OĞUZLAR

Bugün; Türkiye, Balkanlar, Âzerbaycan, İran, Irak ve Türkmenistan’da yaşıyan Türklerin ataları olan büyük bir Türk boyu. Oğuzlara Türkmenler de denir. Oğuz kelimesinin türeyişiyle ilgili çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Kelimenin boy, kabîle mânâsına gelen “Ok” ve çokluk eki olan “z”nin birleşmesinden “Ok-uz” (oklar, koylar) anlamında olduğu ileri sürüldüğü gibi, oyrat (haşarı, yaramaz) kelimesinin eş anlamlısı olduğunu iddiâ edenler de vardır. Ancak kelime, Anadolu ağızlarında “halim selim, ağırbaşlı” mânâlarına da kullanılmaktadır. Arap kaynaklarında ise “guz” veya “uz” şeklinde geçmektedir.

İlk zamanlar Üçok ve Bozok adlarıyla iki ana kola ayrılmış olan Oğuzlar, daha sonraki devirlerde, Dokuz Oğuz, Altı Oğuz, Üç Oğuz adlarında boylara da ayrıldılar. Oğuzlar, yirmi dört boydan meydana gelmişti. Bunlardan on ikisi Bozok, on ikisi Üçok koluna bağlıydı. Târihçiler, hazırladıkları cedvellerde Oğuz boylarının adlarını, sembollerini ve ongunlarını(armalarını) göstermişlerdir. Buna göre, Bozoklar; Kayı, Bayat, Alka Evli, Kara Evli, Yazır, Dodurga, Döğer, Yaparlu, Afşar, Begdili, Kızık, Kargın; Üçoklar ise; Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepnî, Salur, Eymur, Ala Yundlu, Yüreğir, İğdir, Büğdüz, Yıva, Kınık boylarına ayrılmışlardı. Bugün Türkiye’de yirmi dört Oğuz boyuna âit işâret ve yer adlarına çok rastlanmaktadır.

Oğuz adına ilk defâ YeniseyKitâbelerinde rastlanmaktadır. Barlık Irmağı yöresinde bulunan bu kitâbelerde; “Altı Oğuz budunda” sözü yeralmaktadır. Öz Yiğen Alp Turan adlı bir beye âit olan bu kitâbelerin yazıldığı devirde, Oğuzlar, Göktürklerin hâkimiyeti altında altı boy hâlinde Barlık Irmağı kıyılarında yaşamakta idiler.

Altıncı yüzyıldan îtibâren Göktürklerin idâresinde toplanan Türk kabîlelerinden bir kısmı gibi Oğuzlar da kendi aralarında birlik kurarak Tula-Selenga ırmakları bölgesinde Dokuz-Oğuz Kağanlığını meydana getirdiler. Göktürk kağanlığının, Kutluğ tarafından 682’de ikinci defâ kurulmasından sonra, Göktürkler, hâkimiyetlerini kabul etmeyen Oğuzlar üzerine yürüdüler. Tula Irmağı kıyısında yapılan kanlı bir savaşta Oğuzlar yenildiler. Fakat, Göktürklerin hâkimiyetini kabul etmediler. İlteriş Kağan, Oğuzlar üzerine birçok sefer düzenledi ve Baz Kağanı öldürdü. Oğuzların merkezi Ötüken ve çevresini ele geçirdi. Bu yenilgi karşısında İlteriş Kağan’ın hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalan Oğuzlar, Göktürklerin Kırgız seferine katıldılar. Göktürk hâkanlarından Bilge Kağan zamânında isyân ettiler. Bir sene içinde bir kaç defâ harbe giren Oğuzlar; yenilerek, geri çekildiler. Daha sonra Dokuz-Tatarlar ile ittifâk kurarak Göktürklerle mücâdele ettilerse de yine bozguna uğrayarak, Çin taraflarına göç ettiler. Bir müddet sonra tekrar eski yurtlarına döndüler. Bu mücâdelelerde zayıflayan Göktürkler, 745’te Uygurlar tarafından yıkıldı. Bu esnâda Uygurlara yardım eden Oğuzlar, Uygur Devletinin dayandığı başlıca boylardan biri oldu. Uygurlarla birlikte Basmıl ve Karluklara karşı savaştılar. Fakat zaman zaman Uygurlara karşı da isyân etmekten geri durmadılar. Eski müttefikleri Dokuz-Tatarlar ile birleşerek Uygur Kağanı Moyunçur’a karşı cephe aldılar. Zaman zaman Çin’e gittiler. Daha sonra Çin’den çıkarak eski yurtlarına döndüler. Uygur Devletinin yıkılması üzerine batıya göçerek Sir Derya (Seyhun) kıyılarına ve onun kuzeyindeki bozkırlara yerleştiler. Onuncu yüzyılda göçebe hayâtı yanında yerleşik bir hayât sürmeye de başladılar. Göçebe Oğuzlar daha ziyâde koyun, at, deve, sığır yetiştiriciliği ve ticâretle uğraşıyorlardı. Yerleşik Oğuzlar ise, Sabran (Karacuk), Suğnak, Karnak, Sütkent gibi şehirlerde oturuyorlardı. Onuncu asırda henüz Müslüman olmamış olan Oğuzlar, inanışları gereği bir takım ibâdet ve âyinleri yerine getiriyorlardı. Ancak yaşayış bakımından İslâmiyete uygun tarafları vardı. Soy temizliğine ehemmiyet verirlerdi. Bilhassa zinâ gibi suçların cezâsı ölümdü.

Onuncu asrın başlarındaOğuzlar, Mâverâünnehr çevresinde yerleşip, Yabgu denilen hükümdârın idâre ettiği bir devlet kurdular. Devlet ve millet işlerinin bir mecliste istişâre edildiği ve su-başı denilen ordu kumandanı, Yabgu’nun vekîli ve nâibi olan Kültekin, İnal ve Tarkan ünvânlarını taşıyan memurlar vardı. Oğuzların bu sıradaki başşehirleri, Sir Derya kıyısındaki Yeni Kent idi. Yabgu Devleti zamânında Oğuzlar, Üçok ve Bozok diye iki kısma ayrılmışlardı.

Onuncu asrın sonlarında İslâm dînini kabûl ederek iyice güçlenen Oğuzlar, komşuları Peçenekler ve Hazarlar ile savaşlar yaparak onları yendiler. Fakat 11. yüzyılın ortalarında, Oğuzların İslâm dînini kabul etmemiş olan bir kısmı, Kıpçakların baskısıyla yurtlarını terk ederek Karadeniz’in kuzeyinden Tuna boylarına, oradan da Balkanlara indiler. İslâm dîniyle şereflenmedikleri için etrâflarını saran Hıristiyan devletlerin baskısıyla kısa zamanda benliklerini kaybederek, örf, an’ane ve geleneklerini unuttular. Eriyip, yok oldular. Geri kalanları da Bizans hizmetine girdiler. 1071’de yapılan Malazgirt Meydan Muhârebesine Bizanslıların yanında katıldılar. Fakat çok geçmeden Selçuklular tarafına geçtiler.

İslâm dînini kabul eden Selçuk’un idâresindeki Oğuz boyları ise, Oğuz Yabgu Devleti hükümdârının, kendilerine kötülük yapacağından çekinerek, yurtlarından ayrılıp İslâm diyârı olan Horasan taraflarına gittiler. Mâverâünnehr’de kalan diğer Oğuz boyları da, Kıpçakların hücûm ve baskıları sonunda dağıldılar. Böylece Oğuzlar Devleti yıkıldı. Yerlerinde kalan Oğuzlar ise Karaçuk dağları bölgesinde, Mankışlak’da ve Seyhun Nehri kıyılarında yerleştiler. Daha sonra Karahıtayların ve Karlukların baskısı netîcesinde, Horasan’a gelip Selçuklulara tâbi oldular.

Selçuk’un büyük oğlu Arslan İsrâil, Horasan’da hâkimiyet kurup, diğer Oğuz boylarını idâresi altında topladı. Daha sonraları, Tuğrul ve Çağrı Beyler idâresindeki Selçuklular, Sâmânoğulları ile ittifâk kurarak, Karahanlılara ve Gaznelilere karşı mücâdele ettiler. Selçukluların başarılı idâreleri sebebiyle pekçok Oğuz boyu onların hâkimiyetinde toplandı. Birçokları yerleşik hayâta geçti.

Selçuklu Devletinin kurulmasında esas rolü oynayan Oğuzlar ve diğer Oğuz boyları, 11. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren akın akın İran, Irak, Anadolu ve Sûriye’ye doğru yayıldılar. Selçuklu Devletinin sınırlarını Ceyhun Nehrinden Akdeniz’e kadar genişlettiler. İslâmiyeti kabul etmeden önce dünyevî maksatlar ve kuru cihângirlik için çalışan, harp eden ve soylarının temizliğiyle tanınan Oğuzlar, İslâm dînini kabul ettikten sonra, Allahü teâlânın yüce dîni olan İslâmiyeti yaymaya gayret ettiler. Gittikleri yerlerde doğruluğun, adâletin, ilmin ve medeniyetin müdâfîliğini yaptılar. İnsanlara hizmet etmek, ilmin ve medeniyetin yayılmasını sağlamak için pekçok câmi, medrese, kervansaray, hamam ve köprü yaptırdılar. Büyük Selçuklu, Türkiye Selçukluları, Akkoyunlular, Salgurlular, Artukoğulları, Karamanoğulları, Ramazanoğulları, Dulkadiroğulları veOsmanlı devletlerini kurarak İslâm dîninin yayılmasına hizmet ettiler. İslâmiyetin ve Müslümanların yok edilmesi için çalışan Haçlılara karşı parlak zaferler kazandılar. İslâmiyete, ilme ve adâlete karşı olan ortaçağ Avrupa’sına pekçok yenilikleri götürdüler. Dokuz yüz sene boyunca, kurdukları devletlerin sınırları içinde yaşayan bütün unsurlara karşı İslâm dîninin emirleri doğrultusunda hareket ederek, hizmet ettiler. Bugün Türkiye, Âzerbaycan, İran, Türkmenistan, Afganistan, Irak ve Suriye’de yaşayan Türkler, Oğuzların neslindendir.

Oğuz teşkilâtı, yirmi dört boyun çıkardığı sülâleler ve meşhûr şahsiyetleri:

Boz-Oklar: Dış Oğuzlar da denip, Sağ kolu teşkil ederler. (Bkz. Oğuz Kağan Destanı)

1. Gün-Alp/Gün-Han: Sembolü şâhin. Oğulları: a) Kayıg/Kayı-Han: “Sağlam, berk” mânâsındadır. Üç kıta ve yedi denize altı yüz yıldan fazla hâkim olan Osmanlı sülâlesi bu boydandır. Kayı Boyundan Ertuğrul Gâzi ve her biri birer müstesnâ şahsiyete sâhip çoğu dâhî, cihangir, kumandan, şâir ve sanatkâr olan Osmanlı sultanları, Kayı Han neslinin kıymetini göstermeye kâfidir. b) Bayat: “Devletli, nîmeti bol” mânâsındadır. Maraş ve çevresine hâkim olan Dulkadiroğulları, İran’da Kaçarlar, Horasan’da Kara Bayatlar, Maku ve Doğubeyazıt hanları, Kerkük Türkmenlerinin çoğu bu boydandır. Dede Korkut kitabını 1480’de Hicaz’da yazan Tebrizli Hasan ve meşhûr şâir Fuzûlî bu boydandır. c) Alka-Bölük/Alka-Evli: “Nereye varsa başarı gösterir” mânâsındadır. Türkiye ve Âzerbaycan’daki Alaca, Alacalılar adı taşıyan yerler bu boyun hâtırasıdır. d) Kara-Bölük/Kara-Evli: “Kara otağlı (çadırlı)” mânâsındadır. Karalar ve karalı gibi coğrafî yer adları bunlardan kalmadır.

2. Ay-Alp/Ay-Han: Sembolü kartal. Oğulları: a) Yazgur/Yazır: “Çok ülkeye hâkim” mânâsındadır. Ab-Yabgu devrindeki Yenibent Yabguları, Batı Türkistan’daki Cend Emirleri, Kara-Daş denilen Horasan Yazırları, Ahıska’dan aşağı Kür boyundaki Azgur-Et (Azgur Yurdu) Kalesi, Kürmanç Kürtlerinin Azan Boyu, Toroslardaki Gündüzoğulları Hânedânı bu boydandır. b) Tokar/Töker/Döğer: “Dürüp toplar” mânâsındadır. Yenikentli Vezir Ayıdur, Harput-Diyarbakır-Mardin hâkimleri, Artuklular, Sincar-Siverek, Suruç arasında hâkim eski Caber Beyleri, Memlükler devrinde Halep Döğeriyle Hama Döğerleri, bugünkü Mardin-Urfa arasında yirmi dört oymaklı Kürt Döğerleri, Hazar Denizi doğusundaki Saka Boyu Takharlar; Şavşat’taki Ören kale, To-Kharis ve Malatya’nın Tokharis bucağı, Dağıstan’daki Digor ve Kars ve Arpaçay sağındaki Digor kazâsı bu boydan hâtıradır. c) Totırka/Dodurga/Dödürge: “Ülke almak ve hanlık yapmak” mânâsındadır. Sivas doğusundaki Tödürgeler bu boydandır. d) Yaparlı: “Misk kokulu” mânâsındadır. Zaza Çarekliler ve misk ticâreti yapan Yaparı Oymağı bu boydandır. Yaparı Oymağının Akkoyunlu ve Giraylı câmilerinin mihrap duvar harcına bu güzel itriyattan kattıklarından hâlâ hoş kokmaktadır. Diyarbakır ve Kırım’da hâtıraları vardır.

3. Yıldız-Alp/Yıldız Han: Sembolü tavşancıl. Oğulları: a) Avşar/Afşar: “Çevik ve vahşî hayvan avına hevesli” mânâsındadır. Hazistan Beyleri, Konya’daki Karamanoğulları, İran’daki Avşarlı Nâdir Han ve Hânedânı, Ürmiye ve Horasan Afşarları bu boydandır. b) Kızık: “Yasakta pek ciddi ve kuvvetli” mânâsındadır. Gaziantep, Halep ve Ankara çevresindeki Kızıklar, Doğu Gürcistan’da ve Şirvan batısındaki ovaya Kızık adını verenler bu boydandır. c) Beğdili: “Ulular gibi aziz” mânâsındadır. Harezmşahlar, Bozok/Yozgat-Raka/Halep çevresindeki Beğdililer, Kürmanç Badılları bu boydandır. d) Karkın/Kargın, “Taşkın ve doyurucu” mânâsındadır. Akkoyunlu-Dulkadiroğlu ve Halep-Hatay bölgesindeki Kargunlar, Doğu Anadolu ve Âzerbaycan’daki ilkbaharda eriyen karların suları ile kopan sel ve su kabarmasına da Kargın/Korkhun denilmesi bu boyun adındandır.

Üç-Oklar: İç Oğuzlar da denilip, sol kolu teşkil ederler.

1. Gök-Alp/Gök Han: Sembolü sunkur. Oğulları: a) Bayundur/Bayındır: “Her zaman nîmetle dolu yer” mânâsındadır. Akkoyunlular sülâlesi, İzmir’den Âzerbaycan’daki Gence’ye kadar Bayındır adlı yerler bu boydan gelir. b) Beçene/Beçenek/Peçenek: “İyi çalışkan, gayretli” mânâsındadır. Karadeniz kuzeyi ile Balkan Yarımadasına göçen ve 1071 Malazgirt ile 1176 Miriokefalon Meydan Muhârebelerinde Bizanslılardan ayrılarak Selçuklular safına geçen Peçenekler, Dicle Kürmançlarının iki ana kolundan güneydeki Beçene Kolu, Ankara-Çukurova Halep bölgelerindeki Türkmen oymaklarından Peçenekler bu boydandır. c) Çavuldur/Çavındır: “Ünlü, şerefli, cavlı” mânâsındadır. Türkmenistan’da Mangışlak Çavuldurları, Çorum çevresindeki Çavuldur ve Anadolu’daki Çavdar Türkmen oymakları, Erzurum ve çevresindeki Çoğundur adlı köyler bu boyun adından gelmektedir. d) Çepni: “Düşmanı nerede görse savaşıp hemen çarpan, vuran ve hızlı savaşan” mânâsındadır. Rize-Sinop arasındaki çok usta demirci Çepniler veÇebiler, Kırşehir, Manisa-Balıkesir çevresindeki ve Kars ile Van bölgelerinde Türkmen Oymağı Çepniler bulunmaktadır.

2. Dağ-Alp/Dağ Han: Senbolü uçkuş. Oğulları: a) Salgur/Salur: “Vardığı yerde kılıç ve çomağı ile iş görür” mânâsındadır. Kars ve Erzurum hâkimi Salvur Kazan Han Sülâlesi, Sivas-Kayseri hükümdârı âlim ve şâir Kâdı Burhâneddîn Ahmed ve Devleti, Fars Atabekleri, Salgurlular, Horasan’daki Teke-Yomurt ve Sarık adlı Türkmenlerin çoğu bu boydandır. b) Eymür/Imır/İmir: “Pek iyi ve zengin” mânâsındadır. Akkoyunlu, Dulkadirli ve Halep Türkmenleri içindeki Eymürlü/İmirlü oymakları, Çıldır ve Tiflis’teki iyi halıcı ve keçeci Terekeme Oymağı bu boydandır. c) Ala-Yontlup/Ala-Yundlu: “Alaca atlı, hayvanları iyi” mânâsındadır. Yonca kelimesi bu boyun hâtırasıdır. d) Yüregir/Üregir: “Dâimâ iyi iş ve düzen kurucu” mânâsındadır. Orta Toros ve Çukurova Üç-Oklu Türkmenlerinin çoğu, Adana’daki Ramazanoğulları bu boydandır.

3. Deniz Alp/Deniz Han: Sembolü çakır. Oğulları: a) Iğdır/Yiğdir/İğdir: “Yiğitlik, büyüklük” mânâsındadır. İçel’in Bozdoğanlı Oymağı, Anadolu’da yüzlerce yer adı bırakan İğdirler, İran’da büyük Kaşkay-Eli içindeki İğdirler ve Kars’ın Iğdır kazâsı, bu boyun hâtırasıdır. b) Beğduz/Bügdüz/Böğdüz: “Herkese tevâzu gösterir ve hizmet eder mânâsındadır. Dicle Kürtleri ilbeği olup, hazret-i Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) elçi giden (622-623 yılları arasında Medîne’ye varan), Bogduz-Aman Hânedânı temsilcisi ve Kürmanç’ın iki ana kolundan Bokhlular/Botanlar, Yenikent-Yabgullarından onuncu yüzyıldaki Şahmelik’in Atabegi Kuzulu, Halep Türkmenlerinden Büğdüzler bu boydandır. c) Yıva/Iva: “Derecesi hepsinden üstün” mânâsındadır. Büyük selçuklu Sultanı Melikşâh (1072-1092) devrinde Suriye ve Filistin’i feth eden Atsız Beğ, 12. yüzyılda Hemedân batısında Cebel bölgesi hâkimleri Berçemoğulları, Haçlıları Halep çevresinde yenen Yaruk Beg, Güney-Âzerbaycan’daki Kaçarlu-YıvaOymağı bu boydandır. Ankara’da çok makbûl yuva kavunu bu boyun yerleştiği ve adları ile anılan köylerde yetişir. d) Kınık: “Her yerde aziz, muhterem” mânâsındadır. Büyük ve Anadolu Selçuklu devletleri, Orta Toroslardaki Üçoklu Türkmenler, Halep-Ankara ve Aydın’daki Kınık Oymakları bu boydandır.

OHM

Alm. Ohm (n), Fr. Ohm (m), İng. Ohm. Elektrikte direnç birimi. Bir iletkenden geçen elektrik akımına karşı iletkenin gösterdiği direncin birimidir. Bir iletkenin iki ucu arasına 1 voltluk bir gerilim uygulandığında, bu iletkenden 1 amperlik akım geçerse bu iletkenin direnci 1 ohmdur. 1983’teki “Milletlerarası Elektrik Kongresi”nde tarif edilen “milletlerarası ohm” ise, 106,3 cm uzunluğunda 0°Cve 14,4521 gram olan cıvanın bir doğru akıma gösterdiği direnç olarak târif edilmiştir. Burada civanın bir milimetre karelik kesite sâhip olduğu da kabul edilmektedir. Bir mikroohm, 0,000.001 ohm’a ve bir mega-ohm, 1.000.000 ohm’a eşdeğerdedir.

1 ohm=1 volt/1 amper

OHM, George Simon;

Alman fizikçisi. 1789’da Erlangen’de doğan Ohm 1854 yılında Münih’te öldü. Çocukluğunda babasının yanında çalıştı. Öğrenimini bitirip, matematik ve fizik öğretmeni olarak hayâta atıldı. Sırasıyla Köln Kolejinde, Berlin Harp Okulunda bu görevleri yaptıktan sonra, 1833’te Nürnberg Politeknik Okuluna ve 1849’da Münih Üniversitesine fizik profesörü olarak tâyin edildi. Bu görevleri sırasında, elektrik akımının temel kânunlarını hazırlamak için devamlı çalıştı, ölümünden sonra ismi, kânununun birimi hâline geldi. Çalışmaları sırasında, elektrokinetik olaylar için ilmî terimleri târif etti. Elektrik akımını, bir sıvının debisiyle potansiyel farkını ise bir düzey farkıyla karşılaştırarak elektrik miktârını, şiddetini, elektromotor kuvvetini tanımladı. 1830’da pillerdeki kutuplanma olayını (Anot-Katot) açıkladı. 1843’te Canavar Düdükleri Teorisini kurmaya esas olan, insan kulağı ile sinüzoidal titreşimler arasından sinüzoidal dalgaları ayırt edebilecek özelliğe sâhip olduğunu kesin olarak ispatladı. 1852’de kristal camlardan polarize edilerek geçirilen ışık ışınlarını inceledi.

Ohm Kânunu: Elektrikî direnci târif eden kanun. George Simon Ohm tarafından 1827’de ortaya konulan ve bir iletkenden geçen I akım şiddeti amper, potansiyel farkı V veya Elektromotor kuvveti volt olarak alınırsa R direnç ohm olarak bulunur. Bunlar arasındaki Bağıntı I= V/R’dir.

OK VE OKÇULUK

Alm. Pfeil (m) und Bogenschiessen (n), Fr. Fléche (f) et tir (m) á l’arc, İng. Arrowand archery. Yayla gerili kirişe takılarak uzağa atılan, ucu sivri, düzgün ince ve kısa çubuk. Ateşli silahların keşfinden önce savaşlarda ve avcılıkta, daha sonra da sportif maksatlarla kullanılmakta olup, yay ile atılmaktadır.

Okun, sap ve ucu sivri bir demir başlıktan müteşekkil olup, uzunluğu, ağırlığı ve genişliği yaya göre değişmektedir. Her ok her yayda kullanılmayıp, yayın ağırlığı azaldıkça okun ağırlığı da azalır. Meselâ altı dirhem ağırlığındaki ok, yüz dirhem; beş dirhem ağırlığındaki ok da doksan dirhem ağırlığındaki yay ile atılır. Yay, kıvrık ve esnek bir cisim olup, iki ucuna bağlanan ipin gerilemesiyle oku fırlatmaktadır. Eskiden manda boynuzundan yapılırken daha sonra ağaç, mâden ve başka değişik maddelerden de yapılmıştır.

Okun baş tarafını teşkil eden ok başı, önceleri de çakmak taşından yapılırdı. Sonra bunun yerini bronz, demir ve çelikten mâmül maddeler almaya başladı. Ok başı küçük, kemikli olanlara “peşrev” denilmektedir. Okun ucundaki sivri demir, kemik gibi sert maddeler, okun havada baş tarafının önde uçmasını, çarptığı yere derin girmesini sağlamaktadır. Okun bu parçasına “temuren, temren” denilmektedir. Günümüzde oku hâlâ silah gibi kullanan Güney Amerika yerlileri, oklarının ucuna kürar denilen ve sinir uçlarını felç edip düşmanlarını büyük ızdıraplar içinde yavaş yavaş öldüren bir zehir sürerler. Ok sapının arka ucunda, yay ipinin üzerinde durmasına ve ipi kuvvetle çekmeye yarayan bir kertik bulunur. Sap üzerindeki “yelek” denilen kuş tüyleri ve kanatçıklar, okun havada düzgün uçmasını sağlamaktadır. Zırhlı elbiseleri delmek için sapa bağlanan ve kurşun topuzlar ile takviye edilen oklara kurşunlu ok denilmektedir.

Ok, boy îtibariyle; tarz-ı has, kiriş endâm ve şem endam olmak üzere üç çeşittir. Tarz-ı has, ok sapının boğazı ince ve uzunluğunun üçte bir yerinden başlayarak kalınlaşan, sonra da baldıra doğru incelen oklara denilmektedir. Boğazı, göğsü ve baldırı aynı incelikteki oklara “kiriş endam” boğazı ince, uzunluğunun üçte biri tok ve sonra giderek inceleşen oklara da “şem endam” denilir. Ok boyları, yirmi santim ilâ iki metre arasında değişmektedir.

Ok, çam ve gürgen başta olmak üzere muhtelif ağaçlardan, kamıştan yapılır. Kayın ağacından yapılanlara “hadenk” denir. Ağaçlar önce kurutulup, sonra ikişer santim kalınlığında kesilir ve “kuştere” denilen âletle düzeltilir. Bu vaziyette iki ay durduktan sonra mûtedil harâretli bir fırında sararıncaya kadar bırakılır. Fırınlama meselesi çok mühimdir. Çünkü harâret fazla olursa ağaçlar yanıp kavrulabilir. Az olunca da ağırlığını muhafaza edip hareketi yavaşlatabilir. Fırından çıkartılan ağaçlar havadâr ve rutûbetsiz bir yerde on gün sonra yine rutubetsiz bir mahzende üç beş sene bekletilip ok yapmaya uygun hâle getirilir. En kıymetli oklar; Çanakkale’nin Bayramiç kazâsı Çavuş köyü yakınındaki Kumunç Dağından kesilen çamlardan yapılırdı.

Araplar ve Türkler yaycılık ve ok atmada çok ileri bir seviyeye ulaşmışlardı. İslâmiyetten önceki ustalıklarını Müslüman olduktan sonra daha da geliştiren Araplar arasında uzakta, hareket hâlindeki bir ceylanı ânında vurabilen kimselere “rammet-ül hadak” (gözünden vurucu) denilirdi. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve Cennetle müjdelenmiş olanlardan (Aşere-i mübeşşereden) biri ve büyük bir kahraman olan Sa’d bin Ebî Vakkâs radıyallahü anh okçuların pîri idi. İslâmiyet yolunda ilk ok atan o olup, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); “Allahü teâlâ oklarını kuvvetli ve isâbetli, duâlarını makbul eylesin.” diye duâsını aldığı için attığı hiçbir ok boşa gitmemiştir. Çok nişancıydı. Uhud Gazâsında Peygamber efendimiz düşmandan gelen okları yerden toplayıp ona verirdi: “At ya Sa’d Anam babam sana fedâ olsun.” buyururdu. Resûlullah Sa’d bin Ebî Vakkâs hâriç, hiç kimse için ana ve babasını birlikte fedâ üzere mübârek ağzına almamıştır. Peygamber efendimizin; “Ok atmasını ve ata binmesini öğreniniz.” ve “Oyunun faydası olmaz, yalnız ok atmayı öğrenmek, atını terbiye etmek ve âilesi ile oynamak haktır. Ok atmasını öğrenip sonra unutan bizden değildir.” şeklindeki hadîs-i şerîfleri bütün harp vâsıtalarının hazırlanması ve kullanılmalarının sulh zamânında öğrenilmesini emir ve teşvik buyurmaktadır.

Ok, eski Türklerde de millî silah olarak kabul edilmekte, çeşitli destan ve halk hikâyelerinde ondan bahsedilmektedir. Oğuz kelimesinin “oklar” mânâsına (ok+z) geldiğini, z’nin çoğul eki olduğunu iddia eden lenguistler de mevcuttur. Gerçekte “-z” eki birden çok şeyler için kullanılmıştır. “di-z, gö-z, sö-z, yü-z” gibi. Okun aynı zamanda sembol olarak kullanıldığı da olmuştur. Oğuzlar, Bozoklar ve Üçoklar diye iki, Göktürkler de on oklar diye on büyük kola ayrılmışlardı. Orta Asya’da yapılan arkeolojik kazılarda ele geçen oklar, Türklerin ok yapımında çok mahâretli olduklarını göstermektedir. Dede Korkut Hikâyelerinde bir Türkün alp, yâni kahraman olabilmesi için, uçan kuşları ok ile düşürmesinin de şart olduğu belirtilmektedir. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, husûsî mektuplarında, ok ve yayı tuğra olarak kullanıyordu. Divan edebiyatında ise ok sevgilinin kirpiklerine yay da kaşlarına benzetilmektedir. Bu bir noktada mürşidin nazarıdır.

Osmanlılar zamânında okçuluk büyük bir ehemmiyet taşımış, okçuların yetişmesi ve eğitimi meselesi devlet seviyesinde ele alınmıştır. Anadolu beyliklerinde ve Osmanlılarda okçu birlikleri savaşlarda çok mühim rol oynamışlardır. Özellikle Birinci Kosova, Varna, Gazze, Mısır Seferi ve 1521 Belgrad Muhâsarasının zaferle neticelenmesinde bu birliklerin payı çok büyük olmuştur. Böyle güçlü birlikler teşekkül ettirebilmek için ok tâlimleri ve müsâbakalarının yapıldığı ok meydanları düzenlenmiştir. İlk olarak Orhan Bey Bursa’da, sonra Yıldırım Bâyezîd Gelibolu’da, Fâtih İstanbul’da gemileri karadan Haliç’e indirdiği yerde ve Yavuz Sultan Selim de Yenibahçe’de ok meydanları inşâ ettirmişlerdir. İstanbul’daki ok meydanlarının sayısı otuz civârında idi. Belgrad, Üsküp, Edirne, Bağdat, Kahire, Amasya, Şam, Diyarbakır ve Cidde gibi daha birçok yerde de ok meydanları bulunuyordu. Bu meydanlarda ok tâlimlerinden başka koşular, pehlivan güreşleri ve diğer atletizm müsâbakaları da yapılırdı. Divan şâirleri usta sayılan kemankeşler (okçular) için methiyeler, şiirler yazarlar, rekor sayılan atışlarda nişantaşları dikilirdi. Üçüncü Sultan Selim’in attığı okun düştüğü yere dikilen menzil taşı bugün hâlâ yerindedir. Yavuz Sultan Selim Hanın önünde ok atan kemankeş için zamânından çok sonra Yahya Kemal’in yazdığı şiir bunların en güzellerinden biridir. İkinci Bâyezîd Han, Genç Osman, Dördüncü Murâd, Dördüncü Mehmed Han, Üçüncü Selim Han, İkinci Mahmûd Han ve Sultan Abdülazîz Han gibi pâdişâhlar, kabri Ok Meydanı’nda olan Dâmâd İbrahim Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Kemankeş Ahmed Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa ve Deli Hüseyin Paşa gibi vezirler, okçulukta zamanlarının şampiyonu idiler.

Ok talimleri rüzgârın cihetine göre yapıldığından böyle her rüzgâra mâruz yerler meydan olarak seçilmezdi. Ok meydanlarının bakımı ile uğraşanlara “ihtiyar” denilirdi. Her meydanın üç ihtiyarı olup, baş sorumlu “şeyhü’l-meydan” diye adlandırılırdı. Bunlar aynı zamanda okçuluk tekkesi şeyhliğini de yaparlardı. Şeyhü’l-meydan, kemankeş pehlivanların en kabiliyetli, zeki ve dürüst olanları arasından seçilirdi. Kemankeşliğe yeni başlayanlar ondan müsâde alırlardı. Şeyhü’l-meydan ile menzil ihtiyârı ve mütevelli, meydanın ve okçuluğun bütün meselelerini, ihtilaflarını çözerlerdi. Burada tâlim yapanların imtihanlarını yaparlar ve gençleri okçuluğa teşvik ederlerdi. Üç yüz metreye ok atabilen okçu, “kemankeş” ünvânını alırdı. Okçuluk tekkesi, her sene altı mayısta ok talimlerine başlamak için açılır, pazartesi ve perşembe günleri olmak üzere tâlimler altı ay devâm ederdi. Okçular, müsâbakalarına “koşu” derlerdi. Okçu meydanına öğleden evvel gelip yemekler yenildikten ve namaz kılındıktan sonra müsabaka başlardı.

Atışlar mesâfe atışı ve “hedefe atış” olmak üzere iki çeşitti. Bir de zarp vurma denilen sert cisimleri delme yarışı vardı. Hedefe atışlarda, hedef tabla veya “puta” denilen kalın meşinden yapılmış ve içi saman dolu cisimlerdi. Tabla iki ayak üzerine tespit edilir. İsâbeti haber vermek için etrafına çıngıraklar konulurdu. Menzil atışına katılanlar meydan sorumlularından olan ihtiyarlar ki “azmâyiş” denilen okları kullanırlar, dokuz yüzcüler, binciler ve bin yüzcüler diye dörde ayrılırlardı. Seksen gez aralıkta dikilmiş iki bayrak arasına düşmeyen oklar müsâbaka hâricinde tutulur, oku en uzağa atan kemankeş müsâbakayı kazanırdı. Târihte meşhur kemankeşlerin menzil dereceleri şöyledir: Tozkoparan İskender 1281 gez (845,4 m), Arap kemankeş 1124 gez (741,8 m), Sübaşı Sinan 1109 gez (731,9 m), Havandelen 1235 gez (815,1 m,), Kazzaz Ahmed 1037 gez (684,4 m), Benli Karagöz 1161 gez (766,2 m), Deve Kemal 1205 gez (795,3 m), Çullu Ferruh 1223 gez (807,1 m) Kaptan Sinan 1232 gez (813,1 m), Bursalı Şela 1271 gez (838,8 m) Solak Bali 1239 gez (817,7 m) (Bir gez 66 cm’dir)

Okçular ok atarken, sol dizlerini yere koyup sağ dizlerini kaldırırlar “Ya Hak” diye salâ verip oku fırlatırlardı. Abdestsiz ok atmazlardı. Kazanan kemankeşin boynuna çaprazvârî şal takılır. Okçular tekkesine götürülürdü. Şeyhü’l-meyâdin de kazanana iltifât ederdi. Müsâbakalarda mükâfât koymak, sadece pâdişâhlara, vezirlere ve şeyhü’l-meydanlara mahsustu. Her yıl binlerce kemankeş yarışırdı. Topkapı Müzesindeki bir belgede; 1671’de sâdece Ok Meydanı’nda 3375 kemankeşin ok attığı belirtilmektedir.

Okçular, kullandıkları âletlere hürmet ederler, tâlim veya müsâbakalardan sonra yay ve oklarını tekkedeki dolaplarına koyarlardı. Okçuluk tekkeleri iki odadan müteşekkil olup birinde sohbet edilir diğerinde ise yemekler yenirdi. Okçuluk sporunun ve tekkelerinin kendilerine âit kuralları olup, bunlara riâyet etmeyenler, kemankeşlikten menedilmeye kadar varan birçok müeyyidelere tâbi tutulurlardı. İstanbul, Edirne, Bursa gibi pekçok şehirde ok îmâlâtçıları büyük çarşılar hâlinde toplanmışlardı. Osmanlı ordusunun ok ihtiyâcını cebeci ocağı karşılamakta, bu ocak tarafından îmal edilen oklar sandıklarla savaş meydanına götürülüp burada kemankeşlere dağıtılmaktaydı. Pâdişâhı ise, dört yüz okçu muhâfaza ederdi.

Osmanlının son zamanlarına doğru özellikle İkinci Mahmûd Han zamânında ateşli silahların iyice yerleşmesiyle, okçuluk eski önemini kaybetmeye başladı. Cumhûriyet devrinde ise Necmeddin Okyay, Vakkas Okatan, Bahir Özak ve Kemal Gürsel, Okspor Kulübünü kurarak bu faâliyeti devam ettirdiler. Günümüzde okçuluk çalışmaları, Okçuluk Federasyonu tarafından yürütülmektedir.

Târihî bir geleneği olan okçuluk yarım asıra yakın zamandan beri spor olarak, pek çok ülkede devam etmektedir. Günümüzde bu spor, dünyâda 50 ülkede yapılmaktadır. Okçuluk spor cemiyetleri ve bunların bağlı oldukları okçuluk federasyonları vardır. Olimpiyatlara kadar giren, kâideleri tespit edilen bu spor dalı, erkek ve kadın yarışmacılar tarafından yapılmaktadır.

Müsabakalarda kullanılan oklar ağaç, sun’î madde veya çeliktendir. Ağırlıkları 20-28 gr, boyları ise atıcıya göre 65-72 santimetredir. Okların ucu sivri olup arkasında üç tüy vardır. Yayın iç kısmının ortasında hedefi görme işâreti bulunur. Etrafı korunan düz çayırlık yerlerde hedef dikilmek sûretiyle bu spor yapılabilir. Hedef, sıkıca sarılmış hasıra tespit edilen, 1,22 m çaplı kâğıttır. Atıcı ile hedef arasındaki mesâfe erkekler için 90, 70, 50 ve 30 m, bayanlar için 70, 60, 50 ve 30 m olarak belirlenmiştir. Her mesâfeden 36’şar ok atılır. Hedefteki dâirelere, yapılan isâbetlere göre, yarışmacılara puan verilir.

OK

Yavuz Sultan Selim Hanın önünde

Ok atan ihtiyâr Bektaş Sübaşı

Bu yüksek tepeye dikti bu taşı

O Gâzî Hünkârın mutlu gününde.

 

Vezir, molla, ağa, bey, takım takım

Güneşli bir nisan günü ok attı.

Kimi yayı öptü, kimi fırlattı

En er kemankeşe yetti üç atım.

 

En son Bektaş Ağa çöktü diz üstü

Titrek elleriyle gererken yayı

Her yandan bir merak sardı alayı

Ok uçtu, hedefin kalbine düştü

 

Hünkâr dedi; “Koca pek yaman saldın!

Eğerçi bellisin benim katımda

Bir sır olsa gerek bu ilk atımda

Bu sihirli oku nereden aldın?”

 

İhtiyar elini bağrına soktu

Dedi ki; “İstanbul muhasarası

Başlarken aldığım gazâ yarası

İçinden çektiğim bu altın oktu.”

Yahyâ Kemâl Beyatlı

OKAPİ (Okapia johnstoni)

Alm. Okapi (n), Fr. Okapi (m), İng. Okapi. Familyası:Zürafagiller (Giraffidae). Yaşadığı yerler: Kongo’nun nemli ve sık ormanlarında yaşar. Özellikleri: Görünüşü zürafaya benzer. At iriliğinde olup, ön bacak ve butlarında siyah beyaz şeritler vardır. Yalnız veya çiftler hâlinde dolaşır. Çeşitleri: Tek türdür.

Zürafagiller âilesinden, Afrika Kongosu’nun nemli ve sık ormanlarında yaşayan, geviş getiren bir memeli. Yüksekliği bir metre kadardır. Çiftparmaklılar takımındandır. 1900 yıllarında keşfedildi. Önceleri bir tür at sanıldı. Postu parlak kızıl kestane renginde kıllarla örtülüdür. Çene ve ayakları sarımtrak beyaz tüylüdür.Kalça ve ön bacaklarında zebrada olduğu gibi enine siyah beyaz şeritler bulunur. İri kulaklı, ince ve kısa kuyrukludur. Kuyruk ucunda bir demet kıl bulunur. Kafatası ve alındaki kısa boynuzları zürafaya benzediği hâlde, boynu uzun olmayıp yelesizdir.

Balta girmemiş sık ormanlarda tek veya çiftler hâlinde dolaşır. Devamlı hareket hâlindedir. Ancak gece bir miktar dinlenir. Sık ve karanlık ormanlarda iyi görmemesine rağmen, koku alma ve işitme duyusu hassastır.Zürafadan daha hassas kulakları ile en hafif sesleri bile algılar. Tehlike karşısında dörtnala koşar. Hızlı hareket ederken, kalın derisi, dal ve dikenlerden yaralanmasını önler. Ot ve yapraklarla beslenir. Zürafa ile ortak birçok yönleri vardır. Köpek dişleri loplu, boynuzları kısmen deri ile örtülüdür. Dudakları uzayıp sağa sola dönebilmektedir. Uzun diliyle yaprak ve otları yakalayıp koparabilmektedir. Gebelik süresi 425 gündür. Dişi, kendine benzer tek yavru doğurur.

OKKA

İlk çağlardan beri Ön Asya ve Ortadoğu ülkelerinde kullanılan eski bir ağırlık ölçüsü birimi. Okka, Arapça bir kelimedir. “Bugge, Kıyye” şeklinde de söylenmektedir.

Okkanın ağırlık ölçüleri ülkelere, şehirlere hattâ bâzan devirlere göre değiştirilmiştir. Meselâ; İslâmiyetten önce kullanılan bir okka, iki bin beş yüz altmış dört gram (2.564 gr) iken, İslâmiyetten sonra en çok kullanıldığı dönem olan yirminci yüzyılın başlarında, bir okka, bin iki yüz seksen iki gram (1.282 gr) olarak kullanıldı. Gene Şam’da, ortaçağda bir okka 600 dirhem, Halep’te 720 dirhem iken, yeni çağda Mısır ve çevresinde bir okka 444,6 gr karşılığı olan 144 dirhem hesap edilirdi. Yine aynı dönemlerde Irak ve çevresinde bir okka (hogge), 5.128 gr yâni 1600 dirhem olarak kullanılırdı.

Orhan Gâzi devrinde yapılan ilk şer’î tespitten sonra, Osmanlı Devletinde de bir ağırlık ölçüsü olarak kullanılmaya başlandı. Bu tespite göre bir okka, bir dirhem-i şer’înin dörtte birinin (yâni 3,148 gramın) 400 katı olarak kabul edildi. Daha sonra 400 dirhemlik okkanın gram cinsinden ağırlık değerlendirmesi, dirhemin gram karşılığı, 3,207 gr olarak kabul edildi. Cumhûriyetin îlânından sonra 26 Mart 1931 târih ve 1782 sayılı ölçüler kânunu ile dirhem, okka, kantar, çeki vs. gibi ağırlık ölçüleri kaldırılarak yerlerine gram, kilogram ve ton kullanılmaya başlandı. Günümüzde Anadolu’nun bâzı yerlerinde halk arasında yapılan alış-verişlerde hâlen okka tâbiri kullanılmaktadır.

Cumhûriyetten önce Osmanlı Devletinde kullanılan irili ufaklı gram cinsinden ağırlık isimleri ve değer miktarları şöyledir:

Zerre

 0,0015 gr

Habbe

Dirhemin kırk sekizde biri olup, yarım Tasuc’a eşittir. 0,0668 gr

Tasuc

2 Habbe 0,1336 gr veya yarım 0,1002 gr

Kırat  

Bir miskalin yirmi dörtte biri, 4 keçiboynuzu çekirdeği olarak Ê hesap edilirdi. 0.2004 gr

Denk veya Danik

  0.80175 gr

Dirhem   

  4 Denk=3.207 gr

Miskal

  24 kırat=4,81 gr

Astar 

  0,6 vukıyye, 77 gr

Vukıyye 

  40 dirhem, 128,280 gr

Müd   

122 dirhem, 391.25 gr

Rıtl veya Ratl

12 vukıyye, 480 dirhem, 1539.36 gr

Kafız  

2 mekûk ölçekte bir ağırlıktır.

Mekûk

Değişik yerlerde değişik ağırlıklarda bir ölçektir. Bâzı yerlerde yarım rıtl, yâni 240 dirhem, umûmiyetle 8 vukıyye, yâni 320 dirhem olup, 1026,24 gr çekmektedir.

Man   

2 Rıtl karşılığı yâni 960 dirhem, 3078,75 gr

Kilçe  

8 müd veya 976 dirhem, 3130 gr, 1040 dirhem, 3335 gr olup genellikle Ramazanda fitreler, fetvâ mecmualarındaki ölçeklerin geneli buna göre hesap edilirdi.

Batman

7697 ile 8000 gr arasında değişirdi.

Vibe  

2928 dirhem, 9390 gr

Okka  

400 dirhem, 1288 gr

Kantar

44 okka, 56449 gr

Çeki   

4 kantar, 225.798 gr

OKLUKİRPİ (Hystrix)

Alm. Stachelschwein, Fr. Porc, épic, İng. Porcupine. Familyası: Oklukirpigiller (Hystricidae), Okluağaçkirpisigiller (Coéndidae), Yaşadığı yerler: Eskidünyâ ve Amerika kıtasında. Özellikleri: Sırtlarında sert dikenler bulunur. Bitkisel besinlerle beslenirler. Ömrü: 8-10 yıl.Çeşitleri:  Oklukirpi, Urzon ve Kuanda en tanınmış türleridir.

Sırtları dikenli olan ve bitkisel besinlerle geçinen kemiriciler (Rodentia) takımından memeliler. Eskidünyâ ve Amerika kıtalarında yaşayan çeşitleri mevcuttur. Boyları 35 ile 85 cm arasında değişmektedir. Gececidirler. Birçokları ağaçlarda, bir kısmı da toprakta yaşarlar. Afrika’dan Hindistan’a kadar olan step ve savan bölgelerinde yaşayan Eskidünyâ kirpileri, oklukirpigiller (Hystricidae) familyasından olan kara hayvanlarıdır. Yeraltında kazdıkları inlerde barınırlar. Kuyrukları düz ve ayak tabanları çıplaktır. Yenidünyâ oklukirpilerinin ise ayak tabanları kıllı ve kuyruklu sarılıcı özellikte olup, ağaçlarda yaşarlar. Okluağaçkirpisigiller (Coéndidae) familyasına dâhildirler.

Okluağaçkirpisi, rahatça ağaçlara tırmanır. Ağaç kabuğu, yaprak ve meyvelerle beslenir. Şâyet ağaç kabuğunun tadı hoşuna giderse, bütün gün orada kalır. Eğer su içine düşerse, havayla dolu olan dikenleri onu bir mantar gibi yüzdürür. Ağaçtan düştüğü taktirde, dikenleri yastık görevi yapar. Beslenmesinin çoğunluğunu gece yapar. Beslenecek kadar dolaşır.Hattâ bâzan bütün mevsimi 3-4 ağaçta geçirir. Bir çatala oturur ve mümkün olduğu kadar oradaki ağaç kabuklarını kemirir. Oklukirpinin tuhaf bir âdeti vardır. Birdenbire uzun ümitsiz bir çığlık atar. Ardından garip feryatlar eder ve bir saate yakın da savaş çığlığı atar.

Tuhaf bir diğer davranışı da tuz içindir. Bu tutku sonucu hırıldar, oklarını takırdatır. Gece yarısından sonra gizlenerek ormancıların kampına yaklaşır. Eğer tereyağ bulursa hepsini yer. Odundan yapılmış boş yağ kutusundaki tuz tadını almak için kutuyu da kemirir. Balta saplarına ve kano küreklerine sinmiş olan insan terinin tuzunu tatmak için bunları da kıtır kıtır yer. Hattâ dinamit çubuklarını bile kemirdiği görülmüştür. Gebelik süreleri 7 ay kadar sürer. Boş bir kütük içinde gözleri açık, vücûdu dikenli tek bir yavru doğururlar. Yavru, bütün okları tamam olarak dünyâya gelir. Doğumda oklar yumuşak ve yavrunun vücûduna yatık olduğundan anaya zarar vermez.

Oklukirpiler sâkin mizaçlı olup kavgayı sevmemekle berâber bir dağ aslanını öldürebilecek kadar silah taşır. Sırt ve kuyrukları mızrağı andıran sivri ve keskin uçlu oklarla kaplıdır.

En büyük oklukirpi, Eskidünyâya mahsus olan ve toprak inlerde yaşayan tepeli oklukirpidir. Boyu 1 metreye yaklaşan bu hayvan bâzan, 30 kg ağırlığa ulaşmaktadır. Etkili silahları, başından başlayarak sırtını ve kuyruğunu kaplayan oklarıdır. İğne sivriliğinde olan bu oklar bâzan 50 cm uzunlukta olabilmektedir. Hindistan’ın ormanlarında tepeli oklukirpiye hücumu sırasında hayâtını kaybetmiş panter ölülerine sık sık rastlanır. Bir defâsında ölü bir panterin kafasına saplanmış 17 ok sayıldı. Oklardan ikisi gözlerini delerek beynine ulaşmıştı. Pençeleri de ok doluydu.

Oklukirpinin keskin zekâya ve hızlı ayaklara ihtiyacı yoktur. İstediği zaman sivri oklarını dikleştirerek tehlikeli bir şekle dönüşür. Çalılıklar arasından geçerken mırıltı şeklinde sesler çıkarır. Yürürken dikenleri ok torbası gibi takırdar. Okları etine o kadar gevşek bağlıdır ki, elle hafifçe dokunulsa bile hemen düşerler. Uçları iğne gibidir. İsâbet ettiği yeri delerek girer. Yanlarında bulunan keskin kenarlar da eti keserek saplamayı hızlandırır. Ayrıca okun dış yüzeyinde bulunan küçücük ince çengelli dikenler okun etten çıkışına mâni olur. Okların içi boştur. Sıcak ve nemli ete saplandıktan kısa bir an sonra şişer ve ucu patlayarak ikiye ayrılır ve ette tahribatı arttırır. Et yarılmadan okun çıkışı mümkün değildir.

Yenidünyânın meşhur ağaçkirpileri urzon ve kuandudur. Kuandu Meksika sınırının güneyindeki ormanlarda yaşar. Kısa dikenleri sert bir kargı gibidir. Uzun ve sarılıcı kuyruğunu ağaç dallarına dolayarak baş aşağı durabilir. Boy uzunluğu 35 cm, kuyruğu ise 12 cm kadardır. Kuzey Amerika’nın oklukirpisi urzon 40. kuzey paralelindeki ormanlarda yaşar. Bu kemirgenler 15 cm uzunluğundaki kuyruğu ile berâber yaklaşık 80 cm boyunda ve 8-10 kg ağırlığındadır. Bir kunduzdan daha küçük olmasına rağmen bir dağ aslanını öldürebilecek mahârettedir. Vücûdunda 30.000 kadar ok bulunur.

Düşmanla karşılaşan bir oklu kirpinin yaptığı ilk iş hassas burnunu korumak için başını kütüğün altına saklamaktır. Ayaklarını birbirine yaklaştırarak toprağı pençeleriyle sıkıca kavrar. Oklarını kabartır ve kuyruğunu kuvvetle sağa sola sallamaya başlar. Bu ikazı gören zekî bir saldırgan çabucak oradan uzaklaşır. Urzon; köpek, vaşak gibi bir yırtıcının saldırısına uğrayınca kuvvetli kaslı kuyruğunu hızla sallar. 20 kadar keskin uçlu ok vızıldayarak kuyruktan fırlar. Karşısındakinin etine saplanır. Bir kuyruk sallayışı bir ayıyı kaçırtmaya kâfidir. Eğer hasmı kaçmazsa, oklu kirpi burnunu sakladığı yerden çıkartarak geri geri ona doğru ilerlemeye başlar. Yapabildiği kadar burnunu eğerek göğsünün altına saklar ve kuyruğunu kızgınca sallayarak ilerler. Oklu kirpinin dikenleri tarafından öldürülen dağ aslanları ve ayılara çok rastlanmıştır.

Tabiat uzmanı Enas Milss bir defâsında kokarca ile bir oklukirpinin mücâdelesine şâhit oldu. İki hasım birbirini süzerek yaklaştılar. Birden bir sıvı patlamasıyla ortalığı çok pis bir koku kapladı. Ardından bir kuyruk sesi işitildi. Oklukirpinin kuvvetli kuyruğundan fırlayan oklar hedefini bulunca kavga sona erdi. Gerçi oklu kirpi birkaç gün pis koktu ama, kokarca da vücûduna saplanan oklarla kısa bir süre sonra hayâtını kaybetti. Oklukirpi 8-10 yıllık hayâtı boyunca kavgaları hep aynı rahatlıkla kazanır. Mücâdelenin hemen ardından, hiçbir şey olmamış gibi bir ağaca doğru ilerler ve gözüne kestirdiği dalı kemirmeye başlar. Ancak bâzan da gelincik tarafından arkadan saldırıya uğrayıp, ensesinden ısırılarak öldürüldüğü olur. Oklukirpinin en zayıf tarafı hassas burnudur. Burnuna isâbet eden bir değnek darbesiyle hemen ölür.

Oklukirpinin 10 oku bir tilkiyi kaçırtabilir. 20 okunu bir yaban kedisine gönderdiğinde, yaban kedisi acıyla feryat ederek kaçar. Eksilen okların yerine birkaç ayda yenileri çıkar. Oklar, kaslara çok gevşek bağlandığından bâzan kontrolsüz olarak da birkaç ok fırlayabilir. Sert okların arasında destek ödevi gören bükülen esnek oklar da mevcuttur. Kışın okların arasından uzun kıllar meydana gelir. Oklukirpiye nâdir olarakTürkiye’nin de güneyinde rastlanır. Patlıcan ve yerfıstığına düşkündür.

Bütün oklukirpiler hasımlarına ok atmazlar. Bunlar kuyruk darbesiyle ve vücutlarının oklarıyla hasımlarını geriletir veya öldürürler. Sâkin mizaçlı ve otla beslenen oklukirpiler, okları sâyesinde aslanlara bile meydan okurlar. Oklukirpilerin normal kirpilerle hiçbir akrabalığı yoktur. Oklukirpiler kemirici otçul memelilerdir. Normal kirpiler ise böçekçil olup, okları vücutlarından ayrılmaz. (Bkz. Kirpi)