NEDBE
Alm. Narbe(f), Fr. Cicatrice (f), İng. Scar, cicatrice. Vücudun dışında veya içinde bir yara, doku kaybı, harabiyet gibi durumun vücutça tâmirinden sonra kalan iz ve doku topluluğu.
Skatris ismi de verilen medbe; bir darbenin, deri altı dokusunu da içine alacak şekilde, deride veya bir iç organda meydana getirdiği doku kaybını kapatmak için cereyan eden tâmir olaylarının bir sonucudur. Bu tâmir, bağ dokusu artımı ile olur. Bu durumda deri üzerinde çevreye göre farklı, belirgin ve şekilsiz bir iz ortaya çıkar. Çoğu defâ deri seviyesinde veya az kabarık olarak bulunurlar. Renkleri önceleri pembe-kırmızı iken, sonraları tamâmen açılarak normal deri rengini alır. Genellikle serttirler. Nedbelerin, kendiliklerinden iyileşmeleri söz konusu değildir.
Bâzan oldukça büyük boyutlara ve çirkin bir görünüme erişebilirler ki; buna da keloid denir. Yanık ve şua tedâvisine bağlı olarak hâsıl olan nedbelerin, ileride kanserleşme ihtimalleri vardır ki; bunların cerrâhî olarak veya bâzı ilâçların (kortikosteroit) uygulanmasıyla tedâvileri mümkündür.
Osmanlı şâir ve âlimlerinden. 1681 yılında İstanbul’da doğdu ve 1730 yılında yine İstanbul’da öldü. Esas ismi Ahmed olup, Nedim lâkabını sonradan aldı. Babası mülakkap Mustafa Efendidir. Nedim; hoş sohbet, tatlı dilli ve güzel konuşan demektir. Dîvân’ında, ecdâdının saray ve mensupları tarafından himâye edildiğinden bahsetmektedir.
Nedim, iyi bir medrese tahsili yaptıktan sonra müderris oldu ve mahkeme nâipliği görevinde bulundu. Üçüncü Ahmed Han, Dâmât Şehid Ali Paşa ve Nevşehirli İbrâhim Paşa tarafından, büyük destek ve alâka gördü. Şiirlerini beğenen ve kendisini çok seven Nevşehirli Dâmât İbrâhim Paşa tarafından, Şehzadebaşı Kütüphânesinde vazifelendirildi ve bu arada Müneccimbaşı Derviş Ahmed Efendinin, Müneccimbaşı Târihi nâmıyle meşhur olan Sahâif-ül-Ahbâr isimli, çok kıymetli târihî eserini tercüme eden heyette bulundu. Bu tercüme hâlen Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi kısmında 2283 numarada mevcuttur. Yine Bedreddin-i Aynî’nin umûmî İslâm târihi olup, Kaşgarlı Mahmûd’un Divânü Lügâti’t-Türk’ünü de mehazları arasına aldığı çok kıymetli eseri İkd-ül-Cumân’i tercüme eden heyette de bulundu. 1727’de saraydaki huzur derslerine devam etti ve daha sonra yine müderrislik yapmaya başladı. Bu vazifesini Patrona Halil İsyanına kadar yürüttü ve bu hâdisede öldü (1730). Kabri Üsküdar’da Tunus Bağı Kabristanına yakın yerdeki Çiçekçi mevkiindedir.
Nedim, şiirlerinde İstanbul Türkçesini en güzel şekilde ve bütün husûsiyetleriyle kullanmış, İstanbul’un günlük hayâtına dâir pekçok sahneye, şiirlerinde yer vermiştir. Divan şiirinin çoğunda belirli bir mekân olmamasına karşılık, Nedim’in şiirleri İstanbul’un tabiî ve bediî güzellikleriyle doludur: “Bu şehr-i Stanbul ki bî misl ü behâdır, bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır” beyti kadar İstanbul’u anlatan güçlü ifâdelere başka şairlerde az rastlanır. Nedim’in, İstanbul ile İran’ı bu şekilde mukâyese etmesi, doğuda, her türlü Osmanlı hamlesinin baltalayıcısı ve mezhep farklılığını Osmanlı düşmanlığı şekline dönüştüren İran’a sitem etmek istemesinden kaynaklanmaktadır. “Tecellî dağı” gibi câmiler, “maarif kumaşı satılan sokaklar” gibi benzetmeleri de bol bol kullanarak, İstanbul’un zengin bir dekorunu çizmektedir. Hayâtında, İstanbul’un gelişmiş kültürünü çok güzel temsil etmekte, sâdece şiirlerinin konusu bakımından değil, üslubu açısından da “İstanbul Şâiri” ünvânını hak etmektedir.
Nedim, ileri gelen devlet adamları hakkında pekçok kaside ve gazel yazmış olup, çeşitli vesilelerle târih düşürürdü. Devlet büyüklerinin husûsî ve resmî hayâtı, sünnet ve düğün merâsimleri, insanlar, kışın helva sohbetleri, Üçüncü Ahmed Hanın yazısının güzelliği, câmi, kasır, hamam gibi eserlerin Nevşehir’de de yapılışı, onun için, kaside yazmasına ve kaside yazarken târih düşürmesine vesile teşkil eden birer ilham kaynağı olmaktaydı. Hasret ve ızdırap duygularına fazlaca yer vermeden, ânî heyecanları, aşk ve tabiat hislerini zarif, nükteli, mizahî bir üslupla, seviyeli şekilde dile getirmiştir. Kendi çağının güzelliklerini, onun kadar güzel dile getiren divan şâiri azdır.
Nedim’in nesir türünde bâzı yazıları varsa da ona esas hüviyet ve değerini kazandırıp târihe mal eden eseri Türkçe yazdığı Dîvân’dır. Çeşitli lisanlara tercüme edilmiş olup, kaside, gazel ve güfteleri büyük bir yekün tutmaktadır. Daha ziyâde gazel yazmakta çok başarılı olup, otuza yakın şiiri bugün dillerde dolaşmaktadır.
Rûhî muhtevâ bakımından çok zengin olan divan edebiyatı, Nedim ile berâber dışa açılmaya, tabiata da yönelmeğe başlamıştır. Divan edebiyatında idealize edilen sevgili tipinden ayrılarak, güzelleri sâdece kaşı, gözü, saçıyla değil, kıyâfetiyle çevresiyle de ele almaya başlamıştır.
Nedim; huzur, sükun ve refah devri olan, îmar faaliyetlerinin de büyük çapta yürütüldüğü Lâle Devrinde çok meşhur olup, devlet ileri gelenleri tarafından da sevilen, birçok sohbet meclisinin aranılan siması oldu. Nefî’nin büyük ölçüde tesirinde kalmakla beraber, şâir Bâki’yi kendisine üstâd olarak kabul etmekte, rübâide Halefî’yi, mesnevîde Ataî’yi beğenmektedir. Şiirlerinde yer verdiği mahallîlikte de Şâir Bâkî’ye dayanmaktadır. Bu sebeple kendisinden sonra gelen şâirler üzerinde çok mühim tesirler bırakmış, 19. yüzyılın ortalarından îtibâren şöhreti giderek artmıştır. Gerçekte o; 15. asırda Ahmedî’den gelen 16. yüzyılda Bâkî ile kendini bulan, 17. yüzyılda Şeyhülislam Yahyâ ve Bahâî ile devam eden ses ve mânâ uyumunun 18. yüzyılda zirveye ulaşmış temsilcisidir. Şeyh Gâlib, Ragıb Paşa, İzzet Molla, Osman Nevres ve Mahmûd Celaleddin Paşalar, ondan, “benzeri zor yetişir bir şâir” diye bahsederken, şiirlerine hayranlığını belirten Ziyâ Paşa, Harâbât’ına ondan pekçok örnek almış, Nâmık Kemâl, Süleyman Nazîf, Nâbizâde Nâzım ona nazire yazmışlar, Yahya Kemal ve Fâruk Nâfiz Çamlıbel sâyesinde, günümüze en fazla hitap eden divan şâiri olmuştur. T. Fikret de kendisine “Aveng-i Tesâvir” içinde yer vermiştir. Ayrıca, 1919’da İstanbul’da çıkan bir mecmuaya Nedîm ismi verilmiştir.
Eserleri:
Dîvân, Sahâifü’l-Ahbâr’ın ilk kısmının tercümesi, Aynî Târihi’nin tercümesinde yer almış ve bir kısmını bizzat tercüme etmiştir. Nigârnâme (manzum) İzzet Ali Paşa ile müşterek.
Nedim’in şiirine örnek:
Gazel’den
(Sâdâbâd’ın yapılışı dolayısıyle)
Bak Stanbul’un şu Sa’d-âbâd-ı nevbünyânına
Âdemin canlar katar âb ü hevâsı cânına
Ey Sabâ, gördün mü mislin bunca demdir âlemin
Püşt-ü-pâ urmaktasın İrân’ına Tûrân’ına
Ey Felek insâf, ey mihr-i cihân-ârâ amân
Bir nazîri var ise söylen konulsun yânına
(Bkz. Nazım Şekilleri)
Alm. Attemot (f), atembeschwerden (pl), Dyspnoe (f), Fr. Essauflement (m), dyspné (f), İng. Breathlessness; dyspnoea. Soluk alıp vermenin güç ve sıkıntılı olması. Buna dispne ismi de verilir. Hızlı nefes alıp vermeyi, nefes darlığı ile karıştırmamalıdır. Genellikle nefes darlığı olmaksızın da sâdece hızlı nefes alıp verme söz konusu olabilir.
Her normal insanda, aşırı çalışma ve yorulma ile nefes darlığı husûle gelir. Asıl önemli olan, istirahatte veya normal günlük işler sırasında dahi gelen nefes darlığıdır.
Nefes darlığı eşiği, her normal kişi için değişiktir. Antrenmanlarla, nefes darlığı olmaksızın çalışma kâbiliyeti arttırılabilir. Nefes darlıkları, birden husûle gelebildikleri gibi, yavaş yavaş başlayıp, gitgide artan şekillerde de olabilir. Bir kısım nefes darlıkları, atmosferik değişmelerle, tozlarla veya başka allerjik faktörlerle ilgili olarak husûle gelir. Meselâ astımdaki nefes darlığı bu tiptendir.
Birden bire husûle gelen dispnelerde (nefes darlıklarında), şu durumlar düşünülmelidir: Sol kalp yetmezliği, astım krizi, kalp kası ile kalp zarı arasında veya akciğer zarı yaprakları arasında bir darbe neticesinde, sıvı veya kan toplanması, ânî meydana gelen akciğer enfeksiyonları (zâtürre gibi), üst solunum yolunun birden tıkanması(allerjik gırtlak ödemi veya yabancı cisim yutulmasına bağlı) akciğerin bir bölümünün veya tamâmının âniden sönmesi, akciğer damarlarından birinin âniden tıkanması vb.
Yavaş yavaş başlayıp, gitgide artan nefes darlıklarında ise şu durumlar akla gelmelidir: Kalp kası ve zarı arasında veya akciğer zarı yaprakları arasında yetmezlik veya bir hastalığa tüberküloz gibi bağlı olarak sıvı toplanması, sol kalbin, yavaş yavaş gelişen yetmezlik hâlleri, gırtlak ve ana bronş kanserleri, büyük guatrlar, difteri, müzmin bronşit, geniş tüberkülozlar (verem), akciğerin meslekî toz hastalıkları, aşırı şişmanlık, aşırı kansızlık, tiroit bezinin aşırı çalışması vs.
Nefes darlığından şikâyet eden hastalar, bir hekime başvurmalı, bunun sebebi araştırılmalı ve tedâvi ona göre yapılmalıdır.
On yedinci yüzyıl Osmanlı şâiri. 1572’de Erzurum’un Hasankale’sinde doğan şâirin asıl adı Ömer’dir. Babası, Kırım Hanlarının hizmetinde bulunmuştur. Nef’î, iyi bir tahsil görmüş, Arapça ve Farsçayı öğrenmiştir. Daha genç yaşta büyük istidadı dikkati çekmiş ve Kırım Hanlarının tavsiyesiyle Kuyucu Murâd Paşa İstanbul’a göndermiştir. Birinci Sultan Ahmed Han zamânında İstanbul’a gelen genç şâir, asıl şöhretine Sultan Dördüncü Murâd Han zamânında ulaşmıştır. Sultan Dördüncü Murâd Han, Nef’î ile övünmüş, onu hâs meclislerine çağırmış, sohbetlere dâhil ederek şiirlerini büyük ihsanlar ve pek değerli hediyelerle mükâfâtlandırmıştır.
Nef’î sarayda memurluklarda bulundu. Ara sıra hicivleri dolayısıyla azledildi. Bir seferinde Edirne’ye sürüldü. Bayram Paşa hakkında yazdığı bir hicvi sebebiyle, 1632’de İstanbul’da boğdurularak öldürüldü. Son memuriyeti, cizye denilen vergi muhâsebeciliğidir.
Nef’î, Osmanlı şiir diline kuvvetli bir ahenk vermeye, onu kulaklarda devamlı yankılar bırakan bir ses sanatı hâline getirmeye çalışmıştır. Şiirlerini birtakım gür sesli mısralarla söylemiş ve bu mısralarda kuvvetli bir ses ve söz anlaşması sağlamıştır. Nef’î’ye göre şiirin, estetik zevki, yükselmiş kimseler tarafından beğenilmesi ve mânâ bakımından olduğu kadar, söz bakımından da kusursuz olması gerekir. Şiirlerinde, İran etkisinde bir söyleyiş, fakat ısrarlı bir açıklık vardır. Yabancı kelimelerle ördüğü mısralarında bile, cümle yapısının sağlam ve doğru bir Türkçe ile kurulduğu görülür. Yabancı kelimeler yerine Türkçe karşılıkları konunca bu şiirler kolaylıkla anlaşılır.
Nef’î, Divan Edebiyatımızda, İran şiirini çok yakından kavramış şâirlerden biridir. Bu sebeple üslûbunda İran çeşnisi görülür. Fakat bu çeşni taklid derecesinde değildir. Nef’î, İran’ın belli başlı kaside ve gazel üstatlarına hayrandır. Fakat, kendisinin de onlar derecesinde, hattâ onlardan üstün olduğuna inanır.
Nef’î’nin asıl sanatkârlığı, kasidelerinde ve bu kasidelerin tasvir bölümlerinde görülür. Kasidelerinde bir harp tasviri yapıyorsa; kelimeler, o çağlardaki savaşların kılıç şakırtılarını duyurur. Bahardan söz ediyorsa şiirinde İstanbul’daki zengin bir bahar âlemlerinin sesini, kokusunu, çiçeklerini ve esen serin rüzgârını yaşatır.
Şâir, Divan Edebiyatımızda kaside üstadı olarak tanınmıştır. Kasidelerinde, yaşanılan âlemden çok, yaşanmak istenen zengin, güzel, iyi bir âlemin hayâli vardır. Bu âlem, bir doğu şâirinin aşırı hayalciliğiyle ve doğu efsâneleriyle süslenmiştir. Kasidelerinde övdüğü insanların parlak şahsiyetleri karşısında, güneşi bir zerre gibi gösteren böyle mübalağalı, dar görüşleri şaşırtacak ölçüdedir. Şâir hemen her methiyesinde, bir devlet adamını, görmek istediği ideal bir büyük adam olarak düşünmüş, yeryüzünde gördüğü insanlardan ziyâde, kendi hayâlinde yaşattığı kahramanları övmüştür. Belki bunda, Yavuz’a benzeyen Pâdişâh Dördüncü Murâd Hanın tesiri vardır. Şâir övdüğü devlet büyükleri yanında övünmeyi de ihmâl etmez. Sultan Dördüncü Murâd’a “Sen ne büyük pâdişâhsın ki benim gibi bir şâir tarafından övülmektesin!” demekten kendini alamaz.
Şâirin kasideciliği, ölçüsünde kuvvetli bir tarafı da, hicviyeciliğidir. Bunda keskin zekâsının ve ânî buluşlarının rolü büyüktür. Şâir îdâm fermânını yazan zenci bir kâtibin elindeki divitten damlayan mürekkebi görünce “Teriniz damladı!” demekten kendini alamaz. Bu da onun şakacı tarafını verir. Asrının büyüklerinde bir yükseklik görmek isteyerek onları övmüş, hayâlindekini bulamayıp, şahsiyetlerinde hayal kırıklığına uğradığı insanları ise kötülemiştir. Hicviyeleri, bâzan kaba ve çirkin denecek kadar sanattan, hele şâirin kendi sanat anlayışından uzak söyleyişlerdir. Bâzı güzel hicivleri ise, zekî ve kuvvetli birer hiciv örneği olarak zamânımıza kadar glemiştir. Nef’î’nin Türkçe Dîvân, Farsça Dîvân, Sihâm-ı Kaza ve Tuhfet’ül Uşşak isimli eserleri vardır.
Şâirin en önemli eseri Türkçe Divan’ıdır. Bu Divan’da şâşaalı kasidelerden başka, güzel gazeller ve daha başka şiirler vardır. Hicivlerini ise, Siham-ı Kazâ adını verdiği bir eserde toplamıştır.
KASİDE
(Birinci Sultan Ahmed’e)
Sanman ki felek devr ile şâmı, seher eyler
Her vâkıânın âkibetinden haber eyler
Bir düş gibidir hak bu ki, ma’nide bu âlem
Kim göz yumup açınca zamanı güzer eyler.
Bir yerde ki ârâma bu miktar ola mühlet
Erbâbı nice kesb-i kemâl ü hüner eyler?
Tevfik refik olmayıcak fâide yoktur.
Her kim burada akla uyarsa zarar eyler.
KASİDE
(Sultan Dördüncü Murâd’a)
Esti nesîm-i nevbehâr açıldı güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz, sâkı meded: sun Câm-ı Cem
Erdi yine ürd-ı behişt, oldu hava anber-sirişt
Âlem behişt-ender-behişt, her gûşe bir bâg-ı İrem.
Gül devri ayş eyyâmıdır zevk u safâ hengâmıdır.
Âşıkların bayramıdır, bu mevsim-i ferhûnde-dem.
Her çevresinde Şâh-ı gül, almış eline câm-ı mül
Lûtfet açıl sen dahz gül, ey serv-kadd ü gonce-fem!
GAZEL
Ne tende can ile sensiz ümid-i sıhhât olur.
Ne cân bedende gam-ı furkatinle râhat olur.
Dil ise, gitti kesilmez hevâ-yı aşkından
Nasihat eylediğimce beter melâmet olur.
Belâ budur ki alıştı belâlarınla gönül
Gamın da gelse dile, bâis-i meserret olur.
Ne şeb ki kûyuna yüz sürmesem o şeb ölürüm
Ne gün ki kâmetini görmesem, kıyâmet olur.
Nedir bu talic ile derdi, Nef’î-i zârın
Ne şûhu sevse mülâyim dedikçe, âfet olur.
İnsanda bulunan kalp ve ruh gibi bir cevher. Bunların varlığını ilâhi dinler bildirmektedirler. Bu üç cevher, birbirinin aynı değildir. Herbirinin ayrı ayrı hassaları, özellikleri vardır. Kur’ân-ı kerîm, üçünün de varlığını haber veriyor.
Allahü teâlâ, insanlarda da şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmış ise de, insanların muhtâç oldukları şeylere kavuşmaları, bulduklarını kullanabilmeleri ve korktuklarına karşı savunabilmeleri için, bu kolaylığı ihsân etmiştir. Yalnız, en lüzûmlu olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini insanlara da ihsân etmiş, ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini insanlara da ihsân etmiştir. Bu iki nîmetten daha az lüzûmlu olan ihtiyâc maddelerini elde etmeleri ve elde ettiklerini kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, insanları çalışmaya mecbur kılmıştır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtaç oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâç gibi şeylere kavuşamazlar. Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtaç olduğu bu çeşitli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikte yaşamaya, iş bölümü yapmağa mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmaktan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet daha yarattı. Bu kuvvet, nefis kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadap edilenlerle mücâdele etmek için insanı zorlar. Fakat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı, hep zararlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanı nefsi zorlayarak doyduktan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar. Doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçtiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefis, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yaptırır. Fakat, hoşuna gideni, doydukdan sonra da yedirir.
İnsanlara verilen akıl nîmeti, nefsin iyi ve kötü isteklerini ayırması, aşırılıklarına mâni olması içindir. Akıl bu işleri elinde bir ölçü olmadan ve mutlak doğru netice veren kâideler bulunmadan yapamayacağından ve insanların nefisleri tarafından felâkete sürüklenmemeleri için Allahü teâlâ ayrıca peygamberler ve dinler göndermiştir. İnsanın aklı, nefsin isteklerinin zararlı olduklarını anlayıp, peygamberlere uymak lâzım olduğunu kalbe bildirir. Kalp de bunu dinleyip, peygamberlere uyunca insan saâdete kavuşur. İlâhi dinlerin bildirdiği emir ve yasaklar hem nefis arzularına uymağı sınırlamakta hem de nefsi temizleyip emmârelikten, yâni aşırı ve taşkın olmaktan kurtarmaktadır. Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiği emir ve yasakların tamamına “ilahî dinler” veya “İslâmiyyet” denir. Nefis, şehveti ve gadabı aşırı olarak çalıştırdığı için buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyyete uymak ise bu arzuları frenlediği, tahdit ettiği için insana acı, zor gelmektedir. Bunun için insan İslâmiyyete uymak istemez, nefse uymak ister. İnsan bu hâliyle hakikatte dünyâda ve âhirette sonsuz felaketlere sürüklenmektedir. Saâdeti felaketten, doğruyu eğriden ayırabilecek şekilde yaratılan akıllarını kullanıp İslâm dînine uyarsa, nefsi emmârelikten kurtulup “mutmainne” olur. Bu vakit şehveti ve gadabı da faydalı olarak çalıştırır. Böylece yaratılışta karanlık ve pis olan nefis kalbin emri, idâresi altına girip, İslâmiyyete tam uyarak tezkiye bulur, temizlenir, yaratılışındaki pislikten kurtulur ve saâdete kavuşur.
Nefsin Makamları: Nefsin İslâmiyyetin emir ve yasaklarına uyması ile tezkiyesi, temizlenmesi mümkündür. Nefsin tezkiyesi, doğru bir îmâna sâhip olduktan sonra, İslâmiyetin hükümlerini, yâni farzları, haramları, vacib ve sünnetleri öğrenip, bütün işleri öğrenilenlere göre yaptıktan sonra mümkündür. Nefis tezkiyesi ile kalp de, kötü düşüncelerden, tasfiye olur, pislikleri temizlenir. Nefsin, Allahü teâlâya tam teslimiyeti, evliyâlık makâmının en yüksek derecesidir ki, buna “Nefs-i kâmile” denir. Nefis bu makama kavuşmadan önce altı makamdan geçer.
1- Nefs-i emmâre: Buna nefs-i nâtıka da denir. Hep kötülük ve aşağılık ister. Allahü teâlânın gönderdiği dinlere inanmaz, îmân etmez, kâfirdir. Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emir etmek ister. İnsanların nefs-i emmâresi, mevki almak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün arzusu şef olması, herkesin kendisine boyun bükmesidir. Kendisinin kimseye muhtaç olmasını, başkasının emri altına girmeyi istemez. Nefsin bu arzuları ilah olmak, mâbud olmak, herkesin kendisine tapmasını istemektir. Hattâ nefs-i emmâre o kadar alçaktır ki, ortaklığa râzı olmayıp âmir, hâkim, yalnız kendi olsun, her şey yalnız onun emriyle olsun ister. Yûsuf sûresi 53. âyetinde meâlen; “Muhakkak ki nefs hep günâh işlemeyi (kötülüğü) emredicidir.” buyruldu.
Nefs-i emmâre, kötülükler deposudur. Yaratılışı günahlara meyillidir. Kendini iyi sanarak câhilliği daha çok artmıştır. Hele gençlik çağı nefs-i emmârenin en azgın olduğu zamandır. Kâfirlik, câhillik, kibir (büyüklük taslamak), hırs, kızgınlık, cimrilik, şehevî arzulara düşkünlük, haset (çekememezlik), boş ve faydasız şeylerle uğraşmak, alay etmek, eziyet ve sıkıntı vermek vb. kötü huylar hep onun sıfatlarındandır. Bir hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Nefsine düşmanlık et! Çünkü nefis benim düşmanımdır.”
Nefs-i emmâreyi, yıpratmak, azgınlığını önlemek için İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktan başka çâre yoktur. Nefsin temizlenmesi, onunla cihad etmekle olur.
2. Nefs-i levvame: Nefis, kötülükleri emretmekten pişmanlık duyup, kendini çok levm eylediğinden (ayıpladığından) ismi “Levvâme= çok ayıplayan” olmuştur. Nitekim Allahü teâlâ Kıyâme sûresi 2. âyetinde meâlen; “Ne kadar tâat etse de, yine bunları az görüp dâima kendini kınayan nefse yemin ederim.” buyurmuştur.
Nefs-i levvâme sâhipleri, kötülükleri ayıplamak tâat ve ibâdetlere heves etmek, tefekkür hâlinde bulunmak, hayret ve taaccüpleri çok olmakla berâber, insanlara îtirâzları, kahır ve sıkıntı göstermeleri, onlara minnet etmeleri, gizli riyâya düşmeleri, makam ve şehvet sevgisi gibi kötü huylarla sıfatlanırlar. Fakat bu nefis, bildirilen sıfatları ile hakkı hak, bâtılı bâtıl görür ve bilir ki, bu sıfatlarla huzursuzdur. Ne yapsın ki kurtulmaya gücü yoktur. İslâmiyete sevgisi ve hakîkî İslâm âlimlerine bağlılık isteği dâimî ve kararlıdır. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât, sadaka vermek gibi sâlih amelleri vardır. Fakat kendisini henüz ucub (ibâdetlerini beğenmek) ve gizli riyâdan (gösterişten) kurtaramamıştır.
3. Nefs-i mülhime: Doğrudan doğruya Allahü teâlânın ilhâmına kavuşan nefistir. Şeytan ona musallat olamaz. Onun vesvesesine kulak vermez. Rabbiyle bağlılığı öyle artmıştır ki, melek bile aracı değildir. Nefsin bu makâmı, hakîkî îmâna kavuşma anlarının başlangıcıdır. Allahü teâlâdan başkası ile bağlılığı kalmamıştır. Ruhlar âlemine yükselmiştir. İlim, cömertlik, tevâzu, sabır, tahammül, özürü kabûl, başkaları hakkında hep hüsn-i zan etmek ve onların eziyetlerine katlanmak gibi sıfatlara sâhip olmuştur.
4. Nefs-i mutmainne: İslâmiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmayan ve Resûlullah efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmaktan zevk, lezzet alan nefistir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de Fecr sûresi yirmi yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen bu nefse; “Ey mutmainne olan nefis!” kelâmıyla hitâp etmektedir. Böyle olan kimsenin her sözü ve hareketi Kur’ân-ı kerîm’e uygun, Peygamberimizin hadîs-i şerîflerine mutâbıktır. Cömertlik, yumuşaklık, güler yüzlülük, sabır, tevekkül, rızâ, doğruluk, teslimiyet, şükür, huzur ve tâzim gibi bütün güzel sıfatlar kendisinde mevcuttur. Allahü teâlânın her işinden râzıdır. Allahü teâlâ da ondan râzı olmuştur. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyenlerdendir.
5. Nefs-i râdiyye: Allahü teâlâdan râzı olan nefistir. Her hâlinde rızâ ile sıfatlanmıştır. Allahü teâlâ bu nefse; Kur’ân-ı kerîmde Fecr sûresi yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbine, sen O’ndan râzı ol ve O senden râzı olarak dön!” kelâmıyla hitâp etmektedir. Beşerî sıfatlardan temizlenmiş olarak kemâle gelmiştir. Bu nefsin hâli ancak zevk ile tadarak anlaşılır. Tam bir teslimiyet ve rızâ üzeredir. Allah’tan başka her şeyi unutmuştur. Her türlü haramlardan ve şüphelilerden verâ, ibâdetlerinde ihlâs, muhabbet ve huzur içindedir. Birçok kerâmetlere kavuşmuştur. Bu halleri sebebiyle âlemde meydana gelen her şeyi îtirâzsız, gönül hoşluğu ile kabûl edip, hazzalır. Hiçbir kötülüğü, kendinden gidermek için uğraşmaz, didinmez. Kendi hâline bırakmıştır. Bu halde iken bile insanlara nasîhatla emir ve nehiy (yasak) edebilir. Bu hal onu Allah’ın kullarını (irşattan alıkoymayıp işine devâm eder. Sözünü duyan ondan istifâde eder.
Nefsi bu makâma kavuşan kimse, Hakk’ın huzûru ile edep deryâsına dalar. Duâsı aslâ redd olmaz. Fakat edep ve hayâsı çok olduğundan bir şey istemez. Çâresiz kalsa, duâ eder ve duâsı kabul olur. Bu kimse, Allahü teâlânın katında aziz ve mükerremdir. İnsanlardan ileri gelenler ve avam arasında da muhteremdir. İnsanlar ona niçin tâzim ve saygı gösterdiklerini bilemezler bile. Onun ise, bu saygı ve tâzime rağmen, insanlara aslâ meyli olmaz. O hep Allahü teâlâ ile meşgûldür.
6. Nefs-i mardiyye: Allahü teâlâ tarafından râzı olunmuş nefistir. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmıştır. İnsanlık sıfatlarının hemen hepsini terk etmiş ve en güzel ahlâk ile süslenmiştir. Hatâları affetmek, ayıpları örtmek, kimse hakkında sû-i zann etmemek, kötü düşünmemek ve hüsn-i zanda bulunmak, herkese lütuf ve şefkat göstermek gibi sıfatlarla sıfatlanmıştır. İnsanları, tabiatlarının zulmetlerinden karanlıklarından, pisliklerinden, ruhlarının nûrlarına çıkarmak için onlara meyil ve muhabbet ederler. Bu meyil ve muhabbet Allah içindir. Bu, insanlara olan merhamettendir. Nefs-i emmâredeki sevgi ve meyil gibi değildir. Böyle olmak nefs-i mardiyyeye mahsus olup, halk ileHâlık’ın (yaratıcının) sevgisini birleştirebiliyor. Bu şaşılacak bir hal olup, ancak bu makâma kavuşanlara nasîb olur. Onun için bu makamda olan kâmil insan, görünüşte diğer insanlardan ayrılmaz, ama kalbi kibrit-i ahmer gibi olup, misli, benzeri bulunmayacak kadar azdır. Bunlar, seçilmişlerin seçilmişidir. Nur menbaı, esrar mâdeni, seçilmişlerin önderidir ve hâli ilm-i ilâhî dâiresidir. Kalbi, Allahü teâlâdan başkasından kurtulmuştur. Bu makamın sâhibi, Allahü teâlânın ve insanların yanında beğenilmiştir. Kendisi, Allahü teâlânın râzı olduğu her şeyden râzıdır. Değeri çok yüksektir. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği mârifetlerden, hikmetlerden, insanların anlayacağı şekilde söyler ve onlara faydalı olmaya çalışır.
7. Nefs-i kâmile (kâmil insan): Evliyâlık makâmının en yüksek derecesidir. Bütün kemâlâta, olgunluklara, yüksekliklere kavuştuğu için nefse “kâmile” ismi verilmiştir. Diğer nefislerde bulunan bütün güzel huylar ve sıfatlar, bu nefsin de sıfatlarıdır. Bu makâmın sâhibi olan kimse, bütün maksat ve arzularına kavuşmuştur. Bir tek murâdı vardır. O da, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktır. Her hareketi tâat ve ibâdet olup, hep sevâp olan işlerdir. Sözleri tatlı olup, ilim ve hikmet doludur. Yüzünü gören, huzûra kavuşur. Bunu görenin kalbine Allahü teâlânın zikri ve fikri gelir. Allahü teâlânın emir ve yasakları ona çok kolay gelir.
Nefsin bu makâmına kavuşan kimse, tam bir velî, olgun bir mürşid (rehber) dir. Her an ibâdetle meşgûldür. Bedenin her uzvu ile ibâdettedir. Dili, eli, ayağı, gözü vs. haramlardan uzak olup, kalbi bir an Allah’tan gâfil değildir. Hep istiğfâr eder. Rızâsı ve sevinci, halkın Allahü teâlâya bağlanmasındadır. Kızması ve üzülmesi, onların Hak’tan gaflet ve yüz çevirmelerindedir. Hakkı, doğruyu isteyenlere rağbet ve muhabbeti, öz evlâdına olandan çoktur. Herkese emr-i mârûf ve nehy-i münker, yâni nasîhat edip, yumuşak ve alçak gönüllülükle söyler. Muhabbet ehlini sever. Sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir. Bununla berâber, kalbinde kimseye kötülük beslemez. Allah için olan işleri yapar. Ayıplayanların ayıplamasından çekinmezler, korkmazlar. Her işinde adâlet üzeredir.
Hevây-ı nefs: Kalp hastalıklarının, yâni kötü huyların birisi de nefsin hevâsına, şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tâbi olmaktır. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzularının, insanı Allah yolundan saptırıcı oldukları, Kur’ân-ı kerîm’de haber verilmiştir. Çünkü nefis dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, O’na inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan küfre veya bid’at sâhibi olmaya yâhut fıska yâni haram işlemeye başlar.
Ebû Bekr Tâmistânî diyor ki: “Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefis, Allah ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.” Sehl bin Abdullah Tüsterî diyor ki: “İbâdetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktadır.”
Resûlullah efendimiz uzun bir hadîs-i şerîfin sonunda buyurdu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.” Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır.” buyruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymağa mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymağa sebep olur.
Hadîs-i şerîfte: “Aklın alâmeti, nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.” buyruldu. Nefse uyup da, tövbe ve istiğfâr etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklık olmaktadır. Sebebine yapışmadan bir şey beklemeğe “temenni” denir. Sebebine yapıştıktan sonra beklemeğe “recâ” denir. Temenni, insanı tembelliğe götürür. Recâ ise, çalışmağa sebep olur. Nefsin sevdiği, istediği şeylere “hevâ” denir. Nefis, yaratılışında kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir.
Nefsinden sakın dâim, ona güvenme aslâ.
Yetmiş şeytandan daha fazla düşmandır sana
beyti tam yerinde söylenmiştir.
Nefsin, insanı haramlara ve mekruhlara sürüklemesinin zararları meydandadır. İstekleri hep hayvânî arzularıdır. Hayvânî arzular ise, hep dünyâdaki ihtiyaçlardır. İnsan bu arzuların peşinde olduğu müddetçe, âhiret ihtiyaçlarını hazırlamakta geri kalır. Çok mühim bir şey de, nefis, mübahlarla doymaz. Mübahları kullanmayı arttırdıkça, isteklerini arttırır. Yine de doymaz. İnsanı haramlara sürükler. Bundan başka, mubahları aşırı kullanmak, elemlere, dertlere, hastalıklara sebep olur. Böyle insan, hep mîdesini, zevkini düşünür. Hasîs ve rezîl olur.
Nefis muhâsebesi: İslâm dîninde çok büyük önemi olan ve her Müslümanın her zaman ve hiç değilse günde birkaç kere yapması istenen nefis muhâsebesi, bir Müslümanın yaptığı işlerin İslâmiyete göre iyilerini kötülerinden, doğrularını yanlışlarından, güzellerini çirkinlerinden ayırması, kötülüklerine pişmân olup, tövbe etmesi ve bir daha yapmamaya karar verip azmetmesi, iyiliklerine de şükredip devâm üzere ve daha fazlasını yapmaya karar vermesidir.
Bu işin nasıl yapılacağını İmâm-ı Gazâlî hazretleri özetle şöyle bildirmektedir:
“Aklı olanlar, din büyükleri, bu dünyânın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefsiyle alış-verişte bulunduklarını anlamışlardır. Bu ticâretin kazancı Cennet’tir. Ziyânı da Cehennem’dir. Yâni kârı, ebedî saâdet, ziyânı da, sonsuz felâkettir. Bunlar nefislerini, ticâretteki ortak yerine koymuşlardır. Ortak ile, önce şartnâme yapılır, sözleşilir. Sonra işlerine, sözünde durup durmadığına dikkat edilir. Nihâyet hesaplaşılıp, hiyânet yapmışsa mahkemeye verilir. Bunlar da nefisleriyle, bir ortak gibi, sıra ile şu işleri yaparlar: Şirket kurmak, onu murâkabe edip, gözetmek; muhâsebe, yâni hesaplaşmak; muâkâbet, yâni cezâlandırmak; mücâhede, yâni onunla uğraşmak ve muâtebet, yâni onu azarlamaktır.
Birinci iş, şirket kurmaktır. Ticâret ortağı insanın para kazanmakta ortağı olduğu gibi, bâzan da, hıyânet yapınca düşmanı olur. Halbuki, dünyâda kazanılan şeyler, geçicidir. Aklı olan buna kıymet vermez. Aklı olan kimse, hergün sabah namazından sonra, hatırına hiçbir şey getirmeyip, ortağı olan nefsine demelidir ki:
“Benim sermâyem, yalnız ömrümdür. Başka birşeyim yoktur. Bu sermâye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes, hiçbir şeyle tekrar ele geçemez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. Ömür bitince, ticâret sona erer. Ahirete yarıyan ticârete sarılalım ki, vaktimiz azdır ve âhiret uzun ise de; orada ticâret ve kâr olmaz. Bu dünyâ günleri, o kadar kıymetlidir ki, ecel gelince, bir gün izin istenir, fakat ele geçemez. Bugün, bu nîmet elimizdedir. Aman nefsim, çok dikkat et de, bu büyük sermâyeyi elden kaçırma! Sonra ağlamanın sızlamanın faydası yoktur. Bugün, ecelin geldiğini, daha bir gün müsâde etmeleri için, yalvardığını, sızlandığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi o günde bulunduğunu farz et. O halde, bu günü elden kaçırmaktan, bununla, saâdete kavuşmamaktan, daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, dilini gözlerini ve yedi âzânı haramdan koru!
Cehennemin yedi kapısı var demişlerdir. Bu kapılar senin yedi uzvundur. Bu uzuvları haramdan korumaz isen ve bugün ibâdet yapmaz isen, seni cezâlandırırlar! Nefis âsî, emirleri yapmak istemez ise de, nasîhat dinler ve riyâzet yapmak, istediklerini vermemek, ona tesir eder. İşte nefis muhâsebesi böyle olur.”
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Akıllı kimse ölmeden önce hesâbını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir.” Bir kere de buyurdu ki; “Yapacağın her işi, önce düşün, Allahü teâlânın râzı olduğu izin verdiği bir iş ise, onu yap! Böyle değilse, o işten kaç!” İşte her gün nefis ile böyle konuşmalı, hiçbir zaman onun oyuncağı hâline gelmemelidir.
İkinci iş, murâkabedir. Yâni nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır. Ondan gâfil olursan, kendi şehvetlerine ve tembelliğine döner. Allahü teâlânın, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar, birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin, işleri ve düşünceleri edepli olur. Zâten buna inanmayan kâfirdir. İnanıp da muhâlefet etmek ise, büyük cesârettir.
Üçüncü iş, amellerden sonra yapılacak muhâsebedir. Hergün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günahlardır. İnsan ortağına aldanmamak için, onunla hesaplaştığı gibi, nefse karşı daha uyanık davranmak lâzımdır. Çünkü nefis, çok hîleci ve yalancıdır. Kendi arzularını, sana iyi, faydalı gösterir. Her mubahı bile sormalı, “Bunu niçin yaptın?” demelidir.
Fakat insanlar kendilerini hesâba çekmiyorlar. Eğer her günah işledikte, odasına bir kum koysa, bir kaç sene içinde oda kum ile dolar. Eğer omuzlarımızdaki kâtib melekler, her günahı yazmak için bir kuruş isteseydi, malımızın hepsini vermemiz lâzım gelirdi.
Dördüncü iş, nefse cezâ yapmaktır. Nefsi ile hesap yapıp, kusurlarını görüp, cezâ verilmez ise, cesâret bulur, şımarır. Kendisiyle başa çıkılamaz. Şüpheli şey yemiş ise aç bırakılmalı, yabancı kadınlara bakmış ise, mübahlara baktırmamalı. Her âzâya böyle cezâ vermelidir. Cüneyd-i Bağdâdî rahmetullahi aleyh diyor ki: İbn’l-Kezitî, bir gece cünüb oldu. Gusül etmeye kalkarken nefsi tembellik etti ve hava soğuk, hasta olursun, sabret yarın hamama git, dedi. Entari ile gusül etmeye yemin eyledi. Öyle yaptı ve “Allahü teâlânın emrinde gevşeklik yapan nefsin cezâsı budur.” dedi.
Beşinci iş, mücâhededir. Bâzı büyükler nefisleri kabahat yapınca cezâ olarak çok ibâdet ederlerdi. Abdullah ibni Ömer radıyallahü anh bir namazda, cemaate yetişmeseydi bir gece uyumazdı. Hazret-i Ömer bir cemâati kaçırdığı için, iki yüz bin dirhem gümüş kıymetindeki bir malı sadaka verdi. Abdullah bin Ömer radıyallahü anh bir akşam namazını geciktirmişti. Hava kararıp iki yıldız görünmüştü. Bu kadar geciktirdiği için, iki köle âzâd eyledi. Böyle yapanlar çoktur. Nefsine ibâdetleri seve seve yaptıramayan kimseye en iyi ilâç sâlih bir zâtın yanında bulunmaktır. Onun, ibâdetleri zevkle yaptığını görerek, kendi de alışır. Birisi diyor ki, ibâdet yapmak için, nefsimde tembellik gördüğüm zaman, Muhammed bin Vâsi ile sohbet ediyorum, onunla birlikte bulunmakla nefsimin bir hafta içinde, ibâdetleri seve seve yaptığını görüyorum. Din bilgisi, aklı ve ihlâsı olan bir Allah adamını bulamayanlar, daha evvel yaşamış, sâlih insanların hayâtını okumalıdır.
Altıncı iş, nefsi tekdir etmek, azarlamaktır. Nefis yaratılışta iyi şeylerden kaçıcı, kötülüklere koşucudur. Ve hep tembellik etmek ve şehvetlerine kavuşmak ister. Allahü teâlâ, bizlere nefislerimizi, bu huyundan vazgeçirmeyi, yanlış yoldan, doğru yola çevirmeyi emir buyuruyor. Bu vazîfemizi başarabilmek için, onu bâzan okşamamız, bâzan zorlamamız ve bâzan da sözle işle idâre etmemiz lâzımdır. Çünkü nefis öyle yaratılmıştır ki, kendine iyi gelen şeylere koşar ve buna kavuşmakta iken rastlayacağı güçlüklere sabreder. Nefsin; saâdete kavuşmasına mâni olan en büyük perdesi, gafleti ve cehâletidir. Gafletten uyandırılır, saâdetinin nelerde olduğu gösterilirse, kabul eder. Bunun içindir ki Allahü teâlâ Zâriyât sûresi 55. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlara nasîhat et! Nasîhat müminlere elbette fayda verir.” buyurdu. Nasîhat ve tenbih, ona tesir eder. İnsan önce kendi nefsine nasîhat edip onu azarlamalıdır. Hattâ, onu azarlamaktan hiç geri kalmamalıdır. Ona denir ki: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana, ahmak, diyenlere kızıyorsun. Halbuki senden daha ahmak kim var bak! Ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin şu kâtile benzer ki, polislerin kendisini aradıklarını ve yakalayınca îdâm edeceklerini bildiği halde, zamanını eğlence ile geçiriyor. Bundan daha ahmak kimse olur mu?
Ey nefsim! Ecel yaklaşmakta, Cennet ve Cehennem’den biri seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne mâlum? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil. Çünkü ölüm kimseye vakit tâyin etmemiş ve gece veya gündüz çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ansızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha çok ahmaklık olur mu? O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, kâfirsin! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın. O’nun azabını hafif mi görüyorsun, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamayacağını anla! Yok eğer, dünyâda yaptıklarına cezâ vermeyecek sanıyorsan, Kur’ân-ı kerîm’e ve yüz yirmi dört bin Peygambere (aleyhimüssalevâtü vetteslimât) inanmamış ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 122. âyetinde; “Günah işleyen, cezâsını çekecektir.” buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Günah işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyâda, yüz binlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tarlasını ekmeyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O halde, yazıkla olsun sana ey nefsim!
Belki inandığını fakat sıkıntıya gelemeyeceğini söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir zahmetle bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım geldiğini, Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir miktar zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiretteki zillet ve alçaklığa ve tard olmağa, kovulmağa nasıl dayanacaksın! O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıklardan kurtulmak için, bir Yahûdî doktorun sözü ile bütün şehvetlerinden vazgeçiyorsun da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhiretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tövbe etmeği, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ki, faydası olmaz. Senin bu hâlin, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanan ve ilim öğrenmek için uzun zaman lâzım olduğunu bilmeyen talebeye benzer. Bunun gibi pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâdele etmek lâzımdır. Ömür boşuna geçince, bir anda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyarlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin, sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun? O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın nîmetlerine ve lezzetlerine alışmış ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennet’e ve Cehennem’e inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl, ayrılık ateşi, ne kadar seversen o kadar çok olur. O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de onlar da, toprak olacaksınız! İsimleriniz unutulacak, hatırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hatırlayan var mı? Halbuki sana dünyâdan az bir şey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini fedâ ediyorsun. O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri elinden çıktı bil ve sana pişmanlık ve azap kaldı bil!
Bunlarla ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlayarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır.