NAZIM TÜRLERİ
Dîvan (klâsik Türk), Halk (tekke ve âşık) edebiyatlarının herbirinin kendilerine göre nazım şekilleri olduğu gibi, nazım türleri de vardır. Nazım türleri daha çok konu ile ilgilidir. Bunlar aşağıdaki sıraya göre, şunlardır:
Tevhîd: Allahü teâlânın birliğini, yüceliğini anlatan manzumelere tevhîd denir. Genellikle kaside şeklinde yazılmışlardır. Bir de Allah’a yalvaran şiirler görülür. Bunlar da münâcât adını alırlar.
Na’t: Hazret-i Muhammed’i övmek için yazılan şiirlerdir. Ekseriya kaside şeklinde yazılırlar. Ancak gazel şeklinde de na’tlar yazılmıştır.
Medhiye: Dört halifeyi, din büyüklerini, pâdişahları ve devlet büyüklerini övmek için yazılan manzûmeler medhiye adını alırlar. Bunlar daha çok kaside şeklinde yazılırlar.
Hicviye: Bunlar dîvan edebiyatında görülen yergi şiirleridir. Bir kimsenin kusurlarını ortaya koymak, onu yermek için yazılırlar. Bu bakımdan medhiye türünün zıddıdır. Genellikle kaside şeklinde yazılır, kıt’a şeklinde yazılanları da vardır.
Mersiye: Ölen birinin özelliklerini, iyiliklerini anlatan şiirlerdir. Daha çok kaside şeklinde yazılır. Edebiyatımızda hazret-i Hüseyin için yazılanlar olduğu gibi, pâdişâhlar ve şehzâdeler için yazılanlar da vardır. Bâkî’nin Kânûnî mersiyesi bunların başında gelir. Kaside şeklinde yazıldığı gibi bendlerle de yazılmışlardır.
Hezl, tehzil: Mizah, güldürmece tarzındaki manzûmelere bu ad verilir. Çeşitli nazım şekilleri ile yazılan bir türdür.
Fahriye: Övünmek için yazılan manzûmelerdir. Başlı başına olduğu gibi bir şiirin içinde de geçebilir. Kaside içinde şâirlerin övündüğü yâni kendilerini övdükleri kısımlar bunlardandır.
Lügaz ve muammmâ: Lügaz bir çeşit manzum bilmecedir. Bu bilmece bir varlık değil de bir şahıs için olursa muammâ adını alır.
Sâkinâme: Sâkiden, içki meclisinden, içki çeşitlerinden bahs eden büyük ve küçük eserlerdir. Genellikle mesnevi şeklinde yazılmışlardır. Meyden maksad eski edebiyatımızda ilâhî aşk, meclisten maksat da tekke olduğundan bunların tasavvufî olduğunu söylemek gerekir.
Sûrnâme: Şehzâdelerin sünnet düğünleri ile hanım sultanların evlenme törenlerini anlatan eserlerdir.
Gazavatnâme: Savaşlardan, savaşlarda gösterilen kahrammanlıklardan, zaferlerden, fetihlerden bahseden eserlere gazavatnâme denir. Bunlar bir büyük gâzi ve pâdişâhlar adına da yazılabilirler. Bu durumda, Selimnâme, Süleymannâme gibi adlarla da anılırlar. Ayrıca zafernâme ve fetihnâme adlarını taşırlar.
Şehrengiz: Bir şehri, güzelliklerini ve güzellerini anlatan eserlerdir. Mesnevî şeklinde yazılırlar.
Ta’rifnâme (ta’rifât): Çeşitli makam sahiplerini vazifelerinin hususiyetlerine göre bir kaç beyit içerisinde anlatan eserlerdir. Bunlar mesnevî şeklinde yazılırlar.
Mesnevîler: Çeşitli konularda yazılmış uzun hikâyelerdir. Konuları Yûsuf ile Zeliha gibi dînî menkıbevî olanlar olduğu gibi, Leylâ ve Mecnûn, Süheyl ü Nevbahar, Hüsrev ü Şirin gibi aşk veya efsâne ve târihî tarafı olanlar da vardır. Ayrıca dînî kahramanlık, tasavvufî, ahlâkî, didaktik ve târihî konuları işleyenler de görülmektedir.
Tekke edebiyatı nazım türlerinin belli başlıları ise şunlardır:
İlâhî: Nazım şekli olarak da bilinir. Ancak tür olduğunu iddia edenler de vardır. Bu şiirler Allahü teâlâyı övmek, ona yalvarmak için yazılmışlardır. Bu çeşit şiirler mevlevilikte âyin, bektaşilikte nefes, gülşenilikte tapug, halvetilikte durak adını almıştır.
Devriye: “Âdem toprakla su arasında iken ben peygamberdim” hadisinin işâret ettiği şiirlerdir. Ruhtan varlığa bürünüş bu çeşit şiirlerle anlatılmıştır.
Sathiye: Tasavvuf ehlinin mânevî hallerini anlattıkları başkalarınca anlaşılmayan mânâsı kapalı şiirlere bu ad verilmiştir.
Âşık edebiyatına âit nazım türleri ise şunlardır:
Güzelleme: Bir kimseyi, bir güzeli, bir yeri, tabiatı öven şiirlerdir. Divan şiirindeki medhiyeler gibidir.
Koçaklama: Yiğitliği, yiğitleri öven, savaşları konu edinen şiirlerdir.
Taşlama: Yergi şiirleridir. Bunlara Divan edebiyatında hiciv denir.
Ağıt: Ölen birinin ardından söylenen şiirlerdir. Bu şiirlerde ölümden duyulan üzüntüler dile getirilir. Bunların daha çok söyleyenleri belli olmadığı için anonim olduğunu söylemek gerekir.
Hikâye, destan: Destan nazım şekli olduğu gibi, nazım türü olarak da mütâlaa edilir. Çeşitli hâdiselerin anlatıldığı uzun şiirlerdir. Bunlar hikâye hüviyeti taşırlar. Savaş ve kahramanlık konusunu işleyenlere koçaklama denmektedir.
Muamma: Bilmece mâhiyetinde olan şiirlerdir. Eşyâ ve şahıs isimleriyle ilgilidirler.
Ninni: Çocukları uyutmak ve dindirmek için kadınlar tarafından söylenen dörtlüklerdir. Daha çok anonimdirler.
(Bkz. Nasyonal Sosyalizm)
İngilizce Nuclear, Biologic, Chemical kelimelerinin baş harfleridir. Nükleer, biyolojik, kimyâsal silahlara kısaca NBC Silahları denir. Bu üç silah çeşidi toplu imhâ etme özelliğinden dolayı diğer konvensiyonel (alışılagelmiş) tip silahlardan ayrılmakta ve yine ortak özelliklerinden dolayı birlikte değerlendirilmektedir. (Bkz. Nükleer Silahlar, Kimyâsal Silahlar)
Metalik bir parçanın yüzeyinde veya iç kısmındaki çatlak, boşluk vb. istenmeyen hataları tesbit etmek için parçaya hasar vermeden yapılan test ve bu teste verilen sembol isim. NDT (NDI), Nondestructi ve Testing (Inspection) kelimelerinin baş harfleridir.
Hatâlar metalik parçanın îmâli sırasında meydana gelebildiği gibi kullanıldığı yerdeki ısı, yük gibi tesirlerden de kaynaklanabilir. Bunlar ileride parçanın kırılıp veya hasarlanıp görevini yapamaz hâle gelmesine sebep olabilir. Böyle bir durum parçanın kullanıldığı sistemi de devre dışı bırakabilir. Mesela, bir uçağın düşmesine, bir makinanın bozulup çok daha büyük hasarlar meydana gelmesine sebep olabilir. Bu sebeple endüstride bir parçanın hatâlı olup olmadığından emin olmak gerekir. Bunun için parça, kullanılmadan önce çeşitli testlere tâbi tutulur. NDT denen bu testlerin en önemlileri; sıvı penetran, manyetik parçacık, radyografi, ultrasonik ve Eddy Current’tir.
Sıvı penetran testi: Yüzeylerdeki hatâları tespit etmek için kullanılır. Gözle görülmeyen çok küçük kılcal çatlaklara nüfuz etme kâbiliyeti olan renkli bir sıvı madde yüzeye sürülür. Sonra yüzey silindiğinde taşan sıvı temizlenir, fakat çatlaklara sızan sıvı kalır. Bu sıvı kullanılan metoda göre gözle veya siyah ışık altında incelendiğinde çatlaklar tesbit edilir.
Manyetik parçacık testi: Yüzeylerdeki veya yüzeye yakın iç hataları tesbit etmeye yarar. Mıknatıslanabilen metallerde kullanılır. Metale akım verilerek mıknatıslandırılır. Sonra üzerine demir tozu gibi manyetik bir toz dökülür. Tozlar hatânın bulunduğu yerlerde toplanarak hatâyı ortaya çıkarır.
Radyografik test: Parçanın aynen röntgen gibi filmi çekilir. Hem yüzeydeki hem de içteki hatâlar, filmin üzerine düşen görüntülerinden tesbit edilir.
Ultrasonik test: Parçaya gönderilen ses dalgalarının hatâlardan geri yansıma özelliğinden faydalanılarak yapılır. Dalgalar bir ekrandan tâkip edilerek hatâlı bölge tesbit edilir.
Eddy Current testi: Elektrikî girdap (foucault) akımlarından faydalanılır. Parça bir manyetik alana tâbi tutulduğunda parça üzerinde girdap akımları meydana gelir. Hatâlar bu akımlarda sapmalara sebep olur. Bu sapmalar vâsıtasıyla hatâ ortaya çıkarılır.
(Bkz. Peygamber)
Alm. Nebel (-fleck) (m), Fr. Nébuleuse (f), İng. Nebula. Bulutsuz, parlak ve yıldızlı gecelerde, gökyüzüne serpilmiş ışık lekelerini ve toz zerrelerini andıran sık yıldız kümeleri, gaz ve toz bulutları. Yıldız kümeleri, uçsuz bucaksız gökyüzünde yaygın ışık lekeleri olarak göze çarparlar. Birbirine çok yakın görülen bu yıldız kümeleri, çıplak gözle ayırdedilemez. Devamlı bir parlaklık olarak görülürler. Bunlara yıldız kümesi nebulası denir. Samanyolu galaksisinin çok uzağında bulunan başka yıldız sistemleri de galaksi dışı nebulalar adını alır.
Diğer bir nebula sınıfı ise hakiki gaz nebulalarıdır. Bunlar yaygın nebula adını alır. Nebulalar pek parlak olmadıkları için ancak büyük objektifli ve büyütme gücü düşük teleskoplarla görülebilirler. Gaz ve ince tozdan meydana gelmiş hakiki ve yaygın nebulalar Samanyolu’nun hemen her yerinde göze çarpar. Fakat daha çok galaksimizin ekvator bölgesinde yıldızların yoğun olarak bulunduğu bir yerde toplanmışlardır. Trifid nebulası bunlardan biridir. Samanyolu’nun kollarında yer alan ve onları dolduran parlak bulutlar, tek yaygın nebulalar olarak kabul edilirse, en büyüklerinin boyutları ışık yıllarıyla ölçülür.
Atbaşı nebulası teleskoplarla bakıldığında gerçek bir atbaşını andırmaktadır. Bu nebula Orion takım yıldızında bulunmaktadır. Crab nebulası ise bir yıldızın süper nova patlaması sonucunda meydana gelmiştir. Bu duruma gelen bir yıldız parlaklık olarak, bir milyar yıldızın parlaklığına eşit hâle gelinceye kadar büyür ve sonra uzaya, bir nebula meydana getirecek parçacıklar dağıtarak infilak eder. Doğuda bulunan astronomlar, Crab nebulasını meydana getiren bu dev patlamaya M.Ö. 1054 yılında şâhit olmuşlardır. Söz konusu nebula o zamandan bugüne devamlı olarak sâniyede 1000 km hızla büyümektedir.
Gaz nebulasının yapısı basittir. Gaz bölümü büyük ölçüde hidrojen, biraz helyum ve oksijenden meydana gelmiştir.
Astronomlar nebulaları “yıldız doğuran kuluçka makineleri” olarak târif etmektedirler. Gerçekten de özellikle gaz nebulasını meydana getiren hidrojen ve helyum, yıldızların ana yapı maddesidir.
Genellikle şekilsiz, karmaşık bir görünüm arz eden nebulaların içinde belki de en ilgi çekeni dünyâmızdan 1400 ışık yılı uzaklıkta bulunan halka şeklindeki Lyre nebulasıdır.
Galaksimiz Samanyolu ve çevresinde bulunan en tanınmış nebulalar; Trifid, Crab (Yengeç), Macetlan bulutları, Lyre, Sagittarius, Orion, Omega ve Lagoon’dur.
Pislilik, kirlilik, leke, toz veya kirle kaplı olma, murdarlık, necs sayılma. Çeşitli dinler, bâzı canlı ve cansızları necis ve pis kabul ederek bunlara dokunmayı bunları yemeyi, kullanmayı yasak etmiştir. Meselâ bütün ilâhî dinlerde şarap ve domuz necis olup, yemesi, içmesi haramdı.
İslâmiyette necâset; namaza zarar veren pislik, namazın sahih (doğru) olmasına mâni olan pislik. Namaz kılanın bedeninde, elbisesinde ve namaz kılacağı yerde, necâset bulunursa bunu temizlemeden kılınılan namaz sâhih olmaz. Namaz kılacak kimse necâsetten temizlenmiş olmalıdır. İki türlü necâset vardır:
1. Kaba necâset (necaset-i galîze): İnsandan çıkınca abdest veya gusle sebep olan her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği, bevli, insanın ve bütün hayvanların kanı, şarap, ispirto, leş, domuz eti ve kümes hayvanlarının pisliği, yük hayvanlarının, koyun ve keçinin necâsetleri kaba necâsettir.
Vücutta, elbisede, namaz kılınan yerde, dirhem miktârı kaba necâseti yıkamak vâcib, dirhemden çok ise yıkamak farz, az ise sünnettir. Akıcı necâsetlerde, açık el ayasındaki suyun yüzü genişliği kadar yüzeydir. Dirhem miktarı, 4,8 gramdır.
2. Hafif necâset (necâset-i hafife): Hafif olan necâsetlerden bir uzva ve elbisenin bir kısmına bulaşınca, bu kısım ve uzuvların dörtte biri kadarı namaza zarar vermez. Eti yenen dört ayaklı hayvanların bevli (idrarı) ve eti yenmeyen kuşların pisliği hafif necâsettir.
Necâsetin şekline ve bulaştığı yere göre temizleme çeşidi otuzu aşmaktadır. Bunlar fıkıh ve ilmihal kitaplarında geniş olarak anlatılmaktadır. En meşhur temizleme çeşitleri şunlardır:
a) Yıkamak ile; b) Ovmakla ve silmekle (Katı necâset, kemer, çanta, mest ayakkabı üzerinde olunca ovmakla temizlenir); c) Ateş ile (Kanlı bıçak, kelle ateşe tutulup kanı gidince temiz olur); d) Rüzgâr ve güneşle (Necâset akan toprak rüzgârla kuruyup, üç sıfatı gidince, temiz olup burada namaz kılınır); e) Kimyâsal değişiklikle: Necis yağ, sabun yapılırsa; necis bir leş, tuz hâline dönerse temiz olur.
İslâm dîni, gerek namaz içinde gerekse namaz dışında necâsetten temizlenmeğe çok önem vermiş, bunu namazın farzlarından biri saymıştır (Bkz. Namaz). Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de, Müddessir sûresi 4. âyetinde, meâlen; “Elbiseni de (dâimâ) temiz tut.” buyurmaktadır. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Temizlik îmândandır.” buyurdu.
On beşinci asır divan şâirlerinden. Doğum târihi belli değildir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre Edirne’de doğmuştur. Bâzı kaynaklarda savaş esiri olduğu kayıtlıdır. Küçük yaşta şiir kâbiliyetiyle dikkat çekmiştir. Bir süre Kastamonu’da kaldı. Buradayken hattı öğrendi ve şâirlikte şöhreti etrafa yayıldı.
Necâtî’nin şiirleri Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından beğenilince, Divan Kâtibi olarak İstanbul’a çağrıldı. Sultan İkinci Bâyezîd zamânında da korundu. Şehzâde Abdullah’ın Divan Kâtibi olarak bir süre Karaman’da kaldı. Şehzadenin vefâtı üzerine İstanbul’a döndü. Sonra Manisa’da bulunan ŞehzâdeMahmûd’un Nişancısı olarak vazifelendirildi. Bu şehzâdenin de vefâtı üzerine İstanbul’a döndü ve bir daha resmî vazîfe almadı. İstanbul Vefâ semtinde bir ev satın alarak, kendisine bağlanan bin akçe ile geçimini devam ettirdi. 1509’da vefât eden Necâtî. Evinin önüne gömüldü. Fakat günümüzde mezarı kaybolduğundan yeri bilinmemektedir. Mezartaşı Unkapanı’ndaki Manifaturacılar Çarşısındaki avlunun içinde küçük bir bahçededir.
Necâtî, Şeyhî ve Ahmed Paşadan sonra asrının üçüncü şâiridir. Zarîf ve tabiî Türkçesiyle şiirler yazmıştır. Şiirleri, sâde, külfetsiz ve yapmacıktan uzaktır. Devrin sosyal hayâtını, ahlâk, adâlet görüş ve düşünüşlerini, tabiat güzelliklerini, av tasvirlerini anlatan gazeller yazmıştır. O zamanki Müslüman Türk ordularının Rum ülkelerini fethedişlerini şiirlerine konu etmiştir.
Başlıca eseri Dîvân’ıdır. Dîvân’da 650 Türkçe gazelle, nât, kaside mersiye, murabba, kıt’a, rubâî ve müfred gibi şiirler bulunmaktadır.
Dîvân’ından bir örnek:
Gazel
Dime kim yârda yok cevr ü cefâdan gayrı
Ne dilersen bulunur mihr ü vefâdan gayrı
Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek
Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı
Ne belâdur bu ki hâl ü hatun âşüfteleri
Çeke hecr âteşini bunca belâdan gayrı
Günümüz şâir ve yazarlarından. 1921 yılında bugünkü Yunanistan’ın sınırları içinde kalan Florina’da doğdu. Millî Mücâdeleden sonra âilesinin yerleştirildiği Urla’da liseyi bitirip, Ankara Hukuk Mektebine devam etti. Buradan mezun olduktan sonra, Ankara’da memuriyet hayâtına başladı, daha sonra Urla veİzmir’de avukatlık yaptı. İki yıl Paris’te kaldı, bir süre de İsrail’de bulundu.
Şiir yazmaya 1940’larda başladı. Önceleri aşk ve tabiatı konu edinen şiirler yazarken, sonradan memleketin ve köylünün içinde bulunduğu sosyal meseleleri açık, iyimserce, tahrikten uzak bir üslupla ve fazla çarpıtmadan dile getiren eserler verdi. “Karakolda” şiiri bunun en bâriz misallerinden birisidir. Çok sayıda tiyatro oyunu ve skeç yazmıştır.
Eski Türk Dil Kurumunun üyesi ve idârecilerinden olan Necâti Cumâli’nin; Denizin İlk Yükselişi, İmbatla Gelen, Güzel Aydınlık, GüneyÇizgisi isimli şiir kitapları; Tütün Zamanı isimli romanı, Yalnız Kadın, Susuz Yaz, Değişik Gözle isimli hikâye kitapları ve Mine, Boş Beşik, Nalınlar, Derya Gülü isimli tiyatro oyunları vardır.
On sekizinci asırda İstanbul’da yetişen âlim ve velîlerden. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âşıklarından idi. Beşiktaş’ta doğdu. İsmi Mustafa Rızâeddîn’dir. Babası marangoz olduğu için, Neccârzâde veya Dülgerzâde denildi.
Mükemmel bir tahsil gördükten sonra, Celvetî şeyhlerinden Fenâyî Mustafa Efendiye derviş olmuştu. Daha sonra Edirne’ye giderek orada bulunan Nakşibendî şeyhlerinden Arabzâde Muhammed İlmî Efendiye talebe oldu, hizmet ve sohbetlerinde olgunlaşarak diploma aldı. Beşiktaş’taki Sinân Paşa Câmii yanındaki Nakşibendî Tekkesinde şeyh oldu. Otuz sene müddetle burada Hak âşıklarına ilim, feyz ve ışık saçtı. 1746 Muharrem ayında vefât ederek, aynı yerdeki türbesine defnedildi.
Divan edebiyatında Resûlullah efendimizin mübârek evsâfında nât-ı şerîf nazmedenlerin en üstünlerinden ve önde gelenlerindendir. Âşıkâne söylenmiş nât-ı şerîflerle dolu olan Dîvân’ı basılmıştır. Yazma nüshâları da çeşitli kütüphânelerimizde bulunmaktadır. Bu şahaserinden başka, Şeyh Muhammed-i Semerkandî hazretlerinin tasavvuf ve tarîkatla ilgili bir eserini tercüme ederek Muhtasar-ül-Velâye adını vermiştir. Bu eseri de basılmış olup, kıymetli bilgileri ihtivâ etmektedir. Hayâtı ve menkibeleri, dervişlerinden Ömer Nüzhet Efendi tarafından yazılmış ve Menkabe-i Evliyâiye fi Ahvâl-i Rızâiye adı ile basılmıştır. Neccârzâde Şeyh Rızâeddîn Efendi kuddise sirruh zâhir ve bâtın ilimlerinde mütehassıstı. Yâni, İslâmi ilimlerde, tasavvuf bilgilerinde yüksek bir mertebede idi.
Dîvân’ından
Dil bülbül-i şevkın ile nâlân olsun
Sahn-ı emelim tâze gülistân olsun
Kandîl-i Şebîstân-ı hayâlim yâ Rab
Envâr-ı cemâlinle fürûzân olsun
Son dönem şâir, yazar ve fikir adamlarından. 1904’te İstanbul Çemberlitaş’ta, bir konakta dünyâya geldi. Babası hukukçu Fâzıl Bey, annesi Mediha Hanımdır. Âilesi, baba tarafından Kahramanmaraş’ın köklü âilelerinden Kısakürekzâdelere dayanır. Yazara verilen Ahmed Necib ismi, dedelerinden birinin adıdır.
1912’de Gedikpaşa’da bir Fransız Mektebine yazıldı. Sonra yine, aynı yerde bulunan Amerikan Kolejine, Büyükdere’de Emin Efendinin Mahalle Mektebine devam etti. Annesinin hastalığı dolayısıyla taşındıkları Heybeliada’da (1915) Nümûne Mektebini bitirerek oradaki Bahriye Mektebine girdi. İlk şiirlerini burada yazmağa başladı. Mektepte arkadaşları arasında lakabı “şâir”di. Bahriye Mektebini son sınıftayken terk ederek, 1917’de Dârülfünûnun Felsefe Bölümüne başladı. İlk şiirleri bu yıllarda dergilerde yayınlanmaya başladı. 1924’te Maarif Vekâleti tarafından Paris, Sorbon Üniversitesine tahsilini ilerletmek için gönderildi ise de, bir yıl sonra geri döndü.
Bir müddet Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhâsebe müdürü olarak çalıştı. Bankacılık mesleğinden 1938 yılında ayrılarak 1941 yılına kadar Fransız Mektebinde, Ankara Devlet Konservatuarında, İstanbul Devlet Güzel SanatlarAkademisinde, Robert Kolejde, Ankara Dil TârihCoğrafya Fakültesinde hocalık yaptı. Bu târihten sonra, yazar ve şâirliğinin yanısıra gazeteci olarak da basın hayâtına girdi ve siyâsetle ilgilendi. Böylece fikir ve aksiyon adamı olarak hayâtının sonuna kadar sürecek olan bir mücâdelenin içine atıldı. Büyük Doğu hareketi ve 1943’te başlayıp 1972’ye kadar süren Anadolu’yu köşe bucak tarayan, Almanya’ya kadar taşan konferansları bu devrededir. Yine, bu devrede sekiz defâda toplam 3 yıl 6 ay 20 gün hapis yattı. Kesif ve yorucu, mücadeleci bir hayattan sonra, 1972’de evine çekilen yazar, eser yazmaya, dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınlamaya devam etti. 1980 yılında “Sultan-üşşüara” (Şâirler Sultanı) îlân edildi. 25 Mayıs 1983 günü, çile ve mücâdelerle dolu hayâtı sona erdi.
1922 yılında Yakub Kadri aracılığıyla Yeni Mecmua’da ilk şiirini yayınlayan Necib Fâzıl, hayâtının sonuna kadar çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınlamaya devam etti. İlk şiir kitabı, Örümcek Ağı 1925’te, Kaldırımlar ise 1928’de yayınlandı. Kaldırımlar şiiri, onu, şöhretin zirvesine çıkardı ve sanat çevrelerine kendini, şâir olarak kabul ettirdi. Bu ilk şiirlerinde koyu ferdiyetçilik ve derbeder (bohem) bir yaşayışın izleri görülür.
1934’e kadar eserlerine ve sanatına hâkim olan bu durumu, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’yi tanıyıncaya kadar devam etti. Beyoğlu Ağa Câmiinde ilk defâ tanıdığı bu zâtı, 1943 yılında vefâtına kadar, Eyüp’teki dergâhında ziyâret ederek, sohbetlerinde bulundu. Bu olay, Necib Fâzıl’ın şahsiyetine, fikrine, dünyâ görüşüne büyük etki yaptı. Âdetâ her şeyiyle yeniden doğdu.
Bu devreden sonra yazar, kendi tâbiriyle fildişi kulesinden iner, memleketine, insanlarına karşı sorumluluk duyan “Müslüman bir sanatkâr ve münevver” hüviyeti kazanır. Kalemiyle, inandığı, doğru, güzel, iyi bildiği değerleri yaymak, savunmak, tanıtmak gayreti, hayâtının sonuna kadar devam etti. Bu maksatla, şâirliğinin yanısıra, edebiyatın hemen her dalında kalem oynatarak, yüzden fazla eser verir. 1934’e kadar sâdece şâir olarak tanınan ve üç şiir kitabının sâhibi olan Necib Fâzıl, bu olaydan sonra her türde, bilhassa bir fikir ve aksiyon adamı olarak nesir alanında velûd, çok eser veren bir yazar olur.
Gazetecilik ve basın hayâtına atılır. 1936’da, uzun ömürlü olmayan, Ağaç isimli dergiyi çıkarır. İkinci Dünyâ Harbinin başında, Son Telgraf Gazetesinde, “Çerçeve” başlığı altında fıkralar yazmaya başlar. Fıkra yazarlığını çeşitli gazetelerde uzun müddet sürdürdü. Bu fıkralardan seçtiklerini, daha sonra Çerçeve başlığı altında yayınlamıştır. 1 Eylül 1943’te Büyük Doğu dergisini çıkarır. Bu dergi 1978’e kadar fasılalarla yayınını sürdürür.
Necib Fâzıl 1935’e kadar daha ziyâde ferdî, beşerî duyguları, kendi iç sıkıntılarını, buhranlarını dile getirir, “sanat için sanat” görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır. Yalnız şiirle meşgul olur. 1935 yılından sonra şâirliğinin yanısıra, daha çok nesir eserleri verir. Bunlar tezli eserlerdir. Ya, “mutlak hakikat” dediği tezini işler, yâhut bu uğurda çektiği acıları, zorlukları, anlatır. Yazar artık “sanat Allah içindir” görüşündedir. Konu ve temalardaki bu değişiklik, daha önce kendini şâir olarak göklere çıkaran sanat çevrelerinin ve üst kademenin Necib Fâzıl’dan uzaklaşmasına ve “sâbık şâir” ilân edilmesine sebep olur.
Şiirlerinde dinç ve oturmuş bir dil, mazbut ve sağlam bir teknik bulunan şâir; bütün şiirlerinde hece veznini kullanmış “şekle” ısrarla bağlı kalmıştır. Modern şiir ölçüleriyle, tekke şiiri tarzında yazmıştır. İnsanın kâinattaki yeri, iç âlemin gizli duygu ve ihtirasları, madde ve ruh problemleri, mânevî duyuşlar... şiirlerindeki başlıca temalardır. Şiiri, günümüz şiirini ve zamanındaki bâzı şâirleri etkilemiştir.
Nesir dilinde derinliğe yöneldiği kadar da nükteye, kelime oyunlarına bağlı kalan bir ifâdesi vardır. Öfkeli, polemikçi, tenkitçi bir zekânın fantazi yükleri ve şaşırtıcı nükte buluşları nesrinin başlıca özelliğidir.
Eserleri, telif ve sâdeleştirerek yayına hazırladıklarıyla yüzün üzerindedir. Edebî türlerin hemen hepsinde eser vermiştir. Toplam eseri(8 şiir, 14 piyes, 7 senaryo, 3 hikâye kitabı, 2 roman, 4 hatıra eseri, 17 dînî-tasavvufî eser, 47 siyâsî-târihî inceleme eseri, hitâbe ve konferanslarla, fıkralarının toplandığı kitaplarla berâber) 102’dir. Ayrı kitaplar hâlinde yayınlanan şiirlerini, Çile ismiyle tek bir kitapta toplayarak, bunun sonuna şiir sanatı üzerine görüşlerini Poetika ismiyle ilâve eder. Şiirleri daha sonrakilerle birlikte Bütün Şiirleri adlı bir kitapta toplanmıştır. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâtını levhalar hâlinde anlattığı 63 bölümlü Esselâm, ikinci şiir kitabıdır. “Mutlak hakîkati yaymak için en üstün dokunaklı bir alet” dediği tiyatro sâhasında on dört eser vermiştir. Piyeslerinin bir kısmı filme alınmış ve oynanmıştır. Bir Adam Yaratmak, Nam-ı Diğer Parmaksız Sâlih; Sabırtaşı piyesi birincilik kazanmıştır. Ulu Hakan Abdülhamîd Han, Yunus Emre, Reis Bey, tiyatro eserlerinden bâzılarıdır. O ve Ben, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Târih Boyunca Büyük Mazlumlar isimli eserlerinde, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden hâtıralar nakleder. Rabıta-i Şerif risâlesini ve Reşehat kitabını sâdeleştirerek yayına hazırlar. Nefehat’tan seçtiği velîler Halkadan Pırıltılar adı ile yayınlanmıştır. Ayrıca Başbuğ Velîler adlı bir eseri daha vardır. Çöle İnen Nur, İlim Beldesinin Kapısı Hazret-i Ali, Benim Gözümde Menderes biyografik eserlerindendir. Doğru Yolun Sapık Kolları’nda ise Ehl-i sünnetin dışındaki bozuk mezhepleri anlatır.
Necib Fâzıl bir İslâm âlimi, eserleri de ilmî eserler değildir. Böyle olmadığını, ilmin ve sanatın sahalarının ayrı olduğunu kendisi de eserlerinde ifâde etmektedir. O, “Efendim” diye bahsettiği büyük bir İslâm âliminin sohbetleriyle sanat hayâtımızda zirve noktalara çıkmış, son yüzyılımızda yetişmiş en büyük şâir ve yazarlarımızdan birisidir. Dînî, mukaddes konu ve temaları işleyerek, düşünen, tefekkür eden genç nesillere faydalı olmaya çalışmıştır.
SAKARYA DESTANI
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya,
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, târih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinât;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!.
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için,
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbîm isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk târihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!..
Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal:
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan,
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yûnus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardında çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azâbına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayâta çattık ki; hayâta kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolu’nun,
Dîvânesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, göz yaşıyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünyâ böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tâbuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim. Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya...
(1949)
Türk siyâset ve devlet adamı. 1926’da Sinop’ta doğdu. Babası, Kozanoğlu Mehmed Sabri Erbakan hâkimdi. İlk öğretimini Kayseri ve Trabzon’da, orta öğretimini İstanbul Erkek Lisesinde tamamladı. İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Fakültesini bitirdi. Aynı fakültede asistan oldu. Almanya’da Aacher Teknik Üniversitesinde doktora yaptı. 1954’te İTÜ’de doçent oldu. 1956-63 arasında Gümüş Motor Dizel Motorları Fabrikası Genel Müdürlüğünde bulundu. 1965’te profesörlüğe yükseltildi. Ertesi yıl Türkiye Ticâret ve Sanâyi Odaları Birliğinde görev aldı. 1969 yılında da Odalar Birliği Genel Başkanı oldu. Fakat, AP hükümetinin seçimleri iptal etmesiyle başkanlıktan uzaklaştırıldı. Aynı yıl yapılan genel seçimlere katılarak, Konya’dan bağımsız milletvekili seçildi.
Erbakan, on yedi arkadaşı ile birlikte kurduğu Millî Nizam Partisinin, Anayasa Mahkemesince kapatılmasından sonra, bir süre yurt dışında kaldı. 1972’de Millî Selamet Partisinin kurucuları arasında yer aldı. 1973 genel seçimlerinde MSP’denKonya Milletvekili seçildikten sonra Partinin Genel Başkanlığına getirildi. 1974 Şubat ayında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetinde başbakan yardımcısı oldu. Kıbrıs Barış Harekâtının gerçekleşmesinde mühim rol oynadı. Bu hükümetin Eylül ayında dağılması üzerine kurulup, güven oyu alamayan Sadi Irmak hükümetinden sonra Süleyman Demirel başkanlığında kurulan AP-MSP-MHP-CGP koalisyon hükümetinde başbakandan sonra ikinci şahıs oldu.
1977 genel seçimlerinde yeniden MSP Konya Milletvekili seçilen Necmeddin Erbakan, 1979’da AP azınlık hükümetini dışarıdan destekledi. 12 Eylül 1980 müdâhalesiyle berâber tevkif edilip, Temmuz 1981’de serbest bırakıldı. 1983’te hakkında verilen hüküm Askerî Yargıtayca bozulduktan sonra beraat etti. 1982 Anayasası gereğince 10 yıl siyâset yapma yasağı bulunan Necmeddin Erbakan, bu yasakları kaldıran 6 Eylül 1987’deki halk oylamasından sonra 11 Ekim 1987’de Refah Partisi Genel başkanlığına getirildi.
Necmeddin Erbakan, 20 Ekim 1991 milletvekili erken genel seçimlerine RP Genel Başkanı olarak Konya’dan adaylığını koydu ve kazandı. Genel Başkanı olduğu Refah Partisi (RP) ise ülke genelinde kullanılan seçmen oylarının % 16.90’ını alarak meclise, 62 milletvekili ile dördüncü siyâsî parti olarak girdi.
Erbakan, evli ve 3 çocuk babası olup, Almanca bilmektedir.
Fıkıh, tefsir, hadis âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Tasavvufta Kübreviye (Zehebiye) diye bilinen yolun mürşidi, rehberidir. İsmi, Ahmed bin Ömer bin Muhammed bin Abdullah-el-Hayvekî, künyesi Ebü’l-Cennâb’dır. Bu künyeyi kendisine, rüyâda Peygamber efendimiz vermiştir. Lakapları; Necmeddîn, Şeyh-ül-İmâm, Zâhid-ül-Kebîr ve Şeyh-i Harezm’dir. Necmeddîn-i Kübrâ diye meşhur oldu. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlip geldiği için, kendisine Et-Tâmmet-ül-Kübrâ lakabı da verilmiştir. 1145 (H.539) senesinde, Harezm köylerinden Hayvek’te doğdu. Buna nisbetle Hayvekî denilmiştir. 1221 (H.618) senesi Rebî’ul-evvel ayında, Harezm’de Cengiz askeri tarafından şehit edildi.
Çocuk yaşta ilim tahsiline başlayan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, ilim öğrenmek aşkıyla çeşitli beldeleri dolaştı. İskenderiye’de; Ebû Tâhir-es-Silefî’den, İsfehan’da; Ebü’l-Mekârim, Ahmed bin Muhammed-el-Lebbân’dan, Hemedan’da; Hâfız Ebü’l-A’lâ’dan, Nişâbûr’da; Ebü’l-Meâlî-el-Fürâvî’den, Mısır’da; Baklî’den (Ebû Muhammed-eş-Şîrâzî’den) ve daha birçok âlimden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti.
Tasavvufta, amcası Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden feyz alarak yetişti. İsmâil Kasrî ve Ammâr bin Yâsir’in bereketli sohbetlerinde bulundu. Fahreddîn-i Râzî hazretleriyle görüştü. Böylece birçok ilimde yetişip, tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Sonra memleketi olan Harezm’e gidip insanları irşâd etmeye, yâni onlara doğru yolu göstermeye başladı. Kısa zamanda etrâfına yüzlerce talebe toplandı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled ile Ferîdüddîn-i Attâr’ın hocaları Mecdüddîn-i Bağdâdî ve Bâbâ Kemâl Cündî, Abdülazîz bin Hilâl, Nâsır bin Mensûr, Seyfüddîn-i Baherzî, Necmüddîn-i Râzî, Radıyyeddîn Ali Lâlâ, talebelerinden olup, herbiri zamanlarında insanlara doğru yolu gösteren rehber kimselerdi.
1221 (H.618) yılında Harezm’e, Cengiz askerleri hücûm edince, talebelerine; “Memleketinize gidiniz! Şarktan fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâmiyette bu kadar fitne görülmemiştir.” dedi.
Talebeleri Horasan’a gitti. Kâfirler şehre girince, o da cihâda çıktı. Şehit oldu. Şehit olduğunda bir kâfirin saçını tutmuş idi. Şehâdetinden sonra, kimse saçı elinden alamadı. Sonunda saçı kesmek mecburiyetinde kaldılar.
Tasavvuf yolunun en tanınmışlarından ve büyüklerinden olan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok derin, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanmış çok yüksek bir zât idi. İlim öğretmek yolunda çok gayretliydi. Allahü teâlâya ibâdet ve O’nun dînine hizmet etmekte aslâ gevşeklik göstermez, bu yolda kınayanların kınamalarına aldırmazdı. İstisnâsız bütün insanlara yardım etmeye, faydalı olmaya çalışırdı. Dergâhı, fakirlerin sığınağı idi. Büyüklüğü, üstünlüğü herkes tarafından bilinir, kendisine hürmet edilirdi. Büyüklüğünü bildiren hâlleri ve kerâmetleri her tarafta anlatılmakta, dillerde dolaşmakta idi. Kerâmetlerinin en büyüğü; her birisi, gittiği beldelerde insanları doğru yola sevkeden, etrâfına nûr ve feyz saçan çok kıymetli talebeler yetiştirmesidir. Allah yolunda yürümek isteyen nice kimselere rehber olup, pekçok talebe yetiştirdi. Her birini bir memlekete gönderdiği talebeleri, gittikleri yerlerde hocalarının yolunu yaymaya çalışırdı.
Necmeddîn-i Kübrâ, bir taraftan çok kıymetli talebeler yetiştirirken, diğer taraftan, kendisinden sonra gelenlere faydalı olmak için kıymetli eser ve risâleler yazmıştır. Tefsir, hadis, tasavvuf ve diğer ilimlere dâir yazdığı pek mûteber eserlerinden bâzılarının isimleri şunlardır:
Ayn-ül-Hayât: Kur’ân-ı kerîmin tefsiri olup 12 cilttir. Usûl-i Aşere: Tasavvufa dâir olup, çeşitli şerhleri yapılmıştır. Bunlardan başka; Risâle ilel-Hâim, Fevâih-ul-Cemâl, Âdâb-üs-Sûfiyye, Risâle-i Necmeddîn, Sekînet-üs-Sâlihîn, Risâle-i Sefîne ve daha başka eserleri ve risâleleri de vardır.
Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin Risâle-i Necmüddîn adlı eserinde, tövbe şöyle târif edilmektedir:
“Tövbe, birkaç mânâyı ifâde eder: 1) Yapılan günaha pişmân olmak, 2) O günaha bir daha dönmemeye kesin olarak karar vermek, 3) Terk edilen farzları, kazâ edip, yerine getirmek, 4) Nefse günâhın lezzetini tattırdığı gibi, ona mücâdele elemini de tattırmak.”