre tutulan bu defterler, tapu hükmündeydi. Muazzam tutulan bu tahrîrler; günümüzde de, Türkiye ve dışarıda kalan Osmanlı toprakları için kıymetini muhâfaza etmekte, hudut ve arâzi meselelerinin halline yaramaktadır. Osmanlının toprak idâre ve sisteminin tatbikatını, muazzamlığını devrin başka bir devletinde görmek mümkün değildir. (Bkz. Toprak Hukûku)

Sosyal hayat; Osmanlılarda sınıfsız toplum hayâtı vardı. Köle vardı, fakat; Osmanlı ülkesinden alınmazdı. Kölelik devamlı değildi; âzâd edilip, hürriyete kavuşarak, devlet kademesinde vazife alabilirdi. Kölelikten yetişme ve köle çocuğu pekçok devlet adamı yüksek memuriyetlerde bulunurdu. Kölelikten yetişme sadr-ı âzamlar da vardı. Bunlardan Koca Yusuf Paşa, Yusuf Ziyâeddin Paşa, İbrâhim Edhem Paşa, Reşid Mehmed Paşa, Hurşid Ahmed Paşa, Şâhin Ali Paşa, Silâhtar Süleyman Paşa, Siyavuş Paşa gibi sadr-ı âzamlar kölelikten yetişerek devlet kademesinde yükselen şahsiyetlerdir. Köylü hür olup, serflik yoktu. Köylüler ve kasabada oturan halk üretici durumundaydı. Şehirlerde esnaf, îmâlâtçı, sanatkâr, idâreci ve ilmiye teşkilâtı mensupları otururlardı. Askerliği Müslüman halk yapardı. Bütün ülke halkı Osmanlılık şuuru taşırdı. Milliyet ayırımı yapılmayıp, ümmet esâsı aranırdı. Gayr-ı müslimler askerlik yapmayıp, erkekleri cizye vermekle mükellefti. Müslümanlar çoğunlukta olup, dört hak mezhep (Hanefî, Şâfiî, Hanbelî, Mâlikî) ve bimezhep fırka mensupları da olmasına rağmen resmî mezhep Hanefiliktir. Müslümanların temsilcisi Halîfe olup, 1516 târihinden îtibâren Osmanlı pâdişâhları bu mânevî makamın da temsilcileridir. Hıristiyanlardan Ortodoks mezhebinin merkezi İstanbul’dadır. Ermeni patrikliği de İstanbul’da olup, merkezleri de Osmanlı hâkimiyetindeki Revan’dı. Osmanlı topraklarında Katolikler de bulunmasına rağmen merkezleri Vatikan’dı. Yahûdîlerde olan Filistin, Osmanlı tebeasındandı. Mûsevîliğin doğuş yeri ve merkezi Osmanlı toprağı idi. Avrupalıların zulmünden kaçan Yahûdîleri de Osmanlılar himâye ediyordu. Osmanlı vatandaşı olan Müslüman ve gayri müslim topluluklar Rum, Ermeni, Yahûdî, Gürcü, Sırp, Bulgar, Macar, Rumen, kendi din ve dillerinde mâbet, okul açıp, ibâdetlerini yapabilme hürriyetine sâhiptiler. Bu hoşgörü, günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân tanımadığı ölçüde serbestti. Gayri Türk Müslümanlar devlet kadrosunda ve orduda vazife alırdı, fakat gayri müslimler, Tanzimatın îlânına kadar bu hakka sâhip değildi. Gayri müslimler, Tanzimat ve Meşrutiyet ile devlet memuru ve orduya girme hakkı kazanmışlarsa da, askerlik yapmak istemediklerinden silâh altına alınmamışlardır. Serbest meslekle uğraşırlardı. Gayri müslimler tarafından işlenen hırsızlık, yol kesme, gasp, soygun, adam öldürme, devlet makâmına zarar verme, İslâm dînine karşı hareketler, devlet tarafından yasaklara uymama, câsusluk ve bunlara benzer suçlar devletçe ve dışındakiler de, kendi kilise ve havralarında bakılırdı. Pâdişâhın, ülkedeki gayri müslim ve Türkler üzerinde tâvizsiz hâkimiyeti olup, din adamları ve kavmî liderleri, Avrupalıların ve Prusya’nın tahrikine kapılmadan önce merkeze hürmetkârdılar. Osmanlı tebeası olup da, propaganda ve tahriklerine kapılarak Osmanlıya ihânet eden kavimlerin hiçbiri bugüne kadar huzur yüzü görmemişlerdir.

Sosyal müesseseler; herkesin faydalanabildiği çoğu hayır müesseseleridir. İmâret, kalenderhâne, kervansaray, han, tabhâne, dârüşşifâ denen hastahâne, kütüphâne, çeşme, sebil, köprü ve ayrıca hayır için câmi, mescit, mektep, medrese, tekke, zâviye yaptırılarak, halkın istifâdesine vakfedilmiştir. Bu müesseselerin ihtiyaçlarının karşılanması, bakımı ve devam etmesi için muazzam geliri olan vakıfları da kuruldu. İmâret; medrese talebelerine, fakirlere ve her isteyene bedâva yiyecek dağıtmak üzere kurulan aşevleriydi. Pâdişâh, sadrâzam, vezir, beylerbeyi ve diğer devlet adamları, hâtunları ile hayırsever zenginlerin yaptırdığı pekçok imâret aslî ve başka gâyelerle de olsa hâlâ kullanılmaktadır (Bkz. İmâret). Kalenderhâne; şehirlere gelen yabancıların, seyyahların bedâva kalıp, yemek  yedikleri yerdir. Han ve kervansaray; yol üzerinde veya kasabalarda yolcuların konakladıkları ve hayvanlarının barındıkları binâlardır. Yolcular milliyet, din, inanış ayırımı yapılmaksızın üç gün ücret ödemeden kalabilirdi. Han ve kervansaraylar emniyetli ve sıhhî yerler olup, muhafızı ve reviri vardı (Bkz. Kervansaray). Tabhâne; fakirlerin barındıkları hayır eseridir. Tabhânenin yiyeceği imâretlerden karşılanırdı. Dâr-üş-şifâ; hastaların tedâvi edildiği hastâne ve tıp mezunlarının pratik ve tatbikat yaptıkları tıp fakültesi mâhiyetindedir. Hastaların teşhis ve tedâvileri yapılıp, bulaşıcı, akıl ve kadın hastalıkları için ayrı bölümler vardı. Osmanlı başşehirlerinden Bursa, Edirne, İstanbul ve diğer şehirlerde muazzam dârüşşifâlar yapıldı. Bursa Dârüttıbbı, Edirne Cüzzamhânesi, Fâtih Dârüşşifâsı, Edirne Bîmaristanı, Üsküdar Cüzzamhânesi, Süleymâniye Dârüşşifâsı ve Dürüttıbbı, Toptaşı Bîmarhânesi, Bezm-i âlem Vâlide Sultan Vakıf Gureba Hastânesi, Gülhâne Hastânesi, Gümüşsuyu Hastânesi, Gülhâne Hastânesi, Gümüşsuyu Hastânesi, Zeynepkâmil Hastânesi gibi daha pekçok hastâne yapıldı (Bkz. Hastâne). Kütüphâne; medrese, mektep mensuplarının, talebe ve halkın ihtiyacı olan kitapların bulunduğu müessesedir. Pâdişâh, sadrâzam, vezir ve diğer devlet adamları on binlerce kıymetli ve nâdide eserin toplandığı kütüphâneler yaptırdılar. Külliyeler içinde Fâtih, Süleymâniye, Selimiye, Topkapı Sarayında Üçüncü Ahmed, Ayasofya, Nûr-u Osmaniye, Köprülü, Mahmûdpaşa, Bâyezîd, Şemsipaşa, Ragıppaşa, Hüsrevpaşa, Âtıf Efendi kütüphâneleri meşhurlarındandır (Bkz. Kütüphâne). Çeşme ve sebil; Osmanlılar bunlardan memleketin her tarafında pekçok yaptılar. Topkapı Sarayı ve Üsküdar’da Sultan Üçüncü Ahmed, Sirkeci ve Tophâne’de İkinci Abdülhamid, Tophane çeşmeleri dâhil daha pekçok çeşme ve sebil hâlâ kullanılıp, tatlı, berrak suları kana kana içildikçe bânileri rahmetle yâd edilmektedir (Bkz. Çeşme). Köprü; halkın ve seferde ordunun geçişini kolaylaştırmak için ülkenin her tarafında çok sağlam mîmârî husûsiyetlere sâhip, meşhur köprüler yapıldı. Sultan Orhan Gâzi (1326-1359) zamânında Bursa’da Nilüfer Hâtun; Sultan İkinci Murâd Han (1421-1451) zamânında Uzunköprü’de; Sultan Murâd Han, Lüleburgaz ve Vişegrad; Sokullu Mehmed Paşa zamânında Büyükçekmece’de Büyükçekmece, Alpullu’da Sinanlı, Ceyhan’da Misis, Hoşap’ta Hoşap ve memleketin her tarafında daha pekçok köprü yapıldı. Câmi; başta pâdişâhlar olmak üzere hanım sultanlar, devlet adamları ve hayırsever pekçok zengin memleketin her köşesini süsleyen güzide câmiler yaptırdılar. En büyüğü başşehirlerden Bursa, Edirne ve İstanbul ile bugün Türkiye sınırları içinde ve dışında kalmış inşâ edilen yüzlerce câmide hâlâ ibâdet edilmektedir (Bkz. Câmi). Mektep; her seviyede eğitim ve öğretimin yapıldığı müesseselerdi. Anaokulu mâhiyetindekinden tutun da ihtisas okullarına kadar hepsi çeşitli adlarla mevcuttu. Adlî, mülkî, sivil, askerî ve dînî pekçok okul memleketin her tarafında yaygın olup, bir kısmı hâlâ kullanılmaktadır. Medrese; dârülfünûn, üniversite mâhiyetinde öğretim yapan din ve fen ilimleri müessesesidir. İlk medreseyi İzmit’te Orhan Gâzi (1326-1359) inşâ ettirdi. Sonra gelen Osmanlı pâdişâhları, Bursa’da Yıldırım, Merzifon’da Çelebi Mehmed, İstanbul’da Fâtih, Amasya’da Kapuağası, İstanbul’da Bâyezîd ve Süleymâniye medreseleri gibi pekçok yeni medrese inşâ ve îmâr edildi (Bkz. Medrese). Tekke ve zâviye; tasavvuf ehlinin zikir, ibâdet ve ilim öğrenip, ikâmet ettikleri yerler olup, başta İstanbul olmak üzere memleketin her tarafında; en ücrâ köşesine kadar yaygın şekilde vardı.

Eğitim ve öğretim; Her seviyede eğitim ve öğretim yapılırdı. Sıbyan mektebinden üniversite mâhiyetindeki dârülfünûn ve medrese ile medrese-i mütehassısîn denilen ihtisas müesseselerine kadar teşkilâtlı idi. Câmilerde yapılan günlük vaazlarla da vatandaşlar eğitilirdi. Osmanlı eğitim sistemi, İslâm terbiyesi ve örfe göreydi. Öğretim İslâmî esaslara göre olduğundan her Müslüman Kur’ân-ı kerîm okumasını bildiğinden, Osmanlıca da Kur’ân harfleri ve ilâvelerinden meydana geldiğinden Müslümanlar arasında okuma-yazma nisbeti yüzdeyüze yakındı. Gayri müslim tebeadan dağ ve mağaralarda yaşayıp, medeniyeti kabul etmeyen taassup sâhipleri kişiler varsa da, Osmanlı hoşgörüsü bunlara baskı yapmaktan uzaktı. Bunlar hâlâ böyle olup, insanlar arasına karışmamışlardır. Osmanlının bütün memlekete şâmil eğitim ve öğretim müesseseleri olduğu gibi, gayri müslim ve bâzı gayri Türk ve yabancıların da okulları vardı. Sıbyan, rüştiye, idâdî, dârülfünûn, çeşitli medreseler, mekteb-i aklâm, mekteb-i fünûn-i idâdiye, mekteb-i fünûn-i mâliye, mekteb-i fünûn-i nücûm, mekteb-i maarif-i adliyye, mekteb-i nüvvâb, mekteb-i Osmanî, mekteb-i sultanî, mekteb-i tıbbıyye-i mülkiyye, mekteb-i ulûmu-i harbiye adlarıyla ve pekçok askerî ve sivil okul vardı. Türkiye’deki Gayri müslim azınlık ve yabancılar da kendi dil, din ve kültürlerinde mektep açtılar. Rum, Ermeni, Yahûdî, Fransız, İtalyan, Avusturya, Amerikan, Ortodoks, Gregoryen, Katolik, Süryânî, Mûsevî gibi azınlıklar, çeşitli din, dil ve yabancıların başta İstanbul olmak üzere Selânik, İzmir ve diğer merkezlerde okulları vardı. Okulların kitap, âlet ve edâvatları ülke içinde hazırlanıp, îmâl edildiği gibi dışarıdan da getirilip, tercüme de yaptırılırdı. Eğitim ve öğretim her devirde yaygın ve mükemmel olmasına rağmen, Sultan İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamânında daha artıp, mükemmelleşti. Memleketin her köşesine aynı şekil ve değerde liseler yaptırdı. Bunların bâzıları hâlâ daha sağlam olup, eğitim ve öğretim seviyesi bakımından Türkiye’nin en meşhur liseleridir. Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde öğrenci-öğretmen-veli münâsebetleri mükemmel olup, hocaya hürmet edilirdi. Hoca da talebesine şefkâtle muâmele ederdi. Okullarda falaka olmayıp, dayak karakollarda vardı.

İlim; Osmanlılarda bütün dînî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler kuruluşundan sonuna kadar her seviyede öğretilip, tatbik edilerek, yayıldı. Osmanlı Devletinin kuruluşunda, kurucuların etrafında  Anadolu Selçukluları devrinde yetişen âlim ve velîler vardı. Osman Gâzi dâhi, devrin şeyhlerinden olan ve bölgede büyük îtibar görüp, hürmet edilen Şeyh Edebâlî’nin talebesi ve dâmâdıydı. Osman Gâziden sonra pâdişâh olan Sultan Orhan Handan Vahideddîn Hana kadar bütün Osmanlı sultanları ilme hizmet edip, meşgul olan âlimlere hürmet göstererek onların teveccühünü kazanmışlardı. Memleketin her tarafı ilim yuvası müesseselerle donatılarak, ışık ve feyz kaynağı olmuştur. Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bâzılarından hâlâ faydalanılmaktadır. Osmanlılar devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsir, ilm-i usûl-i hadis, ilm-i hadis, ilm-i üsûl-i kelâm ilm-i kelâm, ilm-i usûl-i fıkıh, ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf, ilm-i kıraat, akâid, belâgat, ilm-i Kur’ân, ilm-i ferâiz, fennî ve sosyal ilimlerden de; riyâziye (matematik), hendese (geometri), heyet (astronomi) ilm-i nebâtat (botanik), hikmet-i tabi’iyye (fizik), ilm-i kimyâ (kimyâ), ilm-i tıp, mantık, felsefe, içtimâiyet (sosyoloji), Doğu ve Batı dilleri ve edebiyatı, Slav dilleri, coğrafya, târih, lügat dâhil bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sahalarında her devirde pekçok âlim yetişip, kıymetli eserler bırakarak, ilme hizmet ettiler.

Osmanlıların kuruluşundan îtibâren dînî ve hukûkî sahada yetişen meşhur ilim adamları ve eserlerinden bâzıları: Şerefüddîn Dâvûd-i Kayserî (vefâtı 1350), İznik Medresesi müderrislerindendi, on üç kadar eser yazdı. Şeyh-ül ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fususü’l-Hikem adlı meşhur eserini Matlau Husus-il-Kilem fî Meânii Fusus-il-Hikem adıyla şerh etti, yâni açıkladı. Molla Fenârî (vefâtı 1431) yüzden fazla eser yazdı. En meşhur eseri Fusus-ül-Bedâyi li Usûl-iş-Şerayi. İbn Melek İzzuddîn Abdüllatif (vefâtı 1394), müderris olup, fıkıhtan Mecmau’l-Bahreyn ve Mülteka’n-Nehreyn, Menzilül Envâr, hadisten Meşârik-ül-Envâr. Hızır Bey (vefâtı 1459) ilim dağarcığı lakâbıyla tanınır. İstanbul’un ilk kâdısıdır. Yetiştirdiği talebelerinden Muslihuddîn-i Kastalânî, Hocazâde, Tâcizâde, Hatipzâde, Muarrifzâde, Kâdızâde-i Rûmî, Mûsâ Paşa ve Tazarruat sâhibi Sinan Paşa meşhurdur. Molla Hüsrev (vefâtı 1480) Dürer, Gurer, Mirkat, Mir’at eserlerinin sâhibidir. Hocazâde Muslihüddîn Mustafa (vefâtı 1488), Tehâfüt sâhibidir. Sinan Paşa (vefâtı 1486) Tazarruât, Tezkiret-ül-Evliyâ eserlerinin sâhibidir. Ali Kuşçu (1397-1474), dînî ve fennî ilimlerde eser sâhibidir. Zîc-i Gurgâni’yi tamamladı. Müderristi, Risâle-i Muhammediye ve Risâle-i Fethiyye eserlerinin sâhibidir. Molla Lütfi (vefâtı 1495), müderristi. Hendeseden Târif-ül Mezbah, Mevzuat ve daha birçok kitabı vardır. Müeyyedzâde Abdurrahman (vefâtı, 1516), Mecma-ül-Fetâve, Cüz’ü Lâyetecezza eserlerinin sâhibidir. Âli Cemalî Efendi (vefâtı 1520). Zenbilli Âli Efendi adıyla da tanınan meşhur şeyhülislâmdı. Muhtarat fetvâlarının toplandığı eseridir. İbn-i Kemâl Ahmed Şemseddîn Paşa (vefâtı 1536), (Müftiüs-sekaleyn yâni insan ve cinin müftüsü ünvânı sâhibidir. Şeyhülislâmdı. Üç yüz kadar eseri vardır. Atufî Hayreddîn Hızır (vefâtı 1541) Arap edebiyatında, tefsir, hadis ve kelâmda ihtisas sâhibiydi. Ravz-ul-Esnan fî Tedbir-i Sıhhat-i Lebdan adlı tıbbî eserinin yanında daha on beş kıymetli telifi vardır. Kınalızâde Ali (vefâtı 1565), müderristi. Ahlâk-ı Alâî, Tabakât-ı Hanefiyye, Durer ve Gurer Hâşiyesi ve daha on kadar eseri vardır. Taşköprülüzâde Ahmed Îsâmüddîn (vefâtı 1561), Şakayık-ı Nu’mâniye, Mevzuat-ül-Ulûm adlı telifleriyle tanınır. Celâlzâde Sâlih Efendi (vefâtı 1565), müderristi. On dört kadar eseri vardır. Câmi-ül-Hikâyat Tercümesi, Târih-i Mısr-ı Cedid, Târih-i Budin, Fetihnâme-i Rodos, Mohaçnâmeeseriyle tanınır. Ahmed Cevdet Paşa (1823-1894) Mecelle’yi hazırlayan heyetin başkanı olup Kısas-ı Enbiyâ ve Malûmat-ı Nafi’a eserleri meşhurdur. Diğer ilim ve teknik sahalarda da pekçok âlim yetişip, kıymetli eserler vermişlerdir. Edebiyat; yedi yüz yıla yakın iktidarda kalan ve dünyânın en büyük devleti olan Osmanlı Devleti; başta pâdişâhlar olmak üzere pekçok şâir ve edib yetiştirdi. Dünyânın en verimli lisanlarından olan Osmanlıca yazı ve dilini geliştirdi. Yazma ve basma pekçoğu Türkiye kütüphâne ve arşivlerinde olmak üzere, dünyânın her tarafında pekçok Osmanlıca eser vardır. Osmanlıca; devlet lisanıydı. Osmanlı sultanları halîfe ünvânını da taşıdıklarından Osmanlı Türkçesiyle yazılıp basılmış eserler dünyânın dört bir tarafına yayılmıştır. (Bkz. Türk Edebiyatı)

Güzel sanatlar; mîmârî, çinicilik, minyatür sahalarında muhteşem, nâdide eserler verildi. Mîmarlık sahasında, kendine has, estetik mâhiyette sanat eserleri yapıldı. Bunu sivil, askerî, dînî, mülkî, adlî, sosyal ve kültürel eserlerde en güzel şekilde başta İstanbul olmak üzere, memleketin her tarafında görmek mümkündür. Topkapı, Yıldız, Çırağan, Göksu Kasrı, Dolmabahçe, Beylerbeyi sarayları, Selimiye Kışlası, Kuleli Askerî Lisesi, Anadolu ve Rumeli Hisarları, Bursa Yeşil, Ulu câmileri, Edirne’deki Selimiye Câmii, İstanbul’daki Fâtih, Mahmûd Paşa, Süleymâniye, Şehzâdebaşı, Sultanahmed, Nûruosmâniye, Vâlide Sultan; Manisa’da Murâdiye, Hâtuniye câmileri; Mahmûdpaşa, Sultan Süleyman, Sultanahmed, Fuadpaşa, Mahmud Şevket Paşa, Hürrem Sultan, Nakşidil Sultan türbeleri; Nilüfer Hâtun İmâreti, Kapalıçarşı, Sultanahmed Çeşmesi, Mîmar Sinân Sebili, Fâtih, Süleymâniye medreseleri, Haseki, Gureba Hastâneleri Osmanlı mîmârî eserlerinin nümûneleridir (Bkz. Mîmarlık). Cinicilik; dekoratif şekiller olup yaygın olarak câmilerde, saraylarda ve diğer eserlerde kullanıldı. Minyatür; nakkaşlar tarafından kâğıt, duvar, tahta ve taşa zarif şekilde işlenirdi. Kat’ı denilen kâğıt oymacılığı sanatı da vardı. Hat; güzel yazı sanatı olup, yazarlarına hattat denir: Kûfî, Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhânî, Tevkî’, İcâze, Ta’lik, Divânî, Celi, Rik’a, Ma’kili dâhil, bin kadar çeşidi vardı (Bkz. Hat). Halıcılık, kumaşçılık, dericilik, ciltçilik, kitapçılık, tezhipçilik, porselencilik, kehribarcılık, mürekkepçilik, mobilya, sandalcılık da ayrı birer sanat dalı olarak, her sahada eserler verildi. Ahlâk; Osmanlı idâresinde İslâm ahlâkı hâkimdi. Pâdişâhın sarayında İslâm ahlâkı en güzel şekliyle yaşanır, buradan halka yayılırdı. Enderunda yetiştirilerek taşra çıkarılan beyler ve askerler bir taraftan haremde yetiştirilerek üstün ahlâk sâhibi kimselerle evlendirilen câriyeler, güzel ahlâkın çevreye yayılmasında başlıca âmil oldular. Memlekette umûmî kâideler dâhil gayri müslimler hâriç herkes İslâm ahlâkına ve örfe uymak mecburiyetindeydi. Vatanseverlik, Osmanlılık şuuru, vakâr, büyüğe hürmet, küçüğe şefkât, vefâ ve sadâkat, hayırseverlik, cömertlik, merhamet ve müsâmaha, tevekkül, nâmus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlâk ölçülerine riâyet edilirdi. Güzel ahlâk, kıymet ölçüleri sâyesinde memleket emniyet ve huzur içinde olup, tam bir kardeşlik havası hâkimdi. Osmanlı ahlâkını gören devrin sefir ve seyyahları yazdıkları eserlerde gıbtayla bahsetmekte ve okuyanları imrendirmektedirler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamânında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmondo da Amicis, Constantinople (İstanbul) 1883 adlı eserinde şöyle yazmaktadır: “Paşasından sokak satıcısına kadar istisnâsız her Türkte vakâr, ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır. Hepsi derece farkları ile, aynı terbiyeyle yetiştirilmişlerdir. Kıyâfetleri farklı olmasa, İstanbul’da bir başka tabakanın olduğu belli değildir... İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve kibar cemâatidir. En ıssız sokaklarda bile bir yabancı için küçük bir hakârete uğrama tehlikesi yoktur. Namaz kılınırken bile bir Hıristiyan câmiye girip Müslüman ibâdetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadın sesi duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir tezâhüre şâhit olmak imkân dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzûmundan fazla işgâl etmek, ayıp sayılır.”