NATO
Alm. NATO (f), Fr. O.T. A.N. (f), İng. N. A.T.O. (North Atlantic Treaty Organization). İkinci Dünyâ Harbinden sonra, kendisiyle işbirliği yapan devletlerin yardımları ile harpten güçlü çıkan komünist emperyalizminin muhtemel saldırılarına karşı, hür milletlerin, istiklâl ve toprak bütünlüğünü savunmak niyetiyle dayanışmaları neticesinde, 4 Nisan 1949’da kurulan savunma teşkilâtı. KuzeyAtlantik Antlaşması Teşkilâtı anlamına gelen İngilizce (North Atlantic Treaty Organization) kelimelerinin baş harfleridir.
NATO’nun kuruluş gâyesi ve işleyiş şekli, antlaşmanın beşinci maddesinde; “Üyelerden birine yapılan saldırı, bütün üyelere yapılmış kabul edilmektedir. NATO; hürriyetleri ve hukukun üstünlüğünü tanıyan milletlerin, medeniyetlerini, barış ve güvenliğini sağlar ve karşılıklı askerî, sosyal, kültürel yardımı esas alır.” şeklinde belirlenmiştir. Antlaşmaya taraf olan ülkeler, Birleşmiş Milletler Kânunu’na uygun olarak, barış ve milletlerarası güvenliği korumayı ve Kuzey Atlantik bölgesinde istiklâl ve refahı geliştirmeyi taahhüd etmişlerdir.
NATO’nun doğuşu: İkinci Dünyâ Harbinden sonra, hızla gelişen teknoloji, kitle tahrip silahlarının bâzı devletlerin tekelinde bulunması, edinilen harp tecrübeleri, milletlerin tek başına var olabilme imkânları ve ayrı yaşamalarını çok güçleştirmiş, hatta imkânsız hâle getirmiştir. Bu sebeple, millî menfaatleri aynı istikamette olan milletlerin, her sahada tam işbirliği ve dayanışma içerisinde bulunmaları kaçınılmaz olmuştur.
Bu maksatla biraraya gelen 12 devlet, Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 51. maddesine uygun olarak hazırladıkları ve 16 maddeden ibâret olan Antlaşmayı, 4.4.1948 târihinde, Washington’da imzâlayarak Paktı vücuda getirmişler, Millet Meclislerinde onaylanmasını müteakip 24.8.1949’da, yürürlüğe girmesini sağlamışlardır. Başlangıçta İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksenburg, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz devletlerinin biraraya gelmesiyle meydana gelen bu Pakt’a, 18 Şubat 1952’de Türkiye ve Yunanistan’ın, 9 Mayıs 1955’te Almanya’nın ve 30 Mayıs 1982’de İspanya’nın da katılmasıyla NATO üye sayısı 16 olmuştur. Fransa 1966’da NATO’nun askerî kanadından ayrılmıştır.
NATO üyesi devletler, birleşmek ve karşılıklı yardımlaşmak sûretiyle, komünizm tehdidi karşısında şimdiye kadar geçen süre içerisinde tesirli bir müşterek savunma cephesi kurmuşlardır.
Bu dayanışmayı gören Rusya, bütün gayretlerini, NATO’nun üyeleri arasında nifak sokarak, onu içten yıkmak hedefine yöneltmiştir.
Türkiye’nin NATO’ya girişi ve kazançları: İkinci Dünyâ Savaşının sona erdiği 1945 senesinden îtibâren, Avrupa’daki kuvvet dengesi tamâmen değişmeye başladı. Sovyet Rusya, Komünizm emperyalizmini gerçekleştirmek için harekete geçti. Polonya, Macaristan, Bulgaristan gibi kendi sınırları üzerinde bulunan ülkeleri Almanya’nın hegomonyasından kurtarmak bahânesiyle askerî işgal altına aldı. Buralarda komünist rejimler kurdu. Kezâ Çarlık Rusya’sının da emeli olan, Akdeniz’e inme gâyesini gerçekleştirmek üzere İran, Türkiye, Yunanistan, üzerine ağır baskılar yaptı. Türkiye’den İstanbul ve Çanakkale Boğazlarına yerleşme hakkı ile Kars, Ardahan gibi Doğu Anadolu topraklarımızın, kendisine terkedilmesini istedi. Hattâ bu toprak istekleri, Trabzon ve Gümüşhane’yi de içine aldı. 1945-1946 yılları, Türkiye ve Türk milleti için en kritik günler oldu. Türkiye her an Sovyet saldırısını beklemeye başladı. 500 senelik bir târih süresinde, Rusların dâimâ Türk topraklarında gözü vardı. Türkiye, bütün bu şartlar altında hem kendi güvenliğini hem de dünyâ barış dengesini sağlamak maksadı ile NATO’ya istekle girdi (1952).
NATO’nun Türkiye’ye sağladığı dolaylı faydaların başında, üst yapı projeleri gelir. Hava meydanları, limanları, ikmal ve muhâbere tesisleri, bu projelerin bir kısmıdır. Bu projelerin gerçekleşmesi için, ödeme kolaylığı olan krediler sağlandı. Türkiye’ye sağlanan askerî imkânların çoğu, ABD ve Almanya’dan gelmektedir. Diğer NATO üye devletlerinin de teknoloji, eğitim açısından Türkiye’ye sağladıkları imkânlar küçümsenmeyecek kadar çoktur.
Silahlar, teknolojinin gelişmesiyle değiştikçe, bunlarla birlikte yeni teknoloji de Türkiye’ye girmektedir. Türkiye, iç imkânlarını zorlayarak, bu yeni teknolojileri her sâhaya yaymak durumunda ve NATO’nun araştırma geliştirme imkânlarından faydalanmaktadır.
NATO’nun başlıca gâyelerinden biri de üyesi bulunan ülkelerin hayat seviyesini yükseltmektir. Çünkü NATO teşkilatı, iktisâdî seviyesi kuvvetli olan ülkelerin, demokrasiye daha çok bağlı bulunduklarına inanmış bulunmaktadır.
NATO’nun organizasyonu: NATO organizasyonu, Kuzey Atlantik konseyi, Genel Sekreter, Askerî Komite ve NATO Komutanlıkları şeklindedir.
Kuzey Atlantik Konseyini, üye devletlerden birer üye temsil eder. Genel Sekreter başkanlığında haftada bir toplanır. Senede bir iki defâ bakanlar seviyesinde toplanır. Her üyenin veto hakkı vardır.
NATO’nun askerî komitesini, üye devletlerin genelkurmay başkanları meydana getirir, senede bir defâ toplanır. NATO stratejisi, Washington’daki askerî teşkilât tarafından tâyin edilir. Bu teşkilâtın askerî teşkilâtları; Avrupa’yı içine alan, Avrupa Müttefik Kuvvetler komutanlığı(SACEUR); Atlantik Okyanusu ve ABD kıyılarını içine alan, Atlantik Müttefik Kuvvetler komutanlığı(SACLANT) ve Manş Denizi ile Kuzey Denizini içine alan Müttefik Manş Komutanlığıdır. ABD ve Kanada’nın ayrıca bir askerî komitesi vardır.
NATO’nun nükleer gücü: Füze teknolojisinin gelişmesiyle gerek Sovyetler, gerekse NATO devletleri, menzili 1000 km üstünde, birkaç hedefe birden atılabilen çok başlıklı füzeleri, topraklarına yerleştirmeye başladılar. Füze yarışı o derece arttı ki, savaş hâlinde dünyânın büyük bir kısmının yerle bir olması mümkündü. ABD ile Sovyetler arasındaki silahların sınırlandırılması görüşmeleri, orta menzilli füzelere herhangi bir sınır getirmemişken, Sovyetlerin 1970’lerde 5000 km menzilli SS-20 füzelerini, Avrupa’ya yönelterek yerleştirmeleri, Sovyetlerin Avrupa için duyduğu arzuları ortaya koymuştur.
Bunun üzerine NATO, 1979’da önemli kararlar aldı. Bu kararların başında, uzun menzilli füzelerin Avrupa’ya yerleştirilmesi geliyordu. Toplam 572 Pershing II ve Cruise füzesinin, 1988’e kadar, muhtelif NATO ülkelerinde yerleştirilmesi kararlaştırıldı. NATO’nun bu kararı üzerine Sovyetler harekete geçerek, silahların sınırlandırma görüşmelerini yeniden istediler.
Sovyetlerin, silahlarını sınırlandırma görüşmelerinde istedikleri, Avrupa kıtasında kendilerinden başka hiçbir devlette nükleer başlıklı füzelerin bulunmaması sebebine dayanır. Sovyetler, Avrupa’daki kuvvet dengesini kendi lehlerine çevirerek, ABD ile Avrupa’nın ilişkisini kesmek istemeleridir. Halbuki NATO’nun temel stratejisi, Avrupa’nın ABD ile birlikte savunma yapmasıdır. Sovyetler, silahların sınırlandırılması görüşmelerini bir yandan engellerken diğer taraftan Hür Dünya’ya yönelen nükleer başlıklı füzelerini yerleştirmeye kesin anlaşma sağlanıncaya kadar devam etmiştir.
NATO’ya yönelen tehdit: NATO’nun kurulduğu 1949’dan bugüne kadar, hiç bir üye devlete, herhangi bir saldırı yapılmamıştır. Bu NATO’nun caydırıcılık gücünün iyi, yâni her zaman savaşa hazırlıklı olmasının neticesidir. NATO güçlü oldukça, Kuzey Atlantik bölgesinde barışı bozan bir faaliyet beklenmemelidir. Bunun böyle olduğunu gören Sovyetler, Varşova Paktı üyelerini de kullanarak yeni bir tehdit usûlü geliştirdiler. Bütün dünyâda olduğu gibi özellikle NATO üyesi devletlerde doğrudan doğruya savaş metodlarının dışında yeni yıpratma usulleri tatbik ettiler. Basın, üniversite ve işçi hareketleriyle, banka soygunları ile başlıyan terör faaliyetleri, iç savaş tetiklemesini yapacak seri öldürme hareketleriyle zirveye ulaşmıştır. Bu tür savaştan maksat devletin gücünü moral yönünden yıkarak, savaşamaz hâle getirmektir. Sovyetler, Afganistan’da uyguladıkları terör faaliyetlerinde başarılı olmuşlar sonunda Afganistan’ı işgal etmişlerdir. Yalnız her türlü imkânı kullanmalarına rağmen başarı gösteremediler.
NATO- İttifak üyelerine yönelik bir Sovyet ve peykleri saldırısını göğüslemek üzere kurulduğunu iddia eden savunma amaçlı askerî ve siyâsî berâberlik idi. Gorbaçov’un “Glasnost” ve “Prestroika” politikası neticesi ve Malta Zirvesinde Doğu ve Batı arasında soğuk savaşın sona ermesi, Sovyetlerin Doğu Avrupa’dan çekilmeye başlaması ve Varşova Paktının 1 Nisan 1991’de fesh edilmesi ile, Sovyet tehdidi temeli üzerine kurulan NATO’nun varlık sebebi ortadan kalkmıştır.
Bu sebepten yakın zamana kadar “Hür Dünyânın Koruyucusu”, “Demokrasilerin ittifakı” ve “Demokratik Hür Dünyânın Güvencesi” olarak isimlendirilen, NATO’nun geleceği belirsizlikler göstermektedir. Yalnız NATO değil AT’ın da geleceği meçhuldür.
Bu değerlendirmelerden sonra NATO’nun günümüzde (1994) karşıkarşıya kaldığı önemli meseleler şunlardır: 1) NATO’nun kuruluş amacı Doğu Bloku dağıldığına göre NATO varlığını korumalı mı? koruyacaksa yeni düşmanı kim olacak? 2)Soğuk savaş sonrası konjoktürde Avrupa istikrârını tehdit eden potansiyel kriz bölgeleri ve istikrarsızlık alanları NATO’nun ilgi ve müdâhale alanları dışında olduğuna göre, NATO “alan dışı bölgelerde” müdâhalede bulunmalı mı?
NATO eğer varlığını devam ettirecekse bu soruların üstesinden gelmek için her şeyden önce yeni bir görev alanı belirlemek zorundadır. Zîra soğuk savaş sonrası Avrupa’nın çıkarlarını ve istikrârını etkileyecek potansiyel kriz bölgeleri ve istikrarsızlık alanları olacaktır.
Bu istikrarsızlıkları önlemek için NATO “alan sınırının”:
Türkiye’den başlayıp Balkanlardan Rusya’ya uzanan Doğu Avrupa yayı,
Rusya’dan başlayıp Çin ve Türkiye’ye dayanan Asya ve Kafkasya yayı,
Kuzey Afrika’dan başlayıp Körfez’e uzanan Ortadoğu yayı olmalıdır.
Bütün bu bölgeler NATO’nun “alan kapsamına” girerse, onun varlığını devam ettirmesi hür devletler topluluğunun faydasına görülmektedir (1994).
(Bkz. Edebî Akımlar)
DEVLETİN ADI |
Nauru (Naoero) Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Yaren District |
NÜFÛSU |
9600 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
21 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Nauru Dili ve İngilizce |
DÎNİ |
Hıristiyanlık |
PARA BİRİMİ |
Avustralya Doları |
Güneybatı Pasifik Okyanusunda, Avustralya’nın yaklaşık 2150 km kuzeydoğusunda yer alan, küçük bir ada (cumhûriyet) devleti.
Târihi
Bu küçücük ada devletinin târihi, 1798’de İngiltere tarafından bulunmasıyla başlar. 1886 yılında ise Alman İmparatorluğu adayı ele geçirdi. Aynı yıl adaya Nauru adı verildi. 1890 yılında fosfat yataklarının bulunması, adanın önemini arttırdı. Birinci Dünyâ Harbinden sonra ada, BM tarafından Avustralya kontrolüne bırakıldı. 1920 yılında Avustralya, İngiltere ve Yeni Zellanda, üçlü olarak ülkeyi mandaları altına aldılar. İkinci Dünyâ Harbi esnasında, Japonlar tarafından 1942 yılında işgal edildi. Japonlar 1200 Nauruluyu, Truk Adasına esir işçi olarak götürdüler. Bunlardan ancak 737 tânesi, 1945 yılında Avustralya’nın yeniden adayı almasıyla geri dönebildi.
1947 yılında ada, Avustralya kontrolünde BM Hâmilik Toprağı ilân edildi. 1951 yılında ilk seçimler yapıldı ve Mahallî Hükümet Konseyi seçildi. 3 Haziran 1968 yılında bağımsız bir cumhûriyet oldu.
Fizikî Yapı
Nauru, ekvatorun 42 km güneyinde küçük bir adadır. Oval şeklinde olan adanın çevresi yaklaşık 2500 km olup, güney batısında Avustralya vardır. Kumlu plajlar ile mercan kayalıklarının bulunduğu iç kısım arasında 150 ilâ 300 m arasında genişliği değişen verimli bir şerit uzanır. Kayalıkların hemen kuzeyinden îtibâren verimsiz bir yayla uzanır. Bu yaylanın gerilerine doğru boyları hemen hemen 15 m’ye kadar ulaşabilen mercan kule toplulukları yer alır.
Nauru Cumhûriyetinin komşuları; güneybatıda Solomon Adaları, Yeni Gine, güneyde Yeni Caledonya, doğuda Tuvalu Adaları, kuzeyde Marshall Adaları ve kuzeybatıda Caroline Adalarıdır.
İklim
Adanın iklimi oldukça sıcaktır. Bazı zamanlar serin deniz meltemleri bu sıcaklığı azaltır. Nem oranı bâzan çok yüksek ve bâzan de orta seviyededir. Sıcaklık umûmiyetle 25°C ilâ 35°C arasında değişir. Yağışlar genellikle batı musonları dönemindedir. Ortalama yıllık yağış miktarı yaklaşık 2000 mm’dir.
Tabiî Kaynaklar
Küçük bir ada olan Nauru’nun çevresi mercan kayalarıyla doludur. Ormanlık alanlar ve yabânî hayvanlar bakımından çok fakirdir. Ülkenin iç kısımlarında yer alan mercan kuleleri, ülke manzarasına çok değişik bir tarz getirmektedir. Nauru Adasını bir devlet hâline getiren, kıyı bölgelerdeki mercan kayalarının hemen üstündeki verimsiz bir yayladaki yüksek dereceli fosfat yataklarıdır. Ada, fosfat bakımından çok zengindir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Nauru yaklaşık 9600 kişilik bir nüfûsa sâhiptir. Nüfus yoğunluğu kilometrekareye 428 kişidir. Nüfûsun % 57’sini adanın yerlileri Naurulular, % 26’sını Pasifik Adaları insanları, % 18’ini Çinliler ve % 8’ini Beyazlar teşkil eder. Yıllık nüfus artış oranı % 1,5’tir.
Siyâsî Hayat
Nauru’nun yönetim şekli cumhûriyettir. Resmî adı Nauru (Naoero) Cumhûriyetidir. Devlet Başkanı aynı zamanda hükümet başkanıdır. Tek meclisten meydana gelen bir parlamentosu mevcuttur. Parlamento 18 üyeli olup, üç yılda bir seçilir. Bakanlar Kurulunu, Cumhurbaşkanı seçer. İdarî olarak 14 ayrı bölgeye bölünmüştür. Nauru önceleri Avustralya idâresi altında Birleşmiş Milletler güvenliği altında bir manda bölgesiydi. 1968 yılında bağımsızlığını kazandı.
Ekonomi
Yeni bir devlet olan Nauru’nun ekonomisi, büyük ölçüde fosfat endüstrisine ve bu işletmelerden sağlanan ortaklık paylarına dayanır. Para birimi olarak Avustralya dolarını kullanır. Yıllık millî üretim yaklaşık 160 milyon dolardır.
Kokanat, ülkede en önemli tarım ürünüdür. Bunun yanında kümes hayvanları da yetiştirilir. En önemli ihraç ürünü fosfat olup, başlıca Avustralya, Yeni Zellanda ve Japonya’ya satmaktadır. Buna karşılık gıdâ maddeleri, makina, motorlu vasıtalar ve mâdenî eşyâ satın alır. Ayrıca gemicilik, milletlerarası ticâret ve sivil havacılık vergileri önemli bir gelir kaynağıdır.
Nauru, kendisine âit deniz taşımacılığı ve havayoluna sâhiptir. Böylece Pasifik Adalarına, Japonya’ya ve Avustralya’ya ulaştırılmasını kendi imkânlarıyla yürütebilmektedir. Ayrıca bir yer uydu istasyonu sâyesinde telefon, telgraf ve telex servisleri imkânına sâhiptir.
NAUTİLUS (Sedefli Deniz Helezonu)
Alm. Nautilus, Perlboot, Fr. Nautile (m), İng. Nautilus. Familyası: Nautilusgiller (Nautilidae). Yaşadığı yerler: Pasifik ve Hint Okyanuslarında. Özellikleri: Helezon biçimli kalkerli bir kabuk içinde bulunur. Ağız çevresinden kollar uzanır. Yumurtlayarak ürer. Çeşitleri: Yaşayan altı türü bilinmektedir.
Güney Pasifiğin derin sularında yaşayan kafadanayaklılar (Cephalopoda) sınıfından bir yumuşakça. Notilus olarak da bilinir. Hint Okyanusunda da birkaç türüne rastlanır. Helezon biçiminde kıvrılmış kalkerli bir dış kabuğu vardır. Salyangoz görünümündedir. Erişkinleri 1,5 kg ağırlığa yaklaşır ve kabuklarının çapı ancak 15-20 cm’yi bulur. Kabuk, enine bölmelerle odacıklara ayrılmıştır. Hayvan kabuğun en son odasını işgal eder. Büyüdükçe ilâve edilen yeni odaya taşınır. Diğer odalar salgıladığı bir gaz ile doludur. Hem yüzebilmekte hem de sürünebilmektedir. Hint Okyanusundaki N. pompilius türünün çapı 15-25 cm’yi bulur. Beyazımsı olan kabuğunun üzerinde kızıl kahverengi çizgiler mevcuttur.
Nautilusun arkasından uzanan ince bir şerit, çeperlerde bulunan deliklerden geçerek en iç odacığa kadar uzanır. Ağız etrafında 90 kadar tentakül (kol) bulunur. Kollar vantuz (emeç) lardan mahrumdur. Yengeç ve diğer hayvanları bu kollarla avlar. Çoğunlukla gece aktiftirler. Kendi hacmindeki deniz suyu ile aynı ağırlıktadır.
Genellikle tropik suların 400-500 metre derinliklerinde rastlanır. Kabuk bölmelerindeki gazın kontrolü ile hayvanın yüzmesi ve farklı derinliklere inip çıkması sağlanır. Etki-tepki sistemiyle hareket eder. Bunun için başın biraz altında bulunan boşluktan su fışkırtır. Bunun meydana getirdiği tepkiyle suda hızla yol alır. İki çift solungaca sahiptir. Mürekkep kesesi bulunmaz. Ayrı eşeylidir. Ahtapot ve mürekkepbalıkları gibi yumurta ile çoğalır. Yaşayan altı türü bilinmektedir.
20 Ekim 1827 târihinde, Fransa-İngiltere, Rusya müttefik filolarının, Navarin’deki Osmanlı-Mısır donanmasına baskını. On dokuzuncu yüzyılda İslâm âleminin en büyük, dünyânın süper güçlerinden olan Osmanlı Devletinin varlığı, Hıristiyan ve sömürgeci devletleri rahatsız ediyordu. Sömürgeci devletlerin dünyâ hâkimiyetine; sultanları, aynı zamanda İslâm âleminin lideri olan halîfelik sıfatına da sâhip Osmanlı Devleti engel oluyordu. Osmanlı Devletini bölüp, parçalayıp, yıkmak için, tebaadan olan Rumları; Türklere karşı kışkırtıyorlardı. Rumların yaptıkları vahşetleri, sankiOsmanlılar yapmış gibi propaganda yaparak lehlerinde kamuoyu meydana getirdiler. Bütün Hıristiyan ahâliye olduğu gibi, Yunanistan’daki Rumlara da, Kavmiyetçilik ideolojisiyle isyan fikrini aşıladılar.
Masonik esaslara ve şifrelere göre teşkilâtlanan ve faaliyetlerini arttıran fesat cemiyetleri Avrupa’da ve Rusya’da bulunan Rum sermâyedarlar tarafından destekleniyordu. Neticede Osmanlıİmparatorluğu yerine Bizansı diriltmek hayâliyle Yunan isyanları başladı. Osmanlı Devleti içişlerindeki gelişmeleri kontrol etmek için Yunanistan’daki tedbirlerini arttırdı. 1821 yılında Mora’da Rum İsyânı çıktı. Devrin OsmanlıSultanı İkinci Mahmûd Han, Mora İsyânını bastırmakla Mısır Vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşayı vazifelendirdi. Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşa; Mora’daki Rum âsîleri, Rus subay ve askerleriyle Avrupa devletlerinin gönüllü hümanistlerini mağlup edip, bölgeden attı. Bu durum Fransa, İngiltere ile Rusya’nın birlik olarak Osmanlı Devletine karşı cephe almalarına yol açtı. Mora’dan Osmanlı askerinin çekilmesini isteyen notayı, Sultan Mahmûd Han hükümranlık prensibiyle uyuşmadığı için reddetti. Zîrâ bu durum Osmanlıların bir iç meselesiydi.
Baltık Denizine açılan Rus donanmasından bir filo İngilizlerle birleşip, Akdeniz’e girdi. Rus-İngiliz gemilerine Fransız filosu da katıldı. İngiliz amirali Cangrington kumandasındaki Fransa, İngiltere, Rusya müttefik donanması, Mısır’daki Kavalalı İbrâhim Paşa kuvvetlerine karşı deniz harekâtı başlattı. Mora İsyânında, Osmanlı ve Mısır gemileri Navarin limanında bulunuyordu. Müttefik donanması, Navarin Limanını kuşattı. Osmanlılar ile deniz muhârebesi yapmaya cesâret edemediler. Amiral Cangrington, müttefikler adına, Osmanlı ve Mısır askerlerinin Yunanistan’dan çekilmesini istedi. Kabul edilmedi. Navarin’in açıklarındaki müttefik donanması, gâyelerinin savaş olmadığını ileri sürerek, limana girmek istediler. 20 Ekimde dostâne bir havayla Navarin Limanına girdiler. Osmanlı ve Mısır gemileri hilâl şeklinde birbirine rampa etmiş, üç sıra hâlindeydiler. Limana giren müttefik gemileri savaş için bahâne aramaya başladılar. Ateş gemisinin başka yere alınmasını istediler. Kabul edilmeyince, Mısır gemilerinden kendilerine ateş açıldığını ileri sürerek, savaşı başlattılar. Müttefik gemilerinin ânî ateşi üç saat devam etti. Elli yedi Osmanlı-Mısır gemisiyle altı bin asker kaybedildi. Mütefiklerin kaybı ise bin askerdi.
Navarin Fâciasını Osmanlı hükümeti protesto edip, Fransa, İngiltere ve Rusya’dan tazminat istedi. Avrupa basını, fâciayı örtmek için Osmanlı Devleti aleyhine kampanya açtılar. Fransa, İngiltere, Rusya’nın elçileri, İstanbul’u terk ettiler. Faciaya Osmanlı Devletinin sebep olduğunu ileri sürüp, Rusya, Osmanlı Devletine harp îlân etti. İngiltere parlamentosundaki sert tenkitler üzerine, İngiliz Amirali Cangrington vazifesinden alındı. Rusların, Balkanlardan ve Kafkaslardan saldırmaları üzerine iki cephe açıldı. Fransa, Mora’ya asker çıkardı. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılıp, ordusu teşkilatlanıp kadrosunu bütünüyle tamamlayamayan Osmanlı Devleti, bütün imkânları seferber ederek, düşmanlarla mücâdele etti. Fransa ve Rusya’nın Orta-Doğu ve Akdeniz’de güçlenmesini, menfaati icâbı istemeyen İngiltere’nin araya girmesiyle anlaşma yapıldı.
Navarin Fâciası neticesinde; Avrupa devletleri Osmanlı Devletini rahat bırakmıyarak, kısa zaman sonra Yunanistanın istiklâl kazanmasını sağladılar.
Alm. Nylon (n), Fr. Nylon (m), İng. Nylon. Dikarboksilli asitlerle, diaminlerin polimerizasyonundan meydana gelen poliamitler, ilk sentetik iplik. Naylon, ilk olarak 1938 yılında yapılmış ve naylon çorap yapımında kullanılmıştır.
Bir naylon ipliği, paralel olarak sıralanmış çizgisel dev moleküllerden meydana gelir. Bu dev moleküllerin her biri, süper poliamitler grubundandır. Bir poliamit, bir diaminle bir diasidin reaksiyonundan üretilen uzun zincir yapıdaki bir polimerdir. Farklı amin ve asitlerden başlamakla farklı naylonlar elde edilir.
Üç ana tip naylon ipliği rakamlarla tanımlanmıştır. Naylon 66, ilk geliştirilen naylon olup, erime sıcaklığı ve gerilme direnci en yüksek olanıdır. Naylon 6, benzer olup daha yumuşaktır. Naylon 610, daha ağır bir malzeme olup, diş ve saç fırçalarında, balık ağlarında, cerrâhîde yara dikişlerinde vs. kullanılır. Naylon 610 suya karşı diğerlerinden daha dirençlidir. Bu üç naylon tipi şimdi başlıca, paraşütlerde ipek yerine, kumaş dokumalarında, ağların yapımında, kilimlerde, tül perdelerde, daktilo şeritlerinde, su ve hava geçirmeyen perde yapımında, tellerin yalıtılmasında, kimyâ sanâyiinde, filtrelerde kullanılmaktadır. Sert ve katı naylon, tarak ve yemek takımı gibi eşyâların üretiminde (toz malzemenin kalıplanmasıyla) kullanılmaktadır.
Üretim: Naylonların en tanınmışı olan naylon 66, adipik asitle hekza metilen diaminden elde edilir. Adipik asit HOOC-(CH2)4-COOH, hekzametilen diamin ise H2N-(CH2)6NH2 formülleriyle gösterilir. Çok sayıda adipik asit molekülü ile eşit sayıda hekzametilen diamin molekülü arasında su moleküllerinin peşpeşe ayrılmasıyla polimerleşmiş ürün meydana gelir. Polimerde...NH-(CH2)6-NH-CO-(CH2)4-CO... halkası devirli olarak tekrarlanır. Polimerleşme cihazından çıkan ham naylon, yongalar şeklinde kesilir. Naylon ısıtılınca ergir. Ergime işi argon atmosferinde yapılır. Çünkü havadan etkilenebilir.
Ergitilmiş naylon sıvı hâlde iken, ince deliklerden basınçla püskürtülür. Soğuyan naylon iplikleri katılaşır. Sonra bu iplikler soğukta çekilmek sûretiyle uzatılır. Böylece çok esnek ve sağlam iplikler elde edilir. Bu iplikler havaya ve organik maddeleri bozan etkenlere karşı çok dayanıklıdır. Ancak 230°C’ye doğru erir.
Naylon iplikçiklerinin kalınlığı denye (denier) ile ölçülür. Eğer 15 gram naylondan 9000 m, iplik çekilmişse bu iplik 15 denyedir. Böyle iplikler, kadın çorabı yapımında ipek yerine kullanılır. Üstelik naylon iplikler ipek ipliklerden daha esnek, daha sağlam, küçük canlılara ve kimyevî faktörlere karşı daha dayanıklıdır, daha az nem, yağ tutarlar, daha iyi boyanabilirler.
Naylonun ilkel maddeleri olan diamin ve diasitler mâden kömürü, hava, su ve petrol ilkel maddelerinden endüstride sentetik yollarla elde edilirler. Bu ilkel maddeler çok bol ve ucuz olduğu için, elde edilen son ürün naylon da ucuz olur.
Alm. Blick, Fr. Mauvais ceil, İng. Evil eye. Göz değmesi. Bir kimsenin canlı veya cansız bir varlığa bakışı esnâsında, gözlerinden çıkan şuâların, ışınların baktığı varlıklara isâbet etmesi, görüş, düşünce. Nazar, lügatta “bakmak, göz atmak, düşünmek, iltifat ve îtibar etmek, yan bakış, kötü bakış vs.” mânâlarına gelir.
Nazar değmesi haktır. Yâni göz değmesi doğrudur. Bâzı kimseler, bir şeye bakıp, beğendiği zaman, gözlerinden çıkan şuâ zararlı olup canlı vecansız, her şeyin bozulmasına sebep oluyor. Bunun misalleri çoktur. Fen, belki bir gün, bu şuâları ve tesirlerini anlayabilecektir. Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce“Mâşâallah” demeli, ondan sonra o şeyi söylemelidir. Önce Mâşâallah deyince, nazar değmez. Mâşâallah demek; “Her şey Allahü teâlânın irâdesi, dilemesi ile olur. İnsanların ve diğer varlıkların fayda ve zarar vermesi de, Allahü teâlânın izin vermesi, güç ve kudret vermesiyledir.” demektir.
Nazar değmesiyle meydana gelen zararı, hastalığı, bugünkü tıbbın âletleri ve ilâçları ile tedâvi etmek mümkün olamıyor. Belki, günün birinde tedâvi şekli bulunabilir. Yalnız, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) nazar değen kişinin Kur’ân-ı kerîm ve duâ okumak sûretiyle tedâvi edilebileceğini haber vermiştir. Nazar değen kimseye şifâ için (Âyet-el-kürsî), (Fâtiha), (Mu’avvizeteyn) ve(Nûn sûresi) nin sonunu okumak muhakkak iyi geldiği, Fârisî Medâric-ün-Nübüvve kitabı ile Mevâhib-i Ledünniyye ikinci cilt, yüz yetmiş dokuzuncu sayfasında yazılıdır. Bu iki kitaptaki ve Teshîl-ül-Menâfi’ kitabının 200. sayfasında yazılı duâları okumak da faydalıdır. Duâların en kıymetlisi ve faydalısı Fâtiha sûresidir. Tefsir-i Mazhârî son sayfasında diyor ki, “İbni Mâce’de yazılı, Hazret-i Ali’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; «İlâçların en iyisi Kur’ân-ı kerîmdir.» buyruldu. Hastaya okunursa, hastalığı hafifler.”
Şâir ve yazar. 1902’de Selanik’te doğdu ve 1963’te Moskova’da öldü. Babası Hikmet Bey, Kalem-i Ecnebiyeye bağlı bir memurdu. Anne tarafından büyük dedesi Mustafa Celâleddîn Paşa, Polonya asıllı olup, sonradan Müslüman olmuştur. Annesi Cemile Hanım ise Ali Fuâd Cebesoy’un kızkardeşidir.
Galatasaray Lisesi ve Nişantaşı Nümûne Mektebinde okuduktan sonra, Heybeliada Bahriye Mektebine girdi. Okulu bitirince Hamidiye Okul Gemisinde stajyer Güverte Subayı olarak görev yaparken sağlık sebepleriyle 1920’de çürüğe çıkarılıp ordudan ayrıldı. Bu sırada yurtseverlik duygularını taşıyan ilk şiirleri yayınlandı. 1921’de Bolu’da öğretmenlik yaptı.
Arkadaşı Vâlâ Nûreddîn ile yaptığı Anadolu seyâhati sırasında, Almanya’da okumuş bâzı Türk komünistleriyle İnebolu’da tanıştı. Onların telkinleriyle komünist olup, Moskova’ya gitti. Moskova’da ekonomi ve sosyoloji tahsili yaptı. Orada Avrupalı psikologların “beyin yıkama” diye tâbir ettikleri sıkı bir komünist eğitiminden geçti. “19 Yaşım” başlıklı şiirinde kendisine verilen bu eğitimin yoğunluğunu dile getirmektedir. Târihimizde, Şevket Süreyya Aydemir’den sonra, komünizmi, tatbik edildiği ülkede öğrenen kişilerin başında gelir.
İsyankâr bir rûhun sâhibi olan Nâzım Hikmet 1928 yılında Türkiye’ye geldi. Çeşitli dergi ve gazetelerde çalışmaya başladı. 1938 yılında Harp Okulunda komünizm propagandası yapmak suçundan tevkif edilerek, yirmi sekiz sene hapse mahkum oldu. Çankırı, Üsküdar ve Bursa cezâevlerinde on iki sene yattıktan sonra 1950 yılında çıkarılan genel afla tahliye edildi.
1951 yılında gizlice Sovyetler Birliği’ne kaçtı ve orada Türkiye aleyhine faaliyetlerde bulunduğu için, Türk vatandaşlığından çıkartıldı. Bunun üzerine Sovyet tabiiyetine geçerek, Borzcky soy ismini aldı. Böylece Türk şâiri olmak vasfını tamâmen kaybetti. 3 Haziran 1963’te ölümüne kadar on üç sene Sovyetler Birliği Polonya ve Bulgaristan başşehirlerinde yaşadı.
Şiirlerinde, önceleri hece veznini kullanırken, Sovyetler Birliği’nde tanıdığı, 1930 senesinde Komünist Partinin baskılarına dayanamayarak intihar eden Futurist şâir Mayakousky’nin tesirinde kalıp, serbest vezinle yazmağa başladı. Hapse girinceye kadar yazdığı birçok şiirinde, makina ve sosyalizm temaları büyük bir yer tutar.
Yıllardır, cepheden cepheye koşan bir milletin içinde bulunduğu sefâlet manzaralarına şâhit olduğu Anadolu seyâhati sonrasında kurtuluşu makinalaşmakta görüyordu. Makinaya olan hasreti materyalist bir ideoloji olan Marksizmle birleşerek, büyük bir mukaddesat düşmanlığına döndü. İlmin ve tekniğin ulaşamayacağı birçok gerçekleri göremediği için, teknik ve Marksizm’e aynı zâviyeden bakıp inkâr bataklığına kaydı. “Makinalaşmak” şiirinde şekil ve üslupta da makinayı hissettirmekte, makina seslerini taklitte, mânâsı olmayan tamâmen mekanik sesleri kullanmaktadır.
Hapishânedeyken yazdığı şiirlerinde, hapishâne hayâtına uygun olarak şekil ve öz bakımından büyük değişiklikler oldu. Önceki şiirlerinde mevcut olan gürültülü ifâdeden uzaklaşıp Orhan Veli’nin şiirlerindeki üslupla yazmaya başladı. Hapishâneden çıkıp Türkiye’den de kaçtıktan sona, yine eski gürültülü üslûba dönerek kendisini tamâmen Komünist Partinin emrinde ideolojik şiirler yazmağa verdi. 1950’lerin soğuk savaş yıllarında Sovyet Rusya’nın propagandası için çeşitli ülkelere gönderildi.
Nâzım Hikmet, Marksist ideolojiyi dînin; kapitali Kur’ân-ı kerîm’in; Stalin’i de Allahü teâlânın yerine koymaya heveslendi. Bunda daha çok Tanzimat devri şâirlerinden Şinâsi’yi örnek almıştır. Şinâsi de dînin yerine medeniyeti, peygamberin yerine de Reşîd Paşayı koymaya çalışır. Nâzım’ın “Hâfız-ı Kapital olmak istiyorum!” ve “Beni Stalin yarattı!” gibi sözleri, bunun en açık ifâdesidir. Şiirlerinde Marx, Lenin ve Engels’in isimlerini yazmaya büyük harfle başlarken Allahü teâlânın ismini yazmaya özellikle küçük harfle başlamaktadır.
Nâzım Hikmet modern şiir akımı, mekanik düşünce ve materyalist üslûbun tam aksi bir istikâmet tâkip etmesine rağmen, aşk, ölüm, yalnızlık gibi insan rûhunun girinti ve çıkıntılarını dile getiren kompleks duyguların çok uzağında şiirler yazdı. Materyalist edebiyâtın bile idealist bir muhtevâ kazanmaya çalıştığı günümüzde Nâzım Hikmet’in şiirlerinin heyecanla okunabilmesi, birtakım aşırı duyguları, isyankâr ve ihtilalciye yakışır bir üslupla ifâde edebilmesindendir. Şiirlerinde sığ, basit hitâbet tarzın ile yer yer argoya ve aşırı müstehcenliğe kaçan ifâde tarzından kendisini kurtaramadı.
Nâzım Hikmet, kendisine mahsus bir orjinal üslup ve ifâde tarzı vücûda getirdiyse de bu, Türk şiirine fazla müessir olamadı. Oğlu Mehmed Andaç’ın ifâdesiyle; “Esas şiirlerini Türkiye’de yazmıştır. Sovyetler Birliği’ndeki şiirlerini ruble için yazmıştır.”