NÜKLEER REAKTÖRLER

Alm. Atomreaktor (m), Fr. Réacteur (m) nükléaire, İng. Nuclear reactor. Fen sahalarında, faydalı işlerde kullanılan ve ayarlaması mümkün zincirleme inşikaklar(yarılmalar) yapılmasına yarayan atom cihazı. Nükleer reaktör içinde, saf uranyum 235 kullanılmamaktadır. Süratleri rezonans enerjisine düşen nötronlardan, kâfî miktarının, uranyum 238 tarafından yakalanması önlenir. Kurtarılan bu nötronların hızı, daha azalıp, termik nötron olunca, inşikak (yarılma) yaparlar. Bunu başarmak için, tabiî uranyum parçası içine, nötron yakalamıyan çekirdekli atomlardan yapılmış maddeler karıştırılır. Bu maddelere (modaratör) denir ki, nâzım (tanzim edici) demektir. Süratle saçılan nötronlar, nâzım madde çekirdeklerine çarparak, enerjileri azalır. Tabii uranyum içine, nâzım madde konmazsa, zincirleme inşikak elde edilemez. Nâzım (düzenli) olarak, atom ağırlığı az olan maddeler kullanılır. Çünkü, bir nötron, büyük çekirdeğe çarpınca, sürati hemen değişmeden, ayrılır. Çok küçük çekirdeğe, meselâ bir protona (yâni hidrojen atomunun çekirdeğine) çarparsa, birkaç çarpmada, bütün enerjisini kaybedebilir. Bugün nâzım madde olarak, saf grafit hâlinde, karbon yâni saf kömür kullanılmaktadır. İkinci derecede, döteryum ismi verilen ve hidrojen gazının bir izotopu olan madde kullanılır. Döteryum maddesi, ağır su ismindeki bileşiği hâlinde kullanılmaktadır. Hidrojenin çekirdeğinde, yalnız bir proton bulunduğu hâlde döteryum atomu çekirdeğinde bir proton ve bir nötron vardır. Yâni atom ağırlığı ikidir. Ağır su, grafitten daha elverişliyse de, elde edilmesi pek pahalıdır. Tabiî uranyum yerine, Uranyum 235’i çoğaltılmış uranyum kullanılırsa, nâzım olarak âdi; bildiğimiz su da kullanılabilir. İçerisinde uygun bir şekilde yerleştirilmiş, nâzım madde ile uranyum bulunan âlete (pil) denir. Bir reaktörde hâsıl olan nötronların hepsi, inşikak için kullanılmaz. Aksi hâlde, infilak olur. Yâni, bomba olur. Nötronların, bir inşikakta meydana gelip, yeni bir inşikak yapıncaya kadar geçen zaman, bir sâniyenin binde biri kadardır. Reaktörlerde, inşikaka sebep olacak nötron miktarını tanzim etmek çok mühimdir. Bu miktar az olursa âlet çalışmaz. Fazla olursa, infilâk hâsıl olur. Reaktörler çalışırken ısınır. Isınınca nötronların sürati artar ve reaktördeki maddeler de bozulur. Reaktörlerde soğutma tertibâtı çok mühimdir. Soğutma, ağır su veya ergimiş sodyum mâdeni veya uygun gaz (karbondioksit veya hidrojen veya helyum) akımı ile yapılır. Soğutma tertibatı ile işlemeyen reaktör, bozulur, çalışmaz. Soğutma tertibatı olunca atom bombası hâline dönmek tehlikesi olmaz.

Reaktörde uranyum 235 bitince, yenilemek lâzımdır. Bugün, reaktörlerde uranyum 238 izotopu da, nötron çarparak, plutonyum hâline çevrilip, bu inşikak ettirilir. Böylece, reaktör uranyum ile çok zaman çalışır.

Bugün reaktörler, toryum 232 elemanı (elementi) ile de çalıştırılmaktadır. Bu maddenin atom çekirdeği, bir nötron alarak, toryum 233 şekline döner. Bu izotop toryum ise, radyoaktif olup, iki kerre beta şuası (ışını) verdikten sonra, uranyum 233 hâline dönüyor ki, uranyumun bu izotopu da inşikak edebilmektedir.

Reaktörlerde hâsıl olan radyoaktif maddelerin bâzısı gaz hâlindedir. Bu maddeler ve inşikaklarda hâsıl olan gamma şuaları(ışınları), insan, hayvan ve nebâtlar için, çok zararlıdır. Bunları sızdırmıyacak şekilde, her reaktörü, mâden örtü ile sıkı örtmek ve betonarme içine almak lâzımdır. Ekseriya dörtte üçü toprağa gömülür. Etrafta, zararlı maddeleri haber verecek hassas âletler bulundurulur. İşçilerini, doktorlar sık sık muâyene eder. Atom sanayiinde çalışanların ölüm miktârı, diğer yerlerde çalışanlardan fazla değildir.

Uranyum bir mâden olup, arz (yer) kabuğunda, meselâ, bakırdan az değildir. Fakat, yer yüzünde çok yayılmış olduğundan, bir ton kayada, bir kilo veya birkaç gram bulunur. Bunun için, elde etmesi güç ve pahalıdır. Bir tonda on kilo bulunan filizine nâdir rastlanmaktadır. Afrika’nın ortasındaki Nijer topraklarında ve Kerala’da çok bulunmaktadır. Plutonyum, reaktör uranyum 238’den meydana gelen bir mâdendir. Çok zehirli olup, miligramın binde yedi miktarı insanı öldürür. Çok dikkatli ve gizli usûllerle serbest hâlde elde edilmektedir. Toryum mâdeni tabîatte mevcuttur ve miktarı, uranyumdan dört defâ fazladır.

Reaktörlerde kullanılan grafit, sun’î olarak Acheson usûlü ile elde edilmektedir. Bunun için kok tozu ile petrol hamur yapılıp, tedricen 800°C’ye kadar ısıtılır. Sonra elektrik fırınında 2800°C’de grafit hâlinde billurlaşır (kristalleşir).

Ağır su, âdi sudan daha az nötron yakalar. Termik nötron sürati saniyede 2500 metre olup, ağır suda, on sekiz bin kerre çarptıktan sonra tutulur. Böylece, tutuluncaya kadar 365 metre yol hareket etmiş olur. Âdi su içinde bir nötron, hidrojen çekirdeği tarafından tutularak döteryum hâsıl oluncaya kadar, ancak 17 santimetre hareket eder. Muhtelif memleketlerde, reaktörlerle elde edilen atom enerjisinden, elektrik fabrikaları çalıştırılmaktadır. İngiltere, Fransa gibi memleketlerde birçok atom merkezi vardır. Amerika’da, uçakla taşınabilen merkezler hazırlanmaktadır. Türkiye’de İstanbul’un Küçükçekmece tarafında kurulan reaktör, (1963)’te çalışmaya başlamış bulunmaktadır.

Bugün bütün milletler uranyum reaktörü yapıp işletmek, bu sûrette bol enerji, kuvvet kaynağı elde etmek için çalışmaktadır. Kömür ve benzin ocakları gibi, reaktörler de, harâret hâsıl edip, buhar kazanını kaynatarak elektrik yapan dinamoları döndürür. Böyle reaktör ilk olarak Amerika’da 1951’de işletildi ve 150 kilowatt kudretinde (gücünde) idi. Sonra, reaktörle işleyen denizaltı da yapıldı. Bugün Amerika’da, atom enerjisiyle çalışan gemiler, trenler, tanklar ve uçaklar yapmak için çalışılmaktadır. 1958’in son aylarında İngiltere’de 100.000 Kw.’lık reaktör çalıştırılmağa başlandı. Rusya’da ilk reaktör 1954’te çalıştırıldı ve 5.000 Kw.’lıktı. Pakistan da, yabancı milletlerin yardımı olmadan yaptığı reaktörü, 1962’de işletmeğe başladı. Uranyumla işliyen bir reaktör, uranyumdan 10.000 defâ daha fazla kömür kadar enerji vermektedir. Breeders kullanılarak bu enerji yüz misli artmıştır. Breederslerde uranyum 233 ve plutonyum kullanılmaktadır.

Uranyum reaktörü ile 800°C’den az sıcaklık elde edilmelidir. Çünkü, uranyum mâdeni 1100°C’de erir ve 660°C’de hacmi değişerek, koruma için örtülen kısımlar çatlar. Daha yüksek sıcaklık elde etmek için, uranyum bileşikleri kullanılır.

Nükleer enerjiyle çalışan ilk yolcu gemisi (Savannah) 1965’te işletilmeye başlandı. Bu gemi, on bin ton yükle, Atlantiği yedi günde geçmektedir. Hızı saatte 38 kilometredir. Bu gemi, üç buçuk senede elli sekiz kilo Uranyum 235 kullanarak bütün yerküresini dolaşabilir. Başka gemilerde bu işi yapmak için, yüzbinlerce ton akaryakıt lâzımdır. Fakat geminin yapılması çok pahalıya mâl olmuştur. Atom enerjisiyle çalışan Nautilus denizaltı gemisi, 1957’de kuzey kutbunun buzları altından geç ti. Triton adındaki denizaltı gemisi de, 1960’ta seksen üç gün su yüzüne çıkmadan dünyâyı dolaştı. Polaris tipindeki denizaltıların onuncusu olan (Thomas Jafferson) gemisi, 1963 yılı başında Amerikan Deniz Kuvvetlerine katıldı. Güney kutupta çalıştırılan bir Amerikan reaktörü, 1500 kilowattlık elektrik enerjisi gücünde olup, bir metre boyunda, altmış cm çapındaki çekirdeği, üç yılda bir değiştirilmektedir. Bu enerji ile, ısı ihtiyacı da temin edilmektedir.

Nükleer reaktörler, kullanılış maksadına göre; güç reaktörleri, breeder (üretme) reaktörleri, test reaktörleri, hem üretme hem güç reaktörleri diye, kullanılan nötron akışına göre; yakıtına göre; katı yakıtlı, sıvı yakıtlı reaktörler diye, yakıt yükleme şekline göre; heterojen, homojen reaktörler diye, moderatör tipine göre ve soğutma sistemine göre isimlendirilirler.

Diğer enerji kaynaklarının tükenişi endişesi bütün dünyâyı nükleer santrallar kurmağa itmiştir. Nükleer enerjiden, mâden yataklarının ortaya çıkarılışında, yol ve kanal açma gibi işlerde de faydalanılmaktadır. Nükleer enerji silah sanâyiinde de kullanılmaktadır.

NÜKLEER SİLAHLAR

Alm. Kernwaffen, Fr. Armes nucléaires (f), İng. Nuclear weaponry. Nükleer enerjiden faydalanılarak yapılan silahlar (Bkz. Nükleer Enerji). Nükleer enerji, bir atom çekirdeğinin parçalanması (fisyon) veya çekirdeklerin birleşmesi (füzyon) neticesinde elde edilir. Nükleer silahlar bu iki esasa dayanarak yapılırlar. Fisyon yoluyla elde edilen silahlara atom bombası (Bkz. Atom Bombası), füzyona dayanarak elde edilen silahlara ise Hidrojen Bombası ve Nötron Bombası adı verilir. (Bkz. Hidrojen Bombası, Nötron Bombası)

NÜKLEER TIP

Hastalıklara teşhis koymak ve tedâvi amacıyla vücut organlarının radyoaktif izotoplar kullanılarak incelendiği uzmanlık dalı.

Radyoaktif izotopların tıbbî maksatlı kullanımı 1940’lardaki atom çağıyla başlayıp birçok saha ve uzmanlık dallarında günlük kullanıma girmiştir. Radyonüklid maddeler de denilen bu izotoplar modern cihazlarla farkedilebilen ³ (gamma) ışınlarını yayarak enerjilerini açığa çıkarırlar. Bâzı radyonüklid maddeler ise b (beta) ışını yayarlar ki bunlar da bâzı laboratuvar tahlilleri ve serum analizlerinde kullanılabilirler.

Nükleer tıp teknikleri diğer radyografik tekniklere göre çok daha az bir radyasyon dozuyla klinik bilgi sağlayabilirler. Radyasyonun çoğu vücuttan kaçtığından hastanın aldığı doz çoğunlukla klasik bir göğüs röntgeni dozundan çok daha düşüktür. Bu tekniklerin çocuklarda da rahatlıkla uygulanabilen oldukça geniş bir güvenlik sınırı mevcuttur.

Radyonüklid maddelerin çoğu teşhis maksadıyla eser miktarda kullanılırken, küçük bir kısmı da radyasyon kaynağı olarak tedâvi maksadıyla kullanılmaktadır.

Nükleer tıpta kullanılan radyasyon kaynağı çeşitli şekillerde olabilir ve vücûda birkaç değişik yoldan verilebilir. Damardan, ağızdan, kas içine veya vücut boşluklarının içine zerk yoluyla uygulanabilirler. Radyonüklid maddenin cinsi de vücûdun hangi bölgesinin inceleneceğine bağlı olarak değişebilir. Meselâ, bir böbreğin fonksiyon görüp görmediğini araştırıyorsak kandan süzülebilen bir maddenin bir radyonüklidle birleştirilerek kullanılması gerekmektedir. Belirli organlarda yoğunlaşma eğilimi gösteren farklı izotoplar vardır.

Radyoizotopların yaydığı radyasyon, çeşitli radyasyon dedektörleri tarafından ölçülür. Radyasyonun kaydedilmesiyle vücuttaki dağılımı tespit edilebilir. Dokulardaki yoğunluğu çeşitli organlardaki anormal oluşumların varlığı, boyu ve biçimi hakkında bilgi verir.

Radyonüklid görüntüleme metodları:

Bir organın radyonüklidle incelenmesi o organın fizyolojik, biyokimyâsal özellikleriyle ve kullanılan radyonüklidin cinsiyle ilgilidir. Nükleer tıp metodları incelenen organın yapısal özelliklerinden ziyâde fizyolojisini ortaya koyar. Tiroid gibi bâzı özel organların başka alternatif inceleme metodu yoktur. Diğer organlardaysa radyografi ve radyonüklid görüntüleme birarada tamamlayıcıdır.

Birçok organın nükleer tıp teknikleriyle incelenmesi mümkündür. Tiroid, karaciğer, dalak, akciğer ve beyin sintigrafileri birçok hastalığın teşhisinde yardımcı, yaygın olarak kullanılan metodlardır. Bir nükleer tıp departmanında en çok yapılan araştırma kemik sintigrafisi olup kanser taramasında sık kullanılan bir metoddur.

Nükleer tıbbın son yıllarda en hızlı gelişen kısmı kardiyovasküler görüntüleme olmuştur. Kalp sintigrafisiyle çeşitli kalp hastalıklarının teşhisi mümkündür. Talyum sintigrafisiyle koroner arter hastalığının olup olmadığı ortaya çıkarılabilir. Kalp damarlarında tıkanıklık varsa kalpte kan akımının azaldığı bölgede aktivite azalacaktır. İstirahatten sonra kanlanma azlığı geçmiyorsa eski bir enfarktüs bölgesi sözkonusudur. Bu metodda kurulan bir gamma kamera radyonüklid maddenin kalpten pasajı esnâsında sâniyede 25-100 görüntü kaydeder. Bilgisayar vâsıtasıyla bu görüntüler birleştirilerek yorumlanır.Nükleer kardioloji metodları, kardiologlara uygulaması zor olan klasik anjiografi tekniğine göre daha rahat bilgi elde etme imkânı sağlar.

Nükleer tıp metodları; hastâneye yatmaya gerek olmadan uygulanabilen, kolay ve yan etkisiz testlerden ibârettir. Bu testler sâyesinde vücûdun birçok organının işleyiş ve yapılarına âit güvenilir bilgiler elde edilir.

NÜKLEİK ASİTLER

Alm. Nukleinsaure (f. pl.), Fr. Acides (m. pl.) nucléiques, İng. Nucleic acids. İnsan, hayvan, bitki, mikroorganizma ve virüs gibi bütün canlılarda bulunan ve kalıtsal özelliklerin nesilden nesile taşınmasını sağlayan kimyevî bileşikler. Tabîattaki en uzun polimerler (zincirli moleküller) olan nükleik asitler, yapılarında fosforik asit, organik baz ve pentoz şekerleri ihtivâ ederler. Zayıf, kırılgan moleküllerdir. Bileşikler, 1871’de İsviçreli biyokimyâcı Friedrich Miescher tarafından keşfedilmiştir.

İlk defâ hücre çekirdeğinde keşfedildiğinden dolayı, çekirdek asidi mânâsında “nükleik asit” adı verildi. Sonraki araştırmalar bu asitlerin hücrenin diğer bâzı kısımlarında da bulunabildiğini ortaya çıkardı.

Nükleik asitler organizmanın bütün genetik bilgilerini depolar ve yeni nesillere aktarır. Ayrıca hücrenin üremesi, protein ve enzim sentezi gibi birçok temel hayat olaylarını da yönetirler. Dolayısıyla “yönetici moleküller” olarak da isimlendirilirler. Nükleik asitler, organizmanın hücre yönetimi ve kalıtsal özelliklerle ilgili bütün bilgilerini ihtivâ eden ve bunları vakti geldikçe kullanan bir çeşit “bilgisayar hâfıza”sıdır. Nükleik asitler, yapılarına göre; 1) DNA (Deoksiribonükleik asit), 2) RNA (Ribonükleik asit) olmak üzere iki gruba ayrılırlar. DNA’lar yapılarında “deoksiriboz” şekeri, RNA’lar ise “riboz” şekeri ihtivâ ederler. Bütün nükleik asitler, “nukleotid” denen birimlerden oluşurlar. Nükleotidler, nükleik asitlerin yapıtaşlarıdır. Baz, şeker ve fosfat birimlerinden oluşan kompleks moleküllerdir. Yapısında riboz şekeri taşıyanlara “ribonukleotid”, deoksiriboz şekeri taşıyanlara “deoksiribonukleotid” denir. Taşıdıkları bazlara göre de “adenin nukleotid”, “guanin nukleotid” gibi isimler alırlar. DNA deoksiribonukleotidlerden, RNA ribonukleotidlerden meydana gelir.

Deoksiribonükleik asit (DNA), daha çok kromozomlarda bulunur. Ribonükleik asit (RNA), hem çekirdek hem de hücre sitoplazmasında yer alır. Her ikisi de dünyâdaki yaşayan bütün varlıklarda mevcuttur ve bu iki bileşik olmaksızın hücre bölünmesi olamaz. Memelilerin spermleri sâdece DNA ihtivâ eder. Virüslerde iki nükleik asitten birisi bulunur.

Muhtevâ ve yapı: Nükleik asitler, binlerce mononükleotidden (birimden) meydana gelmiş zincirlerdir. Her birim parça, azotlu bir kökün bir şekere (DNA’da deoksiriboz, RNA’da riboz) ve bir fosfata bağlanmasıyla meydana gelir.

Her birim, 35 atomdan husûle gelir; birbirleriyle köprülerle birleşerek polinükleotidleri yaparlar. Burada azotlu baz değişim gösterir. Diğer kısım (-şeker-fosfat-şeker) monoton bir şekilde uzayıp gider. Azotlu dört ana baz vardır. Bu bazlar, Adenin, Guanin, Sitozin ve Urasil’dir. RNA’da Urasil, DNA’da Urasil yerine Timin (T) bulunur. A ve G, “purin bazlar” olarak bilinir ve “pirimidinler” diye anılan S, U ve T’den daha büyük moleküllerdir. Nükleik asit iplikleri o kadar küçüktür ki, ancak ileri derecede yüksek büyütmeleri olan optik dışı mikroskoplar ve elektron mikroskopları tarafından görüntülenirler (fotoğraflandırılabilirler).

Nukleotid parçaları taşıdıkları bazlara göre kodlanmış vaziyette hücrenin ırsî özelliklerini belirtirler. 1960’larda açıklamalı biyokimyâsal araştırmalar sonunda bu şifre çözülerek arka arkaya gelen üç nukleotidlik bir parçanın özel bir amino asit şifresini temsil ettiği keşfedildi.

Küçük virüslerin nükleik asitleri hemen hemen 6000 mononükleotid ihtivâ eder ve insan hücrelerindeki DNA kabaca 20.000 civârında mononükleotid ihtivâ eder. Bir virüs sâdece bir DNA molekülüne sâhipken insan hücrelerinin herbirinde 800.000 civârında DNA molekülü vardır. Sperm ve yumurta hücresinin herbirinde bu sayı yarı oranındadır. Fakat yumurta, sperm tarafından döllendikten sonra normal miktara ulaşır. Tabiî olarak insanda, bir virüse göre çok daha fazla sayıda genetik özellik vardır. Küçük bir nükleik asitte bile teorik olarak astronomik sayıda şifre düzenlenmesi mümkündür. Tek bir DNA molekülü, ciltler dolusu ansiklopediden daha fazla genetik veya biyolojik mâlumatı taşıyabilir. İnsan hücrelerindeki bütün DNA’lar ucuca getirildiğinde 16 milyar km uzunluğa erişirler.

Genetik, devamlılığın sağlanması için döllenmeden sonraki hücre bölünmesi esnâsında veya mikroorganizmaların üremesi esnâsında, ebeveynden gelen DNA’nın kendinin kopyasını çıkarması gereklidir. Eğer meydana gelen kopya düzgün değilse, soya irsi olarak geçebilen bir mutasyona sebep olur ve kopya ederken meydana gelen bu yanlış, yeni bir mutasyon olana kadar gelecek nesillerde (kuşaklarda) devam eder. Uzun nükleotid dizisindeki ufak bir değişiklik, fark edilebilen bir mutanta (mutasyona uğramış birey) yol açabilir. Bu tip mutasyonların birikmesi sonucunda ırklarda bâzı değişiklikler meydana gelebilir. Radyasyon ve bilinen bâzı kimyevî maddeler nükleotid dizisinde değişikliklere yol açan mutasyonlara sebep olabilirler.

1. DNA (Deoksiribonükleik asit): Hücre çekirdeğinin kromozomlarının yapısında bulunur. Hayat sırrını şifreler, karakterleri nesilden nesile aktarır. Protein ve enzim sentezi gibi temel hayatla ilgili olayları yönetir. Yapısında bulunan deoksiriboz (C5H10O4) şekerinden adını almıştır. DNA çift eksenlidir ve kendini eşleyebilir. Eksenlerinin nukleotid bazları karşılıklı olarak zayıf hidrojen bağlarıyla birbirine bağlıdır.

DNA molekülünde bazların karşılıklı bağlanma kaidesi:

DNA molekülünde A sayısı T sayısına, G sayısı da S sayısına eşittir.

  A         G

¾¾ = 1 ¾¾ = 1’dir. (Bkz. DNA)

  T         S 

2. RNA (Ribonükleik asit): Yapısında riboz (C5H10O5) şekeri bulunur. Tek eksenlidir. DNA kalıpları üzerinde sentezlenir. Nükleotidlerinde A, U, S, G bazları bulunur.

RNA çeşitleri ve protein sentezi:

a) Mesaj RNA(mRNA)=Elçi RNA=Kalıp RNA: Protein sentezinde kalıp ödevini görür. Hücre çekirdeğindeki DNA modelinin bir ekseninin kopyası olarak sentezlenir. Sitoplazmaya geçerek protein sentezi için ribozoma yapışır. Adarda sıralanan nükleotidlerde her üç bazı bir şifre (mânâ) ifâde eder ve Kodon olarak adlandırılır. DNA’nın şifresi mRNA ya aktarılırken A Æ U, G Æ S, T Æ A, S Æ G olarak geçer.

b) Taşıyıcı RNA (tRNA)= Transfer RNA: Sitoplazmada bulunan küçük RNA’lardır. Her tRNA üç nükleotidden oluşur ve şifresine göre 20 çeşit amino asitten birini taşır. Üçlü şifresine Antikodon denir.

c) Ribozomal RNA(rRNA): Ribozomların yapısında bulunur. Ribozomlar, protein ve rRNA yapısındadırlar.

Protein sentezi: Hücre çekirdeğinin DNA’sındaki genetik mâlumat, hücreleri ve cinsleri birbirinden ayıran özel enzim ve proteinlerin sentezini yönlendirir. Bu proteinlerin üretimi, ribozomlar olarak bilinen, özel sitoplazmik yapılarda vuku bulur. Ribozomlar, yapılarında kendilerine has nükleik asit (ribozomal nükleik asit) ve protein ihtivâ eden organellerdir.

Protein sentezi, hücre çekirdeğindeki DNA’nın bir ekseninden mesaj RNA (mRNA)’nın sentezlenmesiyle başlar. mRNA’ya kalıplık ödevi gören DNA’nın eksenindeki şifre, mRNA’ya aktarılırken A Æ U, G Æ S, T Æ A, S Æ G olarak geçer. DNA’nın bir eksenindeki şifrenin mRNA’ya aktarılmasına transkripsiyon adı verilir. Sentezlenen mRNA, hücrenin delikli çekirdek zarından stoplazmaya geçerek bir ribozoma gidip yapışır. Her üç bazı bir mânâ (şifre) ifâde eder ve kodon adını alır. Karşı şifreler ise stoplazmada bulunan taşıyıcı RNA(tRNA)’larda bulunur. Her biri üç nükleotidden oluşan tRNA’ların üçlü şifrelerine de antikodon denir. Her tRNA bir amino asit taşır.

Ribozom, kendine yapışan mRNA boyunca kaymağa başlar. Her kodonda (şifrede) bir miktar durur. Antikodonu kodon şifresine uyan taşıyıcı RNA (tRNA), mesaj RNA’nın karşısına geçerek kodon ve antikodonlar birleşerek şifre çözülür. tRNA, taşıdığı aminoasidi ribozoma bırakır. Her şifre çözümünde amino asitler, ribozomda ard arda bağlanarak protein sentezi yapılır. Kodon ve antikodon şifre çözümlerinde bazlar belli bir kâideye göre karşı karşıya gelmek zorundadır. A ´ U, G ´ S karşı karşıya gelecek şekilde ´tRNA’lar ve mRNA’nın karşısına dizilirler. RNA’lardaki bilgilerin protein sentezine çevrilmesine translasyon adı verilir.

Hücrede 20 çeşit amino asit bilinmektedir. Her amino asit, belli bir tRNA tarafından taşındığına göre, sitoplazmada en az 20 çeşit tRNA bulunuyor demektir. Amino asitlerin bağlanma bağlarına “peptit bağı” denir. Her peptit bağında bir molekül su (H2O) açığa çıkar. (n) sayıda amino asit molekülünden meydana gelen bir protein molekülünün sentezinde (n-1) H2O açığa çıkar. İki amino asitten meydana gelen bileşiğe dipeptit, üç aminoasitten oluşan tripeptit, çok sayıda amino asitten oluşana polipeptit denir.

1961’de birkaç fen adamı uygun ribozom, enzim, mRNA, tRNA, amino asit ve kimyevî enerji kaynağı karışımı kullanarak hücre dışında ilk protein sentezini gerçekleştirdiler.

İnsanlarda görülen birçok irsî hastalık muhtemelen DNA’nın baz dizilişindeki küçük değişiklikler veya mRNA teşekkül ederken kopya etme hatâları yönünden meydana gelmektedir. Meselâ orak hücreli anemi, anormal bir hemoglobin protein tipile karakterizedir. Bu anormal hemoglobin, protein zincirinde tek bir amino asidin değişmesine yol açan tek bir gen hasarı sonucunda ortaya çıkar.

NÜKLEUS

Alm. Zellkern (m), Fr. Noyau; nucléus (m), İng. Nucleus. Hücre çekirdeği veya nüvesi. Bu teşekkül, hücrenin ana elemanlarından biridir. Birçok canlı hücrede, sitoplazmaya nazaran ışığı kırma farkı dolayısıyla, donuk kenarlı, parlak bir leke veya keskin sınırlı parlak bir kesecik hâlinde görülür. Şekli, genellikle bulunduğu hücreye benzeme temâyülündedir. Nükleus sayısı, kâide olarak her hücrede bir kabul edilir. Fakat insan vücûdunda bâzı iki nüveli hücreler de vardır. Leydig hücreleri, karaciğer hücreleri, mîde bezlerinin asit salgalayan hücreleri ve bâzı sinir hücreleri hep iki nüvelidirler. İki nüveli hücrelerin sayısı, yaş ilerledikçe artmaktadır.

Çok nüveli hücreler de vardır. Yüze yakın nüve ihtivâ eden osteoblastlar, decidua hücreleri, poliferasyon düğümlerinden çözülen hücrelerden olan dev hücreler hep böyledir.

Nükleusun (nüvenin) yapısında şu elemanlar bulunur: Nüve zarı, nüve iskeleti, nüve özsuyu ve nükleoller (çekirdekçik). Nüve zarıı delikli (porlu) olup, lipoprotein yapısındadır. Kalınlığı 60-70 Angıströmdür.

Nüve iskeletiyse Linin ve Kromatin olarak iki ayrı kısımdan meydana gelmiştir. Linin ağ şeklinde, nükleusu baştan başa kaplayan iplikçiklerdir. Kromatin ise büyük kısmı nükleoproteinlerden yapılan, nüvenin en dikkat çeken kısmıdır. Hücrenin fonksiyonunu sağlayan kromatin, nüvede, hücrenin cinsi ve fonksiyonuna göre değişik biçimlerde bulunur. Hücre, vazifesini kromatini meydana getiren RNA ve DNA’lar vâsıtasıyla yapar.

Nüve öz suyu, nüve iskeleti arasındaki boşlukları dolduran bir maddedir.

Nüve, hücrenin hayâtını temin için muhakkak lüzumlu bir yapıdır. Nüvenin hücreden ayrılması veya tahribi, bütün hücreyi mutlaka ölüme götürür. (Bkz. Hücre)

NÜMİSMATİK

Alm. Münzkunde, Numismatik, Fr. Numismatique, İng. Numismatic. Metal paraları inceleyen, sikke ve madalyaların târihi ve tanımıyla uğraşan bilim dalı. Mâdenî para anlamına gelen Lâtince numisma kelimesinden türemiştir.

Antika özelliğinde olan sikke, madalya ve paralarda kullanılan mâdenleri ve bunların karışımlarını, ağırlıklarını, paraların yeryüzündeki dağılımlarını, şu veya bu türün yayılım alanını ortaya koyan nümismatik coğrafya, târih, dinler târihi, sanat târihi, ticâret sistemlerini inceleyen ekonomi târihi gibi birçok ilmin çalışmalarına ışık tutmaktadır. Ayrıca zamânımızda para koleksiyonculuğu ve diğer koleksiyonculuklara yön vermektedir. Pekçok merak sâhibinin elindeki koleksiyonlar nümismatik ilminin konusuna girmektedir.

İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselamdan günümüze kadar gelen bütün insan toplulukları, bâzı kıymetli mâdenleri veya bunların değerlerine bağlı îtibârî kıymeti olan çeşitli maddeleri para olarak kullanmışlardır. Târihî araştırmalardan anlaşıldığına göre altın ve gümüş paraları yaygın olarak kullanan en eski topluluklar Anadolu ve Ege havzalarında yaşayan kavimlerdir. Roma’ya ilk gümüş para M.Ö. 269 yılında girmiştir.

Pakistan sınırları içinde bulunan İndus Nehri kıyılarında yapılan kazılarda M.Ö. 2900 yıllarına âit paralar bulunmuştur. M.Ö. 5. yüzyılda yaşayan Çin hanedanının altına resmî değer tâyin ettiği, ayrıca bakır ve kalaydan para bastırdığı bilinmektedir. Peygamber efendimiz zamânı, dört halîfe devri, Emevîler, Abbasîler, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Osmanlılar zamanlarında da çeşitli ağırlıkta altın, gümüş ve diğer mâdenlerden para basılmış ve kullanılmıştır.

Nümismatiğin konusu olan para koleksiyonculuğunun başlangıcı Romalılara kadar gider. Roma imparatorları ve bâzı ünlü kişiler eski paraları biriktirdiler. Bu sâyede meşhur para ve madalya koleksiyonları meydana geldi. Daha sonraki devirlerde paraların özellikleri, değerleri husûsunda inceleme eserleri yazıldı. E. Babelon’un Yunan ve Roma Sikkeleri Üstüne İnceleme (Traitèe des Monnaies Grec et Romaines) adlı eseri bunlardandır. Batı ülkelerindeki madalya müzelerince yayımlanan monoğrafiler veya belli bir yöredeki madalya ve paraların listelerini veren derlemeler yayınlandı. Batı dünyâsında ünlü koleksiyoncular ve nümismatik uzmanları ortaya çıktı. Müzelerde nümismatik bölümleri düzenlendi veya sâdece nümismatikle ilgili müzeler kuruldu.

Türkiye’de ise nümismatikle ilgili çalışmalar 19. yüzyılın sonlarında başladı. Ciddî ve sistemli bir çalışmaya 1880’de girişildi ve 1891’den sonra tasnif ve kataloglamaya geçildi. Hâfız-ı Küttüb Ali İsmail Gâlib, Mübârek Gâlib, Halil Edhem beyler, Osman Nuri Arıdağ, Ahmet Ziyâ Efendi, Reşad Bey, Ahmed Tevfik Bey, Mahrikizâde Cafer Paşa, Behzat Butak, Şerâfeddin Erel, Nûri Pere, İbrahim ve CevriyeArtuk, İsmet Ebcioğlu Türk nümismatiğin gelişmesine katkılarda bulundular.

Bugünkü adıyla İstanbul Arkeoloji Müzesi (Âsâr-ı atika müzesi) bu çalışmaların çekirdeğini teşkil eder. Bu müzenin nümismatik bölümü, günümüzde dünyânın sayılı ve önde gelen koleksiyonları arasında yer almaktadır. 1968’de kurulan Türk Nümismatik Derneği, ilk zamanlar Türk nümismatiğine önemli katkılarda bulundu. Ancak 1974 yılında çıkarılan 1710 sayılı eski eserler kânunundan sonra, sâdece özel koleksiyonların çerçevesinde kaldı. Türk Nümismatik Derneğinin 1976’dan beri çıkardığı bülten, nümismatikle ilgili gelişmeleri anlatan yayınlar arasındadır. Yapı Kredi Bankasının Nuri Pere tarafından kaleme alınan Osmanlı paralarına ilişkin kataloğu, İbrâhim ve Cevriye Artuk’un İstanbul Arkeoloji Müzeleri, Teşhirdeki İslâmî Sikkeler Kataloğu ile mühendis Cüneyt Ölçer’in bâzı yayınları Cumhûriyet dönemi Türk nümismatiğiyle ilgili yayınlar arasında sayılabilir.

NÜZUL

(Bkz. Felç)