NEW YORK
ABD’nin kuzeydoğusunda yer alan, bu kıtanın en büyük nüfuslu şehri. New York eyâletinin güneydoğu kesiminde, Hudson Irmağının ağzında yer alır. Şehrin alanı 787 km2, nüfûsu ise yaklaşık 10 milyon civârındadır.
New York şehri, herbiri kendine has bir hayat tarzı ve biçimiyle ayrılan bir dizi semtin toplamı gibidir. Âdetâ New York’la özdeşleştirilen Manhattan, New York’un ekonomik ve kültürel merkezidir. Manhattan’ın en çarpıcı özellikleri gökdelenleri, göz kamaştırıcı ışıklar ve hareketliliğidir. Hayat tarzının Manhattan’daki kadar çeşitli olduğu Brooklyn alışveriş merkezleri, sanâyi bölgeleri ve zengin Brooklyn Heights’ın yanısıra fakirliğin kol gezdiği Bedford-Stuyvesant bölgesi gibi alanları kaplar. Orta sınıfın oturduğu Queens daha ziyâde, eski ve oturmuş mahallelerin meydana getirdiği bir bölgedir. Bronx, kasvetli mahalleleriyle kirli işlerin döndüğü bir mekândır. Staten Island’ın kırsal görünümü son zamanlardaki şehirleşmeyle değişim göstermeye başlamıştır.
Dünyânın finans merkezi durumunda olan New York’ta çok sayıda büyük şirket vardır. Bunun yanında ekonomiye katkısı olan pekçok küçük işletme ve îmâlâthâne bulunur. Manhattan’daki giyim eşyâsı sanâyileri çağımızda bile îmâlât sektörünün en önemli dalını meydana getirir. New York ayrıca ülkenin kitle iletişim araçları ağının can damarı sayılır. Millî televizyon ve radyo istasyonlarının merkezleriyle büyük reklâm şirketlerinin ana büroları da New York’tadır.
Son yıllarda teknolojinin yükselmesi ve şirket birleşmelerinin sonucu işten atılmalar artmıştır. Şirketlerin meselelerinin artması ve yüksek seviyedeki suç işleme oranı birçok şirketi, çalışmalarını başka şehirlere kaydırmaya yöneltmiştir.
New York, ABD’nin geniş kapsamlı kamu üniversitelerinin bulunduğu tek şehridir. 1970’te bütün lise mezunlarına diploma derecelerine göre üniversiteye girme imkânı tanınmıştır. Seçkin özel üniversite ve yüksekokullar arasında Columbia, New York, Rockefeller ve Fordham üniversiteleriyle Juilliard Okulu ve çoğu hastânelerle bağlantılı tıp okulları sayılabilir.
Şehrin metro sistemi metropoliten alan içinde kitle ulaşım araçlarından faydalanan yolcuların yaklaşık % 40’ını taşır. Yoğun trafik saatlerinde ise istasyonlardan dakikada bir tren geçer.
New York ülkenin sanat, eğlence ve moda şehri olarak da ünlüdür. Çok sayıda kurumla desteklenen ve âdetâ sanâyi hâline gelen bu etkinlikler, bütün dünyâdan meşhur isimleri çektiği gibi yeni şöhretlerin ortaya çıkmasına da katkıda bulunur. Son yıllardaki şiddet olayları bu canlılığa darbe vurmuştur. New York Kütüphânesi dünyânın sayılı araştırma kütüphânelerinden biridir. Şehrin dünyâ çapındaki müzeleri arasında, Metropolitan Sanat Müzesi, Modern Sanat Müzesi, Guggenheim Müzesi, Whitney Müzesi ve Amerika Tabiat Târihi Müzesi sayılabilir.
New York’un bulunduğu yöreyi ilk defâ İngiliz denizci Henry Hudson’ın, Hollanda Batı Hindistan kumpanyası adına düzenlediği seferde 1609’da keşfettiği kabul edilir. 1626’da Manhattan yerlilerden satın alındı. Bölgede kurulan ve Nreuw Amsterdam adı verilen şehrin çevresinde başka yerleşmeler de ortaya çıktı. Hollandalılar şehri dış ticârete açarak bir dizi yol yaptılar. 1664’te Hollanda egemenliğine son veren İngilizler şehrin adını New York olarak değiştirdiler.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında işgal ve yıkıma uğrayan New York, ABD’nin ilk başşehri oldu (1790). Amerikan iç savaşı sırasında özellikle İrlandalı göçmenlerin 1863’te yaptığı ayaklanmada 2000’den fazla kişi öldü. Savaş sonrasında Manhattan çevresindeki, ayrı tüzel kişiliği olan şehirlerle gelişen bağlar birleşmeyi gündeme getirdi. Sonunda 1 Ocak 1898’de bu dört şehir New York’a bağlandı. Böylece New York bir metropole dönüşürken dünyâ çapında önem kazanmaya başladı.
İngiliz fizik ve matematikçisi. 25 Aralık 1642’de doğdu ve 20 Mart 1727’de öldü. Bir çiftçi âilesinin çocuğudur. İlk ve ortaokul tahsilinden sonra çiftçilik yapmaya zorlanmış ise de 1660’ta üniversiteye hazırlık öğrenimi yaptıktan sonra,1661’de Trinity College Cambridge Üniversitesinde Dr. Isaac Barrow’un öğrencisi oldu. Matematikteki üstün kâbiliyetini kısa sürede ortaya koydu.
1665’te lisans eğitimini tamamlayıp lisans üstü eğitim için hazırlanmaya başladı. 1666’da vebâ salgını sırasında Üniversitenin kapatılması sebebiyle, evde çalışırken iki büyük buluş yaptı. Bunlar matematik bilimini değiştirdi. Bunlardan birincisi, sonradan Barrow ile paylaştığı differansiyel hesap, ikincisi ise sonsuz serilerle açılım, binom teoremi, enterpolasyon ve sonlu farklar hesabını ihtivâ etmektedir.
Kendi yazdığı kitaplarda görülmemekle birlikte Fransız şâiri Voltaire’in hikâye ettiğine göre Newton, bir elmanın düşüşünü görerek yer çekimi kânununu bulmuş, aynı arz etrâfında ve gezegenlerin de güneş etrâfında benzer şekilde hareket ettiğini düşünmüştür. Kepler’in gözlemlerinden faydalanarak çekim kuvvetinin; uzaklığın karesiyle ters, kütlelerle doğru orantılı olduğunu kabul etti. Bu faraziyesini ay ve arz için ilk defâ tahkik ederken, arzın büyüklüğü için birinci derece arz dairesini 60 mil olarak yaptığı kabul, gerçeğe göre çok fazla olduğu için iyi sonuç elde edemedi. O sıralarda arzın boyutları Avrupa’da pek bilinmiyordu. Bu sebeple Newton, kendisinin hesaba katmadığı başka etkilerin bulunduğunu düşünerek çekimle ilgili çalışmalarını 1685 yılına kadar bıraktı.
Her ne kadar batıda yerçekimi kânununun Newton’a âit olduğu iddia edilirse de ondan asırlarca önce, Kindî, Râzî, Bîrûnî, Hâzinî ve İbn-i Heysem’in eserlerinde yerçekimi kânunu anlatılmıştır. Meşhur bilim târihçileri, Sigrid Hunke, Carr de Vaux ve Will Durant, Bîrûnî’nin Newton’dan asırlar önce yerçekimini bulduğunu, batılıların önce anlamadıklarını, Newton’un da kendine mal ettiğini eserlerinde yazmaktadır.
Newton 1667 yılında tekrar açılan Trinity College’e döndü. 1668 yılında Nicolaus Mercaton tarafından yayınlanan, Logarithmotechinia isimli eserde bir hiperbolün alanının sonsuz seriye açılımla hesabını gören Newton, kendisinin daha önce yaptığı çalışmaları Barrow’a gösterdi. Fakat bunları içine alan De analysi per aequationes numeroterminorum infinitos isimli eserini 1711’e kadar yayınlamadı. Barrow’dan sonra 1669’da Lucasian kürsüsüne getirildi ve burada verdiği optik dersleri 1728 yılında basıldı.
Işığın prizmadan geçerken kırıldığını ve beyaz ışık tayfını incelemiş ve kırılma indisinin ışığın rengiyle değiştiğini belirtmiştir. Merceklerde, ışıkların renk farklılığı sebebiyle meydana gelen rahatsız edici kırılmalarını ortadan kaldırmak için, aynalı teleskopu buldu. Royal Society’ye üye seçildi. Gregory, aynalı teleskopu ve binom teoremini daha önce bulmuştu. Hooke ve Huygens ise raporlarında, Newton’un ışıklı tayfı üzerindeki görüşlerinin Huygens’in dalga teorisinin bir parçası olduğunu bildirdiler. Rekâbet sürüp gitti.Newton, aslında günümüzdeki teoriye çok benzer bir teori kurmuştu. Işıkta, dalga ve maddesel parça harekeni berâber kabul ediyordu.
Newton 1679-1680 kışında kuvvetin mesâfenin karesiyle ters orantılı olduğu kabulüyle bir gezegenin yörüngesinin güneş bir odağında bulunmak üzere bir elips olduğunu matematik yoldan isbat etti. Bu sırada durumu öğrenen Edmund Halley, Newton’un bu buluşunu yayınlamaya iknâ etti. Böylece Philosophiae Naturalis Principia Matematica isimli en büyük eseri ortaya çıktı. Bu eseri üç hareket kânunu üzerinde kuruludur. Kânunları:
1. Her cisim, üzerine bir kuvvet etki etmedikçe sükunette kalır (durur) veya düzgün doğrusal hareketine devam eder.
2. Hareketteki değişiklik, etkiyen kuvvetle orantılı, kuvvet doğrultusunda ve kuvvetle aynı yöndedir.
3. Her etkiye karşı ters yönde ve eşit bir tepki vardır.
Maddesel noktalar arasında kütleleriyle doğru ve aradaki uzaklığın karesiyle ters orantılı bir kuvvet etkidiği esasına dayanan çekim kânunu ise, gök mekaniğinin temelini meydana getirmektedir. Edmund Halley, Newton’un bu konudaki bütün eserlerinin basılmasını parası ile de desteklemiş ve Principia adlı eser ortaya çıkmıştır. Getirdiği yeniliklere Fransız bilim adamları 15 yıl süre ile karşı çıkmışlardır. Bir süre Üniversitenin idârî işleriyle de uğraşmış, parlamento temsilciliğine, 1703’te Royal Society’nin başkanlığına getirilmiş ve kendisine Queen (kraliçe) Anne tarafından 1705’te Sir ünvânı verilmiştir.
Eserleri:
Matematik konusunda; Enumeratio Linearum Tertü Ondinis ve Methodus Differentialis (1711) teoloji (din) konusunda; Chronology of Ancient Kingdoms Amended (1728), Observations Upon the Prophecies of Danniel and the Apocalypse of St. John (1733).
Matematik, fizik, kimyâ ve teoloji konularında birçok basılmamış eseri de vardır.
Şâir. 1879 senesinde Bodrum’da doğdu. 1953’te İstanbul’da öldü. Babası Hasan Fehmi Efendi, Bodrum’da Rüşdiye muallimiydi. İlk ve orta tahsilini doğduğu yerde yaptı. Çocukluğunda düzensiz bir yaşayışı olan Tevfik, babasının bütün gayretine rağmen, düzenli bir tahsil yapmadı. Yatılı olarak İzmir idâdîsine girdi; bitiremeden ayrıldı. İlk ney derslerini, Berber Kâzım Efendiden aldı. İzmir’de Şâir Eşref’i, Abdülhalim Memdûh’u tanıyarak şiire başladı. Babası onu bir ara Fâtih Medresesine verdi. Bir zaman medreseye devâm ettiyse de, mizacının gereği ayrılarak, müzikli ve içkili âlemi seçti.
Neyzen Tevfik, İkinci Abdülhamîd Hana yaptığı hicivden dolayı korkarak 1903 senesinde Mısır’a kaçtı. Bir müddet İskenderiye ve Kahire’de yaşadı. Ney çalarak hayâtını kazandı. Fakat kazancını burada da içkiye verdi. Beş yıl sonra İkinci Meşrûtiyet îlân edilince İstanbul’a döndü. Mason Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım ve Millî Şâir Mehmed Âkif ile tanıştı. Mehmed Âkif’ten, Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri aldı. Devrin ileri gelen mûsikişinasları olan Kânûnî Hacı Ârif, Tanbûrî Cemîl, Ûdî Nevres Beylerle tanıştı ve dostluk kurdu. Şiirlerinde, Eşref ile Mehmed Âkif’in tesiri görülür.
Neyzen Tevfik, fazla içkinin tesiriyle birkaç defâ komaya girdi. Sar’aya benzeyen dengesiz halleri yüzünden akıl hastânesinde tedâvi gördü. Perişan bir hayat sürdü. Nef’î ve Eşref’ten sonra, Türk edebiyâtında yergi ve taşlamada üçüncü sırayı alır. Taksim plâkları doldurmuştur. Bilinen tek bestesi, Nihâvend saz semâîsidir.
Eserleri:
İki şiir kitabı vardır. Hiç (1919), Azâb-ı Mukaddes (1949).
(Bkz. Adak)
Alm. Erkältung (f), Katarrh, Schnupfen (m), Fr. Rhume (m), İng. Cold. Soğuk algınlığı, coriza olarak da bilinen, solunum sisteminin en yaygın hastalığı. Çok çeşitli virüsler bu hastalığa sebep olurlar. Rinovirüsler, adenovirüsler, ekovirüsler, koksaki virüsler, infleuenza virüsleri ve mikoplazma mikropları bunların başlıcalarıdır. Bu virüslerin de kendi aralarında tipleri vardır. Meselâ rinovirüslerin 100 tipi vardır. Hasta olmakla birine karşı kazanılan bağışıklık diğerlerine tesir etmemektedir. Bu sebeple şahıslar mütemâdiyen nezleye yakalanırlar. Hastalığa hazırlayıcı faktörler pek önemli kabul edilmez. Soğukta kalma, bâdemciklerin büyük olması, allerji ve kötü kokuların koklanması ancak hastalığın ortaya çıkışını kolaylaştırır. Hastalık, virüsün vücûda alınmasından 18-48 saat sonra başlar. Hasta âniden, boğazda kuruma, hapşırma ve sulu burun akıntısıyla yorgunluk hisseder. Bebek ve çocuklarda çoğunlukla ateş olur fakat, yetişkinlerde bu durum pek görülmez. Akıntı, bütün burun, boğaz farenksi ve larinksi rahatsız eder. Koku ve tad duyusu bozulur, baş ağrısı yanında sırt ve bacak ağrıları vardır. Hastalık ilerlerse tablo daha da kötüleşir veya burun-boğaz ve sinüsleri, diğer mikropların üremesi için uygun hâle getirdiğinden, orta kulak iltihabı, sinusit, farenjit, larenjit gelişebilir. Hastalığın önemi, kızamık, difteri, farenjit, menenjit, boğmaca gibi hastalıkların ilk dönemleriyle karşılaşabilmesidir. Önem verilmeyen bir nezle, eğer bu hastalıkların başlangıç devriyse, hasta için hiç de iyi bir netîce alınmaz.
Nezle umûmiyetle 4-10 gün devam eder ve kaybolur. Bu arada, destekleyici tedâvi yapmak hasta lehinedir. Halk arasındaki, “ilâç alırsan bir haftada, ilâç almazsan yedi günde geçer.” sözü ilmî bir açıklama değildir. Çocuklarda yatak istirahati, ateş düşürme, akıntıyı arttırıcı tedâvi muhakkak yapılmalıdır. C vitamini her ne kadar modern tedâvide tavsiye edilmezse de, akıtıcı özelliğinden dolayı kullanılabilir. Boğaz pastilleri, hiç kıymeti olmamakla birlikte, ihtivâ ettikleri maddelerden dolayı allerjik tesir de yapabilirler. Etkileri psikolojiktir. Bol miktarda sıvı alınmalıdır. Portakal ve diğer meyve suları, sıvı alımını temin ettikleri için faydalıdır. Burun tıkanıklığı için, fizyolojik serum, tuzlu su veya efedrinli damlalar kullanılmalıdır. Boğaz kuruluğu ve yanması için, yarım kaşık tuz, yarım bardak ılık suya konulup gargara yapılır. Çok çeşitli tipleri olduğundan aşıları yapılabilir fakat uygulanamaz. Çünkü her sene salgın yapan virüs, değişik olmaktadır.
Frengi nezlesi: Coriza sifilitika denilen bu nezle, frengili annenin kanında bulunan frengi mikrobunun, karnındaki çocuğa geçmesi ve onu da hasta yapması netîcesinde; doğumdan sonra ilk günlerde başlayıp 6-8 hafta devam eden bir nezledir. Burun mukozasında bir iltihap vardır. Burun deliklerinden kanlı, cerahatli, kokulu bir ifrâzât gelir. Kuruyan kabuklarla burun tıkandığında teneffüs ederken husûsî bir ses çıkar. Burun direğini delerek veya tahrip ederek “semer burun” denilen frengiye has sayılan bir burun şekli meydana getirir. Küçük yaşlarda ölümle sonuçlanabilir.
Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada arasındaki Niagara Nehri üzerinde dünyâca ünlü bir şelâle. Niagara Şelâlesi Kanada’nın Ontario eyâletiyle ABD’nin New York eyâleti arasındadır. Şelâle, 1950 yılında yapılan bir antlaşma ile ABD ve Kanada arasında paylaşılmıştır. Şelâlenin suları iki kısım hâlinde düşer. Kanada topraklarına komşu olan asıl meşhur olanıdır. Şeklinden dolayı “At nalı” diye anılan bu şelâlenin suları 48 metre yükseklikten dökülür ve genişliği 900 metredir. ABD’de kalan diğer şelâlenin adı Amerikan Şelâlesi olup, 60 metre yükseklikten dökülür ve genişliği 300 metredir.
Dünyânın en güzel tabiî manzaralarından olan bu şelâlenin önemini göz önünde tutan Kanada’nın Ontario ve ABD’nin New York eyâletleri, şelâle çevresindeki toprakları umûmî park hâline getirmişlerdir.
Şelâlenin en güzel manzarası, Kanada tarafından Queen Victoria parkından, ABD tarafından da, Amerikan Şelâlesinin ucundaki Prospect noktasından ve bu noktadan 300 metre kadar aşağıdaki Rainbow (Gökkuşağı) Köprüsünden görülür. Ziyâretçiler, ABD kıyısındaki Keçi Adasına bir köprüden geçerek gidebilirler. Oradaki bir asansörle şelâlenin dibine inmek ve dökülen suların ardından “Rüzgar Mağarası” denen, tabiî teşekküle geçmek mümkündür. Ayrıca şelâle üzerinde havâî bir hat vardır. Bu hat üzerinden şelâle seyredilir. Şelâle, geceleri çok kuvvetli ışıklarla aydınlatılır.
Kanada hükümetinin açtırdığı Welland Kanalı sâyesinde, şelâlenin çevresini gemiyle dolaşmak mümkün olmaktadır.
Kanada tarafındaki şelâle yılda 90 cm, Amerikan Şelâlesi ise 12 cm kadar gerilemektedir.
(Bkz. Hayız ve Nifas)
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yetişen kadın şâirlerin önde gelenlerinden. 1862’de İstanbul’da doğdu. Babası İslâmiyeti kabul etmiş Macar asıllı Osman Paşadır. Annesi ise İstanbul’un soylu ve kibar bir âilesindendir. Yedi yaşında, Kadıköydeki bir Fransız mektebinde okumaya başladı. Kuvvetli bir doğu-batı kültürü ile yetişti. Fransızca, Almanca ve Rumcaya tam vâkıftı. 14 yaşında evlendi. Evlilik hayâtı bahtsızlık ve boşanma ile sonuçlandı. 1908’den sonra, Hisar’daki sayfiyesiyle, Nişantaşı’ndaki konağında yalnız bir hayat yaşadı. 1 Nisan 1918’de Hamîdiye Etfal Hastânesinde sıtmadan öldü. Rumelihisarındaki Kayalar mezarlığına anasıyla babasının yanına gömüldü. Saâdetten uzak, kırıklık ve üzüntülerle dolu bir hayat yaşamıştır.
Servet-i fünûncularla aynı devirde yaşayan Nigar Hanım, şiirlerinden bir kısmını “Uryan Kalb” takma adıyla Servet-i Fünûn Dergisinde yayınladı. Fakat, daha ziyâde Muallim Nâci ile son büyük mümessilini veren Dîvân edebiyâtı geleneğine bağlı şâirler arasında sayılır. Kendi zamânının önde gelen iki kadın şâirinden biridir (Diğeri Makbule Leman Hanım). Şiirlerindeki samîmiyet, hassâsiyet, hayalcilik, hicran-severlik, kadın tabîatının yanısıra, üzüntülü geçen hayâtının da tesirlerini taşır. Şiirlerini Efsûs (yazık) I ve II. Nîrân (ışıklar), Aks-i Sedâ (yankı), Safahât-ı Kalb isimleriyle yayınladı. Elhân-ı Vatan nesir eseridir. Girîve (çıkmaz yol) ise tiyatrodur. Şiir kitaplarında, Batı şâirlerinden yaptığı tercümelere de rastlanır. Nigar Hanımın, günlük şeklindeki hâtıralarından bir kısmı, vasiyeti gereği oğlu tarafından 1959’da Nigar binti Osman: Hayâtımın Hikâyesi ismiyle yayınlanmıştır.
Modern hemşireciliğin kurucusu. Florence Nightingale, 1820 senesinde İngiltere’nin Florence şehrinde doğmuştur. Babası, zengin olup arâzi sâhibiydi. Bu devirde hemşirelik mesleği, yalnız fakir kızların meşgul olacağı aşağı bir meslek kabul edilirdi. Florence Nightingale, genç kızlık çağına geldiği zaman, âilesinin karşı koymasına rağmen, idealist karakteri sebebiyle hemşire oldu. Kaisers Werth ve Paris’e giderek hasta bakımı ve hastâne yönetimi konusunda incelemeler yaptı. 1853’te Londra’daki Hasta Kadınların Bakım Kurumunun yöneticiliğine getirildi. 1853-56 Kırım Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin müttefiki olan İngiliz ordusundaki yaralılara bakmak üzere gönüllü hemşire ve râhibelerle İstanbul Selimiye Kışlasında kurulan askerî hastâneye gönderildi. Yaptığı başarılı çalışmalarla yaralılar arasındaki yüksek ölüm oranının giderek düşmesini sağladı. Savaş bittikten sonra döndüğü İngiltere’de yeni kurulan Ordu Sağlığı Kraliyet Komisyonunda görev aldı.
1860’ta halkın verdiği bağışlarla meydana getirilen Nightingale Fonunu kullanarak, ilk Nightingale Hemşirelik Okulunu kurdu. 1907’de “Order uf Merit” liyakat nişanıyla taltif edildi. 1910 yılında 90 yaşında öldü. (Bkz. Hemşirelik)
Verdiği başarılı hizmetler sebebiyle Nihtingale’nin adı, Selimiye Kışlasında çalışırken oturduğu kulede açılan müzeye ve 1961’de İstanbul’da öğretime başlayan ilk yüksek hemşirelik okuluna verildi. İstanbul Çağlayan’da Nightingale’in adını taşıyan bir hastâne de bulunmaktadır. Nightingale’in doğum günü olan 12 Mayısta başlayan hafta bütün dünyâda Hemşirelik Haftası olarak kabul edilmiştir.
Niğbolu önünde Osmanlı ve Haçlı orduları arasında 25 Eylül 1396 târihinde yapılan meydan muhârebesi. Osmanlı Devletinin Avrupa kıt’asındaki fetihleri, başta Papa olmak üzere bütün Hıristiyan devletlerini telaşlandırıyordu. Osmanlı Devleti, Bulgaristan ve Sırbistan’ı fethederek, Tuna boylarına ve Macar Krallığı hudutlarına dayanmıştı. Doğu Hıristiyanlığının temsilcisi Bizans Kayserliği küçültülüp, İstanbul ve çevresi surların içine sıkıştırılarak, Anadolu ve Trakya’dan kuşatılmış vaziyetteydi. Osmanlı akıncılarının, Bosna ve Arnavutluk’a yaptıkları akınlarla fethedilen bölgelere yerleşmeleri, Boyana Nehri ve Drac Limanına doğru yayılmaları, Latinleri ve buralarda nüfûz sâhibi Venediklileri de telaşlandırdı. Bundan başka, Ege denizi sâhilindeki beylikleri elde ettikten sonra bu beyliklere mensup korsan gemilerinin faâliyetleri de bu telaşlarını artırıyordu. Ancak asıl tehlikeyi hisseden Macarlardı. Kralları Sigismund ile Bizans Kayseri İkinci Manuel’in Avrupa’dan yardım isteyerek Papa Dokuzuncu Bonifacius’u bir Haçlı seferine dâvet etmeleri, tahtlarını tehlikede gören kralları, şato, mâlikâne sâhibi derebeyleri, Hıristiyan keşiş, papaz ve İslâm hilâlinin Haçlı salîbini ezeceği kuşkusuna kapılanları harekete geçirdi.
Bütün Avrupa milletleri silâha sarıldı ve İngiltere ile Fransa arasındaki harbe son verildi. Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa memleketlerinden ve Venediklilerle Rodos şövalyelerinden meydana gelen 120.000 kişilik büyük bir ehl-i salîb (Haçlı) ordusu toplandı.
Harekete geçen Haçlılar Macaristan’dan îtibâren iki kola ayrıldı. Macar kralı Sigismund’un idâresindeki asıl büyük kol, önce Sırbistan istikâmetinde yürüyerek Tuna Vâdisine ulaştı ve nehrin sol sâhilini tâkip ederek Osmanlı toprağına girdi. Sonra Tuna’yı geçerek Vidin, Orsava ve Rahova şehirlerini zaptederek buralardaki Türkleri kılıçtan geçirdiler. Sonra da Niğbolu önüne geldiler.
Nevers kontu Jan’ın idâresindeki Fransızlar, Budin’den sonra Erdel üzerinden Eflak’a geçerek, Eflak voyvodası ile birlikte Niğbolu’da diğer kuvvetlerle birleşti.
Haçlılar ilerlerken, katoliklik taassubuyla, Balkanların Ortodoks Hıristiyanlarını da öldürüp mallarını yağma ettiler. Osmanlıların müsâmahalı idâresine bağlanan Balkanların yerli Hıristiyan ahâlisi; can, mal, ırz tecâvüzüne uğrayarak, çok zarar gördü.
Niğbolu’ya gelen Haçlılar, Osmanlı kumandanlarından Doğan Beyin muhâfızlığındaki Niğbolu Kalesini karadan ve nehirden kuşattılar. Niğbolu Kuşatmasının on altıncı gününe kadar Sultan Bâyezîd Han ve Osmanlı ordusunun görünmemesi, Haçlıları ümitlendirdi.
Macar Kralı Sigismund burada ünlü şövalyeler, prensler ve seçme askerlerine verdiği zafer ziyâfetinde, Sûriye’nin işgâliyle birlikte Kudüs’ün alınmasından bahsediyordu.
Öte yandan Avrupa’daki Haçlı hazırlıklarını öğrenip ordularının Osmanlı hudûdunu geçtiklerini haber alan Sultan Bâyezîd Han ise, İstanbul kuşatmasını tehir ederek, kuvvetlerini Edirne’de topladı. Kara Tîmûrtaş Paşa ile şehzâdelerinin kumandasındaki Anadolu askerleri sür’atle toplanarak Boğazlardan geçip, Edirne’de Pâdişâha yetiştiler. Rumeli askerleri de Edirne’de Bâyezîd Hana katılmışlardı. Yıldırım Bâyezîd Han, adına yakışan bir sür’atle Tuna boylarına doğru yürüdü. Osmanlı ordusuFilibe-Şıpka Geçidi yoluyla Niğbolu’ya ilerlerken, Tırnova’da gıdâ maddeleri tedârik eden Haçlılarla karşılaştı. Bunlar esir alındı. Kaçanlar Osmanlı ordusunun sür’atle geldiği haberini ulaştırdılar. Bu beklenmeyen bir hâldi. Mareşal Bubiko, Bâyezîd Hanın Tırnova’ya gelebileceğine bir türlü ihtimâl veremiyordu. Türklerin harp kâbiliyetlerini iyi bilen Kral Sigismund haberin doğruluğunu tetkik için ileriye keşif kuvvetleri gönderdi. Bâyezîd Hanın Gâzi Evranos kumandasındaki öncüleri, Sigismund’un keşif kollarını tesirsiz hâle getirdiler. Osmanlı ordusu Niğbolu’nun on kilometre kadar güneyine sokuldu. Cephesini kuzeye vererek ordugâh kurdu.
Niğbolu’ya yaklaşan Osmanlı ordusu, keşif kollarıyla ovaya yayılmaya başlamıştı.
Birdenbire Osmanlı ordusunu karşılarında gören Haçlılar silâhbaşı ettiler. Kral Sigismund derhâl bir harp dîvânı toplayıp muhârebe nizâmını tesbit etti.
25 Eylül 1396 sabahı Avrupa’nın dört köşesinden toplanmış 120.000 kişilik Haçlı ordusu ile bunun yarısı miktârındaki Osmanlı ordusu karşı karşıya geldikleri zaman, Osmanlı ordusunun harp nizâmı şöyleydi:
Birinci hatta Saruca Paşa kumandasında hafif piyâdeleri teşkil eden azap askerleri, solda şehzâde Süleymân Çelebi kumandasında Rumeli askeri, sağda Şehzâde Mustafa Çelebi ve Anadolu beylerbeyi Kara Tîmûrtaş Paşa kumandasında Anadolu askeri, ortada yeniçeriler vardı. Timarlı sipâhîler sağ ve sol yanlara yerleştirilmişti. Sadrâzam Ali Paşa, Rumeli beylerbeyi Fîrûz Bey, Malkoç Bey, sol kanattaki kuvvetlerin arasında bulunuyordu. Ön hatlara piyâdeleri koyup kat’î netîceyi atlı askere bırakan Osmanlı harp nizâmına mukâbil, netîceyi yaya askere yükleyen Haçlı ordusu ise, önde birinci hatta atlı şövalyeler, ikinci hatta Macar kralı, sağ yanda Stefan Laskoviç kumandasında Hırvatlar, solda Voyvoda Mirça kumandasında Ulahlar olmak üzere tertibât almıştı. Ayrıca gerisini Tuna Nehrine ve kuşatmakta olduğu Niğbolu şehrine dayamıştı.
İki ordu bu harp düzeninde karşılaştılar. Fransız süvârileri muzaffer olmak hissiyle ilk önce taarruz ettiler. Bu taarruz Sultan Bâyezîd Hanın kumanda ettiği merkez kuvvetlerine yapıldı. Merkez kuvvetlerinin önündeki hafif yaya askeri olan azapları geçtiler. Yeniçeri askeriyle karşılaştılar. Yeniçerilerin ok yağmuruna tuttuğu Fransız süvârilerinin büyük bir kısmı imhâ edildi. Sol koldan Şehzâde Mustafa ve Anadolu kuvvetlerinin yandan taarruzuna uğradılarsa da, plân gereğince Osmanlı merkez kuvvetleri bir miktar geri alındı. Osmanlı ordusunun geri çekilişi Fransızların kaybını daha da arttırıp, kurulan kıskacın içine girdiler. Osmanlı harp taktiğini bilen Sigismund’un tavsiyelerini dinlemeyip, daha da ilerlediler. Plân gereğince, üçüncü muhârebe hattı da iki kola ayrıldı. Fransızlar, Osmanlıların çekildiği tepeyi işgâl edince, zafer kazandıklarını zannettikleri anda, Sultan Bâyezîd Hanın kumandasında olan pusudaki kuvvetlerle karşılaşınca şaşırdılar. Zafer sarhoşluğu ile yaya olanlar atlarına tekrar binmek istedilerse de, hilâlin kıskacı kapandığından geri dönemediler. Macar Kralı Sigismund’un, müttefiki Fransızları kurtarmak için gönderdiği kuvvetler de kayıp vererek geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Kıskacın içindeki Haçlı kuvvetlerinin karşı koyanları imhâ edilip, kalanlar esir alındı. Üç saat içinde bütünüyle perişan edilen Haçlıların, en gözde birliklerine sâhip Fransızların mağlûbiyeti, diğerlerinin taarruzuna imkân vermedi. Eflak prensi Mirça, muhârebe netîcesinin Haçlılar için hüsrân olacağını tahmin ederek, memleketine çekildi. Karşı taarruza geçen Osmanlı ordusu, sür’atle Sigismund’un üzerine hücûm etti. İhtiyât kuvvetlerini bile muhârebeye sokan Macar kralı, Osmanlılar karşısında hiçbir başarı sağlayamıyordu. Sultan Bâyezîd Han, kesin netîceyi almak için Osmanlı kuvvetlerinin hepsine taarruz emri verdi. Haçlılar paniğe kapılıp dağıldılar. Kalabalık Haçlı ordusu ile Niğbolu’ya gelmekte iken, ordusunun muazzam sayısına bakarak; “Gök çökecek olsa mızraklarımızla tutarız” diyerek böbürlenen ve Osmanlıya atıp tutan Sigismund, Venedik kadırgasına binerek İstanbul Boğazı-Marmara ve Ege Denizi yoluyla Mora’daki Modon Limanına, sonra da Dalmaçya’da karaya ayak bastı. Oradan memleketine geçti. Haçlılardan, muhârebeye katılmayanlar ve kaçanlar, kendilerini Tuna Nehrine atıp boğuldular. Muhârebede pekçok asilzâde kumandan ve şövalye esir alındı.
Başta Papalık ve Bizans olmak üzere, bütün Hıristiyan âleminin Osmanlıları Avrupa kıt’asından atmak için olanca imkânlarını seferber ederek hazırladıkları büyük Haçlı ordusu, Sultan Bâyezîd Hanın karşısında mukâvemet bile edememişti. 25 Eylül 1396 târihinde Niğbolu’da kazanılan zaferle, Osmanlı himâyesindeki Vidin-Bulgar Krallığına son verildi. Macaristan’a büyük bir akın yapılarak çok miktarda esir alındı. Haçlılardan alınan pekçok ganîmetle ülkede îmâr faaliyetleri, sosyal yardım müesseseleri ve sanat eserleri yapıldı. Esirleri önce Edirne’ye, oradan Gelibolu’ya gönderen, sonra da Bursa’ya gelince yanına getirten Sultan Bâyezîd Han, fidye karşılığı hepsini serbest bıraktı. Esirler arasında bulunan Korkusuz Jean ve arkadaşları, “Bu andan îtibâren Yıldırım Bâyezîd’e karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silâh kullanmayacağımıza nâmus ve şerefimiz üzerine yemin ederiz.” deyince Bâyezîd Han; “Bana karşı silâh kullanmayacağına dâir ettiğiniz yeminleri size iâde ediyorum. Gidiniz, yeniden ordular toplayınız ve bizim üzerimize geliniz. Bana bir kere daha zafer kazanmak imkânı sağlamış olursunuz. Zîrâ ben, Allahü teâlânın dînini yaymak ve O’nun rızâsına kavuşmak için dünyâya gelmişim.” dedi.
Niğbolu Zaferi, gönderilen fetihnâmelerle memleketin her tarafına, Asya’daki hükümdârlara, Mısır sultânlarına, Irak ve Acem beylerine, Tatar hânına, Bursa kâdısına müjdelendi. Mısır’da bulunan Abbâsî halîfesine gönderilen zafernâmeye verdiği cevapta, Abbâsî halîfesi Bâyezîd Hana; “Sultan-ı İklim-i Rûm” ünvânı ile hitâp etti. O günden îtibâren Osmanlı hükümdârlarına sultan denilmesi âdet oldu.