NİZÂM-I CEDİD
Osmanlı Devletinde 18. asır sonunda, askerî ve idârî sâhalardaki düzensizliklere çâre bulmak için yapılan teşebbüslerin tamâmı. Ayrıca, Avrupa usûlleriyle meydana getirilen tâlimli orduya verilen isim. Bu terim, ilk defâ Fâzıl Mustafa Paşanın sadrâzamlığı esnâsında, mâliyede yapılan bâzı yenilikler için kullanılmıştır. Daha sonra Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde de, şimdi anlaşılan manâda kullanılmağa başlanmıştır. Ancak, Nizâm-ı Cedid, geniş ve dar mânâda olmak üzere iki şekilde târif edilmiştir. Dar mânâda; Sultan Üçüncü Selim Han devrinde, Avrupaî tarzda yetiştirilmek istenen askerî kuvvetlerde, geniş mânâda ise; yine aynı pâdişah devrinde devlet teşkilâtının bütününde yapılmak istenilen yenilikler olarak bilinmektedir. Bu tariflerden ikincisi daha doğru olarak kabul edilir.
On sekizinci asır boyunca devam eden askerî başarısızlıklar, bunları tâkip eden günlerde ıslahat lâyihalarının verilmeleriyle neticelenirdi. Bunların içinde, Halil Hamid Paşanın askerlik sahasındaki nizamnâmesi en önemlisidir. Sultan Üçüncü Selim’in tahta çıkışına kadar aşağı yukarı yüz sene devam eden ıslahat hareketlerinin bir merhalesini teşkil eden Nizâm-ı Cedid fikri, tamâmen bu pâdişâhın şahsına bağlanır. Gerçekten de bu pâdişâh şehzâdeliği ve veliahtlığı esnâsında devletin içinde bulunduğu durum için yapılan ıslâhât teşebbüslerini yakından tâkip etmiştir.
Nizâm-ı Cedid hareketi, Sultan Üçüncü Selim’in tahta çıkışıyla berâber belli bir tertip içinde uygulanmaya başlandı. Böyle yeni bir sistemin konulması için, öncelikle bâzı yönlerden örnek alınacak Avrupalıların ilerlemesinin sebeblerinin incelenmesi ve devlet adamlarıyla âlimlerden teşekkül edilecek bir danışma meclisinin kurulması îcab ediyordu. Pâdişâh, meşveret (danışma) meclisi teşkiliyle, yeni fikrin, bir şahsın değil, devletin malı olması gâyesini güdüyordu. Islahat için yirmi iki devlet adamından bu konudaki düşüncelerini açıklayan birer rapor hzırlamalarını istedi. Yirmi iki kişinin ikisi Avrupalı idi. Bunlardan Bertrauf Osmanlı ordusunda çalışan bir subay, diğeri ise İsveç konsolosluğunda çalışan D’Ohosson idi. Türk devlet adamlarının belli başlıları ise, Sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, Veli Efendizâde Emin, Defterdar Şerif Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Efendi ve târihçi Enver Efendiydi.
Diğer taraftan Ebû Bekr Râtib Efendi, o devir için Avrupa’nın güçlü devletlerinden olan Avusturya’nın başşehri Viyana’ya sefâret vazifesiyle gönderildi. Gönderilen bu elçiden, Avusturya’nın bütün müesseselerini incelemesi ve rapor etmesi istendi. Sekiz aylık bir seyahat neticesinde yazılan bu Sefâretnâme’de, alınması gerektiği bildirilen başlıca tedbirler şu maddeler içinde özetlenebilir:
1. Hazinenin dolu ve düzenli olması,
2. Askerin itâatli olması,
3. Devlet adamlarının doğru ve sâdık kimseler olması,
4. Halkın refah ve himâyesinin temini,
5. Bâzı devletlerle ittifak anlaşmalarının yapılması.
Ebû Bekr Râtib Efendiye göre, örnek seçilecek bir devletin askerî kânunları ve nizamları iktibas edilerek, kendi bünyemize uydurup, ihtiyacımıza cevap verecek bir Nizâm-ı Cedid ordusunun kurulması gerekiyordu. Pâdişâhın düşüncelerine tesir eden bu Sefaretnâme, Nizâm-ı Cedid programının hazırlanmasının bir safhasını teşkil ediyordu.
Kendisinden önceki pâdişâhların, ıslahat hareketlerindeki düşüncelerinden faydalanmasını bilen Sultan Üçüncü Selim Han, Sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde yapılmak istenilen ıslahatın devlet adamlarından gizli olmasının zararlarını gördüğünden, devlet adamları ile âlimleri yanına çağırarak, onların düşüncelerinden faydalanma ve memleketlerin durumunu daha iyi tahlil etme imkânını ele geçirmek istedi. Ancak layihaları kaleme alan kimselerin askerlik sâhasında tecrübeli olmaması, köklü tekliflerin gelmesine mâni oldu.
Verilen layihalar, başlıca üç görüş üzerinde toplanıyordu:
1. Ordunun, Kânûnî Sultan Süleyman Kânunları’na göre ıslah edilmesi.
2. Sultan Süleyman Kânunları’na, Avrupa nizamlarını tatbik ederek yeniden ordu teşkili,
3. Yeniçeri Ocağı tamâmen kaldırılarak, Avrupa usûllerine göre yeni bir ordunun kurulması.
Üçüncü düşüncede olanlara göre, devletin eski kânunları ihtiyaca cevap veremez hâle gelmiş, Yeniçeri Ocağına fesad karışmış bu da ordunun bozulmasına sebep olmuştu. Bu sebeplerden dolayıYeniçeri Ocağını bir tarafa bırakarak, tamamen Avrupa usûlleriyle yeni bir ordu kurulmalıydı.
Sultan Üçüncü Selim Han, bu fikirlerden üçüncüyü seçti. Programın uygulanması için tertip edilen heyetin başına, İbrâhim İsmet Bey gibi dirayetli bir şahsı getirdi. Bu zat, işin başlangıcında olabilecek tehlikeleri dile getirmişti. Islahat heyetinin hazırladığı program, yetmiş iki maddeden meydana geliyordu. Öncelikle askerlikle ilgili maddelerin tatbikatına geçildi.
Yeniçeri Ocağının birdenbire kaldırılmasının devlete vereceği zarar ortada olduğundan, bu ocağın ıslah edilmesi sırasında yeni ordunun kurulması çalışmalarına başlandı. Yeniçeri Ocağına haftada birkaç gün mecbûrî tâlim konuldu. Humbaracı, Topçu, Lağımcı ve Toparabacı ocaklarının yeni kanunnâmeleri hazırlandı. Bunlar ordunun teknik sınıflarını teşkil edeceklerdi.
Yeni ordunun teşkili ise, Sadrâzam Koca Yusuf Paşanın Ziştovi ve Yaş anlaşmalarından sonra cepheden İstanbul’a dönmesiyle başladı. Sadrâzamın Avrupa’dan subay da getirmesi, tâlimli piyâde askerinin teşkilini hızlandırdı. Pâdişâh bu ordunun yeniçerilerden bağımsız olmasını ve genç yeniçerilerin buraya alınmasını istiyordu. Ancak bunun mahzurları düşünüldüğünden, yeni ordunun Bostancı Ocağına bağlı, on iki bin mevcutlu ve örnek bir ordu gibi teşkili yoluna gidildi. Levend Çiftliği Kânunnâmesi ile yeni ordunun kadroları ve diğer meseleleri açıklanmış oluyordu.
Nizâm-ı Cedid ordusunun kuruluşunda ortaya çıkan diğer bir problemse yeniçeri taraftarlarının çıkaracağı taşkınlıktı. Bunun için halk arasında mûteber olan devlet adamlarından faydalanma yoluna gidildi. Yapılan propagandada, yeni ordunun İstanbul’da Rus tehlikesine karşı muhâfaza için kurulduğunu, İstanbul’a karşı bir tehlike esnâsında Anadolu ve Rumeli’ne dağılmış olan, çiftçilikle uğraşan askerin geç gelmesinin doğuracağı tehlikeler anlatıldı. Pek tesirli olmamakla berâber yapılan propaganda neticesi, ilk andaki tepkiler önlenmiş oldu. Sessizlikten istifâde etmek isteyen devlet, Anadolu’da asker yetiştirme hareketine girişti. Bu harekette, Karaman Vâlisi Kâdı Abdurrahman Paşa ile Amasya Sancakbeyi Cabbarzâde Süleyman Beyin gayretleri semeresini verdi. Ancak Yeniçeri Ocağına tâlim mecburiyeti konması, hâriçten esamî satın alarak ulûfeye kaydolanların işine gelmedi. Ocak içinde usûlsüz âidât toplayanların, kânunnâme ile engellenmesi, çıkarcıları zor duruma soktu. Yapılan karşı propaganda neticesi önce Yeniçeriler tâlime çıkmamaya başladı, sonra da Nizâm-ı Cedide kaydolanların dağılmaları, devlet adamlarına Nizâm-ı Cedidin asker kaynağının sâdece ordu olduğunu anlatmış oldu. Bu esnâda Levend’den başka Üsküdar’da Kâdı Abdurrahman Paşanın askerlerinden teşekkül eden yeni bir ordu tesis edildi.
Nizâm-ı Cedid ordusunun kurulmasının yanı sıra tophâne, tersâne ve mühendishânenin de yeniden organizasyonuna başlandı. Tophâne mensupları elenerek yenilendi, Avrupa’dan top döküm ustaları getirilerek yeni ve kuvvetli top îmâlâtına başlanıldı. Çok ihmâl edilmiş olan donanma ile tersânenin ıslahatına girişildi ve bu konu, Küçük Hüseyin Paşaya verildi. Alınan tedbirler neticesinde donanma her yönden güçlendi. Fennî eğitimde tahsil ve terbiyenin ilerlemesi için, 1773’te açılan Mühendishâne-i Bahri-i Hümâyûn genişletildi. Bu okullarda, geniş ölçüde yabancı öğretmenlerden faydalanıldı. Okulların kitap ihtiyacını karşılamak için de Üsküdar Matbaası yeniden tesis edildi.
Yapılan değişiklikler, devlet bütçesine ağır yük getiriyordu. Yükün kaldırılması için, sâdece Nizâm-ı Cedidin giderlerini karşılayacak İrad-ı Cedid denilen yeni bir hazine kuruldu. Ayrıca İrad-ı Cedid, ileride meydana gelebilecek harplerin giderlerini de karşılayacaktı. İki yüz bin kese değerinde olacak bu hazinenin gelir kaynaklarını, rüsûm-ı zecriye denilen tütün, içki ve kahveden alınan vergilerle, mahlûl mukataalardan alınan vergi ve her sene yenilenen beratlardan alınan vergiler teşkil ediyordu. Hazinenin hesaplarını görmek için de tâlimli asker nâzırı, İrâd-ı Cedid defterdarı tâyin edildi.
Nizâm-ı Cedid hareketi, askerî sâhadaki yeniliklerin yanısıra idârî, siyâsî ve ticârî sâhalarda aynı istikâmette bir takım teşebbüsleri beraberinde getirdi. İdârî sâhada, Anadolu ve Rumeli, yirmi sekiz vilâyete bölündü ve vezir sayısı buna uygun hâle getirildi. İdâreciliği menfî olan ehliyetsiz kişilere vezirlik verilmemesine dâir kânunnâme çıkarıldı ve tâyinlerin yapılması hakkı, pâdişâh ve sadrâzama verildi. Vezirlerin memuriyet süresi, en az üç, en çok beş yıl arasında sınırlandırıldı. Kadıların durumu, timar nizamnâmesi düzenlenerek, yapılacak muâmelelerin kânunnâmeye uygun olmasına dikkat edildi.
Osmanlı Devletinin iktisâdî, idârî, siyâsî sâhalarında yapılan yenilik ve ıslahatlar, yapılan menfî propaganda, içteki ve dıştaki başarısızlıklar sebebiyle istenilen neticeyi veremedi. Islahatları tatbik edenler arasında, pâdişâha tam olarak itaat edenlerin sayısının az olması da bu başarısızlıklarda rol oynadı. Hâricî düşmanlarla yapılan savaşlar, Arabistan’da Vehhabî, Mora’da Rum, Balkanlar’da Sırp isyanları ile diğer küçük çaptaki isyânları bastırmakta güçlükle karşılanılmasının suçu, devamlı Nizâm-ı Cedid askerine yüklendi. Yeniçeri Ocağı mensuplarının da Nizâm-ı Cedid askerinin çoğalmasıyla kendi maaşlarının ellerinden gideceği korkusu, yeniliklere cephe almalarına yol açtı. Fransa’nın Osmanlı Devleti aleyhine cephe alıp, İstanbul’daki Fransız sefirinin el altından Yeniçerileri, “Maaşlarınız alınıp, devlet ileri gelenlerine dağıtılacaktır” şeklindeki tahrikleri de etkili oldu. Bu hareketin başarısızlığında korkak ve müsrif devlet adamlarının mühim tesiri oldu. Devlet bütçesinden yapılan masrafların artması, hileli sikke kesilmesi veya yeni yeni vergilerin konulmasına bağlı olarak, eşyâ fiyatları arttı. Taşrada vergi tahsildarlarının yolsuzlukları halka büyük sıkıntı getirdi. Bu sebeplerden, yeniliğe karşı olan unsurlar, Nizham-ı Cedid’in yıkılması için fırsat aramaya başladılar.
Napolyon’un Mısır Seferi sırasında Akka Kalesinin önündeki savaşta başarı kazanan Nizâm-ı Cedid ordusundan, Sırp isyanlarına ve Rusya ile savaş tehlikesine karşı faydalanılmak istendi ve ordu Rumeline geçirildi. Ancak bu durumdan şüphelenen Rumeli âyânına, ordunun Sırp İsyânını bastırmakla vazifeli olduğu îlân edildi. Fakat, Sadrâzam İsmail Paşanın ve yeniliğe muhâlif olanların Rumeli âyânı ve Yeniçerileri tahriki, olayların başlangıcı oldu. İlk hâdise Tekirdağ’da meydana geldi. Burada, kurulacak Nizâm-ı Cedid ordusuna dâir fermanı okuyan kişiyi Yeniçeriler öldürdüler. Askeri Edirne’ye götüren Kâdı Abdurrahman Paşaya mukâvemet edilmesi, iç harp tehlikesi derecesine ulaştı. İngiliz donanmasının İstanbul’u yakmakla tehdit ettiği ve düşmanın sınırlara asker yığdığı sırada böyle bir isyânın başlaması, devletin selâmeti açısından kötü neticeler verecekti. Bu sebeple Üçüncü Sultan Selim Han, Abdurrahman Paşayı geri çağırdı. Ancak bu tedbir arzu edilen neticenin aksine, muhâliflerin taşkınlıklarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Zîra yenilik düşmanlarının şımarmalarına sebebiyet verildi. İstanbul’da Boğaz yamakları isyan etti.
Edirne’deki hâdiseden sonra merkezde yapılan değişiklikler, fayda yerine zarar getirdi. Yeni tâyinlerle, görünüşte Nizâm-ı Cedid taraftarı olanlar, makam sahibi oldular. Ordunun da İstanbul’da bulunmayışını fırsat bilen Yeniçeri ve yenilik muhalifleri, Nizâm-ı Cedidi ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bu karardan habersiz olan Pâdişâh, Boğaz yamaklarını Nizâm-ı Cedid’e dâhil etmeye çalışıyordu. Köse Mûsâ Paşa ise el altından haber göndererek, bu askerleri; “Eğer, Nizâm-ı Cedid elbisesi giyerseniz dinden çıkarsınız, giymezseniz ocaktan atılırsınız. Belki de Nizâm-ı Cedid sizi öldürecek” diye tahrik ediyordu. Tahrikler sonucu 26 Mayıs 1807 târihinde Büyükdere Çayırında toplanan yeniçeriler isyânı başlattılar. Başlarına reis olarak seçtikleri, Kabakçı Mustafa denilen serkeş de İstanbul halkına, yaptıkları işin mukaddes bir hareket olduğu yolunda propaganda yaptı.
Bu esnâda Kaymakam Köse Murâd Paşa, bir taraftan Pâdişâha isyânı önemsiz gibi gösterirken, diğer taraftan, isyancıları bastırmaya hazırlanan Topçu Ocağına, karşı gelmemelerini emreden haberi gönderiyordu. Böylelikle isyan programı düzenli olarak tatbik edilmeğe başlandı. İsyancılar Et Meydanında (Aksaray’da) toplandıktan sonra, devlet adamlarının içinde bulunan Nizâm-ı Cedid muhâlifleriyle anlaştılar. Pâdişâh durumdan haberdâr olduğunda iş işten geçmişti. İsyânın bastırılması için Nizâm-ı Cedidin kaldırıldığına dâir bir ferman yayınladıysa da, âsiler bu defâ da, Pâdişâhtan on bir kişinin kendilerine teslimini istediler.
Kendisine on bir kişinin isimlerinin listesi verildiğinde çok üzülen Pâdişâh, bütün bunlara sebep, kendi yumuşak huyluluğu olduğunu söyledi. Kan dökülmemesi için âsilerin istekleri kabul edildi. Âsiler verdikleri listede olan kişileri birer yolunu bulup katlettikten sonra bizzat Nizâm-ı Cedidin mîmârı olan Sultan Üçüncü Selim’e karşı hareketlere başladılar. Nihâyet Üçüncü Selim Han da iyi huyluluğu, şefkati ve temiz ahlâkı yüzünden şehit edildi. İsyânın neticesinde de memleket, Avrupa’ya yetişmek yolunda uzun bir süre geri bırakılmış oldu.
Hindistan’da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden. İsmi, Seyyid Muhammed bin Seyyid Ahmed buhârî olup, lakapları; “Mahbûb-i İlâhî” (Allah’ın sevgilisi), “Sultân-ül-Meşâyıh” ve “Nizâmeddîn Evliyâ”dır. Nizâmeddîn Evliyâ, 1238 (H.636) senesi Safer ayının yirmi yedisinde Bedâyûn’da doğdu. 1325 (H.725) senesi Rebî’ul-âhir ayının on sekizinde Hakkın rahmetine kavuştu. Delhi civârındaki Gıyâspûr’da defn edildi. Sonradan büyük bir türbe yapıldı.
Nizâmeddîn Evliyâ küçük yaşta; mânevî ilimlerin yanında, üstün hâlleri ve takvâsı ile meşhûr derin bir âlim olan babası Hâce Ahmed Buhârî hazretlerini kaybetti. Babasının vefâtından sonra sıkıntılı bir hayat yaşayan Nizâmeddîn Evliyâ, Bedâyûn’da Mevlânâ Alâüddîn Usûlî’nin derslerine devâm etti. Büyük evliyâ Celâlüddîn-i Tebrîzî’nin halîfesi Ali Molla Büzürk Bedâyûnî’nin sohbetlerine de devâm edip, tasavvufta ilerledi. Yirmi yaşında iken Bedâyûn’dan ayrılıp, Delhi’ye gitti. Burada Mevlânâ Şemsüddîn’in derslerine devâm ederek yüksek derecelere kavuştu. Ayrıca Mevlânâ Kemâleddîn Zâhid’den hadis ilmi öğrendi. Hâce Necîbüddîn Mütevekkil’in de derslerine devâm eden Nizâmeddîn Evliyâ, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerini görmek üzere Delhi’den ayrılarak Acûzân’a gitti ve onun talebesi oldu. Çeştiyye yolunda ilerleyen Nizâmeddîn Evliyâ, 1258 senesine kadar Genc-i Şeker’in yanında kaldı. Kendisine hilâfet verilerek insanlara Allahü teâlânın dînini anlatması için Delhi’ye gönderildi.
Nizâmeddîn Evliyâ, hocasının emriyle Delhi’ye gittiği zaman, ibâdetlerini huzûr içinde yapacak sâkin ve uygun bir yer bulamadı. Gıyâspûr’da üstü sazla örtülü küçük bir kulübede yerleşti. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
Nizâmeddîn Evliyâ’nın vefâtına kadar kaldığı Gıyâspûr’un adı daha sonra Nizâmeddîn olarak değiştirildi.
Nizâmeddîn Evliyâ, Gıyâspûr’a yerleştikten sonra Acûzan’ı on defâ ziyâret etti. Bu ziyâretlerinin üçünü hocası hayatta iken, yedisini de hocasının vefâtından sonra yaptı.
İleri gelen devlet adamlarından olan talebesi Ziyâüddîn, hocasına; Sultan Mu’izzüddîn Balaban’ın sarayına yakın bir dergâh yaptırdı. Bu yakınlıktan dolayı, saray mensupları, şehzâdeler, komutan ve subayların çoğu Nizâmeddîn Evliyâ’ya talebe olup, onun mânevî tesiri ve dînî eğitimi altında, ahlâkî ve içtimâî huyları çok değişti. Hepsi, Allahü teâlâdan korkan, yaşayışı intizamlı insanlar hâline geldiler. Bir mıknatıs gibi etkisi olan bu tesirden, Delhi halkı da istifâde etti.
Uzun bir ömür süren Nizâmeddîn Evliyâ, yükselen ve düşen yedi Delhi sultanı gördü. Bu sultanlardan bâzıları, onun bağlılarından idi. Bâzısı ise, kısa görüşlü olup, zâlimdiler. Bunlar, Nizâmeddîn Evliyâ’nın misâfirperverliğini ve şöhretini kıskanıyorlardı. Nizâmeddîn Evliyâ, kendisine bağlı olanlar dâhil, hiçbir sultânı ziyâret için saraya gitmedi. Sultanları da dergâhına kabul etmedi.
Pekçok kerâmetleri görülen Nizâmeddîn Evliyâ’nın menkıbelerinden biri şöyledir:
Sultan Alâüddîn devrinde, Delhi şehri, kuzeyden gelen zâlim bir Moğol ordusu tarafından muhâsara edilmişti. Targi komutasındaki ordunun ilerlemesi sırasında, Sultan Alâüddîn’in en iyi birlikleri güneyde harp ediyor ve o yüzden bu güçlü ordu karşısında Delhi’yi zayıf bir birlikle bir gün bile müdâfaa edemeyecek durumda bulunuyorlardı. Bu durumda sultânın tek sığınağı, Allahü teâlâ oluyordu. Sultan, Emîr Hüsrev vâsıtasıyla Nizâmeddîn Evliyâ’nın himmetlerini talep etti. O, sultânın ve Delhi’nin bu acıklı durumunu duyunca, sâdece gülümsedi ve; “Sultâna selâmımı götürün. Endişe etmemesini söyleyin. İnşâallah Moğollar yarın sabah oradan çekilirler” buyurdu. Nizâmeddîn Evliyâ, sultâna bu haberi gönderdikten sonra, hocasını vesîle ederek münâcaatta bulundu. Allahü teâlâ, Moğol komutanı Targi’ye, ülkesinin muhâsara altında olduğunu gösterdi. Komutan, ülkesinin düşman tehlikesiyle karşılaştığını görünce, dehşete kapılıp, derhâl ordunun geri çekilmesini emretti. Ertesi sabah sultan, muhâsaranın kaldırıldığını ve bu velînin bereketiyle şehrin kurtulduğunu gördü.
Buyurdu ki:
İnsanın îmânı; ancak dünyâya ve onun altınlarına bir deve pisliğinden fazla değer vermediği ve Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye güvenmediği zaman tamam olur. Kendine Allah âşığı diyen bir kimse, dünyâyı sever ve onu sevenlerle arkadaşlık yaparsa, o bir yalancı ve münâfıktır.
Bir talebe için, Allahü teâlâya bağlılığın şu altı esâsı vardır: 1) Nefsini yenmek için insanlardan uzak kalmalıdır. 2) Her zaman temiz ve abdestli olmalıdır. 3) Her gün oruç tutmaya çalışmalı, yapamıyorsa az yemelidir. 4) Allahü teâlâdan başka her şeyden uzaklaşmaya çalışmalıdır. 5) Hocasına sâdık ve itâatkâr olmalıdır. 6) Allahü teâlâyı ve hakîkati her şeyden üstün tutmalıdır.
Bir talebe, şu dört şeyden sakınmalıdır: 1) Dünyâ ehli ve bilhassa zenginlerle görüşmekten, 2) Zikirden başka bir şeyden bahsetmekten, 3) Allahü teâlâdan başka bir şeye sevgi beslemekten, 4) Allahü teâlâdan başka bütün dünyevî şeylere kalbi bağlamaktan.
Kalp kırmak, Allahü teâlânın lütfunu incitmektir. Neye uğrarsa uğrasın, sâlih kimse aslâ kimseye kötü söylememeli ve lânet etmemelidir. İnsanların kabahatlerini açıklamamalıdır.
Nizâmeddîn Evliyâ’nın mübârek sözlerini ihtivâ eden beş önemli eseri vardır. Bunlar: Fevâid-ül-Fü’âd, Efdal-ül-Fevâid, Hazînet-ül-Asfiyâ, Siyer-ül-Evliyâ, Mıknatıs-ül-Vahdet’tir. Hâce Hasan Sencerî tarafından toplanmıştır.
Buhârâ’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş’tur. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, 14. asrın ortalarında doğup 15. asrın ortalarında vefât ettiği bilinmektedir.
İlk önce zâhirî ilimleri tahsil eden Nizâmeddîn Hâmûş tasavvufa yöneldi. Şâh-ı Nakşibend Buhârî hazretlerinin talebesi ve Nakşibendiyye yolu büyüklerinden olan Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. Her şeyden yüz çevirip Alâeddîn-i Attâr’ın sohbetlerinde bulunmaya ve ondan daha çok istifâde etmeye çalıştı. Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin en yüksek talebelerinden oldu. Zamânın en büyük âlim ve evliyâsı olarak yetişti. Birçok kerâmetleri görüldü. Onun sohbetine devâm edenler çok istifâde ettiler. Alâeddîn-i Attâr’ın talebelerinden olan büyük âlim Seyyid Şerîf Cürcânî ve Taşkent’e gittiği zamalarda da Ubeydullah-ı Ahrâr onun sohbetlerinde bulunurdu. Sa’deddîn Kaşgârî gibi büyük bir evliyâyı da yetiştiren Nizâmeddîn Hâmûş, 15. asrın ortalarında Buhâra’da vefât etti.
Nizâmeddîn Hâmûş birçok fazîlet ve üstünlüklerin kendisinde toplandığı, kerâmetler ve harikalar sâhibi bir zât idi. Güzel ahlâkta kemâl derecesinde idi. Sâde yaşamayı tercih eder, süslenmeden hoşlanmazdı. Çok mütevâzî idi. Kendinden meydana gelen kerâmetlerin hocalarının ve diğer büyüklerin latife ve sıfatları olduğunu söylerdi. Müslümanların yanlış hareket ve sözleri sebebiyle çok üzülürdü. “Müslümanlar bir bedenin uzuvları gibidir. Bedenin uzuvlarından birinde bir ağrı olunca, nasıl bir bedenin tamâmı ağrı ve sızıyı hissederse, onun tesirinde kalırsa, Müslümanlardan birisinin sıkıntısı da diğer Müslümanları sıkıntıya düşürür” buyururdu. Talebelerinden veya onu sevenlerden birisi bir sıkıntıya düşse, o sıkıntıyı fazlasıyla Nizâmeddîn Hâmûş hazretleri çekerdi.
Nizâmeddîn Hâmûş hazretleri buyurdu ki:
Susmak konuşmaktan daha faydalıdır. Susmakla insanlara faydalı olamıyan, konuşmakla hiç faydalı olamaz.
Büyüklerin yâni evliyânın huzurlarında, sohbetlerinde bulunurken uygunsuz düşüncelerin gelmemesine çok gayret ve dikkat etmelidir. Zîrâ bu büyükler, Allahü teâlânın izniyle o düşünceleri anlarlar ve bundan çok müteessir olur, üzülürler.
Hindistan’ın Dekken bölgesinde on beşinci asrın sonlarına doğru kurulan devlet. 1490 senesinde Behmenîlerin yıkılması üzerine Dekken’de beş müstakil sultanlık ortaya çıktı. Bunlardan biri de Ahmednagar ve çevresinde kurulan Nizamşahlardır. Devletin kurucusu Güney Dekkenli ve Müslüman olan Hindli bir kabîleye mensuptur. İlk hükümdâr Melik Ahmed Bekrî’den îtibâren başa geçen hükümdârlar Nizamşah ünvanını kullandıkları için devletin adına Nizamşahlar denilmiştir. Ahmed Nizamşâh’ın siyâsî hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Ölümü üzerine yerine oğlu Birinci Nizamşah Burhan geçti (1509).
Birinci Burhan Nizamşah’ın ilk yılları iç isyanları bastırmakla geçti. 1525 senesinde Şolapur bölgesinin hâkimiyet meselesi yüzünden Nizamşahlar ile Âdilşahların arası açıldı. Alâüddîn İmâdşah ve Ali Berid’le de ittifak kuran Burhan Nizamşah, İsmâil Âdilşah üzerine sefere çıktı ise de, Şolapur önlerinde yenildi. İsmâil Âdilşah diğer Dekken sultanlarıyla anlaşarak Burhan Nizamşah üzerine sefer düzenledi (1527) ve Pathri şehrini geri aldı. Bu durum karşısında Sultan Burhan, Ali Berid’in yardımı ileBerar’ı istilâ etti. Pathri’yi geri aldı. Alâüddîn İmâdşah’ı Handeş’e çekilmeye mecbûr bıraktı. İmadşah, Gucerat sultanı Bahâdır Hanı yardıma çağırdı. Bahadır Han Nizamşahlar topraklarına girerek Ahmednagar’ı ele geçirdi (1528). Fakat 1529 senesi yağışlı mevsim girmeden geri çekildi. 1531 senesinde Gucerat sultanı, Malva Devletini ortadan kaldırınca, aynı durumun kendi başına gelmemesi için, Burhan Nizamşah, şiî olan Gucerat sultanını ziyâret ederek iki devlet arasında dostluk kurulmasını sağladı ve 1537 senesinde şiîliği kabûl etti.
Kırk altı sene saltanat süren Burhan Nizamşah, 1553 senesinde ölünce, yerine bir iç savaş netîcesinde oğlu Hüseyin geçti. Hüseyin Nizamşah döneminde Viceyanagar hindularına karşı, Berar hâriç, bölgedeki dört Müslüman devlet birleştiler ve Talikota’da yapılan savaşta Viceyanagar kuvvetlerini bozguna uğrattılar (1562). 1565 senesinde Hüseyin Nizamşah’ın ölümü üzerine yerine oğlu Murtaza Nizamşah geçti. Devleti vezirlerin eline bırakan Murtaza Nizamşah, zevk ve eğlenceye dalıp, memleket işlerini ihmâl etti. Zamânında Portekizlileri Hindistan’dan çıkarmak için başarısız seferler yapıldı ve 1574 senesinde Berar Devleti ilhâk edildi. Bundan sonra Nizamşahlar Devletinde önemli bir târihî faaliyet olmadı. 1600 senesinde Gürkanlı Devletine tâbi olan Nizamşahlar, 1633’te Şâh Cihân tarafından ortadan kaldırıldı.
NİZAMŞAHLAR |
Tahta Geçişi |
Ahmed Nizamşah |
1490 |
Burhan Nizamşah |
1509 |
Hüseyin Nizamşah |
1553 |
Murtaza Nizamşah |
1565 |
İkinci Hüseyin Nizamşah |
1586 |
İsmâil Nizamşah |
1589 |
İkinci Burhan Nizamşah |
1591 |
İbrâhim Nizamşah |
1595 |
Bahadır Nizamşah |
1596 |
İkinci Ahmed Nizamşah |
1596 |
İkinci Murtaza Nizamşah |
1603 |
Üçüncü Hüseyin Nizamşah |
1630 |
Gürkanlı fethi |
1633 |
Büyük Selçuklu Devleti sultanlarından Alp Arslan ve oğlu Melikşah’ın veziri, büyük devlet adamı. Adı Hâce Kıvâmüddîn Ebû Ali Hasan bin Ali’dir. 1018 yılında İran’ın Tûs şehrinde doğdu ve 1092 yılında Nihavend’de, Hasan Sabbah’ın fedâisi bir bâtinî tarafından şehit edildi.
Kardeşi Ebü’l-Kâsım Abdullah ile birlikte çok iyi bir eğitim gördü. Fıkıh, hadis, edebiyat ve sâir ilimleri çok iyi tahsil etti. Zamânındaki meşhur âlim ve ediplerle devamlı görüştü. Bu, onun idârecilik hayâtındaki kâbiliyet ve başarısının büyüklüğünde mühim rol oynadı.
Devlet hizmetindeki hayâtı, babası ile berâber Gazne Devletinin Horasan vâlisi Ebü’l-Fâzıl Es-Suri’nin hizmetinde bulunmakla başladı. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından bir süre sonra Alp Arslan’ın Belh vâlisi Ali bin Şadan’ın maiyetine girerek, vilâyet işlerinin yürütülmesiyle vazifelendirildi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin vefatı ile Alp Arslan ve kardeşi Süleyman Bey arasındaki taht mücâdelesi sırasında yerinde görüş ve tedbirleriyle dikkatleri çekti ve 1063 yılında Alp Arslan’ın yanında hizmete başladı. Alp Arslan Sultan olunca 1064 yılında Selçuklu Devletine vezir tâyin edildi. Zamânın halîfesi Kâim bi emrillah tarafından Nizâmülmülk ünvânı ile taltif edildi. Bu ünvânıyla tanındı.
Nizâmülmülk, vezir olduğu 1064’ten, şehit edildiği 1092 senesine kadar aralıksız yirmi dokuz sene Büyük Selçuklu Devletine, tam bir dirâyet ve adâletle hizmet etti. Vazifeli olduğu için katılamadığı Malazgirt Meydan Muhârebesi hâriç, bütün Selçuklu fütûhatında bulundu. Sultan Alp Arslan’ın vefâtıyla veliaht Melikşah’ın tahta geçmesini sağlayıp, nizam ve âsâyişin korunmasında muvaffak oldu. SultanMelikşah’a muhâlefet eden veya başkaldıran Selçuklu prenslerinin itâat altına alınmasında büyük hizmeti geçti. Sultan Melikşah, devletin idâresinde ona çok büyük ve geniş yetkiler verdi. Nizâmülmülk’ün akıllı, tedbirli ve adâletli idâresi sâyesinde de, Melikşâh’ın saltanatı, aynı zamanda Büyük Selçuklu Devletinin de en parlak ve en şanlı devri olmuştur.
Nizâmülmülk, âlim, edip ve kadirşinâs bir zât olduğu için meclisi; ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir yer hâline gelirdi. Abbâsi halîfesi de kendisine pekçok hürmet eder, meclisinde bulunurdu. Âlimlere, şâirlere, sanatkârlara karşı çok ikrâm, ihsan ve iltifât ederdi. Birçok câmi, mescit, vakıf eserleri yaptırdı.
Büyük Selçuklu Devletine; idârî, adlî, askerî, mâlî, sosyal ve kültürel sâhada pekçok yenilikler ve değişiklikler getirdi. Sarayı, merkezî hükümet teşkilâtını, İslâm esaslarına dayalı mahkemeleri, toprak sistemini sağlam esaslar üzerine yeniden düzenledi. Gerçekleştirdiği yeni sistemler bâzı değişikliklerle berâber bütün Türk-İslâm devletlerince devam ettirildi.
Nizâmülmülk, zamânında yayılmaya ve kuvvetlenmeye çalışan bozuk fırkalara karşı, Ehl-i sünnet bilgilerinin sistemli bir şekilde öğretilmesi sağlandı. Bunun için Bağdat, Belh, Nişabur, Herat, İsfehan, Basra ve Musul gibi çeşitli şehirlerde, kendi ünvanı ile anılan Nizâmiye Medreselerini kurdurdu. Onuncu yüzyılda Ehl-i sünnete muhâlif cereyanların giderek yaygınlaşması sebebiyle İslâm dünyâsında ortaya çıkan karışıklıkların giderilmesinde Nizâmiye Medreselerinin çok büyük hizmeti geçti. Bu medreselerin en meşhurlarından birisi de, Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi olup, asrın büyük âlimlerinden birisi olan Ebû İshak-ı Şîrâzî burada ders vermekle vazîfeli idi.
Nizâmülmülk’ün Selçuklu Devletindeki bütün düzenleme ve değişiklikleri ciddî bir şekilde tetkik eden, devlet idâresinde kendi görüşlerini, icrâatını ve bunların gerekçelerini gelecek nesillere intikal ettirmek maksadıyla Fârisi olarak yazdığı Siyâsetnâme isimli eseri, bugün siyâset ilmiyle uğraşanların el kitapları arasında sayılmaktadır. Siyâsetnâme’de Türk-İslâm devletlerinin idârî, mâlî, siyâsî, askerî, sosyal ve kültürel yönlerini incelemektedir. Tam doğru metin ve ilâvesiz nüshası, İstanbul’da Süleymâniye Kütüphânesi,Molla Çelebi kısmında 114 numarada mevcuttur. Siyâsetnâme, birçok dillere tercüme edilerek, yayınlanmıştır.