ORGAN NAKLİ
Alm. Organverplanzung (f), Fr. Transplantation (f) d’organe, İng. Organ transplant. Canlı veya ölü bir şahsın, bir organ veya dokusunun tedâvi gâyesiyle diğer bir şahsa aktarılmasına verilen isim. Organ nakli fikrine, çok eski devirlerden beri rastlanmaktadır. Hindistan’da eski devirlerde suçluların burunları kesilirdi. Hintli cerrahlar, kesik burunları tâmir etmekte büyük ustalık kazanmışlardı. Hastanın kolundan ince bir deri ve derialtı yağ dokusu parçası kaldırılarak burna tutturulur ve deri parçası, yüzdeki kan deveranı ile ahenk temin ettiğinde, kolla bağlantısı kesilirdi. On sekizinci asırda bir İtalyan cerrah olan Baronio, dikkatle yapılacak olan bir ameliyat sonucunda bir hastanın vücûdundan alınan deri parçalarının aynı insana nakledilebileceğini söylemiştir.
Organ nakli konusunda çalışmalarını sürdüren bilim adamları, önce hayvandan hayvana daha sonra da insandan insana organ nakillerini denemişlerdir. Böbrek naklini 1956 senesinde Dr. Muray ve arkadaşları başarı ile gerçekleştirmişlerdir. Canlı organizmalarda hastalıklar veya yaralanmalar sonucunda ortaya çıkan hasarları tâmir edebilme kâbiliyeti vardır. Bu durum, insanlarda oldukça sınırlıdır. Hasar görmüş veya görevini yapamayacak hâle gelmiş dokuları ve organları yenileme çalışmaları insanoğlunu devamlı meşgul etmiş ve böylece insandan insana organ nakline başvurulduğu gibi, bazan da sun’î maddeler ve cihazlar kullanılması yoluna gidilmiştir.
Dört türlü organ veya doku nakli söz konusudur.
1. Heterottransplantasyon: Hayvandan insana nakil olup, vücut tarafından mutlaka reddedilmektedir. Bununla birlikte özellikle belli süre için yanık yüzeylerini örtmede hayvan dokuları kullanılabilmektedir.
2. Ototransplantasyon: Hastanın herhangi bir dokusunun, vücutta bulunduğu yerden başka bir yere aktarılmasıdır. Bunda dokunun reddi mevzubahis değildir.
3. İzotransplantasyon: Tek yumurta ikizleri arasında yapılan organ veya doku nakillerine verilen isimdir. Burada da red olmaz.
4. Homotransplantasyon: Ölü veya canlı bir insandan diğer bir insana yapılan nakillerdir. Belli dokular ve organlar hâriç, bunlar reddedilmeye mahkûmlardır. Allotransplantasyonda sentetik ve cansız maddelerden yapılmış doku ve organlar nakledilmektedir. Son olarak sun’î kalp de başarılı olarak nakledilebilmiştir.
Günümüzde yapılan organ ve doku nakillerini şöyle sıralayabiliriz:
Böbrek nakli: İnsandan insana en çok yapılan organ naklidir. Son 25 yılda birçok ülkede kronik böbrek yetmezliğinin tedâvisinde etkili bir tedâvi olarak benimsenmiştir. Bunun yapılmadığı hastalarda uygulanması gerekli olan hemodiyaliz (kan temizlenmesi) ekonomik yönden son derece ağır bir yüktür. Böbrek nakillerinin başarılı olmasıyla böbrek hastaları için büyük ümitler doğmuştur. Uzaktan akrabâ olan vericilerin yanında ölü vericilerin böbreklerinin aktarılması da başarılmaktadır. Türkiye’de ilk böbrek nakli 1967’de yapılmıştır. 1975’te Hacettepe Tıp Fakültesinde ilk akrabâlararası böbrek nakli başarı ile gerçekleştirilmiştir. Nakil yapılan hastaların ameliyattan sonra da hergün ilâç kullanmaları ve belirli aralıklarla kontrol edilmeleri gerekir. Günümüzde Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerimizde pekçok hastaya böbrek nakli başarı ile yapılmaktadır (1994).
Kalp nakli: Güney Afrika Cumhûriyetinde, 1967 yılının 3 Aralık günü, kalp cerrahı Dr. Christian Barnard, ilk kalp nakli ameliyatını gerçekleştirdi. Kalb nakledilen hasta ise fazla yaşamayıp ameliyatın on sekizinci günü zatürreden öldü. Ülkemizde de ilk kalp nakli ameliyatı, Ankara Yüksek İhtisas Hastânesinde 22 Kasım 1968’de Dr. Kemal Beyazıt tarafından gerçekleştirilmiş, fakat hasta on sekiz saat sonra ölmüştür.
Kalp nakli artık tedâvi ile düzelemeyecek ağır kalp hastalarına uygulanmaktadır. Verici ise genel olarak yaşama ümidi kalmamış bir kazazededir. Kalbi alınacak kimsenin herşeyden önce kalbinin genç ve sağlam olması alıcı ile kan ve doku gruplarının birbirini tutması gerekir.
Alıcı ve verici şahıslar komşu ameliyathanelere alınır, vericinin ölümü kesinleşir kesinleşmez göğüs boşluğuna girilip, kalbi en kısa zamanda kalp-akciğer makinasına bağlanır. Daha sonra kalp 16°C’ye kadar soğutulur. Bu arada dolaşımı da makineyle sağlanarak dokuların canlı kalmasına çalışılır. Vericinin kalbi bu şekilde hazırlanmışken diğer ameliyathânede alıcı göğüs boşluğu açılmış ve kalp-akciğer makinasına dolaşım sistemi bağlanmış şekilde beklemektedir. Daha sonra alıcının kalbi çıkarılır ve özel ameliyat teknikleri kullanılarak vericinin kalbi alıcınınkinin yerine konulur. Nakil işlemi bittikten sonra elektrik şoku verilerek kalbin yeniden çalışması sağlanır. Daha sonra göğüs kapatılır ve hasta steril odaya alınır. Memleketimizde kalp nakli ameliyatları başarı ile yapılmaktadır.
Karaciğer nakli: En zor organ nakli budur. Ancak son yıllarda başta Amerika ve İngiltere olmak üzere karaciğer nakli ameliyatları gittikçe artmaktadır. Yurdumuzda da Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Çapa ve Hacettepe Tıp Fakültesi gibi büyük merkezlerde karaciğer nakli ameliyatı yapılmıştır. Amerika’da karaciğer nakli yapılmış ve hâlen ülkemizde yaşamakta olan takma karaciğerli hastalar vardır. Karaciğer nakillerinin en müşkül yanı, alınan karaciğerin bozulmadan korunabilmesidir. Karaciğer, soğutulmuş olarak iki saatten fazla bekletilemez.
Kornea nakli: Gözün camsı cisminin nakli, organ nakilleri içinde en başarılı olan doku nakli çeşididir. Vericiler genellikle yeni ölmüş şahıslardır. Korneada kan ve lenf damarları bulunmadığından, “keratoplasti” adı verilen bu ameliyatta red olayları pek görülememektedir. Korneanın alınma işlemi vericinin ölümünden hemen sonra yapılmaktadır. Daha sonra bu kısımlar, aylarca göz bankalarında soğutulmuş olarak saklanabilmektedir. Halk arasında göz nakli olarak zikredilmesi yanlış anlaşılması sebebiyledir. Göz nakli diye birşey yoktur.
Kemik iliği nakli: Bâzı kan kanseri türlerinde ve aplastik anemi gibi kansızlık hastalıklarında, kemik iliği nakli yapılabilmektedir. Yaşayan insanlardan kemik iliği alınması oldukça kolay ve zararsızdır. Dolayısıyla doku tipi birbirine uyan insanlar arasında kemik iliği kan nakli kadar kolaylıkla uygulanabilmektedir.
Kemik nakli: Özellikle kazâya uğrayan kişilere uygulanmaktadır. Kemik nakliyle hastada bir kemik bölümünün yerinin doldurulması sağlanır.
Deri nakli: Deri harâbiyeti küçük ve yüzeyde ise deri kendini kolayca tâmir eder. Fakat daha derin ve daha geniş bir doku yıkımı kendiliğinden eski hâline dönemez. Deri harâbiyeti çok yüksek değilse hastanın kendi bedeninden alınan deri parçaları hasarlı bölgeye aktarılır. Deri nakli sâdece yanıklı ve yaralı şahıslarda kullanılmaz, ayrıca birçok plastik cerrâhî girişiminde de kullanılmaktadır. Deri nakillerinde insanın kendi vücudundan ve ikiz kardeşler arasında yapılan nakiller başarılı olmakta bunun dışındakiler vücut tarafından reddedilmektedir.
Organ nakillerinde bağışıklıkla ilgili problemler: 1945 yılına kadar nakledilen organ veya dokuların neden kabul veya red edildikleri anlaşılamıyordu. Bağışıklık hâdiselerinin organ nakillerindeki rolünü Medawar ispatladı. Organ nakillerindeki bağışıklık reaksiyonlarının en mühimi alıcının nakledilen organ veya dokuya karşı olan reaksiyonudur. Organın reddi veya kabûlü buna bağlıdır.
Her dokunun kendine has bir antijen yapısı vardır. Doku uyuşukluğu antijenleri denen bu antijenler, bütün hücrelerin üzerinde bulunurlar. Bu antijenler belirli bir kişide bütün hücrelerinde aynıdırlar ancak her kişide değişik özellikte bir HLA antijen sistemi mevcuttur. Dolayısıyla teorik olarak gerçek ve tam doku uyuşması, ancak tek yumurta ikizleri arasında mümkündür. Ancak belli antijenler arasında uygunsuzluk, her zaman çok ileri ve organın reddine götürecek özellikte olmayabilir. Uygunsuzluğun da buna göre çeşitli dereceleri söz konusudur. Güçlü ve zayıf antijenler vardır. Güçlü antijenleri arasında uygunluk olan şahıslarda, organ naklinin başarılı olması şansı daha fazladır.
Bir şahıstan diğerine organ veya doku nakli yapıldığında alıcıda, verici şahsın antijenlerine karşı antikorlar meydana gelmeye başlar. Antijeni taşıyan hücre için öldürücü tesir yapan bu antikorlar, nakledilen organın hücreleri için öldürücü tesir yaparlar. Organ nakli yapılan hastanın ölüm sebebi, genellikle nakledilen organın reddine bağlıdır. Ayrıca red olayını önlemesi için verilen bağışıklık sistemini baskılayıcı ilâçlar da infeksiyon hastalıklarına sebep olmakta ve hastayı ölüme götürebilmektedir.
Red olayının önlenebilmesi için, mümkün olduğu kadar uygun vericinin seçilmesi, alıcının ameliyata çok iyi hazırlanması, aktarılacak organ veya dokunun da ameliyat öncesi hazırlığı ve ameliyat sonu bakımı ve bağışıklık baskılama tedâvisinin çok iyi bir şekilde tatbiki gerekir. Alıcının nakledilecek organa bağışıklık reaksiyonlarını önlemek için çeşitli metodlar vardır. Bunlardan ilk olarak kullanılanı radyoaktif maddelerle yapılan ışınlama olup, bugün bağışıklık sistemini baskılayan ve “immünosupressif “ denilen ilâçlara yerini terketmiştir. Bağışıklık sistemi baskılanınca kişinin mikroplarla olan hastalıklara (enfeksiyonlara) karşı direnci de azalır. Bu arada normalde insanı hastalandırmayan mikroplar da hastalandırıcılık özelliği kazanırlar. Burada istenen, enfeksiyonlara karşı direnci tamâmen kesmeden nakledilen organın reddini önleyecek dozu bulabilmektir. Bağışıklığı baskılayıcı tedâvi, bir ay kadar sürdürüldükten sonra giderek azaltılır, ancak hiçbir zaman tamâmen ortadan kaldırılmaz.
İslâm dîni, yeni ölen birinin kalbini ve başka organlarını diri insana takmaya izin vermiştir. Bu iş ölüye hakâret olmaz. Müslümanın kendini koruması lâzım geldiği gibi din kardeşini de koruması lâzımdır. Dirinin veya ölünün diri için bir uzvunu vermesi, dirinin canını vermesinden çok daha kolaydır. Fakat ölünün de bir yerini zarûretsiz kesmek haramdır. İnsana ölünce de kıymet vermek saygı göstermek lâzımdır. Zarûret olunca bu haramlık durumu ortadan kalkar. Müslüman mütehassıs tabipler, bir hastanın ölümden kurtulması için diri veya ölüden organ naklinden başka çare kalmadığını bildirdikleri zaman yapılabilir. Din ayrılığı gözetilmez.
Yurdumuzda organ ve doku saklanması, aşılanması ve nakli hakkındaki 1979’da çıkan 2238 sayılı kânunla organ nakilleri için kolaylık sağlanmıştır.
Alm. Organische Chemie (f), Fr. Organique Chimie, İng. Organic Chemistry. Karbon bileşiklerinin kimyâsı. Organik kimyânın gelişmesi 19. yüzyılın ortalarına rastlar. Fen bilimlerinin başlangıcı ile organik kimyânın tam târiflenmesi arasında uzun bir zaman vardır. Organik kimyâ, kimyânın bir kolu olarak ayrılıp gelişme göstermeye başladığı zaman, birçok organik bileşik uzun yıllardan beri bilinmekte ve kullanılmaktaydı. Eski belgelerde organik bileşik olan alkolün ve üzüm sirkesi olarak bilinen asetik asidin özellikleri hakkında sayısız bilgiler bulunmaktadır. Meselâ, indigo, alizarin gibi tabiî boyar maddeler Mısırlılar tarafından bilinmekteydi. Bundan başka bugün bir alkaloit olarak bilinen baldıran zehiri ve etkisi çok eski târihlerden beri bilinmektedir.
Organik kimyânın gelişmesi sırasında organik maddelerin çoğunun tabîattaki bitkisel ve hayvansal maddelerin kompleks karışımı olduğu sanılmıştı. Saf maddelerin elde edilmesi ve saflaştırılması metodları geçen son iki asırda süratle gelişmiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonunda oldukça fazla sayıda organik madde tabiî kaynaklardan elde edilmiştir. Bunlar arasında alkol, üre, ürik asit ve diğer organik asitler söylenebilir.
Bütün bu maddeler bir veya farklı birçok canlı organizmadan elde edilmişlerdir. Bundan dolayı kimyânın bu kolunun canlı organizmalarla ilgili olduğu fikri gelişmiş ve bu yüzden organik (uzvî) kimyâ denmiştir. Bununla berâber Alman kimyâcısı Friedrich Wohler organik madde olan üreyi 1828’de herhangi bir canlı kaynak kullanmadan amonyum siyanattan elde etmiştir. Bundan sonra organik bileşiklerin sâdece canlı organizmalarda meydana gelebileceği fikrinden vazgeçilmiştir.
Organik bileşiklerin kantitatif (kemmî) analizleri hakkında ilk bilgiler Jean B. A. Dumes ve Liebıg tarafından ortaya konmuştur. S.Cannizarro ve F. A. Kekule organik bileşiklerin yapıları hakkında teoriler geliştirdiler.
Organik kimyâ önemini karbonun diğer elementlerden çok daha fazla sayıda bileşik meydana getirme kâbiliyetine borçludur. İkinci olarak, karbon atomunun mutlaka dört kovalent bağ meydana getirmesidir.
Organik bileşiklerle anorganik bileşikler arasındaki genel fark molekülde bulunan atomları birbirine bağlayan bağların tabîatıdır. Anorganik bileşiklerin çoğunu meydana getiren bağlar iyonik veya elektrovalens bağlardır. İyonik bağ, atomların son yörüngesindeki elektron dizilişini asal gaz elektron dizilişine benzetmek istemesi sebebiyle elektron alış verişi sonucu hâsıl olan iyonlar arasında meydana gelir. Atomun son yörüngesindeki elektron dizilişinin, soy gaz elektron dizilişine benzemesi için elektron transferi yerine elektron çiftlerinin ortaklaşa kullanılması ile meydana gelen bağ, kovalent bağ veya elektron çifti bağıdır.
Bağlardaki bu farklılıklar organik ve anorganik bileşiklerde bazı fiziksel özelliklerin farklı olmasına sebeb olurlar. Bu sebeple anorganik tuzlar, yüksek erime noktasına sahiptirler, destile edilemezler, suda çözünürler, susuz çözücüler de sınırlı çözünürler veya hiç çözünmezler ve erimiş veya sulu çözeltileri elektriği iletirler. Tersi olarak organik bileşikler düşük erime noktası gösterirler, destile edilebilirler. Suda sınırlı veya hiç çözünmezler. Organik bileşiklerin moleküler yapılarını açıklamak için bâzı kâideler geliştirilmiştir. Bağ yapan bir çift elektron bir tek çizgi ile, iki çift elektron iki çizgi, üç çift elektron üç çizgi ile gösterilir. Aslı karmaşık olan bu yapılar misallerde olduğu gibi baside indirgenmiştir.
FORMÜL VARRR
H3C-CH=CH2 H3CCH=CH2
Karbon atomları arasındaki bağların tamâmı tek bağ ise, bu tip organik bileşiklere doymuş bileşikler; karbon atomları arasında bağlar birden fazla ise, doymamış organik bileşikler denir.
Karbon, diğer karbon atomları ile birleşerek bir seri bileşikler meydana getirir. Bunlar arasındaki fark belirli bir grup fazlalığıdır. Bu tip serilere homolog seriler denir.
Alkanlarda görüldüğü gibi bir bileşik, bir öncekinden (-CH2-) kadar farklıdır.
Terminolojik olarak organik bileşiklerin sınıflandırılması: Organik bileşiklerin sayısı iki milyona yaklaşmaktadır. Bu yüzden organik bileşiklerin sınıflandırılması milletlerarası bir kararla hâlen yapılamamıştır. İlk zamanlar, organik bileşikler, elde edildiği kaynağa göre sınıflandırılırdı. Organik bileşiklerin molekül yapıları belirlenmeye başladıktan sonra bu sınıflandırmalar daha mantıkî ve belli kâidelere dayanmaya başladı. Daha sonra Milletlerarası Kimyâ Birliği organik bileşiklerin adlandırılmasını belirli kâidelere bağladı. Bu adlandırma usûlüne Cenevre Adlandırma Usûlü de denir.
Karbon atomunun moleküldeki dizilişine, bileşikte karbondan başka atomların oluşuna veya olmayışına göre organik bileşikleri asiklik, karbosiklik ve heterosiklik şeklinde üç ana grupta, türeyenleri de ayrıca sınıflandırmak gerekir.
1. Asiklik organik bileşikler: Bu bileşiklerde karbon atomları zincirler hâlinde birbirlerine bağlanmıştır. Zincir düz veya dallanmış hâlde olabilir. Asiklik bileşikler önce iki sınıfa ayrılırlar: Asiklik hidrokarbonlar (Bkz. Hidrokarbon) ve Asiklik hidrokarbon türevleri. Türevler halojen, hidroksil, karbonil, karboksil, eter, amin, amid, merkaptan, ester vs. türevleridir. Bunlar fonksiyonel gruplarına göre sınıflanırlar. Meselâ bir alkana bir karbonil
-C=0
( \ )
H
grubunun girmesiyle aldehit meydana gelir.
2. Karboksiklik bileşikler: Bunlar halkalı yapıya sâhip olup aromatik ve alisiklik bileşikler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Aromatik bileşiklerde halkayı meydana getiren karbonlar arasında çift bağlar vardır. Benzen
ŞEKİL VARRRR-1
bunların türevleri aromatik bileşikler grubuna girerler.
Alisiklik bileşiklerde halkayı meydana getiren karbonlar arasında çift bağ yoktur. Meselâ; siklohekzan bir alisiklik bileşiktir.
3. Heterosiklik bileşikler: Bunlar da halkalı yapıya sâhiptir. Ancak halkada karbondan başka N,S,O, gibi hetero atomlar bulunmaktadır. Meselâ; 2-Azonaftalin
Alm. Organometallische Verbindungen (f.pl.), Fr. Composés (m.pl.) organométalliques, İng. Organometallic compounds. Hidrojen ve karbon atomlarının bir metale bağlı olduğu organik bileşikler. Çinko, cıva veya arsenik ihtivâ eden organik bileşikler, yüz yıldan beri bilinmekteydi. 1900 yılında V.Grignard, organik halojenleri susuz eter içinde magnezyum ile reaksiyona sokarak, kıymetli ve çok yönlü bir kimyâsal ara ürün olan “grignard bileşiği”ni (R-MgX) elde etti. Grignard bileşikleri şimdi, silikonların üretiminde, eczâ endüstrisinde ve benzin katkı maddeleri olarak kullanılmaktadır.
Tetraetil kurşun ve daha yeni olarak tetrametil kurşun, benzinin oktan sayısını arttırmak için benzine katılır. Organo alüminyum bileşikleri, etilen, propilen ve diğer olefinlerin polimerizasyonunu başlatıcı olarak kullanılır. Bu polimerizasyonların sonucu olarak sentetik reçineler elde edilir. Organo silikonlar, sentetik reçine, sentetik kauçuk ve yüksek sıcaklık yağlama bileşikleridir.
Kurşun, kalay ve cıvalı organometalik bileşikler sanâyide büyük ehemmiyet taşır. Mesela pekçok organokalay bileşiği ilâç sanâyiinde, böcek ilâçlarında, polivinil klorür kararlılaştırıcılarında yer alır. Alüminyum alkiller, arganolityum ve organobor da organik bileşiklerin sentezlerinde kullanılırlar. Metil cıva bileşiği ise zehirli olması sebebiyle çevre kirliliğine yol açmaktadır. Fabrika artığı olarak sulara karışmasını engellemek için tedbirler alınmaktadır. Benzine katılan tetraetil kurşun veya tetrametil kurşun da çevre kirliliğine sebep olduğundan kullanımı gitgide azaltılmaktadır.
Osmanlı sultanlarının ikincisi. 1281 yılında Söğüt’te doğdu. Babası Osmanlı Devleti ve hânedânının kurucusu Osman Gâzi, annesi Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hâtundur. İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. İyi bir eğitim ve öğretim gösterilerek büyütüldü. Gâzilerin gazâlarını ve meşhur İslâm mücâhidlerinin, âlimlerinin, evliyâların menkıbelerini dinleyerek şuurlandı. Osman Gâzinin kumandanları ve arkadaşlarından silah tâlimi gördü. Devrin silahlarını mahâretle kullanmasını ve muhârebe taktiklerini öğrendi. Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmet aldı. Küçük yaştan îtibâren devletin teşkilâtlanıp müesseseleşmesinde lâzım olan tecrübelere sâhip oldu.
Orhan Gâzi, gençliğinden îtibâren Bizans tekfurlarıyla yapılan gazâlara katıldı. Muhârebelerde gösterdiği muvaffakiyetle babasının ve gâzilerin takdirini kazandı. 1298’de Bizanslıların tertiplediği Osman Gâzinin de dâvet edildiği sûikast plânlı düğüne katıldı. Tedbirli hareket eden Osman Bey, Yarhisar ve Bilecik’i fethederken Bilecik tekfurunun oğluna gelin gitmekte olan Yarhisar tekfurunun kızı Holofira’yı da esir aldı. Holofira İslâmiyeti kabul edip, Müslüman oldu. Nilüfer adını aldı. Orhan Bey, Nilüfer Hâtunla evlendi. BabasıOsman Gâzi, 1299 târihinde istiklâlini îlân edince, devleti idârî bölgelere ayırdı. Orhan Gâzi 1301’de Sultanönü bölgesinin beyliğine tâyin edildi. 1302’de Yenişehir ile İznik arasındaki Köprühisar’ın fethine gönderildi. Köprühisar’ı fethedip, Çavdarlı aşiretinin Osmanlı hudûduna tecâvüzlerinin önüne geçti. 1315’te Çavdar beyini esir alıp, Çavdarlı aşîretinin suçlularını cezâlandırdı. 1317’de Karatekin, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Keresteci kalelerinin fetih harekâtına katıldı. Muhârebelerde gösterdiği muvaffakiyetle babası ve gâzilerin kendisine olan güvenini daha da arttırdı. Osman Gâzi, 1320 yılından îtibâren, yaşının ilerlemesi ve romatizmasının şiddetlenmesiyle, oğlunun idâresini görmek istedi. Orhan Gâziyi seferlerde kumandan tâyin etti. 1321 Mudanya-Gemlik Seferinde, Mudanya’yı fethetti. Bursa’nın denizle irtibâtını kesti. 1325’te Bursa’nın güneyindeki Atranos’u fethedince, şehrin ablukasını daha da şiddetlendirdi. 1326 yılında Bursa’nın Pınarbaşı mevkiine gelerek, karargâhını kurdu. Şehrin kalesini kuşattı. 1314 yılından beri abluka altındaki Bursa Kalesini kurtarmaktan ve yardımdan ümîdini kesmiş olan kale kumandanı, teslim şartlarını görüşmeye mecbur kaldı. Orhan Bey, 6 Nisan 1326 târihinde Bursa’yı teslim aldı. Osman Gâzi Bursa’nın fethini işitince memnun olup, Orhan Beyi yerine vâris tâyin etti. Diğer evlatlarının ve kumandanlarının Orhan Beye bîat edip, ona karşı itâatli olmalarını bildirdi. Osman Beyin Bursa’nın fethinden önce, fetih sırasında veya fetihten sonra öldüğüne dâir kaynaklarda muhtelif rivâyetler mevcuttur. Ancak bu kaynakların çoğuna göre Osman Bey, Bursa’nın fethinden hemen sonra vefât etmiş ve Gümüşlü Kümbete defnedilmiştir.
Osmanlı Devletinin ikinci sultânı olarak tahta geçen Orhan Gâzi, Alâaddîn Paşayı vezir tâyin etti. Devlet Merkezi Yenişehir’den Bursa’ya nakledildi. Askerî, idârî faâliyetlere ağırlık verilip, iktisâdî müesseseler kuruldu. Aşîret kuvvetlerine ilâveten “yaya” denilen piyâde sınıfı orduya dâhil edildi. Orhan Gâzi, 1327’de Bursa’da gümüş akçesini darbettirdi. Tâyinlerde bulunup, Akçakoca’ya Kandıra, Kara Mürsel’e İzmit Körfezinin güneyi ve Abdurrahmân Gâziye de yeni fethedilen Aydos ve Samandra’nın idâresi verildi. Bu kumandanlar, bulundukları mevkilerde fetihlerle de vazîfeliydiler.
Osmanlıların Boğaz sâhillerine kadar genişlemeleri Bizans’ı telâşlandırdı. Türklerin Sakarya Irmağı sâhilinden Karadeniz istikâmetinde ilerlemesini durdurmak ve İznik kuşatmasını kaldırtmak için, Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos ordu hazırladı. 1329 yılında İstanbul’un Anadolu yakasına geçti. Floken’de karargâhını kurdu. Orhan Gâzi, İznik kuşatmasına bir miktar asker bırakarak, sekiz bin kişilik kuvvetle Bizanslılara karşı harekete geçti. Maltepe (Pelekanon) mevkiinde düşmanla karşılaştı. 1329 Mayısında meydana gelen Osmanlı-Bizans muhârebesi, sabahtan akşama kadar sürdü. Bizans İmparatoru bir günlük muhârebenin sonunda, büyük ümitlerle Rumeli’nden Anadolu’ya geçirdiği ordusunun, Osmanlılar karşısında dayanamayacağını anladı. Gece karanlığından istifâde etmeyi düşünen İmparator, muhârebe meydanından karargâhına dönmek isterken Orhan Gâzi, fırsatı kaçırmadı. Gece muhârebe şartlarını iyi bilen ordusuyla Bizanslıları tâkibe geçti.
Bizans ordusu gece taarruzuna uğrayınca, paniğe kapılarak, birbirine girdi. İmparator yaralı vaziyette canını kurtarabildiyse de, ordusu imhâ edildi. Savaşı kazanan OrhanGâzi, İznik şehrinin kuşatmasını şiddetlendirdi. Bizanslıların İznik kumandanı, Pelekanon Muhârebesinin netîcesini öğrenince, artık kendisine yardım edilemeyeceğini kestirdiğinden, Osmanlıların adâletine sığınarak teslim oldu. Kaleyi teslim alan Orhan Gâzi, ahâliden arzu edenlerin eşyâlarıyla birlikte gitmesine müsâade etti. AyrıcaOsmanlı Devletinin tebaası olarak kalıp, yalnız cizye vermek şartıyla, âdet ve ananelerini muhâfaza edebileceklerini de îlân etti. Halkın büyük çoğunluğu Osmanlı idâresini tercih etti. Muhârebe ve kuşatmada eşleri ölen kadınlar, Orhan Gâziye mürâcaat edip, sâhipsiz kaldıklarını, Müslüman olup, Osmanlılardan isteyenlerle evlenebileceklerini bildirdiler. Orhan Gâzi, İznik’in yerli kadınlarının arzularını îlân edip, isteyenlerin bunlarla evlenebileceklerini ve bunlarla evlenenlerin İznik muhâfazasında vazîfelendirileceğini açıkladı. Ayrıca halktan İznik’te kalıp Müslüman olmayanlara, İslâmiyetin gayri müslimlere olan hukûku tatbik edilip, vergilendirildi. Osmanlı Devletinin merkezi, geçici olarak İznik’e taşındı. Şehir îmâr edilip, İslâmî eserlerle süslendi. Orhan Gâzi, İznik’in en büyük kilisesini câmiye çevirtip burada Cumâ namazını kıldı. Manastırını da medreseye çevirtti. İmâret yaptırdı. Orhan Gâzinin hayırsever hanımı Nilüfer Hâtun, imâret; oğlu Süleymân Paşa medrese ve diğer hayır sâhipleri de şehirde pekçok sosyal tesis kurdular. Bundan sonra, bölgenin ticârî bakımdan meşhur şehirlerinden olan İzmit’in kuşatılması şiddetlendirildi. Bizans İmparatoru, deniz yoluyla İzmit’in yardımına geldi. Orhan Gâzi Osmanlı Devletinin ilk sulh antlaşmasını, İzmit’in muhâsarası esnâsında, Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos ile yaparak kuşatmayı kaldırdı.
1331’de Taraklı, Mudurnu ve Göynük kasabaları Osmanlı ülkesine katıldı. 1333’te Gemlik, 1336’da Kirmasti, Mihaliç ve Ulubad kasabaları fethedildi. 1337’de şiddetli bir şekilde tekrar kuşatılan İzmit teslim olmak zorunda kaldı. İzmit’in fethiyle Kocaeli Yarımadasının tamâmı Osmanlıların eline geçti. Daha sonra Hereke, Yalova ve Armutlu’nun da fethedilmesiyle Osmanlı Devletinin hudûdu Boğaz sâhiline dayandı. Bizans’ın Anadolu ile irtibatı sâdece Şile veBoğaziçi’nde kaldı. Orhan Gâzinin Bizans’ı iyice sıkıştırması, Üçüncü Andronikos’u antlaşmaya mecbur etti. 1341 Osmanlı-Bizans Antlaşmasına göre Anadolu’daki Şile ve Üsküdar Orhan Gâzinin akıncılarından emin olmak şartı ile diğer yerler Osmanlı Devletine kaldı.
Diğer taraftan Karesi beyinin ölümü üzerine, babasının yerine geçen Demirhan’a muhâlefet eden kardeşi Dursun Bey ölüm korkusu yüzünden Orhan Gâziye sığındı. Dursun Bey, birâderlerinin yerine hükümdâr olmak için Orhan Gâziden yardım istedi. Dursun Bey yardım edildiği takdirde Balıkesir ile berâber bâzı şehirleri Osmanlılara vermeyi vâd etmesi üzerine Orhan Gâzi, Karesi üzerine sefere çıktı. Demirhan Bey, Orhan Gâzinin üzerine geldiğini duyunca, Balıkesir’den Bergama’ya kaçtı. Bergama’nın muhâsarası sırasında Dursun Bey kaleden atılan okla öldü. Teslim olmaya mecbur kalan Demirhan Bey Bursa’ya getirildi. Balıkesir, Manyas, Edincik, Kapıdağı ve havâlisi Osmanlı topraklarına katıldı. Bu arada Bizans’taki saltanat mücâdelesinde taht iddiâcıları Orhan Gâzinin desteğini sağlamak istediler. Altıncı Yuannis Kantakuzen, kızı Teodora’yı Orhan Gâziye verdi. Orhan Gâzi, 5000 Osmanlı askerini Avrupa kıtasına geçirip Kantakuzen’e yardımcı gönderdi. Yardım için Trakya’ya geçen Osmanlı askeri, bölgede keşif yaparak çevreyi tanıdı. Orhan Gâzinin desteğiyle Bizans tahtına sâhip olan Altıncı Yuannis Kantakuzen, 1347’de dâmâdını Üsküdar’a dâvet ederek görüştü. Orhan Gâzi Üsküdar’da üç gün misâfir kaldı. Kantakuzen, Bizans tahtındaki yerini sağlamlaştırınca Papa’yla gizli irtibat kurdu ve Akdeniz, Ege, İstanbul ve Karadeniz’de koloni rekâbetindeki Venediklileri destekledi. Buna karşılık Orhan Gâzi de Cenevizlilere yardım etti. Ayrıca 1352’de Üsküdar ve Kadıköy ile Marmara adalarını fethettirdi. Kantakuzen aleyhine Bulgarlar ve Sırplar batıdan harekete geçince Osmanlılara karşı Papalık ile ittifak içinde olmasına rağmen, Orhan Gâziden yardım istedi. Orhan Gâzi, Bizanslılardan Gelibolu Yarımadasındaki kalelerden birinin verileceğine âit söz alınca oğlu Vezir Süleymân Paşa kumandasında on bin kişilik bir Osmanlı kuvveti gönderdi. Kantakuzen, Osmanlı askerinin yardımıyla Dimetoka’da Bulgar ve Sırplara karşı başarılı muhârebeler yaptı. Orhan Gâzinin oğlu Süleymân Paşa Anadolu’ya dönerken Bizans İmparatorunun Gelibolu Yarımadasında Osmanlılara verdiği Çimpe Kalesinde asker bıraktı. Osmanlıların 1353’te Çimpe Kalesine yerleşmeleriyle Rumeli’deki fetihler için üsse sâhip olmaları, bölgenin kontrolünü sağladı. 1354’te Gelibolu’nun fethi ile Avrupa kıtasındaki Osmanlı toprakları devamlı genişledi. Süleymân Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerinin Bolayır ve Tekirdağ’ına kadar, bütün Marmara kıyılarına hâkim olmaları, Kantakuzen’i telaşlandırdı. Osmanlıları bölgeden atma faâliyeti içine girdi. Orhan Gâzi ile İzmit’te görüşüp, Çimpe Kalesini on bin altın karşılığı satın alabileceğini söyledi ve Osmanlı kuvvetlerinin Gelibolu’dan çıkmalarını istedi. Orhan Gâzi, teklifleri kabul etmedi. Kantakuzen, Balkan ve Hıristiyan devletleriyle ittifak kurmak istediyse de müttefik bulamadı. Kantakuzen, 1355’te Bizans tahtından indirilince, yerine Yuannis Paleolog getirildi. Yuannis, Osmanlıların Avrupa kıtasındaki hâkimiyetine karşı koyulamayacağını bildiğinden Orhan Gâzi ile iyi geçinme yolunu seçti. Orhan Gâzinin oğlu Halil’i korsanlardan kurtarıp, on yaşındaki kızını Osmanlı şehzâdesine vermeyi kararlaştırdı. Ancak daha sonra Papalık ile münâsebetlerde bulundu. Hattâ Bizans’ın Ortodoksluğu bırakarak katolikliğe geçmesini plânladı. Böylece Lâtin devletlerinden daha çok yardım alacağını ümit ediyordu. Buna karşılık Orhan Gâzi fetih hareketini hızlandırdı. Süleymân Paşa, 1356 senesinde Doğu Trakya’ya geçerek Malkara ile Keşan ve Çorlu’yu aldı. Bölgedeki Osmanlı hâkimiyetini kuvvetlendirmek için Anadolu’dan Türk-İslâm nüfûsu getirilerek iskân edildi. Rumeli fütûhatında, Osmanlıların yerli ahâliye iyi muâmelesi, din, mezhep, dil hoşgörüsü; can, mal, ırz, emniyeti sağlaması, bölgeye sulh, sükûn, huzur ve refâh getirdi.
Trakya’da bu son fetihlere kardeşi Murâd Beyle devâm eden Süleymân Paşa, 1359 senesinde bir avı tâkibi sırasında düşerek kırk üç yaşında vefât etti. Rumeli fethine Gâzi Murâd Bey devam etti. Oğlunun vefâtına ziyâdesiyle üzülen Orhan Gâzi rahatsızlandı. Veliahtlığa getirdiği Murâd Beye şu nasîhatlarda bulundu:
“Oğul, saltanatına mağrûr olma. Unutma ki, dünyâ, hazret-i Süleymân’a kalmamıştır. Unutma ki, dünyâ saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şefâatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir. Dünyâya âhiret ölçüsüyle bakarsan ebedî saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin. Oğul! Rumeli Hıristiyanları rahat durmayacaktır, sen o cânibe yürü. Rumeli fethini tamamla. Kostantiniye’yi ya fethet, yâhut fethe hazırla, civardaki Türk beyleriyle mesele çıkarmamaya çalış. Ahâli her ne kadar bizi istese de başlarında bulunan beyler, beyliklerinden geçme taraftârı gözükmez. Daha bir zaman idâre edecekler, lâkin sonunda olmuş meyve gibi avucuna düşecekler. Anadolu’da gâile çıkmazsa Rumeli işini rahat halledersin. Bu yüzden Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et. Cennetmekân babam Osman Gâzi Han, Söğüt ve Domaniç’ten ibâret bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah’ın izniyle beyliği hanlığa çevirip sultanlığı ikmal ettik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın. Osmanlıya iki kıta üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ i’lâ-yı kelimetullah azmi dünyâya sığmayacak kadar yüce bir azimdir. Selçuklunun vârisi biz olduğumuz gibi Roma’nın vârisi de biziz. Oğul, Kur’ân-ı kerîm’in hükmünden ayrılma. Adâletle hükmet. Gâzileri gözet. Dîne hizmet edenlere hizmeti şeref say. Fakirleri doyur. Zâlimleri ise cezâlandırmakta tereddüt gösterme. En kötü adâlet, geç tecellî eden adâlettir. Sonunda hüküm isâbetli dahi olsa, geciken adâlet zulümdür. Oğul, biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübârek kılsın.”
1360’ta rahatsızlığı artarak vefât etti. Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedildi.
Şahsiyeti nesillere örnek mâhiyette olan Orhan Gâzi, halîm selîm olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Muhârebelerde zâyiât durumuna dikkat ederdi. Zâyiâta sebep olacak yerlerin fethini kuşatmayla kolaylaştırıp, teslimini beklerdi. Çok âdildi. Dîni bütün bir Müslüman olup, ülkede İslâm hukûkunu tereddütsüz tatbik ettirirdi. Orhan Gâzinin İslâm ahlâkına hayrân olup adâletine gıbta eden Hıristiyanlar, kendi soyundan ve dîninden hânedânların yerine, Osmanlı idâresini tercih ederlerdi. İyi bir teşkilâtçı, cesur bir kumandan olduğu gibi mükemmel bir idâreciydi. İlme, âlimlere ve gönül sultanı mânevî şahsiyetlere hürmetkârdı. Âlimlerin sohbetinde bulunup, onlarla istişâre ederdi. Îmâr ve iskân siyâsetine önem verip, devrinde fethedilen beldelere Türk-İslâm nüfûsu yerleştirirdi. Osmanlı ülkesinin nüfûzunu arttırıp, devleti müesseseleştirdi.
Devletin topraklarını altı misli büyüten Orhan Gâzinin vefâtı sırasında Osmanlı Devleti Bilecik, Bursa, Balıkesir, Bolu ve civârı, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Çanakkale, İstanbul’un birkaç kalesi hâriç Anadolu yakası, Ankara, Ayaş, Beypazarı, Nallıhan, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı, Soma, Kırkağaç, Domaniç, Bergama, Dikili, Kınık, Marmara Adaları, Trakya’da Tekirdağ, Lüleburgaz, İpsala, Keşan gibi şehir ve kalelere hâkim bulunuyordu.
Orhan Gâzi, Sultan olunca, devlet teşekküllerini kuvvetlendirdi ve yenilerini kurdu. Saltanatının üçüncü yılında hükümdârlık alâmetinden olarak Bursa’da gümüşten akçe kestirdi. Akçenin bir tarafında Kelime-i şehâdet ile Hulefâ-i Râşidîn’in (radıyallahü anhüm) isimleri yâni; Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Ali yazılı idi. Diğer tarafında; Orhan bin Osman, basıldığı târih olan H.727 ve Osmanlıların mensup olduğu Kayı boyunun damgası vardı.
Osmanlı Devletinde ilk fütûhatı yapanlar aşîret kuvvetleri olup, hepsi atlı idi. Bu kuvvetler uzun süre muhâsara hizmetlerinde bulanamadıkları için muvaffakiyetler gecikiyordu. Orhan Gâzi, bu yüzden Bursa’nın fethinden sonra, askerî teşkilâtta yenilikler yaptı. Türk gençlerinden dâimî ve esaslı bir yaya ordusu kuruldu. Askerî birliklerde onluk sistem tatbik edildi. Piyâde askerler, onar, yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı. On kişiye onbaşı ve yüz kişiye yüzbaşı zâbitler tâyin edildi. Bin mevcutlu kuvvetlerin başındakilere de binbaşı rütbesinde subaylar tâyin edildi. Müsellem denilen süvârî kuvvetinin otuz askeri, bir ocak kabûl edildi. İlk plânda biner kişilik birlikler hâlinde kurulan yaya ve müsellem askerlerinin sayıları zamanla arttırıldı. Günlük birer akçe olan ücretleri, iki akçeye çıkartıldı. Ayrıca muhârebe dışında işleyebilecekleri arâziler de verildi. Timar sisteminin tatbikiyle askerî hizmete tâyin edilenlerin miktârı, tertip edilen kadroyu çok geçtiğinden, bunların nöbetle sefere gitmeleri ve sefere gidenlere, gitmeyenlerin yardımcı olmaları kânun hâline getirildi. Sefere gitmeyenlere “yamak” denildi. Yamaklara yardım karşılığı ücret verilirdi.
Osmanlı devlet teşkilâtı ilk defâ Orhan Gâzi zamânında teşkil olundu. İlk devlet teşkilâtında Anadolu Selçukluları ile İlhanlıların teşkilâtları örnek alınarak bir hükûmet mekanizması kuruldu. Bunun esâsı Beylik merkezindeki dîvândı. Bu dîvâna devlet reisi olan pâdişâh başkanlık ettiği gibi îcâbında pâdişâh adına vezir de başkanlık yapabilirdi. Osmanlı Devletinin ilk veziri Orhan Gâzinin tâyin ettiği Hacı Kemâleddîn oğlu Alâeddîn Paşa idi. Vezirler “paşa” ünvânını taşırlardı. Devletin askerî ve idârî bütün işlerinde pâdişâha yardımcı olurlardı. Şehir ve kazâlar kâdı ve subaşıların idâresindeydi. Kâdı, idârî ve adlî; subaşı da âsâyişle askerî işlere bakardı. Orhan Gâzi devrinde en yüksek kâdılık makâmı Bursa kâdılığı olup, tâyinlere de bakardı.
Orhan Gâzi devrinde fethedilen beldeler, ilmî, mîmârî ve sosyal tesislerle süslendi. İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu. Yine İznik’te yaptırmış olduğu imâretin açılışında kendi eliyle fakirlere ve gâzilere aş dağıttı. Ahâlisinden müslim ve gayri müslim hiç kimsenin aç ve açıkta kalmamasına gayret etti. Bursa’da, câmi, imâret, tabhâne, yol, köprü ve hamamlar yaptırdı. Hanımı Nilüfer Hâtun da; İznik’te bir imâret, Nilüfer Çayı üzerinde köprü ve çeşme gibi pekçok hayrât inşâ ettirdi. İlk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesinin müderrisliğine zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim Dâvûd-i Kayserî tâyin edildi. Dâvûd-i Kayserî, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Füsûs-ül-Hikem adlı eserini Matla-ı Husûs-il-Kelim fî Şerh-i Füsûs-ül-Hikem adıyla şerh edip, talebelerine okuttu. Bu eser, güzel İslâm ahlâkının Osmanlı topraklarında yayılmasında rol oynadı.
Orhan Gâzi, gâzilerin yetişmesinde, yeni fethedilen yerlerin İslâm beldesi olmasında, fetih öncesi hazırlıkların yapılmasında, cihâd esnâsında askerin şevke getirilmesinde büyük emekleri geçen âlimler ve dervişlere de hürmet edip onların barınmaları ve hizmetlerini kolayca îfâ edebilmeleri için, tekke ve zâviyeler yaptırdı. Bu dervişlerden Geyikli Baba ve Derviş Murâd meşhurdur.
Orhan Gâzi, vefât ettiği zaman; Murâd, İbrâhim ve Halil ismindeki üç oğlu hayatta idi. Süleymân Paşa ve Kâsım isimlerindeki oğulları kendisinden önce vefât etmişlerdi. Süleymân Paşa ile Murâd Bey, Yarhisar tekfunun kızı Nilüfer Hâtun’dan Halil Bey ve Kâsım Bey, Bizans kayseri Kantakuzen’in kızı Teodora’dan; İbrahim Bey ile Fatma Sultan, Rum prensesi olan Aspurça’dan doğmuştur. Kendisinden sonra oğlu Sultan Birinci Murâd Han Osmanlı sultânı oldu.
Cumhûriyet dönemi hikâye ve roman yazarı. Asıl adı Mehmed Raşid Öğütçü’dür. 1914’te Adana’nın Ceyhan kazâsında doğdu. Babası birinci dönem Kastamonu milletvekili olan avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi emekli öğretmen Azime Hanımdır. Babasının siyâsî sebeplerle Suriye’ye kaçması üzerine ortaokulun son sınıfından ayrıldı. Babası ile birlikte bir yıl Suriye ve Lübnan’da kaldıktan sonra, 1932’de Adana’ya döndü. Fakat öğrenimini devam ettirmedi. Pamuk fabrikasına işçi olarak girdi. 1937’ye kadar dokumacılık, kâtiplik gibi işlerde çalıştı. Niğde’de askerliğini yaptığı sırada yazdığı manzumeleri üzerine, “Askerleri tahrik etmek istediği gerekçesiyle” ideolojik sebepten 3,5 yıl hüküm giydi. Edebiyata karşı ilgisi de bu yıllarda başladı. Denemeleri Yedigün, Yeni Edebiyat, Yeni Ses, İkdâm, Yürüyüş, Yurt ve Dünyâ, Genç Nesil, Yığın, Gün, Varlık isimli dergilerde çıktı. Daha sonra roman yazdı. Kardeş Payı adlı hikâyesi 1958’de Sait Faik Armağanı, 1969’da Önce Ekmek, hikâyesi ile de Türk Dil Kurumu Ödülünü aldı. Hikâye ve romanlarında hayâtın değişik yönlerini ve şahıslarını işledi. Bir yandan Anadolu’yu işlerken bir yandan da büyük şehirlerin yaşayışını yansıtmaya uğraştı. Edebiyatımızda halkın sosyal yönlerini en çok işleyenlerden biridir. Hayâtının son yıllarında ticâretle uğraştı. 1970’te Sofya’da öldü. Cenâzesi yurda getirilerek Zincirlikuyu mezarlığında gömüldü.
Orhan Kemal, okuduklarından çok gördükleriyle yazmıştır. Bilgi eksikliklerine karşılık, günlük hayattan gelme kulak dolgunluğu bütün yazılarında göze çarpar. Eserlerinde, zengin bir âile çocuğuyken, yoksul ve zor bir hayat kavgasına düşmüş olmanın gizli acısı görülür.
Orhan Kemal, toplumculuğu, kolayca sınırlanmayan ve kendisinin de belirleyemediği bir sosyalizm olarak görmüş ve o görüşü türlü olaylar, gözlemler içinde telkin eden romanlar yazmıştır. Roman sanatının gerçekleriyle, ruh tahlilleriyle uğraşmamıştır. Orhan Kemal’e göre roman, kendince doğru olan şeyleri, okuyucuya, câzibeyle sunmaya yarayan bir vâsıtadır.
Orhan Kemal’e göre, hiçbir insan kötü değildir. İnsanları kötü yapan toplumun sosyal şartlarıdır. Bu şartlar, sosyalist metodla düzeltilecek olursa insanlar iyileşecek; ağa-ırgat, işçi-patron ve sınıf, zümre çekişmeleri kalkacaktır. Yazar, bu bozuklukları göstermek için o çekişmeleri, yolsuzlukları ve haksızlıkları mübalağalı bir tarzda yazmaktadır. Bütün sosyalist romancılar gibi o da hayvanlarda açıktan açığa görülen beslenme ve şehveti, toplum hayâtının iki esas temeli olarak görür ve eserlerinde insanları, bu iki şeye ulaşmak için didiştirir ve vuruşturur. Orhan Kemal, bir sosyal gerçekçi olarak, gerçeklerin çok yanıldığını, tarafsızca ele almaz. Aksine, olayların yalnız bir yanını alıp, sosyalist fikirlerin okuyucuya kabul ettirilmesinde malzeme olarak kullanır ve mânevî yöne değer vermez.
Orhan Kemal’in üslûbu çok tenkit edilmiştir. Üslûbundaki ihmalciliğinin asıl sebebi, çok yazması, bir de bilgi noksanlığıdır. Hikâye ve romanlarında, çok yer tutan söyleşmelerle hareket sağlamayı başarır. Kısa ve canlı olan bu konuşmalar arasında çirkin ve ayıp sayılan kelimelere yer vermekten hoşlanır.
Eserleri:
Hikâye kitapları: Ekmek Kavgası (1949), Sarhoşlar (1931), 72. Koğuş (1954), Önce Ekmek (1969).
Romanları: Baba Evi (1949), Âvâre Yıllar (1950), Dünyâ Evi (1960), El Kızı (1960), Gurbet Kuşları (1962), Mahalle Kavgası (1963), Yalan Dünyâ (1966), Üç Kâğıtçı (1969).
Orhan Kemal’in, İspinozlar (Yalova Kaymakamı adı ile sahnelendi), 72. Koğuş, Kardeş Payı, Bekçi Murtaza sahneye konan hikâyeleridir. Eskici Dükkânı ise Eskici ve Oğulları adlı romanının sahneye konulmuş şeklidir.
Yirminci yüzyıl şâir ve yazarlarından. 1890 yılında İstanbul’da doğdu. Babası, albaylıktan emekli Mehmed Emin Beydir. İlköğretimine, Çengelköy Mekteb-i İbtidâîsinde başladı, Havuzbaşı Mektebini bitirdi. Rüşdiyeyi Beylerbeyi’nde okuduktan sonra, Mercan İdâdisine girerek, oradan mezun oldu. Orhan Seyfi aynı devrede; Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Hukuk’a kayd oldu ise de sâdece Hukuk Mektebinden mezun oldu. Önceleri memurluk yapmak zorunda kaldı. Bir süre Meclis-i Mebûsân Kavânîn kalemine girdi. Sonra geçimini gazetecilikle sağlama yolunu seçti. Önceleri mizâhî yazılar yazdı. Sonra Akbaba adlı mîzah dergisini çıkarmaya başladı. Bacanağı yazar Yusuf Ziya Ortaç’ın büyük desteğini gördü. Dergi kısa zamanda büyük rağbet kazandı. Şâire iyi bir kazanç da temin etti. Böylelikle basın hayatına girdi. Ayrıca Papağan, Resimli Dünyâ, Edebiyat Gazetesi, Ayda Bir, Çınaraltı adlı mîzah, magazin ve edebiyat dergilerini çıkardı. Çeşitli gazetelerde mîzâhî yazılar ve fıkralar yazdı. Bir ara, Harp Akademisinde ve Harbiye Mektebinde edebiyat dersleri verdi. Sonra İstanbul Erkek Lisesi Edebiyat öğretmenliğine tâyin oldu. Bir yandan da İtalyan Lisesinde Türkçe dersleri okuttu. 1946’da Zonguldak Milletvekili olarak parlamentoya girdi. Ancak 1950’deki seçimlerde kaybetti ve yeniden gazeteciliğe döndü. 1965’te İstanbul’dan milletvekili seçildi. 1969 milletvekili seçimlerinde AP’den aday oldu, fakat kazanamadı. Kalp krizi sonunda, 1972’de İstanbul’da öldü. Zincirlikuyu Mezarlığına gömüldü.
Orhan Seyfi, edebiyatımızda “Beş Hececiler” diye adlandırılan topluluğun ileri gelenlerindendir. Onu şiir yazmaya teşvik edenler arasında, İbrâhim Alâaddin, MustafaEnver ve HalilNihad vardır. İlk şiir denemelerine 1911 yılında başladı. Bu şiirlerini yayınlamak için arkadaşlarıyla birlikte Hıyâbân adlı küçük bir dergi çıkardılar. Bu arada Türk Yurdu ve Yeni Mecmua’da da şiirleri çıktı. Bu ilk şiirlerinde arûzu kullanan şâir sonraları hece veznini benimsedi. Millî Edebiyat anlayışına uygun açık ve anlaşılır bir dili kullandı.
Şiirlerinin yanısıra nesirleriyle de dikkati çeker. Orhan Seyfi’nin 25’ten fazla şiiri bestelenmiştir. Mîzâhî yazıları ve fıkraları, ince bir nükte ve sohbet havası taşır. Fıkralarında daha çok millî, sosyal konuların ağır bastığı görülür. Eserlerinde millî şuur, ideal, Türkçülük, milliyetçilik ve din temalarını bol bol işlemiştir.
Eserleri:
Fırtına ve Kar (Şiirler, 1919), Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi (Şiirler, 1919), Gönülden Sesler (Şiirler, 1922), O Beyaz Bir Kuştu (Şiirler, 1941), Çocuk Adam (Roman, 1941), Asri Kerem (Destan, 1942), Dün-Bugün-Yarın (Yazılar, 1943), Kulaktan Kulağa (Fıkralar, 1943), Hicivler (1950), Düğün Gecesi (Hikâyeler, 1957), Kervan (Şiirler, 1964), İşteSevdiğim Dünya (Şiirler, 1965), Şiirler (Bütün şiir kitaplarının ortak baskısı, 1970), Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’e Mektup (1944), Gençlere Açık Mektup (1951).
BİRLİK
İkilik yok, birlik var;
Yalnız bunda dirlik var;
Yalnız bundadır felâh;
Lâilâheillallâh!
Bir aşk için gönüller;
Çarparken hep beraber,
İkiye tapmak günâh!
Lâilâheillallâh!
Şu münâfık karanlık;
Sona erecek artık,
Sabah olacak, sabah!
Lâilâheillallâh!
Her türlü nîmet bunda,
Beklenen cennet bunda:
Yalnız bir din, bir ilâh!
Lâilâheillallâh!