ORTA AMERİKA

(Bkz. Amerika)

ORTA OYUNU

Eski bir Türk eğlencesi. Osmanlı devrinde, oyuncuları yazılı bir metine bağlı kalmadan, nüktelere ağırlık vererek, seyirciye bir öğüt veya ders vermek maksadıyla verilen temsil.

Orta oyununun isminin nereden geldiği hakkında üç kabûl vardır: Bunlardan ilki; yeniçeri ortalarına bağlı oyun takımları temsil verirlerdi. Bu oyunlara“orta oyunu” ismi verildi. İkincisi Japonya ve Portekiz’de “Auto” ismi verilen taklit, kukla ve hokkabazlık gibi oyunları, oralardan gelen Yahûdîler, memleketimizde de icrâ ettiler ve auto ismi zamanla orta hâline geldi. Üçüncü olarak da İtalyanların Commedia dell’arte’ı için kullanılan “Arte oyunu”, söylene söylene zamanla, orta oyunu şeklini aldı.

Orta oyununun kaynağı hakkında çeşitli düşünceler vardır. Bunlardan ilki, Karagöz’ün canlı şahıslar tarafından oynanan şekli olduğudur. İkincisi ise kol oyunlarından çıktığı düşüncesidir. Bunlar; 1) Yeniçeri ortalarına bağlı oyun takımlarının askeri eğlendirmek için verdikleri temsiller, 2) Esnaf oyunları, 3) Taklitçi tâbir edilen şahısların, konusu günlük olaylarla ilgili olan; konaklarda veya halka verdikleri temsiller, 4) Köylerde oynanan “meydan oyunu”. Orta oyununun ilk defâ ne zaman oynandığı konusunda kesin bir mâlumât olmamakla berâber, Hâfız İlyas Efendinin Târih-i Enderûn’unda 1819’dan evvel buna benzer bir oyun olmadığı yazılıdır.

Oyun yeri “orta” veya “palanga” olarak isimlendirilir. Burası seyircilerin etrâfını çevirdiği dâirevî bir alandır. Palangada dekor olarak “yenidünya” denilen paravana çerçevesi şeklinde bir ev, açılıp kapanabilen iki kanatlı bir paravanadan müteşekkil “dükkân” ve birkaç sandalye ile masadan ibârettir. Olayın nerede geçtiği Pîşekâr ve Kavuklu’nun konuşmalarından anlaşılır.

Orta oyununda mevzu bir hikâye veya çoğunlukla basit bir mâcerâdır. Oyunun yazılı bir metni yoktur. Oyuncular söz söyleme ve nükte yapma mahâretleriyle taslak hâlindeki oyunun mevzûunu geliştirirler. Oyunda kalıplaşmış tekerlemeler de çok kullanılmasına rağmen, oyuncular nükte yapmakta ve hazır cevaplılıkta mâhirdirler.

Orta oyununun baş aktörü olan Pîşekâr her zaman vakûr bir edâ ile durur, tahsilli ve çevresindekilerin müşküllerini danıştığı bir zattır. Hacivat’ı andırmasına rağmen onun gibi komik durumlara düşmez. Oyunu Pîşekâr başlatır, yönetir ve oyunun nihâyetine kadar meydandan ayrılmaz. Pişekârın başında dört dilimli külâh, sırtında entâri veya çakşır, onun üzerinde kürk, ayaklarında sarı gedik pabuçlar vardır. Kıyâfetinde sarı ve yeşil renk ağır basar.

Oyunun ikinci şahsı olan Kavuklu deli dolu, parasız, işsiz, güçsüz, ağır şakalar yapan kaba birisidir. Karagöz’e benzer ise de eski oyun kollarındaki Tiryâkî tipinden çıktığına daha çok ihtimal verilmektedir. Başında kocaman ve iri dilimli bir kavuk bulunur. Sırtında bir biniş, belde kuşak, binişin uçları kuşağa sokulmuş vaziyettedir. Altta entâri veya şalvar, ayakta ise edik pabuçlar bulunur. Kıyâfetinde kırmızı renk hâkimdir.

Zenne, Rum, Frenk, Muhacir, Arnavut vb. oyunun diğer şahıslarıdır. Zenne, kadın kıyafeti giyinmiş erkeklere verilen addır. Orta oyuncularının kıyâfetleri aşırı mübâlağalı ve süslüdür.

Orta oyunu oynanırken zurna ve çifte nâra çalınır. Önce Pîşekâr meydana çıkar ve “Falan oyunun taklidini aldım, usûl ve âhenkle efendilerime seyrettireyim.” diyerek oyunu başlatır. Kavuklu da meydana gelerek, ikisi oyunun ana hatlarından seyircileri haberdâr etmek maksâdını güden girizgâh diyebileceğimiz bir muhâvere (söyleşme) yaparlar. Bunun ardından Kavuklu bir tekerleme söyler. Kavuklu ve Pîşekâr’a diğer oyuncuların da katılmasıyla oyun devam eder. Oyunun son kısmında Pîşekâr ile Kavuklu oyundan çıkarılacak ibreti kendi aralarında yaptıkları muhâvereye göre seyircilere aktarırlar ve ertesi gün hangi temsili yapacaklarını da söyledikten sonra oyun son bulur. Her oyun tatlı ve ahlâkî bir sonuca bağlanır.

Orta oyunlarına misâl olarak şunlar sayılabilir: Ters Evlenme, Gözlemeci, Ağalık, Çifte Hanım, Meyhâne, Yazıcı, Fotoğrafçı, Ödüllü, Tahir ile Zühre, Kanlı Nigâr, Büyücü, Çeşme, Pazarcılar, Eskici Abdi.

Orta oyuncularının teşkil ettiği birlikler önceleri “kol” sonra “takım” daha sonra ise “kumpanya” ismini almıştır. Tanınmış kollar arasında şunlar sayılabilir: Edirneli kolu, Ağa kolu, Yaran kolu, Cevâhir kolu, Zuhûrî kolu. Orta oyuncularının en tanınmışları ise Zenne Tevfik Bey, Abdi Efendi, Zenne Rıza, Naşit Bey, Meddah İsmet en meşhur simâ Kavuklu Hamdi Efendidir. Kavuklu Hamdi Efendi, önceleri Pîşekâr Tosun Efendi, sonra Küçük İsmail Efendi, bir ara da Abdürrezzak Efendi ile oynamıştır. Hamdi Efendinin Zuhûrî kolu; Pîşekâr Küçük İsmail, Kürt Dondurmacı Ali, Aptal Rafet, Arap Ahmed, Zenne Ömer, Kocakarı Asım, Meddah İsmet, Döşemeci İsmail Efendi, Kambur Mehmed ve Kaşıkçı Ahmed’den meydana gelmiştir. Hamdi Efendinin vefatından sonra Ali Bey ve Kel Hasan yetişmiştir. Orta oyunuİsmail Dümbüllü’nün vefâtıyla târihe karışmıştır.

Osmanlı devrinde memleketimizde bulunup, dilimizi öğrenmiş olan Macar Dr. İgnace Kunoş’un seyredip, kaleme aldığı birkaç orta oyunu örneği şöyledir:

Oyun başlayıp Pîşekâr biraz konuştuktan sonra uzun, silindirik, kocaman dilimli kırmızı kavuğu olan, sarı edik pabuç, kırmızı şalvar ve kırmızı cübbe giymiş olan Kavuklu gelir. Sendeleyerek birkaç defâ meydanı dolaşır. Pîşekâr elindeki şakşak ile kavuğuna vurunca Kavuklu sıçrayarak Pîşekâr’a döner. Pîşekâr:

“Vây! Hoş geldin, safâ geldin. Derisi patlamış, ipi kasnağı kırılmış, derûnu tozla dolmuş, çöp arasına atılmış bekçi davulu..!”

Kavuklu:

“Vay! Hoş bulduk, safâ bulduk... Kıyılarda kalmış, içini dışını sıçanlar yemiş, pis pis kokmuş, her tarafı delik deşik olmuş, Lâpseki kavunu! Başıma gelen macerayı anlatsam da dinlesen o vakit anlarsın!

Pîşekâr:

“Aman efendim geçmiş olsun... Bendenizin de meraklı olduğumu bilirsin ya, naklediniz de anlayayım”...

“Pazar Yeri” isimli kavuklu tekerlemesinin ana hatları:

Kavuklu pazarda alış veriş ederken şiddetli bir kasırga gelip onu uçurmuş. Biraz göklerde dolaştıktan sonra bir lâhana yaprağının içine düşüp gömülmüş. Bahçıvan onun içinde bulunduğu lâhanayı pazarda satmış. Alan adamın ahçısı kazana atıp haşlamış...

Kavuklu, “Dilenci Vapuru”na binerek Kanlıca’da bir konağa gittiğini, orada Bey’in sofrasında kurulduğunu, güldürücü muhâvere hâlinde anlatır. Sıra yemeğe gelir. Kavuklu:

“Efendi, bana, buyurun!, dedi. Baktım gidiyor, haydi ben de arkasından. Odadan çıktık, başka bir odaya girdik.

Pîşekâr:

“Aman efendim, sonra?”

Kavuklu:

“İçeri girdik, baktım ki bir büyük masanın üstünde Mahmutpaşa’nın mezat malı gibi olmadık çanak çömlekleri var... Her ne ise, efendi oturdu, biz de karşısına oturduk. Çorba geldi, güzelce yedik! O kalktı et geldi. Baktım, efendi, bıçak-çatal bir şeyler aldı. O çatal gibi şeyi ete batırıp bıçakla kesti. Sonra tabağına koyup yemeğe başladı. Biz de efendiye uyarak onun yaptığı gibi yapalım da ayıp olmasın diye çatal-bıçak alıp ete batırdık.”

Oyunun sonunda Kavuklu:

“Her ne kadar sürç-i lisan ettikse de affoluna... İnşaallah yarın akşamki oyunumuzda Pîşekâr’ın yakası elime geçecek olursa ben bilirim yapacağımı!” der.

Oyun biter.

ORTAÇAĞ

Alm. Mittelalter (n), Fr. Moyen Age (m), İng. The Middle Ages. Târihî zamanlardan. İlkçağ ile yeniçağ arasındaki devredir. Kesin olmamakla berâber, ortaçağın meşhur olan zaman dilimi, Milâddan sonra 476-1453 târihleri arasındadır. M.S. 395 târihinde Roma İmparatorluğu ikiye ayrılmış, 476’da Batı Roma İmparatorluğu yıkılmıştır. Târihçiler, 476 târihini ortaçağın başlangıcı kabul etmişlerdir. Bizans da denilen Doğu Roma İmparatorluğunun, 29 Mayıs 1453 târihinde İstanbul’un fethiyle Osmanlı Sultânı Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından yıkılmasıyla ortaçağ sona ererek, yeniçağ başlar (Bkz. İstanbul’un Fethi). Ortaçağın, 7. yüzyılda İslâmiyetin Ortadoğu’da zuhûru ve İslâm medeniyetinin Akdeniz dâhil Asya, Afrika ve Avrupa’da yayılmasıyla başladığını kabul eden târihçiler de vardır. M.S. 7. yüzyıl, hızlı gelişmeler ve fazîletlerin yaşandığı altınçağ olarak da kabul edilir. Bu devirde târihi bilinen yerleşim alanları Afrika, Asya ve Avrupa kıtalarıdır.

Ortaçağ; İslâm medeniyeti ve Türk târihi bakımından en şaşalı devirdir. Hıristiyanlık ve Avrupa târihinin de en karanlık devridir. Ortaçağ, Avrupa’da, Endülüs (İberik Yarımadası) hâriç, cehâlet ve taassupla geçmiştir. Osmanlı Devletinin 14. yüzyıldan îtibâren Doğu Avrupa’ya hâkim olmasıyla kıtanın doğusu da batısı gibi medenîleşmesine rağmen, orta ve kuzeyinin târihi karanlıktır. Bu çağda Ortadoğu, Orta Asya, Hind Yarımadası, Kuzey Afrika ve Endülüs’te, târihin en büyük ve medenî devletleri kurularak, hâlâ istifâde edilen eserler yapılmıştır. Bu devirde Fransa, İngiltere, İtalya, Papalık ve diğer Hıristiyan devletler, İslâm medeniyeti devletleri ve Türklerle kıyas edilemeyecek kadar geridir. Avrupa’da insan hakları ve hürriyetten söz edilemeyen derebeylik idâresinde, çoğunluktaki köylü ve işçiler serf (esir) durumunda olup, asilzâdeler her şeye hâkimdi ve bunlar, medenî yaşamaktan mahrumdular. Kale tipi şatoların kıyısında ikâmet ederlerken, köylü ve işçiler bunlardan da mahrumdular. Avrupalılar, idârî, sosyal, eğitim ve öğretim müesseselerinden habersizken, İslâm medeniyetinin hâkim olduğu Ortadoğu, Orta Asya, Hind Yarımadası, Kuzey Afrika ve Endülüs, nâdide sanat eserleriyle süslüydü. İslâm devletleri muhteşem müesseselere sâhip olup, Müslümanlar müreffeh ve modern hayat sürüyorlardı. Halifelik merkezi Bağdat’ta kışın ısıtıcı, yazın serinletici klimaya, temizlik ve günlük ihtiyaçları için en medenî sıhhî tesisata sâhipti. Buna en güzel misal Bağdat yakınlarındaki Samarra şehridir. Papalık ve derebeylik idâresindeki Hıristiyanlık âlemi ise temizliği ve banyoyu bilmediklerinden yıkanmazlar, ortaya çıkan pis kokuyu gidermek içni parfümler kullanırlardı. Vaftizleri bozulmaması için yıkanmayan Hıristiyan din adamları ve papanın büyüklüğü, medeniyet târihçilerinin ifâdesiyle, ölümünde cesedinin üzerindeki bir katmeri ve bit sayılarıyla ölçülürdü. Avrupalılar, antik devir denilen ilkçağda yetişen Yunan filozoflarının yazdığı eserlerden bile habersizken, İslâm âleminde İbrânice, Lâtince ve Yunanca eserler Arapçaya tercüme edilerek çoğaltılıyordu. İslâm âlimleri milyonlarca cilt eser yazıp, bu eserler her biri bir kültür ve medeniyet âbidesi olan halîfelik, devlet, şehir, medrese, sultan, bey ve şahsî kütüphânelerde bulunmaktaydı. Dînî ve fennî ilimler çok yayılıp dünyâda ilk defâ üniversite mâhiyetinde pekçok medrese, tıp fakültesi yerinde darü’t-tıp, darü’ş-şifâ, darü’s-sıhha, bîmârhâne, bîmaristân; gök cisim ve hareketlerini inceleyen rasathâneler kurulup, matematik, aritmetik, astronomi, tıp, biyoloji, zooloji, coğrafya, mîmârlık sâhalarında kitaplar yazılıp eserler verildi. (Bkz. İlim)

Dînî ilimlerde her biri müctehid olan ve bütün ilimlere vâkıf Sahâbe-i kirâm, mezheb imâmları ve diğer müctehidler yetişti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs âlimler ile evliyâ-ı kirâm bu devirde her zamankinden daha fazlaydı. Bugün bütün İslâm âleminin ameldeki mezhep imâmları olan Ebû Hanîfe (699-767), Mâlik bin Enes (713-795), İdris Şâfiî (767-820), Ahmed ibniHanbel (780-855) hazretleriyle, îtikâddaki Mâtürîdî ve Eş’arî mezheblerinin kurucusu Ebû Mansur-i Mâtürîdî (?-944) ve Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî(879-941) hazretleri bu devirde yaşayıp, ilim ve irfan kaynağı oldular. Herbiri gönül sultanı olan evliyâ-ı kirâmın büyükleri de bu devirde, doğup yaşadıkları ve sonraki asırlara feyz saçtılar. Bütün bunların ve devrin en büyüğü, âlemlere rahmet olarak yaratılan son peygamber hazret-i Muhammed bu zamanda dünyâya teşrif edip, İslâm dînini tebliğ etti ve yaydı.

Ortaçağda Hulefâ-i Râşidîn (632-661), Emevîler (661-749), Abbâsiler (749-1517), Osmanlılar ve sayıları yüzü geçen irili ufaklı pekçok İslâm devleti kuruldu (Bkz. İslâm Târihi). Yine bu çağda Türkler; Akhunlar, Göktürkler, Avarlar, Kutluğlar, Uygurlar, Tabgaçlar, Türgeşler, Kırgızlar, Karluklar, Sabarlar, Onogur, Dokuzogur, Otuzogur, Basaraba, Oğuz Yabgu devletlerini kurdular. Bizans Kayserliğinden başka Asya ve Avrupa kıtalarında Venedik, Ceneviz, Piza, Floransa, Napoli, Macar, Lehistan, Almanya, Fransa, İngiltere, Normanlar, Rus Knezlikleri, Amerika kıtasında da târihi pek bilinmeyen Mayalar devletleri kuruldu. Avrupa’daki millet ve diller, bu çağda birleşip meydana geldi.

Ortaçağda, büyük ve uzun yıllar süren din ve milletler savaşları oldu. Bunlardan en büyükleri, Haçlı seferleri (1096-1270), Moğolların Asya ve Orta Doğu seferleri, Avrupa’daki yüzyıl savaşları, 624 Bedir, 625 Uhud, 627 Hendek gazâları, 751 Talas, 1040 Dandanakan, 1071 Malazgirt, 1364 Sırp Sındığı, 1389 Birinci Kosova, 1396 Niğbolu, 1402 Ankara, 1444 Varna, 1448 İkinci Kosova savaşları ve bu çağı kapatan 1453 İstanbul’un fethidir.

Devrin en büyük şahsiyeti, bütün zamanların en üstünü, en şereflisi ve en yükseği olan hazret-i Muhammed’dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Eshâb-ı kirâm, Aşere-i mübeşşere, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn, müctehidler, âlimler, evliyâ-i kirâm ve İslâm halîfeleri de devrin meşhur büyük şahsiyetleridir. Gazneli Mahmûd, Sultan Alparslan, Sultan Melikşah, Nizâmülmülk, İmâdeddin Zengi, Kılıçarslan, Selâhaddîn-i Eyyûbî, Firûz Şah, Tîmûr Hân, Osman Gâzi, Orhan Gâzi, Murâd-ı Hüdâvendigâr Birinci Bâyezîd Han, Birinci Mehmed Han, İkinci Murâd Han ve ortaçağı nihâyetlendiren Fâtih Sultan Mehmed Han da devrin İslâm dünyâsının, meşhur devlet adamlarıdır. Büyük Şarl, Arslan Yürekli Rişar, Cengiz Han, Çağatay Han, Hülagu da İslâm ve batı âlemiyle münâsebette bulunan meşhurlardandır.

Ortaçağda teknik gelişerek büyük gemiler, ateşli silahlar, barut, kâğıt, matbaa yapılmıştır. Şehirler büyümeye başlamıştır. Devrin en meşhur büyük şehirleri; Mekke, Medîne, Kâhire, Şam, Bağdat, Semerkand, Buhâra, Gazne, Rey, Harizm, Konya, Sivas, Erzurum, İznik, İzmit, Bursa, Edirne, Roma, Venedik, Kurtuba, Gırnata ve çağın sonunu hazırlayan Feth-i mübin ile Osmanlıların eline geçip başşehir yapılan İstanbul’dur.

ORTAKLIK

Alm. Partnerschaft, Teilhaberschaft (f), Fr. Participation (f), İng. Partnership. Birden çok sayıdaki kişinin, sermâyesinin emeğini birleştirerek kazanç sağlamak maksadıyla yaptıkları çok taraflı sözleşmelerdir.

Ortaklıklar, genellikle (âdî ortaklık hâriç) tüzel kişiliğe sâhiptirler. Ticârî ortaklıklar Türk Ticaret Kânunu’na göre kollektif, komandit, limited, kooperatif ve âdî ortaklık olmak üzere beş kategoriye ayrılmıştır. Donatma iştiraki, ortaklıkların özel bir türü sayılabilir. (Bkz. Şirketler)

ORTAKÖY CÂMİİ

Ortaköy İskelesindeki zarîf câmi. Sultan Abdülmecîd Han tarafından yaptırıldığı için, Büyük Mecîdiye Câmii olarak da bilinir. Burada ilk olarak Mahmûd Ağa, bir ibâdethâne yaptırmış, fakat harap olunca Sultan Üçüncü Ahmed Han zamânında, İbrâhim Paşa kethüdâsı Mehmed Ağa yeni bir câmi yaptırmıştı. Bu da harap olunca, 1853 yılında Sultan Abdülmecîd Han şimdiki câmiyi yaptırdı. Son yıllarda temel kısmı kazıklarla takviye edilerek denize doğru kayması durduruldu. Cephe kısmını meydana getiren taşlar da değiştirildi.

İnce ve zarîf minâreleriyle tanınan câmi, karışık uslupta inşâ edilmiştir. Tek kubbeli olup, kubbeden kare plâna geçişte, istinâd kemerlerinin birleştiği köşelerle kubbe arasındaki pandantiflerin dış yüzleri kurşunla örtülüdür. Köşelerde kontrofor kuleleri vardır. Minâreler kuzey cephesinde, hünkâr dâiresinden yükselir. Câminin içi çok güzel olup, bilhassa kubbe tezyînâtı fevkalâdedir. Câminin içindeki Allah, Muhammed ve ilk dört halifenin (Hulefâ-i râşidîn) adları, bizzat Sultan Abdülmecîd Han tarafından yazılmıştır.

ORTALAMA

Alm. Mittelwert (m), Fr. Moyenne (f), İng. Average, medilum. Matematikte, bir sayı kümesi içinde iki uçtaki değerlerin arasında yer alan değer.

Ortalamaların çok sayıda çeşitleri bulunmaktadır. Bunlardan birincisi subjektif ortalama, ikincisi objektif ortalamadır. İstatistiklerde subjektif ortalamalar, fen bilimlerinde objektif ortalamalar kullanılır.

Objektif ortalama olarak aritmetik, geometrik ve harmonik ortalamalar bilinmektedir.

Aritmetik ortalama: x1, x2,... xn gibi n tâne sayının aritmetik ortalaması x ile gösterilir ve;

FORMÜL VARRRRRRR-1

şeklinde yazılır. Meselâ 2 ile 8’in aritmetik ortalaması (2+8)/2= 5’tir.

Aritmetik ortalamaya aritmetik orta da denir.

Geometrik ortalama: x1, x2,.., xn gibi n sayısının geometrik ortalaması veya geometrik ortası;

 

FORMÜL VARRRRRRR-2

 

Meselâ 2 ile 8’in geometrik ortalaması ÷2.8= 4 dür.

Harmonik ortalama: n sayısının harmonik ortalaması;

FORMÜL VARRRRRRR-3

Harmonik ortalamanın tersine harmonik orta denir. a ve b gibi iki sayının harmonik ortalaması

FORMÜL VAR-1

Harmonik ortası ise 2ab/a+b’dir. Meselâ 2 ile 8’in harmonik ortalaması 10/32; harmonik ortası ise 32/10= 3,2’dir.

ORTANCA (Hydrangea)

Alm. Hortensie (f), Fr. Hortensia (m), İng. Hydrangea. Familyası: Taşkırangiller (Saxifragaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Süs bitkisi olarak bahçelerde yetiştirilir.

Mavi, pembe gibi çeşitli renklerde çiçekler açan, yaprakları yumurtamsı, dişli ve karşılıklı olan, süs bitkisi olarak bahçelerde yetiştirilen bir bitkidir. Esas vatanı Çin ve Japonya’dır.

Serin, gölgeli yerleri sever. Daha çok kuzeye bakan, güneş almayan duvar diplerinde iyi gelişir.

ORTHOPTERA

(Bkz. Düzkanatlılar)

ORTODOKSLUK

(Bkz. Hıristiyanlık)

ORTOPEDİ

Alm. Orhopädie (f), Fr. Orthopédie (f), İng. Orthopedics. Genel cerrâhinin bir dalı. Ortopedi daha çok, insan vücûdunun şekil bozuklukları ile uğraşmayı kendilerine iş edinmiş olan genel cerrahların, bu konudaki değerli çalışmalarıyla doğmuş ve gelişmiştir. Burada adı geçen şekil bozuklukları, hareket sistemiyle yâni gövde ve uzuvlarla ilgili şekil bozukluklarıdır. Buna karşılık yüz, kafa ve iç organlara âit şekil bozuklukları, bu tıp dalının çalışma alanının dışında kalır. İlk bakışta çalışmaların dar bir alan içinde kaldığı zannı uyanırsa da hakîkatte bu alan oldukça geniştir. Zîrâ, şekilde ve fonksiyonda bozukluklar yapan hastalık ve darbeler oldukça fazladır. Ortopediyi insan vücûdunun özellikle mekanik fonksiyonları ile uğraşan bir tıp dalı olarak da târif etmek mümkündür.

Ortopedi terimi, ilk olarak Paris Tıp Fakültesi profesörlerinden Nicolas Andry (1658-1742) tarafından kullanılmıştır. Ortopedi kelimesi düzgün, kusursuz çocuk veya düzgün, kusursuz terbiye, düzeltme anlamlarına gelen bir terimdir. Fakat zamanla hüviyetini değiştirmiş, her yaştaki insanların hareket sisteminin şekil ve fonksiyon bozuklukları ile ilgilenir hâle gelmiştir.

Mısır, Babil, Çin, Hint, Yunan ve Roma kalıntılarında, insan vücûdundaki sakatlıkların sebep oluş ve şekilleri ile tedâvileri üzerinde çalışıldığına dâir kayıtlara rastlanmaktadır. Yıllar ilerledikçe ortopedi alanında da yeni gelişmeler olmuş ve ortopedi giderek daha köklü bir hâle gelmiştir. Önceden alınmış insan ve hayvan kemiklerinin çeşitli şekillerde saklanması ve lüzumunda kullanılmasını temin eden kemik bankaları ile noksanlığı plastik maddelerle telafi etmek için îmâl edilen iç sun’î uzuvlar, ortopedik cerrâhinin son zamanlarda ulaştığı yenilikler arasına girdi.

Ortopedi dalında ihtisas yapan hekimlere “ortopedist” ismi verilmektedir.

ORUÇ

Alm. Fasten (n), Fr. Jeûne (m), İng. fast. İslâmın beş şartından biri. Diğerleri; kelime-i şehâdet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek ve hacca gitmektir. İslâmın beş şartından dördüncüsü, mübârek ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır. Oruç, Hicretten on sekiz ay sonra, şâban ayının onuncu günü, Bedir Gazâsından bir ay evvel farz oldu. “Ramazan”, yanmak demektir. Çünkü, bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günâhları yanar, yok olur (Bkz. Ramazan). Oruca Arapçada savm denir. Oruç tutmaya ve orucun başladığı vakte “imsak”, orucu açmaya da iftar adı verilir (Bkz. İftar). Oruç tutmak için gece kalkıp yenilen yemeğe de sahur denir. (Bkz. Sahur)

Oruç, imsak vaktinden yâni fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar yemek ve içmekten uzaklaşmak demektir. Bunun mânâsı, insanlara açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu öğretmektir. Tok, hiçbir zaman açın hâlini bilmez ve ona merhamet etmez. Oruç, toklara aç insanların neler çektiğini öğretir. Aynı zamanda nefse hâkimiyeti tâlim eder. Farz olan oruç tutma zamânı arabî aylara göre tâyin edildiğinden, her sene evvelki seneye göre on gün evvel gelir. Bu sebepten bâzan yaza, bâzan kışa isâbet eder. Yaz orucuna dayanamayan hasta kimseler orucu kışın kazâ edebilecekleri gibi, büsbütün oruç tutamayacak olan çok ihtiyar kimseler oruç mukâbilinde fidye, yâni sadaka vererek bu borçlarını edâ ederler. (Bkz. Fidye, Sadaka)

İslâm dîninde zor, işkence yoktur. Sıhhatini fedâ ederek, hastalanarak, ibâdet etmeyi Allahü teâlâ hiçbir zaman istememiştir. Allah, çok kerîm ve gafur ve rahîmdir. Tövbe edenleri affedici ve merhametlidir.

Oruç tutmak, Müslümanlara vazîfe olduğu gibi diğer ilâhî dinlerde de emredilmişti. Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Ey îmân edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de Ramazan orucu farz kılındı. Umulur ki, Allah’a karşı gelmekten sakınırsınız!” (Bakara sûresi: 183) ve; “Sizden kim Ramazan ayında bulunursa oruç tutsun!” (Bakara sûresi: 185) buyruldu. Bir hadîs-i şerîfte de buyruldu ki: “Bir kimse Ramazan ayında oruç tutmayı farz bilir, vazîfe bilir ve orucun sevâbını yalnız Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları affolur.”

İslâmiyetin ilk yıllarında her ay üç gün ve aşûre orucu tutulurdu. Bu emir, ramazan orucu farz kılınınca nesh edildi, kaldırıldı. Bu günlerde oruç tutmak herkesin arzusuna bırakıldı.

Şâban ayının son günü, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hutbelerinde buyurdu ki: “Ey Müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece (kadir gecesi), bin aydan daha faydalıdır. Allahü teâlâ, bu ayda her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda, geceleri terâvih namazı kılmak da sünnettir. Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda bir farz yapmak, başka ayda, yetmiş farz yapmak gibidir. Bu ay sabır ayıdır. Sabredenin gideceği yer, cennettir. Bu ay, iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda müminlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftâr verirse, günâhları affolur. Hak teâlâ, onu Cehennem ateşinden âzâd eder. O oruçlunun sevâbı kadar, ona sevâb verilir.”

Orucun şartları: Oruç; akıllı ve bülûğ çağına giren, sıhhatli olan, yolcu, misafir olmayan, kadınlardan hayız (âdet) ve nifas lohusa) halleri bulunmayan her Müslümana farzdır. Ramazân-ı şerîf orucu bu şartlara sâhip her Müslümana farz olduğu gibi, tutamayanların kazâ etmeleri de farzdır.

Oruç ve Ramazan hilâli: Müslümanların Ramazan ayı girince oruç tutması farzdır. Ramazan hilâli görülünce oruca başlanır. Hilâl, gökte ayın kavis şeklindeki ilk görüntüsüdür. Ramazan olmak için hilâli, yâni gökte ayı görmek veya görülmezse, şâban ayı otuz gün tamam olmak lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “Ayı görünce oruç tutunuz! Tekrar görünce, orucu bırakınız!” buyruldu. Bu emre göre, Ramazan ayı hilâlin (yeni ayın) görülmesiyle başlar. Hilâli görmeden önce yapılan hesap ile başlanmaz. Ramazan hilâli hesapla bulunan günde veya bir gün sonra görülebilir. Fakat hiçbir zaman hesapla anlaşılandan önce görülmez. Şâban ayının otuzuncu gecesi, bir şehirde hilâl görülünce bütün dünyâda oruca başlamak lâzım olur. Gündüz görülen hilâl gelecek gecenin hilâlidir. Gökte ramazan hilâlini aramak ve görünce devletin tâyin ettiği yetkili kimseye haber vermek, Müslümanlara emirdir, vazîfedir.

Oruca fecr-i sâdık denilen beyazlığın ağarması ile başlanır. Oruç, fecrin ağarmasından, güneş batıncaya kadar, yemeği, içmeği ve cimâ’ı, cinsî münâsebeti terk etmektir. Bir gün evvel güneş batmasından, oruç günü dahve-i kübrâ (kaba kuşluk) ya kadar, Ramazan orucuna kalp ile niyet etmek de farzdır. Belli gün olan adak orucunun ve nâfile orucunun niyet zamânı da böyledir. Her gün ayrı niyet etmek lazımdır. Ramazan orucuna niyet ederken Ramazan demeyip, yalnız oruç demek, nâfile oruç demek de câizdir. Dahve vakti, oruç müddetinin yarısıdır ki, öğleden bir saat kadar evveldir. Kazâ ve keffâret orucuna ve muayyen olmayan adak oruçlarına fecirden sonra niyet edilmez. (Bkz. Fecir)

Kutuplara ve ay’a giden Müslümanın da, seferî olmaya niyet etmedi ise, bu ayda gündüzleri oruç tutması lâzımdır. Yirmi dört saattan daha uzun günlerde, oruca saat ile başlar ve saat ile bozar. Gündüzü böyle uzun olmayan bir şehirdeki Müslümanların zamânına uyar. Eğer oruç tutmazsa, gündüzleri uzun olmayan yere gelince kazâ eder. Kâfir memleketinde bulunan esir, Ramazan ayının zamânını bilemezse, araştırıp zannettiği vakitte bir ay oruç tutar. Sonra, zamânını öğrenince, zamanından önce tutmuş ise, hepsini kazâ eder. Zamânından sonra tutmuş ise, câiz olup, kazâ yerine geçer.

İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh Mektûbât kitabının birinci cilt, kırk beşinci mektubunda buyuruyor ki: “Ramazân-ı şerîf ayında yapılan, nâfile namaz, zikir, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftâr verenin günahları affolur. Cehennemden âzâd olur. Resûlullah, bu ayda, esirleri âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasîb olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ay, âhireti kazanmak için büyük fırsattır. Kur’ân-ı kerîm Ramazanda indi. Kadir gecesi, bu aydadır. Ramazân-ı şerîfte, hurma ile iftâr etmek sünnettir. İftar edince; “Zehebezzama’ vebtelletil urûk ve sebe-tel-ecr inşâallahü teâlâ” duâsını okumak, terâvih kılmak ve hatim okumak mühim sünnettir.

Orucun farzları: 1) Niyet etmek, 2) Niyeti ilk ve son vakitleri arasında yapmak, 3) Fecr-i sâdık, yâni tan yeri ağarmasından güneşin batmasına kadar olan zaman içinde, orucu bozan şeylerden sakınmaktır.

Orucun çeşitleri: 1) Farz oruçlar: Farz oruç da, iki kısımdır: Muayyen zamandaki oruç ve Ramazan-ı şerîf orucu. 2) Muayyen zamanda olmayan farz oruçlar: Kazâ ve keffâret oruçları böyledir. Fakat, keffâret oruçları farz-ı amelîdir. Yâni, inkâr eden kâfir olmaz. 3) Vâcib oruçlar: Bunlar da, muayyen olur. Belli gün veya günler oruç adamak gibi. 4) Sünnet olan oruçlar: Muharremin dokuzuncu ve onuncu günleri oruç tutmak gibi. 5) Müstehab oruçlar: Her arabî ayın 13,14 ve 15. günleri oruç tutmak gibi ve yalnız cumâ günü oruç tutmak ve kurban bayramı arefesinde oruç tutmak gibi. Yalnız cumâ günü oruç tutmak mekruh olur da denildi. Cumâ günü oruç tutmak isteyenin, perşembe veya cumartesi günü de tutması iyi olur. Çünkü, sünnet veya mekruh denilen bir işi yapmamak lâzımdır. 6) Haram oruçlar: Fıtır (Ramazan) bayramının birinci günü ve Kurban bayramının her dört günü oruç tutmak haramdır. 7) Mekruh oruçlar: Muharrem’in yalnız onuncu günü (Aşûre’de) oruç tutmak ve yalnız cumartesi günleri oruç tutmak ve nevruz ve mihrican günleri oruç tutmak ve bütün sene, her gün oruç tutmak ve konuşmamak şartı ile oruç tutmak mekruhtur.

Orucu bozan şeyler: Ramazan ayında, oruçlu olduğunu bildiği halde ve fecir ağarmadan evvel niyet etmişken, faydalı bir şey yemekle, içmekle, yâni gıdâ veya devâ olarak yenilmesi âdet olan veya zevk ve keyif veren bir şeyi ağızdan mîdeye sokmakla ve cimâ yapmak yapılmakla oruç bozulur ve kazâ ve keffâret lâzım olur. Bu târife göre, sigara içmek orucu bozar. Hem kazâ, hem keffâret lâzım olur. Çünkü dumandaki katı ve sıvı zerreler tükrük ile mideye giderler.

Orucu bozup yalnız kazâ gerektiren şeylerden bâzıları şunlardır:

1) Hatâ ile bozularak, meselâ abdest alırken boğazına su kaçmak, 2) Boğazına kar, yağmur kaçmak, 3) Tehditle, zorla orucu bozulmak, 4) Tahâretlenirken içeriye su kaçmak, 5. Burnuna sıvı ilâç koymak, 6) Burnuna kolonya çekmek. 7) Ud ağacı ve anber ile tütsülenip dumanını çekmek. 8) Başkasının içtiği sigara dumanını isteyerek çekmiş olmak. 9) Kulağın içine yağ ve ilâç damlatmak. 10) Derideki yaraya konan ilâcın içeriye girmesi. 11) Vücûdun herhangi bir yerine iğne ile ilâç şırınga etmek. 12) İsteyerek, zorlayarak ağız dolusu kusmak. 13) Dişi kanayan veya diş çektiren bir kimsenin ağzındaki kanı yutması. Veyahut tükürükle müsâvi (eşit) miktarda karışık kanı yutmak. 14) Uyurken ağzına su akıtmak. 15) Boğazına huni ile bir şey akıtmak. 16) Ramazanda sabaha kadar niyet etmeyip, sonra bir şey yiyip içmek. 17)Fecir olduğunu yâni imsak vaktinin bittiğini bilmeden yiyip içmek. 18) Güneş battı zannederek orucu bozmak. 19) Geceden dişleri arasında kalan nohut kadar şeyi yutmak. Nohuttan küçük ise bozmaz. 20) Oruçlu olduğunu unutarak yiyip-içmeye devâm etmek. Eğer orucunun bozulmadığını bildiği halde yiyip içmeye devâm ederse keffâret de lâzım gelir. 21) İhtilâm olduktan sonra orucunun bozulduğunu zannederek yiyip içmeye devâm etmek. Bozulmadığını bilerek yiyip içerse keffâret de gerekir. 22) Ağrıyan dişini morfin vurdurarak çektirmek zorunda kalan kimse, orucu bozulduğu için yiyip içerse sâdece kazâ îcâb eder. 23) Seferde iken ikâmete niyet edip, sonra yiyip içmek. 24) Mukim iken sefere çıkınca yiyip içmek. 25) Uyku hâlinde bir şey yemek.

Orucun kazâsı: Arka arkaya olduğu gibi ayrı ayrı günlerde de bir gün için, bir gün oruç tutmaktır. Aralıklı tutarken, araya başka Ramazan gelirse, önce Ramazânı tutmalıdır.

İhtiyar olup, ölünceye kadar Ramazan orucunu veya kazâya kalmış oruçlarını tutamayacak kimse ve iyi olmasından ümit kesilen hasta zengin ise, her gün için bir fıtra miktârı, yâni 1750 gram buğday veya un veya kıymeti kadar altın veya gümüş parayı, bir veya birkaç fakire vermelidir. Ramazanın başında veya sonunda toptan hepsini bir fakire de verebilir. Sonradan kuvvetlenirse, Ramazan oruçlarını ve kazâ oruçlarını tutması lâzımdır.

Orucun keffâreti: Ramazan ayının hürmet perdesini yırtmanın, yâni Ramazan orucunu bile bile bozmanın cezâsıdır. Oruç keffâreti için ard arda altmış gün oruç tutmak lâzımdır. Altmış gün sonra, tutmadığı orucu da tutması lâzımdır. Ramazan günü özürsüz bir orucu bozmanın cezâsı altmış gün, bir gün kazâsı ile 61 gün oluyor. Bunun için keffârete halk arasında “61” denmektedir.

Keffâret orucu, hastalık, yolculuk gibi bir özür ile veya bayram günlerine rastlamak sebebiyle bozulursa veya Ramazana rastlarsa, yeniden başlanması lâzımdır. Kadınlar özür sebebiyle bozunca, yeniden başlamazlar. Özrü bitince geri kalan günleri tutarak, altmışı tamamlar. Devamlı hasta ve çok yaşlı olup altmış gün oruç tutamıyan kimse, altmış fakiri bir gün doyurur. Aç olan altmış fakiri, bir günde iki kere doyurmak lâzımdır. Bir fakiri, her gün iki defâ doyurmak üzere altmış gün yedirmek de olur. Altmış fakirin her birine 1750 gram buğday veya un, yahut bunların kıymeti kadar ekmek, başka mal veya altın, gümüş vermek veya bunları bir fakire altmış gün vermek lâzımdır.

Orucu bozmayan şeyler: 1) Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içmek. 2) Rüyâda ihtilâm olmak. 3) Tentürdiyot ve yağ sürünmek ve sürme çekmek. 4) Gıybet etmek (gıybet orucu bozmaz ise de sevâbına mânidir). 5) İstemeyerek ağız dolusu kusmak. 6) İsteyerek, zorlayarak biraz kusmak. 7) Kulağına su kaçmak. 8) Ağzından, burnundan, boğazına toz, duman ve sinek kaçmak. 9) Oksijen gazı tüpü ile sun’î hava verilmek. 10) Başkalarının içtiği sigaranın dumanı sakındığı halde ağzına burnuna girmek. 11) Ağzını yıkadıktan sonra, ağzında kalan yaşlığı tükürükle yutmak. 12) Gözüne ilâç koymak. 13) Diş çukuruna ilâç koymak. 14) Yutmadan yemeğin tadına bakmak. 15) Çiçek ve kolonya koklamak. 16) Dişler arasında sahur vaktinden kalan nohuttan küçük şeyi yutmak. 17) Ağzına gelen kusuntunun geri gitmesi. 18) Orucu bozmaya niyet edip de bozmamak. 19) İğnesiz diş çektirmek. 20) Diş çıkartınca gelen kanı tükürmek. Yâhut kan tükürükten az ise yutmak da orucu bozmaz. 21) Arı sokmak, orucu bozmaz.

Oruçluya mekruh olan şeyler: 1) Herhangi bir şeyin tadına bakmak. 2) Sakız çiğnemek (çiklet sakız gibi değildir, orucu bozar). 3) Serinlemek için yıkanmak (çünkü böyle bir hareket ibâdet husûsunda sıkıntı çektiğini göstermek demektir). 4) Zayıf düşme ihtimâli varken, kan aldırmak, orucu bozmaz ise de mekruhtur. Yâni orucun sevâbını azaltır. Zarûret olmadıkça yapmamalıdır.

Orucun faydaları: Oruç, insanı hasta yapmaz. Oruç zayıfları kuvvetlendirir, zihinleri açar, Allahü teâlâ, faydalı şeyleri emreder. Zararlı şeyi emretmez. Orucun daha birçok faydaları vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:

1. Allahü teâlâ, yemek ve içmekten münezzehtir. Oruç tutmakla Allahü teâlânın ahlâkından birine yapışılmış olur. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Bir kimsede Allahü teâlânın ahlâkından bir ahlâk bulunursa, o kimse cennetliktir.”

2. Oruç gizli bir ibâdettir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Gizli verilen bir gümüş, âşikâre verilen yedi yüz gümüşten daha üstündür.”

3. Oruç tutan nefsini yenebilir. Bu da üstün bir ibâdettir.

4. Oruç tutmakla şeytanı da yenmek mümkündür. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Şeytan damarlarınızda kan gibi dolaşır. Oruç tutmakla, yolunu daraltınız!”

5. Oruç tutmakla, meleklere benzemiş olunur. Hadîs-i şerîftlerde buyruldu ki: “Sâlihlerin hasletinden kimde bulunursa kıyâmette onlarla haşr olur.”

Allah yolunda bir gün oruç tutanın bedenini, Allahü teâlâ Cehennemden yetmiş sene uzak tutar.

6. On bir ay devamlı çalışan mîde ve ona bağlı olan âzâlar dinlenmiş ve sıhhate kavuşmuş olur. Vücutta birikmiş enerjileri harcar.

7. Oruç tutarak aç kalan Müslümanların aç kalan fakirleri hatırlama ve onlara yardım etme arzusu ve gayreti artar.

8. İftar dâvetleriyle dostluk, akrabâlık bağları kuvvetlenir.

9. Oruç münâsebetiyle yemek yeme işleri kısaldığından, yiyeceklere talep az olduğundan ucuzluk olur.

10. Oruçlu insan kızmaz, kalp kırmaz, kimseyi hattâ hayvanları bile incitmez.

11. Rızkı genişler. Para ve malı artar.

Orucun, insan bedeninde sağladığı faydalardan bâzıları da şunlardır: Oruç tutanlarda gündüz kan hacminin azaldığı, doku suyunun azaldığı ve sonuçta minima (küçük) tansiyonun düştüğü, kalbin rahatladığı tetkikler sonucu anlaşılmıştır.

Oruç tutan kişinin sinir sistemi de bir rahatlama içindedir. Bir ibâdeti yerine getirme mutluluğu gerginlikleri, sıkıntıları azaltır, yok eder.

Orucun hakîkatı: Oruçtan beklenen, yüksek faydaya kavuşabilmek için. 1) Gözü faydasız şeylere, haramlara bakmaktan korumalıdır. Kalbi meşgûl eden ve iyi işlerden alıkoyacak hususlardan gözü korumalıdır. 2) Dilini, yalan, gıybet, koğuculuk gibi kötü işlerden alıkoymalıdır. Orucun sevâbını muhâfaza edebilmek için dili, her türlü kötülükten uzak tutmalıdır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Oruç bütün kötülüklere kalkandır. Oruçlu kimse câhillik edip de kötü söz söylemesin! Şâyet birisi kendisiyle itişip kakışmak isterse, ben oruçluyum diye mukâbelede bulunsun!” Oruçlu kimse, sâlih Müslüman gibi olmalı, kendisine sataşmaya kalkanlara karşılık vermemelidir. Herkesle iyi geçinmelidir. 3) Gıybet edenleri dinleyen, günaha ortak olduğu için, haram ve faydasız şeylerden kulağı muhâfaza etmelidir. 4) Gözü, dili, kulağı kötülüklerden koruduğu gibi, el, ayak ve diğer uzuvları da haramlardan ve şüphelilerden korumak lâzımdır. Mîdeye haram lokma sokmamaya çalışmalıdır. 5) Sahurda çeşitli ve kuvvetli gıdâlar yemekte mahzur yoksa da, iftar vakti tıka-basa yiyerek, oruçtan beklenen faydalara mâni olmamalıdır. 6) İftardan sonra, acabâ tuttuğumuz oruç kabûl edildi mi diye korkmalıdır.

ORUÇ REİS

Büyük Türk denizcisi. Muhtemelen 1470 yılında Midilli’nin Bonova köyünde doğdu. babası, Yâkub Ağa 1462’de Midilli’nin fethine iştirak etmiş ve Bonova köyü kendisine tîmar olarak verilmişti. Burada yerleşip evlenen Yâkub Ağanın İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adını verdiği dört oğlu olmuştu. İyi bir öğrenim gören kardeşler, devrin denizci milletlerinin lisanları olan İtalyanca, İspanyolca, Fransızca ve Rumcayı öğrenerek yetiştiler. Gençliğinde gemiciliği ve deniz ticâretini çok iyi öğrenen Oruç Reis, cesâreti, zekâsı ve teşebbüs kâbiliyetiyle kısa zamanda gemi sâhibi oldu. Suriye, Mısır, İskenderiye ve Trablusşam’a mal taşıyor, oradan aldıklarını Anadolu’ya getiriyordu.

Oruç ve İlyas reisler, bir seferinde Midilli’den Trablusşam’a giderken, Rodos şövalyelerinin büyük harp gemileriyle karşılaştılar. Çarpışmada İlyas Reis şehit düşüp, Oruç Reis esir oldu. Rodos’ta zindana atılan Oruç Reis, çok eziyet ve sıkıntı çekti. Uzun uğraşmalardan sonra buradan kurtuldu. Muhtemelen üç sene esir kalan Oruç Reis, esâretten kurtulduktan sonra, bir müddet Memlûk Devleti hizmetinde amirallik yaptı. Burada uzun zaman kalmayıp, Şehzâde Korkut’un verdiği on sekiz büyük harp gemisine komutan oldu. Bunlarla Rodos kıyılarında basılmadık yer bırakmayan Oruç Reis, ânî bir baskın netîcesinde gemilerini kaybetti. Leventleriyle birlikte bu baskından kurtulduktan sonra Şehzâde Korkut’a tekrar mürâcaat etti. Kendisine, biri yirmi dört oturak, ikincisi yirmi iki oturak iki harp gemisi verildi. Şehzâde Korkut’un elini öpüp hayır duâsını aldıktan sonra Akdeniz’e açıldı. Seferlerinde pekçok ganîmet, ticâret malı ve esir aldı. On senedir uğramadığı Midilli’ye gelerek kardeşlerine, akrabâlarına, fakir ve muhtaçlara, yetimlere pekçok mal dağıttı.

Türk denizcilik târihinde mühim bir yeri olan Cerbe Adası Oruç Reis tarafından 1513 yazında feth edildi. Burayı kendisine üs edinip, Doğu ve Batı Akdeniz’de pekçok gemi zaptetti. Papa’ya âit o zamânın dev harp gemilerini ince tekneleriyle ele geçirmesi, şöhretini Avrupa ve İslâm dünyâsının en küçük köylerine kadar ulaştırdı.

O târihe kadar bir çektirinin, bir baştardayı ele geçirmesi işitilmemişti. Gemi elde edilince kendisi dâhil bütün leventlerine İtalyan elbiselerini giydirdi. Oruç Reisin arkadan gelen ikinci harp gemisini ele geçirmesi pek kolay oldu. Zîrâ ateş başlayıncaya kadar İtalyanlar bu gemiyi kendi gemileri zannetmişlerdi.

Cezayir’de bir devlet kurmaya karar veren Oruç Reis, kısa zamanda bu toprakları ele geçirdi. İspanya Kralı Şarlken, Cezayir’e donanma gönderdiyse de, Oruç Reis’i elde ettiği yerlerden çıkaramadı. Becâye kuşatması sırasında Oruç Reis sol kolundan ağır yaralandı ve hekimlerin tavsiyesiyle bu kolu dirsekten kesildi. Tek kolla mücâdelede de şevk ve azminden hiçbir şey kaybetmeyen büyük deniz kurdu, iyileşince derhal denize açıldı ve pekçok gemi ele geçirdi. Çok güç durumda olan Endülüs Müslümanlarına yardım ederek onların binlercesini Kuzey Afrika’ya taşıdı. Bu hareketleriyle bütün İslâm âleminden duâ aldı. Kardeşleriyle Kuzey Afrika’yı Hıristiyanlara karşı savunmakla kalmayıp, Endülüs Müslümanlarından gelenleri iskân ediyor, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını temin ediyordu. Elindeki bir avuç inanmış, Allah’ın dînini yaymaktan başka bir düşünceleri olmayan serdengeçtilerle devrin en büyük denizci Hıristiyan devleti olan İspanyollarla bitmek tükenmek bilmeyen mücâdelelerine devâm ediyordu. İspanya kralı Avrupa’nın pekçok ülkesini elinde bulundurduğu gibi Amerika’da da sömürgeleri vardı.

Cezayir’in doğusunda, İspanya’nın nüfûzu altında bulunan Tlemsan’ı elde eden Oruç Reis, İspanyollardan yardım alan Tlemsan emirine karşı elde ettiği yerleri müdâfaa etti. Topraklarını yedi ay boyunca cansiperâne müdâfaa etti. Yerli halkın ihânet etmesi üzerine, Cezayir’e dönmek için düşman muhâsarasını yarıp dışarı çıkmaya çalıştı. Kırk levendiyle orada târihlere geçen bir destan yazdı. Düşmanı yararak bir kısım leventleriyle birlikte ırmağı geçti. Ancak yirmi kadar levendi düşman tarafında kalmıştı. Oruç Reis, kurtulma ümîdi olmadığını bile bile leventlerini yalnız bırakmamak için tekrar düşmanları arasına daldı. Nehri geçmeye çalışırken leventlerinin çoğu şehit oldu. Denizlere sığmayan tek kollu kahraman Oruç Reis, yanındaki son levendin de öldüğünü gördükten sonra aldığı iki ok yarası sonucu Rio Solado Nehri sularına düşüp, şehâdet şerbetini içti.

1518’de şehit olduğunda kırk sekiz yaşında olduğu tahmin edilmektedir.

Sınır boylarında akıncıların yaptıkları, yıldırma ve fethe hazırlama faaliyetlerini denizde gerçekleştiren cesâret ve kahramanlık timsâli deniz kurtlarından biri olan Oruç Reis, katıldığı muhârebede can ve mal endişesi duymazdı. Elde ettiği ganîmetleri fakir ve kimsesizlere, leventlerine dağıtır, varını yoğunu cihâd ve gazâ için sarfederdi. Cömert, âlicenap, yardımsever, merhametli olan Oruç Reis, ciddî ve sertti. Bütün leventleri tarafından bir baba gibi sevilirdi. Çok iyi bir muhârip, tehlikeli zamanlarda en iyi çâreleri bulmakta zorluk çekmeyen komutan, İslâmiyeti yaymaktan başka bir şey düşünmeyen korkusuz, cüretkâr ve zekî bir insandı.