O

Türk alfabesinin on sekizinci harfi. Kalın, geniş ve yuvarlak seslidir. Fizik ve matematikte derece’nin sembolüdür. 20° Celsius, 36°26’00” gibi. Kimyada Orto’nun kısaltması, Oksijen’in sembolü (O)’dur.

O harfi, Fenike alfabesinde göz mânâsında kullanılır. Eski Mısır, Etrüsk ve Latin alfabelerinde bu harf göz şeklinde yazılırdı.

Göktürk alfabesinde o harfi u sesini belirtmek için de kullanıldı. Uygur alfabesinde o,ö,u,ü sesleri aynı işâretle gösterildi. Osmanlı alfabesinde o sesi kelime başında elif ve vav harfleriyle, kelime ortasında vav veya ötre ile gösterilirdi.

Türkçe’de normal olarak yalnız kelime başında ve ilk hecede bulunur. İkinci ve daha sonraki hecelerde o kullanılmaz. Oğul, ok, orta, oyun, otuz gibi kelimelerde o kelime başında; kol, yol, çocuk, boyun, koyun, komşu gibi Türkçe kelimelerde ise birinci hecede kullanılmıştır.

Fiillerde yarımak fiilinden gelen “yor” eki bu kaideye uymaz. Bileşik kelimeler (kara-kol) ile yabancı dillerden gelen kelimelerde bu kâideye uyulmadığı görülür (doktor, ambargo, bilanço, kadro vb.). Hattâ böyle kelimelerde “o” sesi “u” veya “a” ya dönüşür. (otomobil-domabil, horoz-horuz, avukat-avoka gibi).

O, ünlem: Hayret, memnuniyet, şaşırma gibi duyguları anlatmak için kullanılır. Ancak seste söylerken bir uzunluk vardır. “O! Bu cami ne kadar güzel.”

O, üçüncü tekil şahıs zamiri: O bir çocuktu.

O, işâret sıfatı: Dünyâ hayâtının fâni olduğunu, o nîmeti çabucak kaybedeceğini düşün! Yalnız bu, şu işâret sıfatlarının yanında daha da uzağı ifâde eder, “bu ağaç, şu çocuk, o köy” gibi. Bu durum işâret zamiri için de aynı şekilde bir mânâ verir.

(O) çeşitli deyimlerde kullanılır. Onu bunu bilmem, o tarakta bezim yok, o gün, bu gün vb.

OAPEC (Bkz. Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Teşkilâtı)

OBİ NEHRİ

Asya kıtasının ikinci uzun nehri. Suladığı havza olarak, Asya’nın en büyük nehri olan Obi, 5300 km uzunluğundadır. Dünyânın da beşinci büyük nehridir. Altay dağlarından çıktıktan sonra kuzeybatıya doğru akar ve Samarov yakınlarında en büyük kolu olan İrtiş’le birleşir. Ayrıca, Bert, İnyo, Çariş, Aley ve Tom gibi kollarını da alır. Uzun bir akış seyrinden sonra Salehard şehri yakınlarında Obi Körfezinde Kuzey Buz Denizine dökülür. Burası Kuzey Kutbu dairesinin içindedir.

Obi, geçtiği havzalarda, sulama ve daha çok elektrik enerjisi elde etmede kullanılır. Nehrin suları ilkbaharda karların erimesiyle çok kabarır ve su baskınlarına sebep olur. Obi’nin İrtiş’le birleştiği yerin güneyinde Vasuiga bataklıkları uzanır. Bu bataklıklar 250.000 km2lik bir alanı kapladığı gibi yazın da hiç geçit vermez. Nehrin bazı yerlerinden ulaşımda istifâde edilmesine rağmen, kış boyunca her tarafı donar.

OBJEKTİF

(Bkz. Fotoğraf ve Fotoğrafçılık)

OBLİGASYON

Alm. Abligation, Schuldverschreibung (f), Fr. Obligation (f), İng. Obligation; bond; debenture. Borç senedi, tahvil, seri hâlinde çıkartılan ve çoğunlukla fâizli olan kıymetli evrak.

Bunlar genellikle hâmiline yazılı olarak düzenlenmekle birlikte nâma da yazılı olabilirler. Obligasyonlar, devlet, anonim şirketler veya medenî kânuna göre gayri menkul üzerine ödünç muâmelesi yapan kuruluşlar tarafından çıkarılabilir.

Devlet obligasyonları veya tahvilleri özel bir kânunla çıkartılabilmekte, bu kânunlarda düzenlenmeyen hususlar hakkında Türk Ticâret Kânunu hükümleri uygulanmaktadır.

OBSTRÜKSİYON

Alm. Obstruktion (f), Fr. Obstruction (f), İng. Obstruction. Mâni olma, engelleme, geciktirme mânâlarında kullanılan bir parlamento deyimi. Bir tasarı veya teklifin görüşülmesi, bir kânunun geçmesi, incelenmesi, araştırılması gibi, yasama meclislerinin belirli bir faâliyetinin; bu konunun görüşülmesinin veya kânun teklifinin karşısında olan, siyâsî parti veya gruplarca, parlamenter taktik ve yollarla, geciktirilmesi veya engellenmesi işidir.

Bu mâni olma sırasında, çeşitli hareketler ve işlemler yapılabilir. Meselâ çok uzun teklifler verilmek sûretiyle asıl konuya girilmesini önlemek; toplantıya girmeyerek görüşmeler için gerekli meclis sayısının toplanmasını önlemek, toplantıyı güçleştirmek veya yaptırmamak; çok uzun konuşmalar yaparak veya görüşmeleri kasten uzatarak, zamanlı-süreli işleri (bütçe kânunu çıkarılması gibi) aksatmak; bâzı tasarı ve teklifleri “kadük” hâle getirecek bir hareket tarzı tâkip etmek. Hattâ bâzı âcil ve kritik konularda mecliste, heyecanı arttırıp, elektrikli bir hava meydana getirerek toplantıları tâtil ettirmek gibi taktikler obstrüksiyon çeşidi olarak göze çarpmaktadır.

Obstrüksiyon, sâdece demokratik ülkelerin parlamento toplantılarında görülmektedir. Hür olmayan ve demokrasiyle idâre edilmeyen devletlerin meclislerinde, herhangi bir engelleme veya geciktirme söz konusu olamaz. Herhangi bir tasarı veya teklif, çok yönlü olarak tenkit bile edilemez.

Bilhassa iktidârda koalisyon hükümetleri bulunduğu zamanlarda, Türkiye’de de, engelleme ve obstrüksiyonun aşırı olarak uygulandığı devreler olmuştu. Kuvvetli ve tek parti iktidârı olduğu dönemlerse engellemelerin fazla başarılı olamadığı zamanlardır.

OCAK

Alm. Feuerstelle (f), Herd, Kamin (m); Bergwerk (n), Fr. Foyer, réchaud (m); cheminé (f); mine (f), İng. Fireplace, furnace, oven; chimney; mine. İçinde ateş yakılmaya yarayan yer. Eski çağlardan beri evlerde ısınmak, yemek pişirmek için ocaklardan faydalanılırdı. Kömür, taş ve mâden çıkarılan yerlere, zirâatçıların bostanlarda her çeşit sebze için ayırdıkları, etrâfını toprak parçalarıyla yükselttikleri yerlere de ocak ismi verilmektedir. Herhangi bir şeyin çok bulunduğu veya yapıldığı, belli bir maksat veya gâye için toplanılan yerlere de ocak denmektedir. Özel bir gâye ve hizmette kullanılmak üzere teşkilâtlı olarak kurulan, âile gibi bir arada yaşayan kuruluşlar da ocak ismini almaktadır. Osmanlılardaki Yeniçeri Ocağı bu şekilde kurulmuştur. Bugün halk arasında asker ocağı tâbiri de bu mânâda kullanılmaktadır.

Evlerde kullanılan ocağın târihi, insanoğlunun ateşi bulmasıyla başlar. İlk zamanlarda belli aralıklarla konan birkaç taşın meydana getirdiği ve içinde ateş yakıldığı yerler ocak olarak kullanılırdı. Daha sonraları insanların barındıkları yerlerin içinde ocak vâsıtasıyla ateşler yakılmaya başlandı. Odun olarak dayama denen kütükler yakıldı. Ortada da yanan ocağın dumanını dışarı atmak için barınakların üst kısımlarından delikler açıldı. Bu delikler sâyesinde dumanların dışarı atılması sağlandı. Bugün ocaklarda gördüğümüz baca şekilleri bu gelişmenin sonucunda ortaçağda meydana çıkarak, zamanımıza kadar çeşitli değişikliklerle geldi.

Eski Türk kabîlelerinde ocak ve ocaktan faydalanma vardı. Fakat bunlar göçebe hâlinde yaşadıkları için bacalı ocaklıkları mevcut değildi. Zâten ihtiyaç da yoktu. Türkler yerleşik düzene geçtikleri zaman kullandıkları ocaklarda da değişiklik oldu. Isınmak ve yemek pişirmek için etrafı kapalı, önü evin içine açık, üzerinde dumanı toplayarak dışarı atmak için bacası olan ocaklar yaptılar. Bunları evlerin duvarına gömülü olarak yapar ve bacasını da aynı duvarın içinden yukarı evin çatısına çıkarırlardı.

Ahî tekkelerinde, Selçuklu medreselerinde ve kervansaraylarda bu tip ocakları görmek mümkündür. Selçuklulardan sonra Osmanlılar zamânında gördüğü iş ve süslemecilik bakımından son derece güzel ocaklar yapıldı. Osmanlı-Türk yapı sanatında ocakların süslenmesi ayrı bir süsleme sanat dalı olarak gelişti. Bursa’da antika bir ocağın dış kısmı sökülüp kaçırılarak senelerce önce 1000 İngiliz lirasına satılması bunların kıymetini açıkça belirtmektedir.

Evlerde yapılan ocakların önleri açık olduğu için, yapımı büyük ustalıklar istemektedir. Yapılan ocakların bacaları çok iyi çekmelidir. Bunun aksi olursa ocak tüter ve dumandan durulmaz. Bunu önlemek için bacalar evlerin çatısını geçecek şekilde yapılmıştır.

Günümüzde modern şekilde yapılan evlerde ocağa pek az rastlanmaktadır. Daha çok salon ve oda süsleme maksadıyla şömine denen ocaklar yapılarak dekoratif bir görünüm verilmektedir.

Bugün ocak denilince, ısınmanın dışında yemek pişirmek için kullanılan ocaklar akla gelmektedir. Bunlar havagazı, kömür, gaz, elektrikli ocaklar vs. gibileridir.

ODA

Alm. Zimmer (n), Stube, Kammer (f), Fr. Chambre, salle (f), bureau (m), İng. Room, chamber; office; department. Bir binâ veya evde, etrafı duvarlarla çevrilmiş, oturmaya, yatmaya yarayan bir veya daha fazla çıkışı olan bölmelerden her biri. Serbest meslek adamlarını içinde toplayan resmî birlik (Ticaret Odası, Hekimler Odası vb.). Yeniçeri kışlalarına verilen ad.

Yeniçeri Ocağı kurulduğu zaman ilk odalar Edirne’de yapıldı. İstanbul fethedildikten sonra Yeniçeriler İstanbul’a nakledilince Şehzadebaşı Câmii yeri ve karşısında, daha sonra da Aksaray tarafında yeni odalar inşâ edilmişti. Her orta ve bölüğün birer odası vardı. Acemi ocaklarının da ayrı ayrı odaları bulunurdu. Târihteki kayıtlara göre, Yeniçerilerin odalarının toplamı 199’dur. Bunların yüzü cemaat odası, altmış biri ağa bölükleri, otuz dördü sekban ve dördü de solak odasıydı. Odalara âit kapıların üzerinde orta veya bölüğün armaları bulunurdu. Odalar mutfak, kiler, çamaşırhâne, koğuş ve orta sofaları ile birlikte bir bütündü. Yeniçeri odaları hasırla kaplı idi. Halı ve kilim bulunmazdı. Bu hasırları yapmak için her sene Manyas’tan saz getirtilirdi. Oranın halkı, zamânı gelince sazları toplar, aksatmadan İstanbul’a gönderirdi. Odaların zeminleri çini tuğla ile döşenirdi. Yeniçerilerin odalarına yabancıların girmemeleri için kapılar konmuştu. Yeni odalardaki kapılar, âdet kapısı, ağa bölüğü kapısı, solaklar kapısı, meydan kapısı, çayır kapısı, et kapısı, karaköy kapısı olmak üzere yedi kapısı vardı. Nöbetçilerle korunan bu yedi kapının hepsi de Kânûnî Sultan Süleyman (1520-1566) zamânında açıldı.

Osmanlı pâdişâhları an’ane olarak birinci ağa bölüğü mensubuydular. Bu sebepten yeni odalarda bulunan bu bölüğün kışlasında pâdişâhlara mahsus taht-ı hümâyûn odası vardı. Ekserisi ahşaptan yapılan Yeniçeri odaları zaman zaman çıkan yangınlarda yanmış ve tâmir edilmiştir. Yeniçeri Ocağının kaldırılması sırasında (1826) odalardan bir kısmı yağlı paçavralar atılmak sûretiyle yakılmış, kalanlar da birkaç gün sonra yıktırılmıştır.

ODOMETRE

Alm. Kilometerzähler (m), Fr. Odométre (m), İng. Odometer. Otomobil, bisiklet gibi hareketli vâsıtalarda alınan yolu kilometre veya mil olarak gösteren âlet. En çok bilineni otomobillerde kullanılanıdır. Odometrelerin çalışması, manyetizma ve elektrik enerjisiyle sağlanır. Bir araçta tekerleklerin bağlı olduğu milin etrâfına yerleştirilen dinamo ile üretilen elektrik, iletken kablo vâsıtasıyla odometreyi çalıştıran döner mıknatısa gelir. Bu mıknatıs, üzerinde uluslararası standartlara göre altı tâne disk bulunan kademeli bir milin dönmesini sağlar. Disklerin her biri sıfırdan dokuza kadar numaralıdır. En sağdaki disk her yüz metrede, diğerleriyse sağdan îtibâren sıra ile bir, on, yüz, bin ve on bin kilometrede bir değişir. Bu değişme, mıknatısa bağlı olan milin mekanik özelliğiyle mümkün olur. Böyle bir odometre toplam 99.999 kilometrelik ölçme kapasitesine sâhiptir. Aracın aldığı yol bu miktârı aşarsa odometre sıfırlanır. Cihazı kapasitesi dolmadan sıfırlamak normal olarak imkânsızdır. Bunun, kurcalanması veya benzeri bir şekilde yapılması ise yasaktır.

Bâzı vâsıtalarda normal odometrenin yanında arzu edildiği zaman sıfırlanabilen ikinci bir odometre bulunur. Bunlar iki yer arasındaki uzaklığı ölçmede kolaylık sağlarlar. Bir de karayolları ekiplerinin kullandığı yeni yapılan yolların uzunluğunu ölçmeye yarayan bilgisayara bağlı odometreler vardır. Bunlar hem çeşitli yerler arasındaki uzaklıkları, hem de gidilen toplam yolu otomatik olarak hâfızalarına kaydederler.

Kullanılmış araçların satışında, vâsıtanın kaydettiği toplam yolun çok mühim olması, odometrelere önem kazandıran bir başka husustur.

ODYOMETRE

Alm. Eudiometer (n), Fr. Odiomètre, audiomètre (m), İng. Audiometer. Gazlar arasındaki reaksiyonlarda ortaya çıkan hacim değişikliklerini ölçmeye yarayan, gazları birleştirip ayrıştırmada kullanılan cihaz. Bir odyometre, esas olarak, derecelenmiş, çeşitli patlamalara dayanabilecek çok sağlam cam bir tüpten meydana gelir. Tüpün yukarı ucunda gaz doldurmaya yarayan bir musluk, alt ucunda ise yan taraftaki civa dolu kapla bağlantıyı sağlayan bir “U” borusu takılıdır. Yine üst kısımdan, tüpün içine iki platin elektrot sokulmuştur. Uçları birbirine değmeyen bu iki elektrot, bir Ruhmkorf makarasına (indüksiyon bobinine) bağlanır. Odyometreye gaz doldurmak istenince, tüpteki civa seviyesi musluğa kadar arttırılır, musluğa gaz verilen boru bağlanarak, civa tekrar yan kaba geçirilir. Tüpte bir basınç azlığı meydana geleceğinden gaz veya gazlar tüpe dolar. Daha sonra indüksiyon bobini çalıştırılarak, kaba yüksek voltaj uygulanır. Böylece istenilen birleşme, ayrışma meydana gelir.

Odyometrenin çalışma prensibini ortaya koyan ilk alet, Henry Cavendish’in 1781’de hidrojen ve oksijeni birleştirerek su elde ettiği metal cihazdır. Şimdi Londra Kraliyet Enstitüsü’nde bulunan bu mekanizmada hidrojen ve oksijen, biri birine bağlı iki kaba konuluyor, bu kaplara kıvılcım tatbik edilerek su meydana getiriliyordu. Cavendish’in metodunda bir miktar su yoğunlaşıp, bir miktârı da buhar hâlinde kaldığından reaksiyon ürünü suyun hakîkî miktârı tam olarak hesaplanamıyordu. Modern metodda ise, odyometrenin etrâfına ayrı bir cam tüp daha geçirilmekte, bu cam tüpte kaynar amil alkol sirkülasyonu yapılmakta ve bu sâyede suyun tamâmının buhar hâlinde kalması temin edilmektedir.

ODYOVİZÜEL EĞİTİM (İşitme-Görme ile Eğitim)

Alm. Audiovisuelle Ausbildung (f), Fr. Education (f) audiovisuelle, İng. Audiovisual education. Kulağa ve göze hitap eden eğitim şekli. Film, teyp, radyo, televizyon, model, video kullanılarak yapılan bir eğitim metodudur. Odyovizüel eğitimden maksat, öğrenmeyi kolaylaştırmak ve ilerletmektir. Eğitimciler; klasik metodlarla, ders kitabı ve sınıfta yalın olarak anlatılarak yapılan eğitimlerde neticeye gidilemediğini anlamış, daha değişik metodları araştırmaya başlamışlardır. En iyi öğrenme yolunun öğrencinin doğrudan doğruya konu ile ilgili tecrübelere girmesiyle olacağı anlaşılmıştır. Bu maksatla kitap ve sınıfta anlatılanlara ilâve olarak göze ve kulağa hitap eden araçlardan istifâde edilmeye başlanmıştır. Tatbikat öğrenmede, akılda tutmada, hatırlamada, düşünmede, ilgi ve hayal uyandırmada, kişilerin çevreye uyum ve yetişmesinde, bu cins eğitim araçlarının çok büyük etkisi olduğunu göstermiştir.

Normal eğitim maksadı ile uygulanmakta olan odyovizüel eğitim araçları iş, endüstri ve silahlı kuvvetlerde de tatbik sâhası bulur. Burada kullanılan araçlar arasında film projektörleri, radyo, televizyon, video, teyp sayılabilir.

ABD ve İngiltere’de odyovizüel eğitim, 1920’lerden beri muhtelif araçlarla faaliyettedir. 1970’lere kadar en çok kullanılan araçlar radyo, film ve televizyonlar olmuştur. Radyo ve televizyon yayın yolu ile eğitimi evlere kadar taşırken, film umûmiyetle lise ve üniversitelerde eğitim aracı olarak kullanılmıştır. 1970’lerden sonra video ile yapılan odyovizüel eğitimler ön sıraya geçmiş, kapalı devre televizyon yayınları eğitimin hizmetine girmiştir. Türkiye’de odyovizüel eğitim konusu çok yenidir. Radyo, televizyon yolu ile az da olsa odyovizüel eğitim başlamıştır. Videodan eğitimde faydalanma gitgide yayılmaktadır. Faydaları yanında maalesef odyovizüel eğitim araçlarının ahlâkî çöküntüyü giderek arttıran bir tesire yol açtığını da gözden uzak tutmamalıdır.

OECD

(Bkz. Uluslararası Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı)

OFSET

(Bkz. Baskı ve Baskı Tekniği)

OFTALMOLOJİ

Alm. Augenheilkunde, Ophthalmologie (f), Fr. Ophthalmologie (f), İng. Ophthalmology. Gözün yapısı, hastalıkları ve çalışması ile meşgul olan ilim dalı. Eski medeniyetlerde oftalmoloji, yaygın olarak uğraşılan bir bilim dalı idi. Mısırlıların M.Ö. 1550 yılına âit Ebers papirüslerinde, ileri oftalmoloji bilgisi dikkati çekmektedir. Bu bilgilerden, eski Mısırlıların bâzı klinik târifler yapmış oldukları öğrenilmektedir. Hipokrat’ın oftalmoloji bilgisi, kendinden çok önce yaşamış olan Mısırlılara göre çok geriydi. Daha sonra Romalılara kadar olan devirde, Celsus’un çalışmaları dikkati çekmektedir. Galen’in de oftalmolojiye katkıları olmakla birlikte, görmeyle ilgili olan teorisi çok yanlıştı.

Eski Yunanlıların çalışmalarını Arapça’ya tercüme eden İslâm âlimleri, bunların yanlışlarını ortaya koydular ve yaptıkları keşiflerle, kendilerine has bir oftalmoloji anlayışı geliştirdiler. Dokuzuncu asırda Huneyn bin İshak gözle ilgili eser yazmıştır. Onuncu asırda Ammâr ilk defâ katarakt ameliyâtını yaptı. Ali bin Abbas ise Arabistan Yarımadasında görülen bâzı göz hastalıkları üzerinde de araştırmalar yapmış ve kendine göre mühim tedavi yolları tesbit etmiştir. On birinci asırda Ali bin Îsâ ilk defâ göz hastalıkları hakkında kitap yazmıştır. On üçüncü asırda İbn-i Nefis gözün yapısı ve görme olayını inceleyerek modern anlamda açıklığa kavuşturmuştur.

İslâm âlimleri, lisan olarak Arapçayı kullanmakla birlikte, Kurtuba (Endülüs) ile Bağdat arasında yaşayan çeşitli milletlere mensup kimselerdi. Ortaçağın sonlarına doğru, Avrupa’da İslâm medeniyetine âit kitaplar, Avrupalılar tarafından Lâtinceye tercüme edildi. Böylece Avrupa’da rönesansın temelleri atıldı. Romaİmparatorluğunda, Salerno ve Montpellier’in okullarında, İslâm âlimlerinin kitaplarından yapılan tercümeler okutulmaya başlandı. On birinci yüzyılda Salerno’da öğretmen olan Constantinus Africanus, Arapça kitapları Lâtinceye tercüme ediyordu. Bu tercüme işi, yıllar geçtikçe artan bir hızla devam etti. O zamanlar oftalmoloji, her önüne gelenin yaptığı basit bir el hüneri durumundaydı. Seyyah pratisyen hekimler, katarakt ameliyatı yapıyorlardı. Avrupa’da ortaçağda ismi zikredilebilecek bir göz doktoru yoktu, fakat diğer konularla birlikte oftalmolojiye de el atmış Roger Bacon, Leonardo da Vinci gibi kimseler vardı.

Oftalmoloji, rönesansta pek gelişme fırsatı bulamadı. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda göz anatomisi ve görme mekanizmasının anlaşılması ile gelişmeler başladı. On sekizinci yüzyılda önemli gelişmeler oldu. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında anestezi ve asepsinin uygulanmağa başlamasından sonra göz cerrahisi hızla gelişti, glokomun cerrâhî tedâvisi bulundu. Bilhassa 1851’de Helmholtz tarafından bulunan oftalmoskop âleti, oftalmolojide hayal edilemeyecek ufuklar açtı. 1911’de Gulstrand tarafından keşfedilen biyomikroskop ise, canlı gözün mikroskobik muâyenesini mümkün kıldı.

Gözün yapısı, çalışması ve hastalıkları (anotomisi, fizyolojisi ve patolojisi) üzerinde târih boyunca birçok hekimin kıymetli çalışmaları oldu. Göz anatomisine âit ilk şekiller, İslâm literatüründe göze çarpmaktadır. Şu anda mevcut olan bâzı Arapça el yazması kitapların metinlerinde şekillere bakılması söylenmektedir. Fakat şekillerin bulunduğu yapraklar kayıptır. Eldeki en eski çizim, dokuzuncu yüzyıla âit, Huneyn bin İshak’ın Göz Hakkında On Risâle kitabındadır. Huneyn bin İshak, aynı zamanda bilinen en eski göz hekimliği kitabının yazarıdır. Ali bin Îsâ ve Musullu Ammar’ın eserleriyle bu kitap Batı göz hekimliğinin ana kaynakları olmuş ve 18. yüzyılın sonuna kadar önemini kaybetmemiştir.

Hipokrat’tan önce göz anatomisine ait bilgiler, teferruatlı gözlemlerden ziyâde, spekülasyonlara dayanmaktaydı. Aristo, hayvan gözlerini inceleyerek bâzı gelişmeler elde etti. Daha sonra Galen’in çalışmalarından faydalanmışlar, diseksiyon (inceleme için yapılan özelliği bozmayan ayırma işlemi) ve çizimlerle çeşitli ilerlemeler kaydetmişlerdir.

On altıncı yüzyılda fizikçilerin görmeye âit yeni bilgiler elde etmeleriyle birlikte, modern göz anatomisine âit bilgiler ortaya çıktı. 1600’de Fabricius, lens (mercek)’in gözdeki gerçek durumunu gösterince, bugün bildiğimiz anatomik yapının temeli atılmış oldu.

Görmenin nasıl olduğu, eski zamanlardan beri üzerinde çok fikir ileri sürülen konulardan biri olmuştur. Bu konuda Yunan filozoflarının her biri ayrı bir fikri savunuyorlardı. Galen, görmeyi meydana getiren görme ruhlarından bahsetmekteydi.

İslâm medeniyeti zamânında, klasik fikirlerin aksine olarak, görmenin, gözden çıkan bir enerjinin sonucu olduğu iddia edildi. Daha sonraları, 10. yüzyılda yaşamış olan meşhur İslâm hekimi El-Râzî’nin, Görmenin Tabiatı Üzerine adlı derleme eserinde ise, gözlerin ışık neşredicisi olmadığı söylenmiştir. Ancak, 11. yüzyılda Hasan İbnül Heysem’e kadar, bu konuya mûteber bir izahat getirilememiştir. İbnül Heysem, geometri ve fizik üzerine çalışarak bir dizi optik problemi çözdü ve bilinenin aksine, cisimlerin kendilerinden çıkan ışınların göze gitmesi sonucu görüldüklerini ortaya koydu. İbnül Heysem’le birlikte, yalnız modern fizyolojik optik değil, aynı zamanda modern astronomi de başlamaktadır. İlk olarak okuma gözlüğünü bulan da, aynı âlimdir.

On altıncı yüzyılın sonlarında Kepler’in çalışmaları, İbnül Heysem’inkileri tamamladı. Kepler’le birlikte göz, İbnül Heysem’in ortaya koyduğu kânunlara uyan optik bir cihaz olarak düşünülmeğe başlandı. Gözün bu özellikleri bilinince miyopluğun önemi anlaşıldı ve gözlüklerin kullanılması bunun ardından geldi. Kepler, aynı zamanda gözün uzağa ve yakına uyumunu sağlayan akomodasyon olayını da ortaya çıkardı. İbnül Heysem’i tamamlayan bir diğer araştırmacı da Donders’tir (19. yüzyıl). Donders, gözün kırma kusurlarını akomodasyon bozukluğundan ayırdı ve miyopinin (yakını iyi görme, uzağı görememe) antitezi olarak hipermetropiyi (uzağı iyi görme) ileri sürdü. Göz fizyolojisindeki modern bilgilerin çoğu, 19. yüzyıldaki çalışmalarla elde edildi.

OFTALMOSKOP

Alm. Augenspiegel (m), Ophthalmoskop (n), Fr. Ophtalmoscope (m), İng. Cophthalmoscope. Göz küresinin, funduz (göz dibi) denilen iç kısmını muâyene için kullanılan âlet. 1850’de Van Helmholtz tarafından geliştirilen oftalmoskop, bugün her pratisyen hekimin kullandığı lüzumlu bir âlettir. Oftalmoskop, bir ışık kaynağı, merkezinde deliği olan bir içbükey küresel ayna ve çeşitli merceklerden meydana gelir. Bu mercekler, aynanın merkezindeki deliğe uyarlar ve dönen bir diskin etrafına yerleştirilmişlerdir, kolayca çevrilebilirler.

Işık kaynağı kendinden olan modern oftalmoskoplar, göz dibinde geniş bir aydınlatma ve gözleme sahası sağlarlar. Elektrik oftalmoskoplardan önce, yansıtmalı oftalmoskoplar kullanılmaktaydı. Bu metodda, hastanın başının arkasındaki ışık kaynağından gelen ışık, açılı bir ayna vâsıtasıyla gözbebeğine yansıtılarak göz dibi incelenmekteydi. Mevcut oftalmoskopların birbirine yardımcı olan iki çeşidi vardır: Direkt ve indirekt oftalmoskop.

Direkt oftalmoskoplar: Hastanın gözüne ait ışığı kırıcı, ortamları büyütücü bir sistem olarak kullanılırlar. Muâyene edenin ve hastanın gözünde kırma kusuru yoksa küçük, düz, 15 misli büyük bir görüntü elde edilir. Hipermetrop bir göz, daha geniş bir sâhayı daha az bir büyütme ile görür. Miyop göz ise, daha küçük bir sâhayı daha fazla bir büyütme ile görebilir. Muâyene eden kimse, hastanın gözbebeğine yaklaştıkça gözdibinde görülen sâha artar. Bu, bir anahtar deliğinden bakmaktaki duruma benzer. Hasta ve muâyene edenin gözünde bulunan orta derecedeki hipermetropi ve miyopiler, oftalmoskoptaki lensler (mercekler) vâsıtasıyla telâfî edilebilir.

Pilli ve şarjlı el oftalmoskopları mevcuttur. Tekrar doldurulabilen nikel-kadmiyum pilleri daha iyi ve parlak bir aydınlatma sağlamaktadır.

İndirekt oftalmoskoplar: Bunlarda +13 ile +30 diyoptrilik konveks bir mercek kullanılır. Bu mercek, hastanın gözünün 3-5 cm önünde tutulup, gözün iç kısmından yansıyan ışınları mercek ve muâyene eden göz arasında, gerçek ve ters bir hayal elde etmek üzere odaklamaya yarar. İndirekt oftalmoskopi için daha şiddetli bir ışık kaynağına ihtiyaç vardır. Başa monte edilebilen yüksek ışık kaynağının geliştirilmesi, bu tekniğe çok faydalı olmuştur. Yeni geliştirilen binoküler indirekt oftalmoskoplar sâyesinde, aynı kişiyi iki kişinin gözlemesi ve aynı anda bakmaları mümkün olmaktadır.

OĞULOTU (Melissa officinalis)

Alm. Melisse (f), Fr. Mélisse (f), İng. Lemon balm. Familyası: Ballıbabagiller (Labiatae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Batı ve Güney Anadolu.

Haziran-ağustos ayları arasında beyazımsı pembe veya sarımsı renkli çiçekler açan, yol kenarlarında ve ekilmemiş yerlerde rastlanan, limon kokulu, 30-100 cm boylarında, çok yıllık otsu bitkiler. Gövdeleri dört köşeli ve tüylü, yaprakları saplı, oval şekilli ve incedir. Çiçekler, birkaçı birarada, saplı ve çevrel durumdadır.

Kullanıldığı yerler: Yapraklarında tanen, reçine ve uçucu yağ vardır. Uçucu yağında sitral, sitronellal, geraniol ve lineol vardır. Yapraklar yatıştırıcı, mîdevî, gaz söktürücü, terletici ve antiseptik etkilere sâhiptir. Daha çok çay hâlinde kullanılır.

OĞUZ HAN

Hun-Oğuz destanı kahramanı. Nûh aleyhisselâmın torunu olan Türk’ün neslinden Kara Hanın oğludur. Allah’ın varlığına ve birliğine inanırdı. Üstün kahramanlık ve teşkilâtcılık vasıflarına sâhipti. Gençliğinde, Oğuz boylarının canına ve malına zarar veren korkunç bir canavarı öldürerek meşhur oldu. Mîlâttan önceki bin yılı içinde, Asya ve Avrupa kıtalarındaki devletleri itâati altına aldı. Âzerbaycan, Kafkasya, Anadolu, Irak, Suriye’ye sefer edip, Şam’a kadar geldi. Oğuz Hanın bu seferinden pekçok coğrafî millet ve boy adı zamânımıza kadar gelebilmiştir (Bkz. Oğuz Kağan Destanı). Destanî Oğuz Hanın, Türkçe “Alp Er Tunga”, Çince “Mete”, Farsça “Efrâsiyâb” olduğu da rivâyet edilir.

OĞUZ KAĞAN DESTANI

Türk destanlarından. Hun-Oğuz destanları grubundandır. Oğuz Kağan Destanının beş ayrı yazması vardır. Çağatayca, Farsça ve Uygurca yazmalardaki Oğuz Kağan Destanı; Oğuz boyları, Türk dili, edebiyatı, folkloru, târihi ve kültürü hakkında bilgi verir. Bu yazmaların özeti şöyledir:

Nuh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in büyük oğlu Türk, doğuda yerleşmişti. Bunun ülkesineTürkistan denildi. Türklerin ilk atası olan Türk’ün oğullarından büyüğü Kara-Han, Karı-Sayram şehrini başşehir edinmişti. Yaylakları, İpanç şehri yakınlarındaki Or-Tag ile Kür-Tag, kışlakları da Porsuk şehri yanındaki Kara-Kum idi. Kara-Hanın kardeşleri; Or-Han, Kür-Han ve Küz-Han adlarını taşıyorlardı. Kara-Han, hârika olarak doğan oğluna bir yaşında iken ad koyacağı sırada, bu çocuk; “Ben sarayda doğduğumdan, adım Oğuz olsun.” deyince, herkes şaşırmıştı. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan Oğuz, putperest annesinin sütünü sâdece bir defâ emdi. Babası, Oğuz’u, kardeşinin kızı ile evlendirmek isteyince o, Hak dîne girmeyi reddeden amcasının kızları ile evlenmedi.

Oğuz, gençliğinde; yılkıları (at sürüsü) ve insanları yiyen, çok korkulan, azgın bir canavarı öldürerek büyük şöhret kazandı. Oğuz’un, teklif edilen kızlar ile evlenmeyiş sebebini öğrenen babası Kara-Han ile amcaları, onun gizli ve kendi dinlerine uymayan bir din taşıdığını anlayarak, bir av sırasında öldürmeyi plânladılar. Suikastı anlayınca, baba ve amcasını öldürdü. Avlanırken Gök-Işık içinde beliren Gök-Kızı ile evlendi. Gök-Kızından üçüz oğlu olup; Gün-Han, Ay-Han, Yıldız-Han, bir rivayete göre de Gün-Alp, Ay-Alp, Yıldız-Alp adlarını verdi. Başka bir gün yine avlanırken, göl içindeki küçük bir adada, dünyâ güzeliGöl-Kızını gördü. Bununla da evlenen Oğuz, Göl-Kızından doğan üçüz oğullarına Gök-Han, Dağ-Han, Deniz-Han, başka bir rivâyete göre de Gök-Alp, Dağ-Alp, Deniz-Alp adlarını verdi. Sonra, Oğuz Han bütün halkını toplayarak, ulu bir toy (ziyâfet) verdi. Kırk yerde ağır sofralar kurdurdu. Toydan sonra Oğuz Han, beğler ile halka yarlıg (ferman) çıkararak, şöyle buyurdu:

“Ben sizlere oldum Kağan.

Alalım yay hem de kalkan.

Tamga olsun bize boyan

Gökbörü olsun oranı

Demir çıdalar olsun orman

Avlakta yürüsün kulan

İşte deniz, işte muran

Gün olsun tuğ, gök korıkan.”

Bundan sonra Oğuz Han, dünyânın dört yönüne yarlıg yazdı. Elçilere verip gönderdi. Bu fermanlarda şöyle deniyordu:

“Ben Türklerin kağanıyım; dünyânın dört bucağının da hâkimi olsam gerekir. Sizlerden itâatinizi istiyorum. Kim benim buyruğuma baş eğerse, el olursa, hediyelerini kabul eder, kendisini dost sayarım. Her kim de baş eğmezse, ona gazab eder, üzerine ordu çekip, baskın yapar, hemen astırıp, yok ederim!”.

Bu sırada sağdaki Çin Kağanı, kıymetli hediyelerle elçisini gönderip, itâatini saygı ile arz etti; onunla dost oldu. Soldaki Urum Kağan, itâatlerini bildirmediğinden ordusunu çekip, onların üzerine yürüyen Oğuz Han, kırk gün sonra Muzdağ (Buzdağı) eteğine gelince otağına güneyden bir ışık girdi ve içinden, gök tüylü, gök yeleli iri bir erkek böri (kurt) çıktı. Bu Gök-Böri konuşarak, Oğuz Han’a; “Ben senin orduna kılavuz olarak önde yürüyeceğim.” dedi ve böyle yaptı.

Muzdağdan sonra Gök-Börinin kılavuzluğunda batıya yürüyen ordusunun başındaki Oğuz Han, İtil-Müren (Volga Nehri) boyundaki Karadağ önünde yapılan savaşta, kalabalık ordulu Urum-Kağanı yendi, kaçırttı. Urum-Kağanın kardeşi olup, Oğuz’a itâat eden ve saklandığı kaleleri teslim eyleyen Urum-Beğin oğluna, itâatle teslim olması üzerine, Türkçe saklayan, koruyan manâsında “Saklar” (Eslar/Slav) adı verildi. Zaferden sonra, Uluğ-Ordu Beğ adlı birisi, ulu ağaçlardan yaptığı kayıklarla, orduyu İtil’den öteye-batıya, geçirdiğinden, Oğuz Han onu mükâfâtlandırarak, İtil’in batısındaki ülkeleri ona bağışladı ve kendisine oğyuk-ağaç mânâsında Kıpçak-Beğ adını verdi.

İtil Nehri kuzeyinden karanlıklar ülkesinde yaşayan Kıl-Barak veya İt-Barak kavmini de itâat altına alan Oğuz Han, anayurdu korumak için, Uygun uruğunu vazifelendirmiştir. Anayurttan, Afgan ve Hind üzerine sefere çıkan Oğuz Han, yolda her zaman bindiği ala aygırı kaçıp, tepeleri dâimî karlı Muzdağın karları içine gitti. Buna çok üzülen Oğuz, ordusundaki cesur, soğuğa dayanıklı bir beğin, dokuz gün içinde gidip bu atı karlar içinde tutup, getirmesine çok sevindi. Onu mükafâtlandırarak Tanrıdağlar bölgesinin karlı yaylaklarını ona bağışlayıp; “Sen, buradaki beğlere baş ol ve senin adın hep Karluk olsun.” dedi.

Afgan ve Hind ellerini fethetti. Sonra, İran üzerine Horasan’a yürüdü. Yolda, duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı ve kapısı demirden ulu bir konak gördüler. Bunun kilitli kapısını açmak, çok zor olduğundan, Oğuz Kağan pek becerikli, hünerli bir kişi olan askerlerinden Tömürdü-Kağul adlı birisine, Kal-Aç diyerek, buranın kapısını açmasını buyurdu.Seferde yağmalar ve savaşlarda alınan ganimetlerini taşımak için ağaç araba yapan usta askeri çok beğenen Oğuz Han, ona yüklü arabanın yürürken çıkardığı“Kang-Kang” sesine göre Kanglı adını verdi.

Oğuz Han, Dağıstan’daki Tarku ve Derbend bölgelerini fethederek oradan Şirvan, Aran, Mugan ve Gürcistan ülkeleri üzerine gelip buraları da feth eyledi. Yaz sıcağında, ordusuyla Sabalan ve Arar dağlarındaki Alatağ (Ağrı Dağı) yaylaklarında ordusu ile yayladı. Her iki dağa da Türkçe adlar verildi. Oğuz Hanın, bu çevrede fethettiği ülkeye Türkçe Azar-Baygan adı verildi.

Oğuz Han, Alatağ yaylasında iken Gürcistan, Irak, Anadolu ve Suriye ülkelerine elçiler gönderip, itâat etmelerini bildirdi. Kış gelince Mugan Çölünü geçerek, ordusu ile orada ve Kür ile Aras nehirleri arasındaki Aran (Karabağ) kışlağında kışladı. Baharda Gürcüler itâat ettilerse de sonradan caydılar. Oğuz Han, kendi oğullarını, iki yüzer kişi ile bu küçük kavmin üzerine gönderdi ve buradan ordusuna erzak tedârik ettirdi.

Alatağ’dan ordusu ile sefere çıkan Oğuz Han, Anadolu ve Irak üzerine yürüdü. Buraların uluları gelerek, savaşmadan itâat ettiler. Kış bastırınca, Oğuz Han, ordusu ile Dicle Nehri boyunda kışladı. İlkbaharda Şam üzerine yürüdü. Bütün Raka ve Şam ülkesi itâat ettiyse de üç yüz altmış kale kapılı Antakya şehri direnince, bir yıl süren kuşatmadan sonra, burası da zaptedildi. Oğuz Han, Antakya’da tahta geçti. Yanındaki doksan bin askerini bu şehre yerleştirip, kışladı. Askerlerin çoluk çocuğunu da bu ulu şehirde barındırdı. Bu şehirden Altı oğlunu (Filistin ve Mısır ülkeleri) Tekfur’un üzerine öncü olarak gönderdi. Eğer itâat etmezse ordusu ile kendisinin de geleceğini bildirdi. İki gün ve iki gece süren savaşta yenilen Tekfur, yakalanarak Antakya’da Oğuz Hana gönderildi. Oğuz Han itâatini arz eden Tekfur’u haraca bağlayıp yeniden kendi ülkesine hâkim tâyin etti. Yunan ve Frenk ülkesinin durumunu Tekfur’dan öğrenen Oğuz Han, üç oğlunu Yunan, üç oğlunu da Frenk ülkelerini itâat ettirmeğe gönderdi. Tekfur da kendi elçisi ile bu iki ülkeye tez elden şu haberi yolladı: “Bu Oğuzlar, çok büyük kudret ve kuvvet sâhibidirler. Güneşin doğduğu yerden buralara kadar bütün ülkeleri ellerine geçirmişlerdir. Onlara hiç kimse dayanamaz. Siz de kendi isteğinizle, yıllık vergi vererek, onlara itâat ediniz. Karşı çıkıp da halkınız kırılmasın.” Sonunda, Frenk ve Yunan ülkeleri itâat edip, haraca bağlandılar. Üç yıl Antakya’da kışlayan Oğuz Han, Bağdat İsfahan yolu ile İran’a gelip, Demevan Dağından, Horasan-Herat (Afgan) yolu ile ülkesine dönmeğe karar verdi.

Oğuz Han Amuderya’yı geçerek, Ilak ülkesindeki Semerkand bölgesine vardı. Buhara sınırındaki Yalbulağaz mevkiine geldi. Anayurduna erişti. Elli yılda dünyâyı feth eden ulu cihangiri, Kanglı ve Uygurlar, dokuz günlük yoldan gelerek karşıladılar. Kürtak Yaylağına gelen Oğuz Han burada, bin evi doyuracak koyun ile dokuz yüz kısrak kestirerek, ulu bir toy verdi. Oğuz Hanın yanında soylu, yaşlı, uzun tecrübeli ve ak saçlı bir Düşüme(vezir) vardı, adı Uluğ-Türk idi. Bu vezir, bir gün rüyâda gördü ki, bir Altın Yay doğudan batıya doğru gidiyor. Uyanıp, rüyâyı, Oğuz Hanın ve neslinin cihan hâkimiyetine tâbir etti. Bunun üzerine Oğuz, oğullarını çağırıp, avlanmalarını istedi. Büyükler doğuya, küçükler batıya doğru ava çıktılar. Gün, Ay, Yıldız yolda bir Altın-Yay; Gök, Dağ, Deniz de yolları üzerinde üç Gümüş-Ok bularak dönüp babalarına getirdiler. Buna çok sevinen Oğuz Han, okların herbirini küçük oğullarının birisine verdi: “Ok, yaya tabidir, onu atarken de öyle olunuz” dedi. Sonra dönüp, Altın-Yay’ı üçe bölerek, her parçasını büyük oğullarından birisine verdi: Bunlara, Boz-Oklar dedi. Sonra, büyük kurultay toplayarak, yanına kırk kulaç boyunda bir direk diktirip, üzerine bir altın tavuk koydu ve dibine bir Akkoyun bağladı; soluna da kırk kulaçlık direk diktirip, üzerine bir Gümüş-Tavuk koydurdu ve dibine bir Karakoyun bağladı. Oğullarından Bozokları, sağ (doğu) yanına, üç-okları da sol (batı) yanına oturtarak, kırk gün, kırk gece yiyip içtiler. Ulu toy yaptılar. Sonra Oğuz Han ülkesini altı oğlu arasında bölüştürdü ve rûhunu teslim etti.