NUH ALEYHİSSELÂM

İdris aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Allah korkusundan dâima ağladığı için adına, çok ağlayan, inleyen mânâsına gelen “Nuh” denilmiştir. İdris aleyhisselâm insanlara peygamber olarak gönderilip onlara doğruyu gösterdikten sonra diri olarak göke kaldırıldı. Onun göke kaldırılmasından sonra insanlar doğru yoldan ayrıldılar. Onu çok sevenler ayrılık acısına dayanamadılar. Resmini yapıp seyrettiler. Daha sonra gelenler, bu resimleri tanrı sandılar ve çeşitli heykeller yapıp, tapmaya başladılar. Böylece insanlar arasında putperestlik meydana çıktı. İnsanlar putlara tapmaya başladıktan sonra, gün geçtikçe aralarında, zulüm, zorbalık, fitne, ahlâksızlık gibi kötülükler artıp yayıldı.

Hazret-i Nuh, böyle bir cemiyet içinde çocukluğundan beri doğru yolda bulunan, Allahü teâlâya ibâdet eden sâlih bir kul idi. Sulama işleriyle, çiftçilikle, hayvan yetiştirmekle, marangozluk ve ev inşasında çalışıyordu. Doğru yoldan ayrılmış olan insanların kötülüklerinden de tamâmen uzak duruyordu. Elli yaşında iken, Allahü teâlâ, onu insanlara peygamber olarak gönderdi. Kendi zamânında yaşayan bütün insanlara Peygamber olarak gönderilen Nuh aleyhisselâm, ömrünün sonuna kadar insanları Allahü teâlâya îmân etmeye, O’nun emirlerine uymaya, dâvet edeceğine söz (misak) verdi. Ona yeni bir din ve kitap verilmeyip, kendinden önceki peygamberlerin dinlerindeki hükümleri dokuz yüz elli sene insanlara bildirdi, onları hidâyete çağırdı. Peygamber olarak gönderildiği insanlar Kur’ân-ı kerîmde; puta tapan, günahkar, kötü ve kalpleri kararmış bir millet olarak vasfedilmektedir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Muhakkak ki biz, Nuh’u (aleyhisselâm) kavmine resûl olarak gönderdik” (A’râf sûresi: 59) buyrulmaktadır.

Nuh aleyhisselâm kavmine kendilerine peygamber olarak gönderildiğini, putlara tapmaktan, haksızlıktan ve zulümden vazgeçip, Allahü teâlâya îmân edip, O’nun emirlerine uymalarını bildirdi. Fakat zulüm ve zorbalığa alışmış ve başkalarını tahakküm altına almak isteyen insanlar inanmadılar ve ona düşman oldular. Nuh aleyhisselâm onlara nasihat ederek: “Ben size doğru yolu göstermek, zulmü kaldırıp, adâleti yaymak için Allah tarafından gönderildim. Herkesin putlara tapmaktan vaz geçip bir olan Allah’a ibâdet etmesini, kulluk yapmasını bildiriyorum” dedi. Kavmiyse bu davete inanmayarak emirlerine uymamakta ve sapıklıklarında ısrar ediyordu. Çok az kimse îmân etmişti. Fakat Nuh aleyhisselâm tebliğ vazifesini yapıp, kavmini yılmadan, yorulmadan devamlı sûrette Allah’a îmân ve kulluk etmeye çağırıp, isyan ederlerse azâba yakalanacaklarını bildiriyordu. Kavmi ise bu dâvete uymadıkları gibi, Nuh aleyhisselâmı kendilerine doğruyu, hakkı anlatırken dinlememek için parmakları ile kulaklarını tıkıyorlar, onu görmemek için elbiseleriyle başlarını kapatıyorlardı. Bir taraftan da ona inananlara zulüm ve işkence yapıyorlardı. Hazret-i Nuh’un dâveti, günden güne uzaktan yakından duyuluyor, her yerde ondan bahsediliyordu. O’na îmân etmeyenlerse bundan endişe duyuyor ve düşmanlıklarını safha safha artırıyorlardı. Nuh aleyhisselâm gittikçe azan kavmine“Ben size zor ve güç bir teklif yapmıyorum. Puta tapmaktan vazgeçip Allahü teâlâya ibâdet ediniz. Sizlerin herbir grubu başka bir gruptan korkuyor zulüm görüyorsunuz ve zulmediyorsunuz. Allah’tan korkunuz zulmedenlerden ve mazlumlardan olmayınız.” diyordu.

Yıllar sürüp gidiyor, Nuh aleyhisselâm ise tebliğ vazifesini devamlı olarak yapıyordu. Çok az kimse îmân etmişti. Diğer insanlarsa iş sâhibi zorbalar, kötü işlerle uğraşan kimseler veya düşkünlük içinde hayat süren zelil, esir ve muhtaç kimselerdi. Her geçen gün daha bedbahtlaşan bu insanlar, bir türlü fitne, fesat ve sapıklıktan el çekmiyorlardı. Nuh aleyhisselâm böylesine düşmüş olan insanlara acıyor şefkat ve sabırla onları kurtarmaya çalışıyordu. Onlar ise bunu idrak edemeyip karşı çıkıyorlar, hazret-i Nuh’u taşa tutuyorlar, onu şehirden kovuyorlar, evini harap ediyorlar, sapıklıkla itham ediyorlardı. Bir türlü kötülüklerini anlayıp, azgınlıktan vazgeçmiyorlardı. İsyanları sebebiyle Allahü teâlâ onlara gadap etti. Senelerce yağmur yağdırmadı. Malları, hayvanları helak oldu. Bağları bahçeleri kuruyup, servetleri kayboldu, nesilleri kesildi. Son derece muhtaç ve fakir hâle düştüler. Onların bu hâli karşısında Nuh aleyhisselâm; “Ey kavmim başınıza gelen bunca belâlar günahlarınız sebebiyledir. Putlara tapıp, Allah’a ibâdet etmekten kaçındığınız için Allahü teâlâ size gadap etti. Bu sebeple yağmurlar kesildi. Büyük sıkıntılara düştünüz. Ama Rabbinizden günahlarınızın bağışlanmasını isteyin, sizi affedip üzerinize rahmet yağmuru göndersin. Size mallar ve evlatlar ihsan ederek imdat etsin. Nihâyet bir gün ölüp kabre gireceksiniz. Rabiniz sizi bir müddet kabirde beklettikten sonra diriltecek ve amellerinizin cezâsını ve mükâfâtını verecek...” diyerek daha birçok husûsu iyice anlatıp onlara ehemmiyetle nasihat etti. İsyandan vaz geçmezlerse daha ağır azaplara düşeceklerini bildirdi.

Nuh aleyhisselâm ve bildirdiklerine inanmayıp putlara tapmakta israr eden azgın millet “Ey Nuh gerçekten bizimle çok mücâdele ettin, bunda da çok ısrarlı davrandın. Bu işe başladığın gündenberi bizi devamlı olarak azapla korkutup durdun. Artık sözünde doğru isen şu azâbı getir de görelim. Artık ne olacaksa olsun.” diyerek onun nasihatlarını ve dâvetlerini hiç kabul etmedikleri, Kur’ân-ı kerîm’de Hûd sûresinde (ayet 32) bildirilmektedir.

Nûh aleyhisselâm kavminin bu tutumu karşısında aslâ yılmadan, tebliğ vazîfesine devâm ettiği hâlde, onların bir türlü îmâna gelmeyeceklerini iyice anladı. Bunun üzerine meâlen şöyle duâ ettiği Kur’ân-ı kerîm’de bildirilmektedir: “Nuh (aleyhisselam) dedi ki: “Ey Rabbim! Yeryüzünde, hareket eden hiçbir kâfiri bırakma! Eğer sen onları bırakırsan, kullarını dalâlete, sapıklığa sürüklerler. Hem bundan sonra onların çoluk çocuğu olmaz. Olsa bile çocukları fâcir ve küfürde pek ileri kimseler olurlar. Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı, mümin olarak evime girenleri, erkek, kadın bütün müminleri mağfiret eyle, bağışla, zâlimlerin (kâfirlerin) ise ancak helâk ve hüsrânlarını arttır.” (Nuh sûresi: 26-28) ve (Nuh aleyhisselâm duâ edip) dedi ki: Yâ Rabbi! Gerçekten kavmim beni tekzip etti. Beni yalanladı. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver. Beni ve berâberimdeki müminleri kurtar.” (Şuara sûresi: 117-118) Nuh aleyhisselâmın bu duâsı üzerine, Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlânın ona meâlen şöyle vahy ettiği bildirilmektedir: “Nuh’a vahy olundu ki; kavminden daha önce îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki; onlardan intikam alma vakti gelmiştir. Nezâretimiz altında ve vahy ettiğimiz, bildirdiğimiz şekilde bir gemi yap! Zâlimler (kafirler) hakkında bana duâ etme. Zîrâ onlar (suda) boğulacaklardır.” (Hûd sûresi: 36-37)

Nuh aleyhisselâm kendisine gönderilen vahiy üzerine hemen bir gemi yapmaya başladı. Geminin yapılmasında Cebrâil aleyhisselâm, Allahü telânın emri üzerine yardımcı oluyor ve nasıl yapılacağını târif ediyordu. Nuh aleyhisselâm ve îmân eden müminler de geminin yapılmasında çalıştılar. Geminin inşâsını gören putperestler; “Şimdi de marangozluğa mı başladın?” diyerek alay ediyorlardı. Hazret-i Nuh ise; “Benimle alay ediyorsunuz ama, rezil edici azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz.” diyordu. Nuh aleyhisselâm, yüzyıllar boyu insanları Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdığı hâlde insanların îmân etmemeleri sebebiyle helak olmalarının yaklaştığı sırada son olarak şöyle dedi. “Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için Allah tarafından görevlendirildim. Bir ömür boyu size nasihat ettim. Dinlemediniz, benimle alay ettiniz, sabır ve tahammül gösterdim. Bana, inananlara eziyet edip, incittiniz Allahü teâlâ yer yüzünü zulüm ve küfürden temizleyecek. Geliniz, dâvetimi kabul ediniz. Câhillik etmeyiniz. Allahü teâlâya itâat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama,Allah’ın azâbı en kısa zamanda büyük bir tufan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helâk olacaktır. Şu yaptığım gemi, îmân edenlerin binip kurtuluşa ereceği gemidir. Allah’a îmân etmeyen âsiler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen îmân etsin ve benimle yolcu olsun. Bu benim, herkesin duyması gereken son sözümdür.”

Nuh aleyhisselâmın son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar; “Ey Nuh, uzun yıllardan beri bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. Bizi tufanla korkutuyorsun biz sana da söylediklerine de inanmıyoruz.” dediler.

Nihâyet bir müddet sonra geminin yapımı tamamlandı. Hazret-i Nuh’un yaptığı ve üç katlı olduğu rivâyet edilen bu geminin ateş yanarak kazanı kaynayıp hareket ettiği (Buharlı bir gemi olduğu) Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmektedir. Hûd sûresi, 40. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nihâyet helak etme emrimizin azâbımızın vakti geldiği, tennûrun (fırının) taşıp fışkırdığı (yâhut gemi kazanının kaynadığı) zaman biz Nuh’a şöyle emreyledik ki, kendisinden faydalanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir edilenler hâriç âile halkınla bir de îmân edenleri gemiye yükle. Zâten Nuh’a îmân edenler pek az idi.”

Gemiye binecekler hazır olunca hazret-i Nuh onlara, Allahü teâlânın ismiyle gemiye binmelerini söyledi. Bütün müminler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde Hazret-i Nûh ile gemiye bindiler. Nitekim Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruldu ki: “Nuh (aleyhisselâm) gemiye bineceklere; “Allahü teâlânın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve durması Allahü teâlânın irâdesiyledir. Benim Rabbim, müminleri mağfiret edici ve merhametiyle tufân belâsından kurtarıcıdır.” dedi.” (Hûd sûresi: 41) Yine Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruldu ki: “Ey Nuh sen ve berâberindekiler gemiye yerleşince; “Bizi zâlim (kâfir) milletten kurtaran Allah’a hamd olsun. Rabbim, beni hareketli bir yere indir sen, indirenlerin en hayırlısısın.” de.” (Mü’minûn sûresi: 28, 29)

Nuh aleyhisselâm her hayvandan birer çift alıp, îmân edenlerle birlikte gemiye yerleştikten sonra, gökten çok şiddetli bir yağmur yağmaya ve yerden de sular fışkırmaya başladı ve her şey suya gark oldu. Sular dağları aştı. Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında kaldı. Nuh aleyhisselâma inanmayan putperest kavim boğularak helak olup gitti. Bu tûfan hâdisesi Kur’ân-ı kerîm’de Kamer sûresi 11 ve 12. âyette bildirilmektedir. Tûfan başladığı sırada Nuh aleyhisselâm îmân etmeyen oğlu Yâm’a (Kenan), îmân edip gemiye binmesini söyledi ise de oğlu; “Dağa çıkar sudan kurtulurum.” deyip binmedi. Bir dalga gelip onu da boğdu. Boğulanlar arasında hazret-i Nûh’un hanımı da vardı. O da îmân etmemişti. Tûfan altı ay devam etti. Altı ay sonra Allahü teâlânın meâlen; “Ey arz! Suyunu yut ve ey gök suyunu tut...” (Hûd sûresi 44) emriyle yağmur kesilip sular çekildi. Nuh aleyhisselâmın gemisi Muharrem ayının onunda aşure günüIrak’ta Cûdi Dağı üzerine oturdu. Bundan sonra insanlar Nuh aleyhisselâmın üç oğlundan türedi. Bu bakımdan Nuh aleyhisselâma ikinci Âdem denildi. Nuh aleyhisselâm bin yaşında vefât etti. Nuh aleyhisselâmın Sâm adlı oğlundan Arap, Fars ve Rum kavmi, Hâm adlı oğlundan ise Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, diğer oğlu Yâfes’ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Nihâyet insanlar zamanla çoğalıp, Asya’ya, Avrupa’ya, Okyanusya’ya ve Berring (Behreng) Boğazından Amerika’ya geçerek bütün yeryüzüne yayıldılar. Nuh aleyhisselâm Kur’ân-ı kerîm’de şekür (çok şükreden kul) sıfatıyla anılmış olup, birçok âyet-i kerîmede ondan bahsedilmektedir. Ayrıca Kur’ân-ı kerim’deki sûrelerden biri de Nuh sûresi olup, bu sûrede Nuh aleyhisselâmdan bahsedilmektedir. Ülü’lazm peygamberler arasında Neciyullah (Allahü teâlâya karşı devamlı olarak teveccühte ve münâcaatta bulunup, ilâhî feyzleri alan) denilen Nuh aleyhisselâm hakkında Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerde buyurdu ki: “Melek-ül mevt (Azrail aleyhisselâm) Nuh’a (aleyhisselâm) geldiğinde dedi ki: “Ey Nuh ey peygamberlerin en büyüğü (en yaşlısı) ey uzun ömürlü ve ey duâsı kabul olunan! Dünyâyı nasıl gördün?” Nuh (aleyhisselâm) dedi ki: “Şöyle bir kimse gibi ki, kendisine iki kapısı olan bir ev yapılmış da birinden girmiş diğerinden çıkmıştır.”

Mûcizeleri:

1. Nuh aleyhisselâmın kavminden bir fırka gelip, oturdukları beldedeki büyük taşları toprak yapmasını istemişlerdi. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı gönderip, “Resûlüme söyle, o taşlara eliyle işâret etsin.” buyurdu. Nuh aleyhisselâm da buyrulduğu gibi yapıp eliyle işâret edince, o beldede bulunan bütün taşlar birden toprak oldular. Bunun üzerine on iki kişi îmân etti.

2. Uzakta bulunan ve gözle görülemeyecek şeyleri görüp haber verirdi.

3. Susuz yerlerden su çıkarırdı.

4. İşâretiyle ağaçlar kökünden sökülüp başka yere geçerdi.

5. Duâsıyla kuru ağaçlar hemen meyve verirdi.

6. Duâsıyla bulutsuz olarak yağmur yağardı.

7. Kum, toprak, kil gibi şeyler, onun duâsıyla yiyecek maddeleri hâline gelirdi. Gemisi Cudi Dağının üzerine oturunca, insanlar açlıktan kurtulmak için yiyecek istediklerinde duâ edince, bir miktar toprak ve kum yiyecek hâline geldi ve bunu yediler.

8. Îmân ederek, gemisine girip tufandan kurtulan insanlar çok az olmasına rağmen, onun duâsıyla çok kısa zamanda çoğalarak arttılar.

9. Eliyle yere diktiği bir ağaç fidanı o anda çeşitli renklerde meyve verdi.

NU’MÂN PAŞA (Köprülüzâde)

Osmanlı Devleti sadrâzamlarından. Salankamen Muhârebesinde şehit olan Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşanın büyük oğlu olup, ilmi, fazlı, vâliliklerinde dürüst ve âdilâne hareketi ve muvaffakiyetiyle şöhret bulmuş vezirlerdendir.

DemirkapılıFâzıl Süleyman ve Kayserili Hâfız Ahmed Efendi gibi devrinin önde gelen âlimlerinden ders aldı. Babasının ölümünden sonra bir müddet Köprülü âilesinin vakıflarını mütevelli olarak idâre etti. 1696’da İkinci Avusturya Seferine katıldı. 1700’de altıncı vezir olarak Dîvân-ı Hümâyûna girdi. 1701’deErzurum vâliliğine, 1702’de Daltaban Mustafa Paşanın vezîriâzam olması dolayısıyla Anadolu vâliliğine getirildi. Ağrıboz, muhâfızlığı ile Kandiye ve Bosna vâliliklerinde bulundu. 1710’da İkinci Mustafa Hanın kızı Ayşe Sultanla evlendi. Aynı yıl Çorlulu Ali Paşanın yerine vezîriâzam oldu. Ancak Nu’mân Paşanın şöhreti dolayısıyla Anadolu ve Rumeli’den birçok dâvâ sâhibi haklarını almak için İstanbul’u doldurdular. Bu karışıklıklar sebebiyle altı ay kadar sonra azledilerek yeniden Ağrıboz muhâfızlığına gönderildi.

1714’te Bosna vâliliğine getirilen Nu’mân Paşa Karadağlıların isyânını şiddetle bastırmak sûretiyle mühim bir gâileyi önledi. 1715 Şubatında Silifke sancağıyla Anadolu’da eşkiyâ te’dibine memur oldu. 1716’da Kıbrıs vâliliğine tâyin olundu. Daha sonra Avusturya’nın âni bir hareketle Tuna ve Sava nehirlerini aşması ihtimâli üzerine Kıbrıs vâliliği üzerinde kalmak üzere Bosna serdarlığına getirildi.

Nu’mân Paşa, Bosna Hersek Serdarlığı sırasında düşmana karşı muvaffakiyetle karşı koydu ve Belgrad’ın Avusturyalılar tarafından işgâli esnâsında Bosna’ya yaptıkları taarruzlara, karşı taarruzlarla cevap vererek Avusturya kuvvetlerini mağlup etti ve Bosna’ya sokmadı. 1718 Ağustosunda Girit vâliliğine getirilen Nu’mân Paşa Şubat 1719’daKandiye’de vefât etti. Divanyolundaki Köprülü Türbesine defnedildi.

Nu’mân Paşa ölümünde elli yaşında bulunuyordu. Pekçok vilâyet ve sancakta görev yaptığından eyâlet idâresinde tecrübe sâhibiydi. Âlim olup bilhassa ilm-i kelâm ve ilm-i hadiste derin araştırmaları ve ihtisası vardı. Peygamber efendimizin hayatları ile İmâm Sehl bin AbdullahTüsterî’nin sözlerini toplayarak birer eser yazmış ve bir de mantık kitabı kaleme almıştır. Ayrıca tasavvuftan İmâm Ebü’l-Kâsım Abdülkerîm Kuşeyrî’nin meşhur Risâle-i Kuşeyriye’sini hülâsa etmiştir.

NÛRBÂNÛ VÂLİDE SULTAN

Sultan İkinci Selim Hanın hanımı. Sultan Üçüncü Murâd Hanın annesi.

Küçük yaşta Osmanlı Sarayına alınarak Türk-İslâm terbiyesinde yetiştirildi. Zekâsı, terbiyesi ve güzelliğiyle Şehzâde Selim’e (Sultan İkinci Selim Hana) hanım olması uygun görüldü. İkinci Selim’in pâdişâhlığı sırasında “Haseki Sultan” oğlu Üçüncü Murâd Hanın pâdişâh olması üzerine “Vâlide Sultan” ünvânını aldı (1574). Oğlu ÜçüncüMurâd Hanın saltanatı zamânında vefât edip, Ayasofya Câmii bahçesindeki Sultan İkinci Selim Türbesine defnedildi (1583).

Kendisine intikal eden mal varlığını hayır ve hasenatta kullanmasıyla tanınan Nûrbânû Vâlide Sultanın en meşhur hayratı Üsküdar Toptaşı Tepesinde yaptırdığı Atik Vâlide Câmii Külliyesidir. Câmi, medrese, dârüşşifâ, imâret, çifte hamam ve sıbyan mektebinden meydana gelen külliye, 1583 yılında hizmete açıldı. Ayrıca külliyeye gelir getirmek için Cedîd Vâlide Câmii civârında Yeşil Direkli Hamam, (Büyük Hamam), Divanyolu’nda Çifte Hamam (Çemberlitaş Hamamı) ve Langa’da Havuzlu Hamamı yaptırarak vakfetti. Eski Vâlide Suyu adıyla toplattığı suyu da, Atik Vâlide Sultan Câmii Külliyesi sebilleriyle, Semihpaşa, Tunusbağı, Atpazarı ve Körbakkal taraflarındaki çeşmelerden akıtarak, insanların hayır duâsını aldı.

NÛREDDÎN CERRÂHÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Abdullah’tır. 1671 (H.1082) senesinde İstanbul’da Cerrahpaşa Câmiinin karşısındaki Yağcızâde Konağında doğdu. 1720 (H.1133) senesinde İstanbul’da vefât etti. Fâtih Câmiinde kalabalık bir cemâat topluluğu tarafından kılınan cenâze namazından sonra Karagümrük’te kendi adıyla anılan tekkeye defnedildi.

Nûreddîn Cerrâhî’nin soyu, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’a (radıyallahü anh) ulaştığı için, Cerrâhî denilmiştir. Cerrahpaşalı olduğu için böyle denildiği de söylenmiştir. Çoğunluk birinci rivâyette ittifâk etmişlerdir. Nûreddîn Cerrâhî, Kur’ân-ı kerîm’i, küçük yaşta Cerrahpaşa Mektebinde hocası Yûsuf Efendiden öğrendi. Sonra zâhirî ilimleri öğrenmek için medreseye gitti. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra, genç yaşta Mısır kâdılığına tâyin edildi.

Nûreddîn Cerrâhî, Mısır’a gitmeden, vedâ etmek için Üsküdar’daki dayısı Hüseyin Efendinin konağına gitti. Hava iyi olmadığından bir süre burada kaldı. Bir gece dayısı, onu evin karşısında bulunan Selâmi Dergâhına götürdü. Yatsı namazından sonra dergâhta ders veren Ali Efendinin yanına gittiler. Ali Efendiye karşı kalbinde muhabbet duyan Nûreddîn Cerrâhî talebeliğe kabulünü ricâ etti. Kabul edilmesi üzerine de Mısır kâdılığı vazîfesine gitmeyerek, Ali Efendiye teslim oldu. Tasavvufta ilerleyip irşâd için icâzet aldı ve hırka giydi. Karagümrük yakınında ve dört yol ağzında Kethüdâ Canfedâ’nın yaptırdığı câminin yanında Bakkal İsmâil Efendinin yaptırdığı bir odada ibâdetle meşgûl oldu. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.

1703 senesinde kapı kethüdâlarından Bekir Efendinin vefât etmesi üzerine, Karagümrük civârında bulunan konağı boş kaldı. Sultan Üçüncü Ahmed Hana da rüyâsında Nûreddîn Efendi’nin ihtiyâcını gidermesi emredildi. Pâdişâh ertesi gün, boş kalan konağı satın aldırarak, dergâh yaptı ve Nûreddîn Efendiye tahsis etti. Nûreddîn Cerrâhî, ömrünün sonuna kadar burada ibâdet yapmak ve insanlara doğru yolu göstermek için çalıştı.

Nûreddîn Cerrâhî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Mürşid-i Dervişân Risâlesi, 2) Nutk-ı Şerîf, 3) Nasîhat-ı Âli. Ayrıca çok güzel ilâhîleri vardır.

NÛREDDÎN MAHMÛD ZENGİ

Selçuklu atabeglerinden. Künyesi Ebü’l-Kâsım Mahmûd bin İmâdeddîn Zengi’dir. 1118’de Musul’da doğdu. Musul ve Haleb Atabegi İmâmeddîn Zengi’nin oğludur. İyi bir eğitim ve öğretim görerek, İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Gençliğinden îtibâren babasının seferlerine katılarak kumandanlık vasıflarını geliştirdi.

Babası İmâmeddîn Zengi’nin 1146’da öldürülmesinden sonra Musul Atabegliği oğullarından Seyfeddîn Gâzi ile Nûreddîn Mahmûd arasında paylaşıldı. Seyfeddîn Gâzi Musul merkez olmak üzere Fırat Nehrinin doğusunda kalan yerleri alırken, Nûreddîn Haleb merkez olmak üzere Fırat Nehrinin batısında kalan yerleri aldı.

Bu sırada Zengi’nin ölümünü fırsat bilen Haçlı liderlerinden İkinci Joscelin, bir kısım Hıristiyan halkla anlaşarak Urfa’yı ele geçirmeye muvaffak oldu. Nûreddîn Mahmûd bu haberi duyunca süratle gelerek kaleyi tekrar ele geçirdi. İhânet eden Hıristiyanları cezâlandırdı. Haleb bölgesine hâkim olup, Hıristiyanların elindeki Keferlâsa ve Artak’ı aldı.

1148’de Seyfeddîn Gâzi Musul’da vefât edince bâzı komutanlar Nûreddîn’in atabeg olmasını istediler. Fakat Kutbeddin Mevdûd atabeg oldu.

Sincar Vâlisi Nûreddîn’i dâvet ederek şehri teslim edince, Mevdûd ordusuyla harekete geçti. Fakat iki kardeş arasındaki anlaşmazlık barış ile netîcelendi.Nûreddîn Humus ve Rakka’yı alıp Sincar’ı kardeşine verdi (1149). Bu târihten îtibâren iki kardeş Haçlılara karşı Müslümanları birleştirmek için çalıştı. Nûreddîn, Antakya topraklarını zapt etti. Harim civârını yağmalatıp, İnnib Kalesini kuşattı. Sıra ile Harim’i ve Fâmiye Kalesini aldı. Mevdûd da Nûreddîn’in bu muhârebesine katıldı. 1153’de Hıristiyanlardan Askalan’ı aldı. Askalan’ı kaybeden Hıristiyanların Şam’a yönelmeleri üzerine Şam’ı Emir Mucirüddîn’den alarak kendi toprakları arasına kattı (1154). Esediddîn Şirkûh’u Şam vâlisi yaptı ve Haçlıların saldırılarını bertaraf etti. Sonra Mısır işleriyle alâkadar olmaya başlayan Nûreddîn Zengi Şirkûh ve yeğeni Selâhaddîn Eyyûbî’yi Mısır’a gönderdi. 1164 yılında Harim’i yeniden Haçlılardan aldı. 1169 yılında Şirkûh, Mısır’da hâkimiyeti ele geçirdi. Selâhaddîn Eyyûbî, Nûreddîn Zengi’nin emriyle 1171 yılında Fâtımîleri tamâmen ortadan kaldırdı.

1173 yılında Anadolu’ya giren Nûreddîn Zengi, İkinci Kılıç Arslan’a âit bâzı kasabaları ele geçirdi. Bu esnâda Bağdat Abbâsî halîfesi kendisine Musul, Elcezire, İrbil, Hilât, Sûriye, Mısır ve Konya hükümdârlığını tasdik ettiğini belirten bir menşûr verdi. Fakat çok geçmeden Sultan Nûreddîn Zengi, Şam’da vefât etti (1174). Kendi yaptırdığı Nûriye Medresesine defnedildi. 1147-1149 yılları arasında gerçekleşen İkinciHaçlı Seferlerini netîcesiz bırakan İslâm kahramanlarından biri olan Nûreddîn Zengi, kurduğu eğitim kurumları, sosyal tesisler ve yaptığı îmâr faaliyetlerinin yanında, güçlü bir devlet kurucusu olan Selâhaddin Eyyûbi’yi yetiştirmesiyle de tanınmaktadır. Haleb, Şam, Hama, Humus, Baalbek, Menbic ve diğer şehirlerde büyük medreseler, câmiler, imâretler, kervansaraylar, hastâne ve dâr-ül-hadîsler yaptırdı. Masrafların karşılanması, tâmirâtı ve yaşatılması için büyük vakıflar bıraktı. Şam’da yaptırdığı büyük hastâne, devrin en meşhur mütehassıs doktorlarının hizmet verdiği bir sağlık müessesesiydi. Hadis üniversitesi mâhiyetindeki ilk Dâr-ül-hadîsi o kurdu ve pekçok kitap vakfetti. Rasadhâne kurdurarak, güneş saati yaptırdı. Dindâr olup, ilim adamlarının hâmisiydi. Karargâhında dahi Kur’ân-ı kerîm okutup, hürmetle dinlerdi. Ülkesini adâletle idâre ettiği için“Melik-ül-âdil” lakabıyla tanındı. Haftada iki gün halkın huzûruna çıkarak şikâyetleri dinlerdi. Haksızlıkların önüne geçmek ve devletin menfaatlerini korumak için, hassas bir haber alma teşkilâtı kurdu. Haberleşmede güvercinlerden de faydalandı. Kendisinin ve âile çevresinin ihtiyaçlarını, ihsanlarını, şahsî malından karşılardı. Ganîmetten, âlimlerin helâl dediklerinden başkasını almaz, altın, gümüş kullanmaz ve ipek giymezdi. Sultanlığı devrindeki siyâsî hâdiseler büyük, bulunduğu çevre çok karışık bir yapıya sâhip olmasına rağmen ülkesinde şarabın satılmasını ve içilmesini yasaklayarak, Allahü teâlânın emrine riâyet edip halkının sağlığını ve memleketin huzûrunu korudu.

NURSULTAN NAZARBAYEV (Akiseviç)

Kazakistan Türk Cumhûriyeti Cumhurbaşkanı. Büyük Kazak kabîlelerinden birine mensup bir köylü âilesinin çocuğu olan Nursultan Nazarbayev 1940 senesinde doğdu. 1962’de Sovyetler Birliği Komünist Partisine (SBKP) girdi. 1967’de Karagan’daki metalurji okulunu bitirdi. 1969’da SBKP’nin Temirtau teşkilâtında vazife aldı. 1977’de Karagan’da mahallî parti komitesi ikinci sekreterliğine, 1979’da Kazakistan politbürosu asil üyeliğine getirildi. 1984-89 seneleri arasında Bakanlar Kurulu Başkanı olarak vazife yaptı.

Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Gorbaçov 1986’da Brejnev çizgisinde bir politika tâkip eden Kazakistan Komünist Partisi birinci sekreteri Din Muhammed Kunayev’in yerine Nursultan Nazarbayev’in getirilmesine karşı çıkarak bu vazifeye Gennadi Kolbin’i getirdi. Kolbin’in başarısız olması üzerine teşkilâtın başına Nursultan Nazarbayev getirildi. 1989-91 seneleri arasında Kazakistan Komünist Partisi birinci sekreteri olarak vazife yaptı. 1990-91 senelerinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi politbürosunda asil üye olarak da vazife yapan Nazarbayev, Mart 1990’da Kazakistan Yüksek Sovyeti tarafından devlet başkanlığına getirildi. Sovyetler Birliği devlet başkanı Mihail Gorbaçov’un kendisine teklif ettiği devlet başkanı yardımcılığı vazifesini, bu vazifeye getirilenlerin gerçekte hiçbir yetki taşımadığını görerek reddetti. Bununla birlikte Gorbaçov’u her zaman destekledi ve birliğin dağılmasını önlemek için çaba gösterdi. Cumhûriyetler arasındaki ekonomik birliğin korunmasını öngören hareketin temelleri Temmuz 1991’de Kazakistan’ın başşehri Alma Ata’da yapılan görüşmeler sırasında atıldı. Bununla birlikte Sovyetler Birliği’nin dağılacağı açıkça ortaya çıktığında Kazakistan, yine Alma Ata’da yapılan bir toplantıyla Orta Asya Cumhûriyetlerinin Bağımsız Devletler Topluluğu’na (BDT) katılmasına önderlik etti. Müslüman-Türk Cumhûriyetlerinin en büyüğü ve nükleer silahlara sâhip dört cumhûriyetten biri olan Kazakistan’ın devlet başkanı olan Nursultan Nazarbayev merkezden yürütülecek politik ve ekonomik reformları destekledi. Tek bir merkez bankası, tek bir para birimi (ruble) ve tek bir para politikası gibi uygulamaları savundu. Bir yandan da gelecekte elde edilecek döviz gelirlerini göz önünde tutarak Kazakistan Dış Ticâret Bankasını kurdu. Piyasa ekonomisinden yana olan Nazarbayev’in Kore doğumlu ABD’li bir danışmanı vardı. Kazakistan’daki zengin petrol, doğal gaz ve mâden yataklarının ancak Batı ülkeleri ve Japonya’nın yardımıyla işletilebileceğini düşünen Nazarbayev, yabancı sermâye bulmak gâyesiyle Ekim 1991’de İngiltere’ye bir gezi yaptı. Hâlen Kazakistan devlet başkanı olan Nursultan Nazarbayev, ülkesinin kalkınması için, Türkiye ve diğer Türk Cumhûriyetlerinden çok Batıya ve ABD’ye yanaşmaktadır.

NURULLAH ATAÇ

Cumhûriyet dönemi deneme ve tenkit yazarı. Asıl ismi; Ali Nûrullah Atâ’dır. Babası Hammer Târihi’ni Türkçeye tercüme etmiş olan Öğretmen Mehmed Atâ Beydir. 21 Ağustos 1898’de İstanbul Beylerbeyi’nde doğdu. İlkokuldan sonra dört yıl Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi) de okudu. Dördüncü sınıftan ayrıldı. Tahsilini tamamlamak ve Fransızcasını ilerletmek için İsviçre’ye gitti. Mütâreke döneminde Türkiye’ye döndü. Bir müddet Dârülfünûn’da edebiyat derslerini tâkip etti. İmtihan vererek Fransızca öğretmeni oldu.

İstanbul, Ankara ve Adana’daki çeşitli okullarda Fransızca öğretmenliğinde bulundu. Ticâret Vekâletinde ve Millî Eğitim Bakanlığında mütercimlik; Basın Yayın Umûm Müdürlüğünde yayın şefliği yaptı. Daha sonra da Cumhurbaşkanlığı mütercimi oldu. Emekliye ayrılıncaya kadar bu vazifeyi sürdürdü. 1951 senesinde Türk Dil Kurumu yönetim kurulu üyeliğine seçildi ve yayın kolu başkanı oldu. Bu iki vazifeyi ölünceye kadar birlikte yürüttü. 17 Mayıs 1957’de Ankara’da öldü.

Nurullah Ataç eski Türk edebiyatıyla birlikte Batı Edebiyatını, özellikle 18 ve 19. yüzyıl Fransız edebiyatını tetkik etti. Bu sebepten Fransız edebiyatçılarının etkisinde kaldı. Birçok fikirlerini onlardan aldı.

Yazı hayâtına 1921-22 yıllarında Dergâh Mecmuası’nda yayınladığı şiirlerle başladı. Daha sonraki yıllarda çeşitli gazetelerde deneme tenkit ve fıkralar yayınladı. Diğer taraftan da Fransızcadan yaptığı tercümelerle meşhur oldu. Yunan, Lâtin, Fransız, Rus ve Alman klâsiklerinden veya çağdaş yazarlarından yaptığı elliye yakın tercüme ile Türk gençlerinin yerli kültürden uzaklaşıp Batı kültürüne özenmesine sebep oldu. Batılılaşma özentisi içinde olan kimselerin talebi üzerine bâzı eserleri defâlarca basıldı.

Dilin özleştirilmesi husûsunda aşırılığa kaçtı. Batı uygarlığıyla bütünleşebilmek için Osmanlıca Türkçesi yerine Yunan-Lâtin kökenli kelimelerin ve Öztürkçe adı verdiği uydurma kelimelerin kullanılmasını savundu. Bu sebeple Türkiye’deki Okullarda Yunanca-Lâtince’nin ders olarak okutulmasını istedi. Dilde özleşme adıyla birçok yeni kelime türetti. Eski edebiyatımızı iyi bilmesine rağmen dili ve tavrıyla eski edebiyatımıza ve dilimize cephe aldı. Yazı hayâtının önemli bir bölümünde nesirde “devrik cümle” olarak adlandırılan, yazı dilimize yabancı olan bir cümle yapısının savunucusu oldu. Yazılarının ekserisini kendi uydurduğu kelimelerle devrik cümle tarzını yaygınlaştırmak yönünde kaleme aldı.

Nurullah Ataç, gerçeği parça parça görmüş, düşünceyi tipik veya en uygun olduğu noktadan değil, kendine en ilginç görünen yerden yakalamıştır. Düşünce onda hemen kanaate dönüşür, ama o çok kesin konuştuğu zaman bile son sözünü söylemiş değildir. O anda ne söylediğini bilen, ama az sonra ne söyleyeceğini bilmeyen bir denemeci tavrı içindedir. N.Ş. Kösemihal onun bu tavrını;“Zaman zaman birbirine taban tabana aykırı fikirleri savunduğu da olur. Bir fikrin doğru-eğri olması da onun için önemli değildir.” cümleleriyle ifâde etmektedir.

Yazılarında alay ve öfke hâkim olan Nurullah Ataç, sevmediklerine alayla karşılık vermiş, sevdiklerine ve gençlere öfkesini yöneltmiştir. Nurullah Ataç çeşitli gazete ve dergilerdeki yazılarını; Sabiha Yağızlar, Alkan, Ahfeş, Süha Kavafoğlu, Ali Gümrükçü gibi takma adlarıyla yazmıştır.

Nurullan Ataç’ın yazıları, ölümünden birkaç yıl sonra ortaya çıkan ve onun izinde olduklarını iddia eden özleştiricilerin yeni uydurdukları kelimeler yüzünden geride kalmış, yer yer anlaşılmaz hâle düşmüştür.

Tenkitlerinde tamâmen şahsî davranan Nurullah Ataç’ı bâzı yazarlar eleştirmen olarak kabul etmezler. Nûrullah Ataç’ın; eleştiri, deneme ve dilin özleştirilmesindeki davranışları, kendine has yazarlığı, gerek kendi zamanında gerekse ölümünden sonra birçok tartışmalara sebep olmuştur.

Eserleri:

Karalama Defteri, Sözden Söze, Ararken, Diyelim, Söz Arasında, Okuruma Mektuplar, Günce, Ataç, Dil Üzerine Söyleşiler, Söyleşiler, Günce I, Günce II, Dergilerde, Günlerin Getirdiği, Ararken.

Elliyi aşkın çevirisinden en ünlüleriyse; Kızıl ile Kara, Adsız Köşk, Tehlikeli Alâkalar, Seçme Yazılar’dır.

NÛRUOSMÂNİYE CÂMİİ

İstanbul’da, Çemberlitaş ile Kapalıçarşı ve Cağaloğlu arasında kalan ve kendi adıyla anılan semtteki büyük ve güzel câmi. Bu câminin yerinde daha önce, Hoca Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendinin hanımı Fatma Hâtun Mescidi bulunmaktaydı. Nûruosmâniye Câmiinin yapımına 1748’de Sultan Birinci Mahmûd Han zamânında başlandı. Vefâtından sonra Sultan Üçüncü Osman Han devrinde devam edilerek 1755’te tamamlandı. Yapının kitâbesi bu târihi taşımaktadır. “Osmanlının Nûru” mânâsına, câminin ismine “Nûr-ı Osmânî” denilmekle berâber, Osmâniye Câmii diye de bilinir. Câminin mîmârı Mustafa Ağa, yardımcısı ise Simon Kalfadır.

Câmi, barok üslûpta yapılmış olup, klâsik üslûptan tamâmen ayrı bir karakter taşımaktadır. Bilhassa yarım dâire şeklindeki avlusu, bunu iyice belirlemektedir. Câmi, bu özelliğiyle Osmanlı mîmârisinin yeni üslûbunun, ilk büyük ve mühim eseridir.

Câmi; medrese, kütüphâne, imâret, sebil, türbe ve çeşmeyle civârındaki dükkânlar ve hanlardan meydana gelen bir külliye şeklindedir. Kütüphânesi, çok değerli el yazması kitaplarla kurulmuştur. Câmi, yüksek bir kaide üzerinde inşâ edilmiştir. Plânı kare olup, mihrabı dışarı çıkıntılıdır. Yüksek ve geniş çaplı kubbe, yan duvarlardaki büyük kemerlere oturur. Câminin iç avlusu yarım dâire şeklinde olup, on iki sütuna oturan kubbelerin örttüğü revakı, şadırvansız olan bu avluyu çevreler. Câminin içi, yüz yetmiş beş pencereden ışık almaktadır. Cümle kapısı üzerinde müezzin mahfili, yanlarda yan mahfiller, mihrâbın sol tarafında ise dıştan büyük bir rampa ile çıkılan ve odaları da bulunan Hünkâr mahfili bulunmaktadır. Câminin beş gözlü son cemaat yerinin iki yanında dışarı doğru çıkıntı yapan birer tâne çok zarif minâresi vardır. Minâreler ikişer şerefelidir.

Câminin içi de son derece güzel ve gösterişli olarak tezyin edilmiştir. Mihrâbı, minberi ve câminin içindeki silmeler barok üslûpta ve son derece güzel yapılmıştır. Câminin içini süsleyen kısımlardan, yazılar hâriç diğer yerleri, güzel görünüşlü renkli taşlarla süslenmiştir. Câminin içini süsleyen yazılar ise, devrin tanınmış hattatlarından Rasim, Yedikulelizâde Abdülhalîm, Bursalı Müzehhib Ali ve Kâtibzâde Mehmed Refi Efendi tarafından yazılmıştır.

Câminin avlusunda bulunan türbeye, ne câminin inşâatını başlatan Sultan Birinci Mahmûd, ne de câmiyi bitiren Sultan Üçüncü Osman Han defnedilmiştir. Bu türbede, Sultan Üçüncü Osman Hanın annesi Şehsuvar Sultan ile bâzı şehzâde ve sultanlar medfûndur.

NUSRETİYE CÂMİÎ

İstanbul’da, Tophane ile Kabataş arasında bulunan câmi. Evvelce bu câminin yerinde, Sultan Üçüncü Selim Han tarafından yaptırılmış olanTophâne-i Âmire, Arabacılar Kışlası ve Câmii vardı. 1822’de bu civarda bulunan diğer binâlarla birlikte bu câmi de yandı. Yanan bu câminin yerine Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1825’te Nusretiye Câmii yaptırıldı. 1826 yılında yapılan sebil ve muvakkıthâne câmiye eklendi. 1901 yılında, câminin önüne yapılmış olan Sultan İkinci Abdülhamîd Çeşmesi, cumhûriyet devrinde Maçka’ya götürülmüştür. Ampir üslûpta inşâ edilen câmi, 1955-1958 yılları arasında tâmir edildi.

Câminin kapısında bulunan kitâbe “Toptan Taphâne’yi âbâd kıldı Pâdişah” mısrasıyla başlayıp “İzzet ol Beyt-i Hüdânın söyledim târîhini-Câmi-i Mahmûd Han oldu mu’taf-ı müminîn” mısrasıyla biter ve Hicrî 1241, Mîlâdî 1825 târihini vermektedir.

Yüksek bir kâide üzerinde olan câmi, kare plânda olup, mihrâbı dışarı çıkıntılıdır. Yirmi pencereli bir kasnak ile duvarlara intikâl eden kubbesi yüksektir. Câminin cephesi mermer kaplıdır. Câmi, bir de Hünkâr Kasrına sâhiptir. Şadırvan avlusu câminin sol tarafında olup, klâsik üslûptan farklı bir şekilde yapılmıştır. Câminin iki minâresi vardır. Yapının iki yanında bulunan minâreler, ikişer şerefeli olup, çok nârindir. Câmiin kısa olan minâreleri sonraları yükseltilmiştir.

Câminin iç duvarları, kalem işleri, devrinin üslûbuna uygun tezyin edilmiştir. Câminin içini çevreleyen Amme sûresi, meşhur hattat Mustafa Râkım’ın eseridir. Nusretiye Câmiinin inşâatı münâsebetiyle resmini taşıyan bir madalya yaptırılmıştır.

NÛŞİREVÂN

İran’daki Sâsânî Devleti hükümdârlarından. Sâsânî Hânedânının yirmincisidir. Asıl ismi Hüsrev’dir. Pehlevî dilindeki “Anoşek-revân=Ölmez, ebedî rûh” mânâsına “Anûşirevân” veya “Nûşirevân” lakabıyla meşhûr olmuştur. Adının Arapça karşılığı olan “Kisrâ” ünvânı daha sonraki Sâsânî hükümdârları için kullanılmıştır. Kubâd’ın en küçük oğludur. Peygamber efendimiz; “Ben, âdil sultan zamânında dünyâya geldim.”buyurarak onun adâletini övmüştür.

On dokuzuncu Sâsânî hükümdârı olan Kubâd zevkine düşkün, Mejdek adında birisinin ortaya attığı bugünkü komünizme âit fikirleri kabûl etti. Tenbellerin serserilerin ve hele kadına düşkün olan aşağı kimselerin işine gelen; “Ateşe tapılacaktır. Her şey herkesin malıdır. Herkesin malları ve yaşayışları eşittir. Herkes birliktedir. Şahsî tasarruf yoktur. Bütün insanlar eşit ve her şeyde ortaktırlar. Biri diğerinin zevcesini isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler malları fakirlere vermeli, onların ihtiyaçlarını gidermelidir.” şeklindeki Mejdek’in fikirleri Kubâd zamânında yayıldı. Kubâd’ın ölümünden sonra M.531 senesinde tahta, oğlu Hüsrev yâni Nûşirevân geçti.

Nûşirevân; Romalılarla, Hunlularla, Hindlilerle ve başka komşularıyla yaptığı birçok savaşlarda gâlip geldi. Sâsânî Devletinin sınırlarını Akdeniz’e ve Karadeniz’e ulaştırdı. Mâverâünnehr taraflarından da birçok yerleri sınırları içine kattı. Roma İmparatoru Jüstinianos’un ilerlemesinden endişe ederek ona harb îlân etti. Roma İmparatorunu hezîmete uğratıp elli sene müddetle, her sene otuz bin altın cizye vermeye mecbûr etti. Yemen’i, Dâra’yı aldı ve Kapadokya’ya girdi. Babası zamânında ahlâksızlıkları ve bozuk fikirleriyle insanları etkisine alan Mejdek ve seksen bin adamını kılıçtan geçirerek komünizm belâsını ortadan kaldırdı.

Kırk sekiz sene adâletle hüküm sürdü. Onun adâleti hadîs-i şerîfle medhedildi. Nûşirevân, hükümdârlık zamânında askerî reformlar yaptı ve yeni bir vergi toplama sistemi geliştirdi. Mejdekîleri ülkeden atmasına rağmen âdil ve hoşgörülü kişiliğiyle ün kazandı. Hikmet sâhibi, zekî ve iş bilen müşâvirleri vardı. İlim ve hikmet sâhibi kimseleri her taraftan toplayıp ikrâm ve ihsanlarda bulunurdu. Kale, köprü gibi birçok binâlar ve eserler yaptırdı. 579 senesinde vefât etti. Oğlu Dördüncü Hürmüz onun yerine geçti.