OSMAN HAN-3
Osmanlı sultanlarının yirmi beşincisi veİslâm halîfelerinin doksanıncısı. Sultan İkinci Mustafa Hanın oğlu olup, 2 Ocak 1699’da Şehsüvar Sultandan doğdu. Şehzâdeliğinde mükemmel bir eğitim görerek büyüdü. Zamânını, din, edebiyât ve tıb kitaplarını okuyarak kendisini yetiştirmekle geçiren Üçüncü Osman, 13 Aralık 1754 târihinde ağabeyi Birinci Mahmûd Hanın vefâtı üzerine sultan oldu.
Sultan Üçüncü Osman, 2 Ocak 1755’te Eyüp Câmiinde kılıç kuşandı. O devre kadar, yeni pâdişâh tahta çıktığı zaman mukâtaa, timar ve zeâmet sâhiplerinin beratları yenilenerek bir cülûsiye vergisi alınırdı. Hazîne dolu olduğu için, Sultan Osman bu vergiyi affetti. Ayrıca emeklilere de cülûs bahşişi dağıttı. Sultan Üçüncü Osman’ın tahta çıktığı 1755 kışı çok şiddetli geçti.Haliç dondu ve deniz yol oldu.
Osman Hanın saltanatı huzur ve sükûnla başladı. Belgrad Muâhedeleriyle başlayan sulh dönemi devâm etti. Rus sınırındaki bâzı olaylar, Rusya ile bir ihtilâfa yol açacak gibi göründü ise de, iki tarafta da sulh bozulmadı. Hudutlarda bâzı ayaklanmalar oldu. Mısır’da Memlûkler başkaldırdılarsa da olaylar kısa sürede bastırıldı. Üçüncü Osman Han bu olaylarda ihmâli görülen Vezîriâzam Bahir Mustafa Paşayı azlederek yerine Birinci Mahmûd zamânında iki defâ sadrâzamlık yapmış olan Hekimoğlu Ali Paşayı getirdi (15 Şubat 1755). Fakat Hekimoğlu, kısa bir süre sonra sadâretten alınarak, yerine başdefterdâr Nâilî Abdullah Paşa getirildi. Nâilî Abdullah Paşa da üç ay gibi kısa bir süre sonra azledilerek yerine Silâhtar Bıyıklı Ali Paşa tâyin edildi. Bu sırada İstanbul târihinin en büyük yangını oldu. 28 Eylül 1755’te Hocapaşa semtinde çıkan yangın, dört kola ayrılarak büyük bir âfet hâline geldi. Yaklaşık otuz altı saat süren yangın sonunda Paşakapısı da yandığından, sadâret dâiresi bir müddet Kadırga Limanındaki Esmâ Sultan Sarayına nakledildi.
Sadrâzam Silâhtar Ali Paşanın rüşvet aldığını anlayan Sultan Üçüncü Osman, Ali Paşayı 25 Ekim 1755’te görevden azlederek cezâlandırdı ve yerine Yirmisekiz Çelebizâde Saîd Mehmed Efendiyi getirdi. 6 Temmuz 1756’da, Sultan Üçüncü Osman devrinin ikinci büyük yangını oldu. Bu yangın İstanbul’un dörtte üçünü kül hâline getirdi. Cibâli taraflarında başlayan yangın, on üç kola ayrıldı. Unkapanı, Süleymâniye tarafları, Vefâ’dan îtibâren Şehzâdebaşı, eski yeniçeri odaları, Langa tarafları, Zeyrek, Saraçhâne, Etmeydanı, Aksaray, Dâvutpaşa İskelesi, Fâtih, Sultanselim, Ali Paşa Çarşısı, Ayakapısı semtleri harâbe hâline geldi. Yangının ardından, İstanbul’un yeniden inşâsı için büyük bir îmâr faaliyeti başladı.
Sultan Üçüncü Osman Han pâdişâhlığının üçüncü senesinde, 29 Ekim 1757’de vefât etti. Yeni Câmi yanındaki kardeşi Birinci Mahmûd Hanın türbesine defnedildi.
Sultan Üçüncü Osman, fakirlere, düşkünlere çok acıyıp, onlara karşı dâimâ cömert ve şefkatli davranırdı. Tebdil-i kıyâfetle İstanbul’da dolaşıp, halkın dertleriyle bizzat alâkadar olurdu. Haksızlıkların önüne geçip, tâmiri mümkün olanları tâmir ederdi. Müslim ve gayri müslimlerin kıyâfet ve nizâmını ve davranışlarını dikkatle tâkip etti. Yalan ve rüşvetle amansız bir şekilde mücâdele etti. Kim olursa olsun rüşvetçiyle yalancıyı aslâ affetmedi. Kadınların dikkat çekici kıyâfetlerle sokağa çıkmalarını yasakladı. Îmâr faaliyetlerine önem vererek Üsküdar’da İhsâniyye Câmii ve İhsâniyye Mescidini yaptırdı. Ağabeyi Birinci Mahmûd Hanın başlattığı câmi inşâsını bitirerek Nûru Osmâniye adı ile ibâdete açtı. Câminin yanına medrese, kütüphâne, imâret, sebil ve çeşme de yaptırıp tâmirâtı ve masraflarının karşılanması için vakıflar tesis ettirdi. Midilli Adası Siğrî Limanında, Malta korsanlarına karşı bir kale inşâ edilerek tahkim edildi. Bâbıâlînin inşâsı tamamlandı. Ahırkapı Feneri de Sultan Üçüncü Osman devrinde yapıldı.
İmam-hatip ve şâir. 1917 yılında Malatya’nın Darende ilçesinde doğdu. Babası Şeyhzâdeoğlu sülâlesinden Hasan Feyzi Efendi, annesi Fâtıma Hanımdır. İsmi Osman Hulûsi, soyadı Ateş’tir. Halk arasında “Hulûsi Efendi” diye meşhur olmuştur.
Zamânının imkânsızlıkları içinde ancak ilkokul tahsili yapabilmiş olan Osman Hulûsi Ateş, babası Hasan Feyzi Efendiden dînî terbiye ve tahsil gördü. Arapça, Farsça ve edebiyat bilgilerini ilerletti. Marangozluk yaptı ve biraz da ticâretle uğraştı. İmam-hatip oluncaya kadar geçimini daha çok kitap ciltlmek sûretiyle temin etti. 1945’te babası vefât edince Şeyh Hamîd-i Velî Câmii imam-hatîbi oldu. Bu vazifeyi emekli oluncaya kadar sürdürdü. Bu vazîfesi sırasında insanlara vaaz ve nasîhatlerde bulundu. Sivaslı Ehramcızâde İsmâil Hakkı Toprak’ın sohbetlerinde bulundu ve onun ölümünden sonra vazifesini yürüttü.
Câmii, Kur’ân-ı kerîm kursu ve türbe yapımından, yol ve köprü inşaatına, sulama projelerinden lise ve endüstri meslek lisesine, kütüphâne ve fabrika açılmasına kadar uzanan çeşitli hizmetlerde önderlik yaptı. 1986 yılında kendi adıyla anılan bir vakıf kurdu. Sosyal ve kültürel faaliyetlerinden dolayı devlet yetkililerinin iltifatlarına kavuştu. 14 Haziran 1990’da İstanbul’da vefât etti.
Cenâzesi özel uçakla Kayseri’ye oradan da karayolu ile Darende’ye getirildi. Kalabalık bir cemaatin katıldığı cenâze namazını oğlu Hamid Hamideddin Efendi kıldırdı. Şeyh Hamîd-i Velî Câmii avlusundaki Ahfad mezarlığına defnedildi. Türkçenin yanısıra Arapça ve Farsçayı da bilen Osman Hulûsi Ateş, yazılı olarak henüz basılmamış bir Mektubât ile 350 sayfalık Divân-ı Hulûsî Darendevî adlı bir eser bırakmıştır.
Eshâb-ı kirâmın en büyüklerinden ve Peygamberimizin dâmâdı, üçüncü halifesi. 577 senesinde Mekke’de doğdu. Babası Affân olup, Kureyş kabîlesinin Benî Ümeyye kolundandır. Annesi ise Ervâ binti Küreyz’dir. Hem ana hem baba yönünden soyu, Abdülmenaf’ta Peygamber efendimizin temiz nesebiyle birleşir. Dünyâdayken Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hazret-i Rukayye’den Abdullah isminde bir oğlu olmuş, bu sebeple Ebû Abdullah künyesiyle tanınmıştır.
Osmân-ı Zinnûreyn, ilk Müslüman olanların beşincisidir. Müslüman olmadan önce ticâretle uğraşırdı. Zengin bir tüccar olup, mükemmel ve zarif bir cemiyet insanı idi. Kabîlesi arasında geniş bir çevresi ve büyük îtibârı vardı. İslâmiyet gelmeden önce, hazret-i Ebû Bekr ile yakın arkadaş ve dost idi. Ona karşı içten bir sevgi besler, iş husûsunda da görüşüp konuşurlardı. O da hazret-i Ebû Bekr gibi câhiliyye devrinin her türlü kötülüklerinden uzak durmuştur. Ebû Bekr Müslüman olduktan sonra o da onun teşvikiyle Müslüman oldu. Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatır:
“Benim bir teyzem vardı. Kâhindi. Bir gün onun evine varmıştım. Bana dedi ki: “Sana bir hâtun nasip olacak ki, ne sen ondan önce bir hâtun görmüş olursun, ne de o, senden önce bir erkek görmüş olur. Güzel yüzlü ve zâhide bir hâtun olup, bir büyük peygamber kızı olsa gerektir.” Ben, teyzemin bu sözüne hayret ettim. Yine bana dedi ki: “Bir peygamber geldi. O’na gökten vahy nâzil oldu.” Ben dedim ki: “Ey teyzem, böyle bir sır, şehirde hiç duyulmadı. O hâlde bu sözü açık söyle.” O zaman dedi ki; “Abdullah’ın oğlu Muhammed’e peygamberlik geldi. Halkı dîne dâvet eder. Çok zaman geçmez ki, O’nun dîniyle âlem nûrlanır. O’na karşı gelenin başı kesilir.”
Teyzemin bu sözleri, bana çok tesir etti. Endişeye düştüm. Ebû Bekr ile, aramızda büyük bir dostluk vardı. Birbirimizden hiç ayrılmazdık. Bu meseleyi görüşmek üzere, iki gün sonra, hemen Ebû Bekr’in yanına gittim. Teyzemin söylediklerini O’na söyledim. Ebû Bekr bana dedi ki: “Yâ Osman! Sen akıllı bir kimsesin. Hiç görmez ve işitmez ve bir şeye fayda ve zarar vermez olan birkaç taş tanrılığa nasıl lâyık olur?” Ben; “Doğru söylüyorsun, teyzemin sözü gerçektir.” dedim.”
Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Osman’a İslâmiyeti anlattıktan sonra O’nu Resûlullah’ın huzûruna götürdü. Peygamber efendimiz hazret-i Osman’a şöyle buyurdu: “Yâ Osman! Hak teâlâ seni Cennete misâfirliğe dâvet ediyor. Sen de icâbet eyle (kabul et). Ben bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim.” Hazret-i Osman, Resûlullahın yüksek hâlleri ve güler yüzle söylediği sözler karşısında kendinden geçip, büyük bir şevk ve teslimiyetle; “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve resûlüh.” deyip Müslüman oldu. Sonra da daha önce Şam’a gittiği sırada gördüğü bir rüyâyı şöyle anlattı: “Ya Resûlallah! Biz Muân ile Zerkâ denilen yer arasındaydık, bir ara orada uyumuştuk. O sırada; “Ey uyuyanlar! Uyanın! Ahmed Mekke’de zuhûr etti.” diye nidâ eden bir ses işittik. Mekke’ye gelince de sizin Peygamber olarak gönderildiğinizi öğrendik.”
Hazret-i Osman Müslüman olduktan sonra, diğer Müslümanlar gibi o da çeşitli işkencelere uğradı. Bilhassa amcası tarafından çok işkence yapıldı. Müslüman olduğu için amcası, onu iple belinden ağaca bağlayıp, yoruluncaya kadar kırbaçla döverdi. O bütün bu işkencelere sabreder hep kelime-i şehâdet okurdu. Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin kızı Rukayye ile evlendi. Peygamberimizin kızları Rukayye ve Ümmü Gülsüm daha önce Ebû Leheb’in oğullarıUtbe ve Uteybe ile nişanlanmışlardı. Peygamberimiz, insanları Müslüman olmaya dâvete başlayınca, Ebû Leheb düşmanlık etmeye başladı. Oğulları da düşmanlık edip, Resûlullah’ın kızlarını almaktan vazgeçtiler. Böylece Resûlullah’ı sıkıntıya düşürmek istediler. Bunun üzerine vahy gelerek Rukayye hazret-i Osman’a nikah edildi.
Hazret-i Osman Müslüman olunca, müşrikler tarafından yapılan işkencelere uzun zaman tahammül edip, Habeşistan’a hicret etmeye izin verilince hanımı Rukayye radıyallahü anhâ ile Habeşistan’a hicret etti. Böylece Habeşistan’a ilk hicret eden Müslümanlardan oldu. Bir müddet sonra Mekke’ye dönüp, ikinci olarak tekrar Habeşistan’a hicret etti. Bu ikinci hicretten sonra da Mekke’ye dönüp, son olarak Medîne’ye hicret etti. Böylece dîni uğruna üç kere hicret etti.
Medîne’ye hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında en zengini hazret-i Osman idi. Hicretin ilk günlerinde su sıkıntısı çekilmişti. Hazret-i Osman bir Yahûdî tarafından suyu parayla satılan Rûme kuyusunu o zamanki parayla kırk bin dinara satın alıp, Müslümanların su ihtiyacını karşılamak için vakfetti. Bedir Savaşı hâriç bütün savaşlarda bulundu. Hudeybiye Antlaşmasında Mekke’ye elçi olarak gönderildi. Tebük Seferinde on bin kişilik İslâm ordusunun, bütün ihtiyaçlarını karşılayıp donattı. Ayrıca bin altın da para yardımında bulundu. Bütün malını İslâmiyetin yayılması, insanların kurtulması, saâdete kavuşması için Allah yolunda harcadı.
Bedir Savaşı yapıldığı sırada, Peygamberimizin kızı olan, hanımı hazret-i Rukayye’nin ağır hasta olması sebebiyle, Bedir Savaşına katılmasına izin verilmedi. Zafer haberi geldiği gün hazret-i Rukayye vefât etti. Hazret-i Osman’ın Rukayye’den, Abdullah adında bir oğlu olup, hicretin dördüncü yılında altı yaşında vefât etti. Peygamberimiz, kızı Rukayye’nin vefâtından sonra diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü hazret-i Osman ile evlendirdi. Böylece Peygamberimizin iki kerîmesiyle evlenme nîmetine kavuştuğu için, iki nur sâhibi mânâsına “Zinnûreyn” denildi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm de vefât edince Peygamberimiz; “Yâ Osman bir kızım daha olsaydı, onu da sana verirdim.” buyurdu.
Hazret-i Osman, Peygamberimizin vahiy kâtiplerindendi. Güzel yazar, güzel konuşur ve çok kuvvetli bir hatipti. Dâimâ Kur’ân-ı kerîm okur, ondan çeşitli meseleler çıkarırdı. Kur’ân-ı kerîmi hıfzı (ezberi) çok kuvvetliydi. Namazda bir rekatte bütün Kur’ân-ı kerîmi okuyan dört kişiden biri de odur. Çok okuduğu için iki mushaf elinde eskimiştir.
İslâmiyet yayılmaya başlayınca, her taraftan Müslümanlar çoğalıp Medîne’ye geliyordu. Peygamber efendimizin mescidi dar gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine Resûlullah; “Bizim mescidimizi bir zırâ olsun genişleten Cennete gider.” buyurdu. Hazret-i Osman; “Yâ Resûlallah, malım mülküm sana fedâ olsun. Mescidi genişletme işini üzerime alıyorum.” dedi. Mescidi kırk zırâ (20 metre) genişletti ve bütün masraflarını karşıladı. Bunun üzerine Tevbe sûresinin; “Allah’ın mescitlerini ancak, Allah’a, âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekat veren ve yalnız Allah’tan korkan kimseler tâmir eder. İşte hidâyet üzere bulunanlardan oldukları umulanlar bunlardır.” meâlindeki on sekizinci âyeti nâzil oldu.
Ekseriyetle Peygamberimizin yanından ayrılmadı. Vedâ Haccında da Resûlullah efendimizle berâberdi. Peygamberimizin vefâtından sonra hazret-i Ebû Bekr’e bîat edip onun halîfeliği sırasında meşveret meclisinde bulundu. Ebû Bekr-i Sıddîk’in kendisinden sonra hazret-i Ömer’in halîfe olmasını bildirdiği ahitnâme hazret-i Osman tarafından yazılıp hazırlandı. Hazret-i Ömer’in yaralandığında, içlerinden birini kendisinden sonra halîfe seçmeleri için tâyin ettiği altı kişiden biriydi. Bu heyet tarafından hicretin 24. yılında (m. 644) senesinde Muharrem ayının birinci günü halîfe seçildi ve bîat olundu.
12 sene hilâfet makâmında kalan Osman radıyallahü anh cesurdu. Hiçbir felâket karşısında sarsılmamıştır. Bunun için halîfeliği de başarılı geçmiştir. Bilhassa halîfeliğinin ilk yılları. İslâm târihinde altın bir devir teşkil eden Ebû Bekr ve Ömer radıyallahü anhümâ devirlerinin bir devamıydı. Devrinde birçok fetih yapılmıştır. Horasan, Hindistan, Mâverâünnehr, Kafkasya, Kıbrıs Adası ve Kuzey Afrika’nın birçok yeri, onun devrinde İslâm topraklarına katılmıştır.
Yine onun halîfeliği sırasında Şam’da vâlilik yapan hazret-i Muâviye komutasındaki ordu Kıbrıs Adasını alarak Akdeniz’de önemli bir mevki elde etti. O zaman Bizans’ın hükümet merkezi olan İstanbul’da hazret-i Muâviye tarafından kuşatıldı.
Hazret-i Osman herkese lâyık olduğu vazifeyi verirdi. Onun tâyin ettiği vâlileri, emirleri, onu sevmekte ve emirlerini yapmakta, askerlikte ve memleketleri fethetmekte, çalışkanlıkta en seçme kimselerdi. Onun zamânında İslâm memleketleri batıda İspanya’ya kadar, doğuda Kabil ve Belh’e kadar genişletildi. İslâm orduları denizde ve karada büyük zaferler kazandı.
Hicaz’daki ve Irak’taki bakımsız yerleri, güvendiği kimselere ve yakınlarına verip, zirâat âletleri de temin ederek çalıştırırdı. Millete çok toprak kazandırarak zirâatı geliştirip, bağlar, meyve bahçeleri yetiştirdi. Kuyular kazdırıp, kanallar açtırdı. Arabistan’ın kuru toprakları onun zamânında en bereketli yerler gibi olmuştu. Emniyet ve huzur da böylece kendiliğinden meydana gelmişti. Hanlar misafirhâneler yapılmıştı. Ticâret ve nakliyatta kolaylık da, bunlara bağlı olarak gelişmişti. Mal, servet artıp iş hayâtı canlandı. Onun zamânında Medîne’de tarla sürmeyen, bağ yetiştirmeyen kimse kalmadı. Bu bereketi ve huzûru gören Eshâb-ı kirâm, hazret-i Osman’ı çok takdir ettiler. Hazret-i Osman’ın hizmetlerinden biri de hazret-i Ebû Bekr’in biraraya toplattığı Kur’ân-ı kerîm nüshasından, altı nüsha daha yazdırıp, büyük İslâm merkezlerine göndermesidir. Bu bakımdan ona Nâşir-ül Kur’ân (Kur’ân’ın yayıcısı) denilmiştir. Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamânı olan on sene ile İmâm-ı Osman’ın on iki senesinden ilk altısı, refâh ve istirahatla geçerek, İslâm memleketlerinin hepsinde dînî hükümler uygulandı ve İslâm dünyâsı çok genişledi. Hattâ, bütün Arabistan ve Afrika’nın büyük bir kısmı, İslâm memleketinin bir parçası olmuş, Trablusgarb, Fizan, Bingazi, Tunus, Cezayir, Fas, Merakeş, Dimyat, Zeyyad, Aden, San’a, Asir, Bahreyn, Hadramût, Katif, Necd, bütün Irak, ve Sind, Semerkand, Hive, Buhârâ ve Türkistan, İran, Kafkasya İslâmın idâresi altına girerek, İslâm sancağı, İstanbul surlarının önüne kadar götürülmüştü. Fethedilen memleketlerin ahâlisi de seve seve Müslüman olmakla şereflendiklerinden İslâm nüfûsu pek artmış, milyonları aşmıştı. Bu kadar genişlik ve çokluk sebebiyle fikirlerde ayrılık çoğalmış, düşünüş tarzları, idrâk şekilleri arasında farklılıklar baş göstermişti. Müslüman şekline giren münâfıkların körüklemesiyle halîfeye karşı çıkan isyan yüzünden hazret-i Osman’ın hilâfetinin son altı senesi karışık ve gürültülü geçti. Yahûdîler ve diğer İslâm düşmanları, çeşitli ihtilaflar çıkararak, fitne ve fesadı yaymak teşebbüsüne geçtiler. Fitnenin ve fesadın en büyük kaynağı Mısır’da idi. Buradaki fitne hareketini, Yemenli bir Yahûdî olan Abdullah ibni Sebe adındaki bir münâfık yapıyordu. Her tarafa yerleştirdiği adamları ile temas hâlinde olup, fitnenin yayılması için her yola başvuruyordu. İslâmiyeti içerden yıkmak için faaliyete geçen Abdullah ibni Sebe, önce Basra ve Kûfe’de gizli teşkilât kurdu. Daha sonra Medîne’ye gelip, orada bir takım fitne ve karıştırıcılık faaliyeti göstermek istediyse de, tutunamayıp, Mısır’a kaçtı. Mısır’da yıkıcı faaliyetlerini devam ettirmek üzere, kendisi gibi fitneci kimseleri etrâfına topladı ve faaliyete geçti. Burada fitnenin ilk tohumlarını atıp, Sebeiyye fırkasını ortaya çıkardı. Kurduğu gizli teşkilâtla, câhil ve başıboş Mısır kıbtilerini aldatarak bir çapulcu alayı topladı. Âsilerden on üç bin kişi, Medîne-i münevvere şehrini sarmaya kadar ileri gidip, halîfeye, hilâfetten çekilmesini teklif etmişlerdir. İmâm-ı Osman ise; “Server-i âlemin bana giydirdiği elbiseyi, elimle çıkarmam.” buyurdu ki, Sahâbe-i kirâmın hepsinin ve Tâbiîn-i kirâmın ictihatları da böyle idi.
Fakat, âsiler iknâ edilemedi. Hicretin otuz beşinci senesinde Medîne’ye gelerek, halîfenin evini kuşattılar, Muhâsara, kırk gün devam etti. Hazret-i Hasan ve Hüseyin ile hazret-i Talha, halîfe-i müslimînin kapısında nöbet tuttular. Nihayet âsiler, komşu duvarından aşarak içeriye girdiler. Hazret-i Osman oruçlu olup, Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Âsilerden Mısırlı Gâfiki, Halîfe’nin üzerine atılıp şehit etti. Bu arada hanımı Nâile’nin de parmakları kesildi. Hazret-i Osman böylece âsiler tarafından şehit edildi. Âsiler, Halîfenin evini soydular. Devlet hazinesi olan beytülmâlı da yağma ettiler. Âsiler, Medîne-i münevvereyi kana buladılar. Halîfenin cenâzesi, üç gün defnedilemedi. Nihâyet Zübeyr on yedi kişiyle cenâze namazını kıldıktan sonra, Bakî Mezarlığına defnettiler. Şehit olduğu zaman 82 yaşında bulunuyorlardı.
Hazret-i Osman’ın şehit edilme haberi, İslâm ülkesinde büyük üzüntüye yol açtı. Her tarafta büyük bir huzursuzluk ve hüzün başladı. İslâm düşmanları fitneyi çıkarmışlar, kinlerini kusmuşlardı. Hazret-i Osman’ın şehit edildiği zamâna kadar tam bir birlik içinde olan Müslümanlar arasında bâzı kimseler ayrılarak şii, hârici gibi fırkalara bölündüler. Peygamberimizin bildirdiği ve Eshâb-ı kirâmın tâbi olduğu doğru yoldan ayrılmayan Müslümanlar ise, fitneyi yok etmek için büyük gayretler gösterdiler. Doğru yoldan aslâ sapmadılar.
Hazret-i Osman dâimâ adâletli davrandı. Müslomanların rahatı için büyük titizlik gösterdi. Fitne hareketine birtakım ithamlarla başlayan âsilerin her türlü bozuk iddialarına, iknâ edici cevaplar verip, delillerini gösterdi. Fakat âsilerin maksadı karışıklık çıkarma ve fitne yaymak olduğundan hicretin 35. yılında hazret-i Osman’ı şehit ettiler. Onun şehit olmasından sonra hazret-i Ali halîfe seçildi.
Hadîs-i şerîflerde hazret-i Osman hakkında buyruldu ki: “Her peygamberin Cennette bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman’dır.”
Resulullah, kızı Rukayye’yi hazret-i Osman’a verdikten bir zaman sonra, kızına; “Osman bin Affân’ı nasıl buldun?” dedi. “Hayırlı, iyi gördüm.” dedi. “Ey cânım kızım! Osmân’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur!” buyurdu.
Hazret-i Osman, hilm ve hayâsıyla meşhurdur. Mârifet ilminde gâyet mâhirdi. Peygamber efendimiz bir defâsında onun için; “Osman’dan gökteki melekler hayâ ederler.” buyurdu.
Yine buyurdu: “Bütün melekler benimle iftihar ederler. Ben de Osman bin Affân ile öğünürüm.” Resûlullah hazret-i Osman’a buğz eden bir kimsenin cenâze namazını kılmamıştır.
Resûlullah Efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Ben Allahü teâlânın huzûrunda, hazret-i Osman’ın düşmanlarının hasmıyım, onlara karşıyım.” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Biz Osman binAffân’ı, Allahü teâlânın halili ve kerim olan babamız İbrâhim aleyhisselâma benzetiyoruz.”
Abdullah bin Abbâs, Resûlullah’ın; “Yâ Rabbi, Osman’ı kıyâmet gününün sıkıntılarından kurtar, ona rahatlık ver. O bizim birçok sıkıntımızı gidermiştir.” buyurduğunu bildirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte de; “Osman’ın şefâati sâyesinde, Cehennemi hak etmiş yetmiş bin kişi, hesapsız Cennete girecektir.”buyrulmuştur.
Hazret-i Osman’ın menkıbelerinden bâzıları şöyledir:
Herkese adâletle davranmaya çok dikkat ederdi. Birgün bir kölesinin kulağını çekti. Kölenin kulağı acıyıp şöyle dedi: “Efendim, herkesin birbirinden hakkını alacağı kıyâmet gününü düşününüz.” Bu söz hazret-i Osman’a çok tesir etti. “Gel, sen de benim kulağımı çek, ödeşelim.” buyurdu.
Köle, hazret-i Osman’ın kulağını çekti.Hazret-i Osman; “Biraz daha çek!” deyince Köle; “Siz kıyâmet gününü düşünerek korktunuz. Ben de o günkü hesaptan korkuyorum.” dedi.
Bunun üzerine kölesini âzâd edip, serbest bıraktı.
Hazret-i Osman cömert, hayâ sâhibiydi. Gecenin bir kısmında uyur, sonra ibâdete kalkardı. Gündüzleri de oruçlu geçirirdi. Muhtaç olanlara bol bol yemek yedirir, kendisi de evde sirke ile zeytinyağı yerdi. Halife iken, deveye binince kölesini de arkaya alır, böyle yaptığı için çekinmez sıkılmazdı. Kabristana uğradığı zaman oturur, ağlardı. Öyle ki sakalı ıslanırdı.
Hazret-i Osman bir defâsında Resûlullah’ın evinde hiç yiyecek kalmadığını işitmişti. Hemen bir semiz koyun, bir miktar bal ve bir çuval un alıp hazret-i Aişe’nin evine götürdü. Hazret-i Aişe’ye şöyle dedi: “Ey müminlerin annesi, Resûl-i ekremin bunu diğer hanımları arasında paylaştıracağını zannediyorum. Hiç paylaştırmasın çünkü ben onlara da bunların aynısını gönderdim dedi. Peygamber efendimiz eve gelip durumu öğrenince; “Yâ Rabbi Osman’ın geçmiş, gelecek, gizli, âşikâr, bütün günahlarını affet.” diyerek duâ etti.
Hazret-i Ali, hazret-i Fâtıma ile evleneceği zaman düğün masrafı yapmak üzere zırhını satılması için pazara göndermişti. Hazret-i Osman pazardan geçerken hazret-i Ali’nin zırhını tanıdı.Tellalı çağırıp bu zırhın sâhibi buna ne kadar para istiyor? diye sordu. Tellal dört yüz dirhem istiyor dedi. Gel parasını verip alayım dedi. Evine gittiler, zırhı alıp parasını verdi. Sonra bu zırhın yanına dört yüz dirhem para koyup hazret-i Ali’ye gönderdi ve şöyle haber yolladı: “Bu zırh senden başkasına lâyık değildir. Bu dört yüz dirhemi de düğününe harca bizi ma’zur gör...”
Bir defâsında Medîne’de kıtlık vardı. O sırada hazret-i Osman’ınŞam’dan yüz deve yükü buğday kervanı gelmişti. Eshâb-ı kirâm satın almak için yanına gittiler. Hazret-i Osman sizden daha iyi alıcım var ve sizden daha fazla veren var, ona vereceğim dedi. Eshâb-ı kirâm durumu hazret-i Ebû Bekr’e bildirip bundan üzüldüklerini söylediler. Kıtlık zamânında böyle yapması uygun olur mu dediler. Hazret-i Ebû Bekr; “Osman, Resûlullah’ın dâmâdı olmakla şeref kazanmıştır ve Cennette onun arkadaşıdır. Siz onun sözünü yanlış anladınız berâber gidelim.” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr yanına gidip; “Yâ Osman, Eshâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüşler.” deyip durumu anlattı. Hazret-i Osman; “Evet ey Resûlullah’ın halîfesi! Onlardan iyi alıcı olan bire yedi yüz veriyor. Onlar bire yedi veriyor. Biz bu buğdayı bire yedi yüz verip alana verdik.” dedi. Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medîne’de bulunan fakirlere, Eshâb-ı kirâma bedâva dağıttı. Yüz deveyi de kesip fakirlere yedirdi. Hazret-i Ebû Bekr bu işe çok sevinip, hazret-i Osman’ın alnından öptü.
Hazret-i Osman Peygamberimizden 146 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Kıyâmet günü üç sınıf insan şefâat eder: Bunlar, Peygamberler, âlimler ve şehitlerdir.
En hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.
Bir kul her gün sabah ve akşam şu duâyı üç defâ okursa, o kimse zararlardan korunur: (Bismillahillezi lâ yedurru maasmihi şey’ün fil ardı ve lâ fissemâi ve huvessemîul alim)
Buyurdu ki: “Dünyâ için üzülmek kalbe zulmet, âhiret için üzülmek ise kalbe nûrdur.”
“Ârifin alâmetlerindendir. Kalbi havf ve recâ, dili hamd ve senâ, gözü yaşlı ve hayâlı, isteği günahları ve dünyâyı terk ve rıza üzerine olmaktır. İnsanların en iyisi Rabbine kavuşmadan önce, Rabbini kendinden râzı eden, içine girmeden önce kendi kabrini en güzel yapandır.”
“İnsanların en iyisi, dünyâ onu terk etmeden, dünyayı terk edendir. Rabbine kavuşmadan önce, Rabbini kendinden râzı edendir.”
“İbâdetin tadını dört şeyde buldum: Allah’ın farz kıldıklarını yapmada, yasaklarından sakınmada, Allah’tan sevap bekleyerek emr-i ma’rûf yapmada ve Allah’ın gadabından kaçınarak nehy-i münker etmede.”
“Dört şey vardır ki, dışı fazilet, içi farzdır: Sâlihlerle düşüp kalkmak fazilet, onlara uymak farz; Kur’ân okumak fazilet, onunla amel farz; kabir ziyâreti fazilet, kabir için hazırlanmak farz, hasta ziyâreti fazilet, vasıyyetini almak farzdır.”
“Ölümü bilip gülene, dünyânın fâni olduğunu bilip ona rağbet edene, işlerin taktirle olduğunu bilip, istediği olmayınca üzülene, hesâba inanıp mal toplayana, Cehenneme inanıp günah işleyene, Allahü teâlâya inanıp dünyâ ile rahatlayana, şeytanı düşman bilip, ona itâat edene çok şaşarım!Eğer gönüller mânevî pisliklerden temiz olsaydı, Kur’ân-ı kerîmin zevkine doyulmazdı.”
“Beş vakit namazı vaktinde devam üzere kılana dokuz şey ikram edilir: Allah onu sever, bedeni sağlam olur, melekler onu korur, evine bereket iner, yüzünde sâlihler simâsı olur, Allahü teâlâ kalbini yumuşatır, sıratı şimşek gibi geçer, Allahü teâlâ; “Onlar için korku ve üzüntü yoktur.” zümresine onu ilhak eyler, Allahü teâlâ onu Cehennemden korur.
On şey çok zâyi olmuştur: Sual sorulmayan âlim, amel edilmeyen ilim, kabul edilmeyen doğru görüş, kullanılmayan silah, içinde namaz kılınmayan mescit, okunmayan mushaf, infâk edilmeyen mal, binilmeyen vâsıta, dünyâyı isteyenin içindeki zühd ilmi, içinde âhiret yolculuğu için azık edinilmeyen uzun ömür.
Selçuklu devri Türk târihi ve medeniyeti araştırmalarıyla tanınan bilim adamı. 1914’te Trabzon’un Çaykara kazâsının Soğanlı köyünde doğdu. Babası, Birinci Cihân Harbinde Kafkasya cephesinde şehit düşen Hasan Ağadır. İlkokulu Çaykara’da, ortaokulu Bayburt’ta okudu. Trabzon’da başladığı liseyi Ankara’da bitirdi. 1933’te Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesinin Ortaçağ Târihî Kürsüsüne girdi. DTCF’den 1940’ta mezun oldu. Ortaçağ Târihi Kürsüsüne asistan olup, Ortaçağ Türk-İslâm Târihi derslerini okuttu. 1941’de Oniki Hayvanlı Türk Takvimi adlı teziyle doktorluk pâyesini kazandı. 1944’te doçent, 1951’de de profesör oldu.
Osman Turan, hocası Ord. Prof. Fuad Köprülü’yle berâber DemokratParti saflarında siyâsete atıldı. 27 Mayıs 1960 ihtilâli sonrasında tevkif edilip, on altı aydan fazla Yassıada’da kaldı. Adâlet Partisi kurulunca, tekrar siyâsete atıldı. 1965 seçimlerinde Adâlet Partisinden Trabzon milletvekili olup, meclise girdi TBMM’de Türklerin millî ve mânevî meselelerinin müdâfaasını yapıp, Adâlet Partisinde genel başkan yardımcılığına kadar yükseldi. 1969’da siyâsî hayattan çekildi.
Osman Turan, 1941’de yayınlanan Oniki Hayvanlı Türk Takvimi eseriyle ilim âleminde tanındı. 1948’de Paris’te toplanan Milletlerarası Şarkiyatçılar Kongresinde Selçuklular Türkiyesinde Toprak Hukûku adlı tebliği okundu. Bu tebliğinde, Osmanlı Devletinde tatbik edilen hukûkî, idârî, askerî ve zirâî idârenin temelini teşkil eden mîrî sistemin, Selçuklu Türkiyesinde mevcut olduğunu ortaya koydu. 1948-1950 yıllarında Paris ve İngiltere’nin başşehri Londra’da araştırmalarda bulundu. Selçuklular ve Türkiye târihi ve medeniyeti çalışmalarını toplayıp, 1958’de Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesîkalar, 1965’te Selçuklular Târihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, 1969’da Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi, 1971’de Selçuklular ve İslhamiyet ve 1973’te Doğu Anadolu ve Türk Devletleri Târihi adlı eserlerini verdi. Osman Turan eserlerinde, Selçuklular târihini, İslâm âlemini ve medeniyetini dâhilî ve hâricî düşmanlardan koruyan Türklerin nasıl yükseldiklerini ve dünyâ çapındaki rollerini aydınlığa kavuşturdu. Zorlu ve mücâdeleci bir hayâtın sonrasında ilim âlemine kıymetli eserler bırakarak, 17 Ocak 1978 târihinde İstanbul’da vefât etti. Verimli bir çağında vefât eden Osman Turan, Osmanlı hânedânından Sâtıa Sultanla evliydi.
Osman Turan, kimden gelirse gelsin ve kime karşı olursa olsun haksızlıkların karşısına dikilirdi. Bu vasfıyla yalnız değerli bir ilim adamı değil, aynı zamanda her haksızlığa bilhassa devlete ve millete karşı olan hareketlere karşı çıkan hakîkî bir aydın olarak tanınmaktadır. Yassıada’da iken tutukluları hor ve hakîr gören kumandan Tarık Güryay’a attığı tokat sebebiyle halkın gözünde bir kahraman gibi sevildi. Ancak Osman Turan’ın Yassıada dönüşü bir zamanlar profesör olarak bulunduğu Ortaçağ Kürsüsünde vazîfe almak istediği hâlde ideolojik sebeplerle reddedilmesi Türk halkı ile aydınlar arasında hoşnutsuzluk meydana getirdi.
Son devrin fikir, kültür ve siyâset adamlarından. 1917 yılında Antalya’nın Akseki kazâsında doğan Serdengeçti’nin babası, müfti Ahmed Sâlim Efendidir. İlk öğreniminden sonra Ankara Gâzi Lisesini bitirdi. Ankara Üniversitesi Dil ve Târih Coğrafya Fakültesine kayd olup devam ettiyse de, o devrin idârecileriyle yaptığı mücâdele sonunda son sınıfta okuldan tardedildi. Üniversite sıralarında mâneviyâta bağlılığı, mücâdele azmi, korkusuzluğu ile tanındı. Başta Türk Ocağı olmak üzere devrin milliyetçi kuruluşlarında faal rol oynadı.
Serhat boylarında düşmana aman vermeyen akıncı atalarına ad olmuş Serdengeçti’yi, mücâdele için çıkardığı dergisine isim olarak koydu. Bundan sonra Serdengeçti lâkabı ile tanınan Osman Yüksel, bu dergiyi altmışlı yıllara kadar ancak otuz üç sayı çıkarabildi. On dört senede ancak otuz üç sayı çıkan Serdengeçti, bundan sonra bir daha çıkmadı. Bağrıyanık adındaki mizah dergisi teşebbüsü ise, ilk sayısı toplatılıp kapatıldığından devam etmedi.
Ömrü mücâdele ve sıkıntı ile geçen Osman Yüksel, 1964 yılında milletvekili olarak parlamentoya girdi. Mizac ve düşünceleri îtibâriyle siyâsetten umduğunu hiçbir zaman bulamayan Serdengeçti, bir müddet sonra siyâsetten fiilen ayrıldı. Hicivleri, serdengeçi yazıları ve mücâdelesiyle pekçok kişi tarafından sevilen Osman Yüksel, 10 Kasım 1983 târihinde vefât etti.
Osman Yüksel Serdengeçti, hayâtın nîmetinden çok külfetine tâlip olmuş, biraz aceleci, süreli yayınlarında istikrarsız, sevdiklerine karşı son derece müşfik, düşmanlarına ise korkusuz ve sert, hep zora tâlip olan bir mîzâca sâhipti. Âilesinden aldığı sağlam bir millî kültür ve terbiye, onda ömrü boyunca tesirini sürdürerek, başından geçen bütün meşakkatler ve giriştiği mücâdeleler işinde en sarsılmaz tarafı olmuştu.
Osman Yüksel; millete, devlete, dîne düşman gördüğü her türlü fikir, düşünce, inanç ve icrââtın en sert tavırla karşısına çıkmış, bilhassa materyalizme karşı amansız bir mücâdele vermiştir. Ömrü mahkemeler, hapishânelerle geçmiştir. Ona göre hastâne, hapishâne ve mezarlık hayâtın üç sacayağıdır. Şiirlerinde ve nesirlerinde Türk İslâm kültürünün ana temaları hâkimdir. Bol ve seciyli üslûbu, yazılarına yarı destanımsı bir hava vermiştir. Yine aynı üslubuyla bol bol nükte ve hiciv yapma rahatlığını yaşamıştır. Çok geç ve güç yazan biri olması sebebiyle, süreli neşriyatı ve kitapları uzun zaman aralıklarıyla yayınlanmıştır.
Eserleri:
Bu Millet Neden Ağlar, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Gülünç Hakikatler, Türklüğün Perişan Hâli, Mâbedsiz Şehir, Mevlânâ ve Mehmed Akif.
İMPARATORLUĞA MERSİYE
(Rumeli ve Balkanlara dâir)
Bin yıl oldu toprağına basalı
Hayli oldu kılıçları asalı.
Bülbüllerin onun için tasalı,
Sazlar kırık, ayar tutmaz telleri,
Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.
Yol görünür, hakan emir verirdi.
Dalga dalga ordularım yürürdü,
Hamlemizden dağlar, taşlar erirdi.
Doludizgin aştık nice belleri,
Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.
Yıldız doğar, tâlihimiz belirir,
Sabah olur, ulûfeler verilir,
Bir seferde dört kırallık serilir,
Al al ettik, kara kara tülleri,
Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.
Ferman çıkar, dalkılıçlar takılır,
Meydanlarda Rabb’e duâ okunur,
Gölgemizden bütün cihan sakınır,
Andırırdık coşkun akan selleri,
Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.
Kosovalar, Plevneler bizsizdir,
Yosun tutmuş câmileri ıssızdır.
Boynu bükük minâreler öksüzdür.
Açmaz olmuş kızanlığın gülleri,
Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.
Hâlâ görür, geleceği sezerdik!
Bir zamanlar ki Vistül’de gezerdik!
Haritayı biz kendimiz çizerdik!
Fethederdik deryaları, çölleri,
Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.
Rodopların ak başları yaslıdır.
Serdengeçti, gönlün artık usludur,
Rüzgarları bile mâtem seslidir.
Zafer, zafer der eserdi yelleri,
Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.
(Bu Millet Neden Ağlar)