NARKOANALİZ
Alm. Narkoanalyse (f), Fr. Narco-analyse (f), İng. Narcoanalysis. Kişinin, şuurlu olarak kendisine, kontrol kâbiliyetini azaltıcı narkotik, uyuşturucu bir madde vererek, şuur altı ve şuur dışını araştırma usûlüdür. 1936’da Horsley tarafından öne sürülen bu teknik, vücuttan kısa sürede atılacak uyuşturucu bir maddeyi ağır ağır damara zerketmekten ibârettir.
Narkoanaliz, teşhis için mühim bilgiler sağlayacağı gibi, tedâviye de bir yol gösterebilir. Psikiyatri ve nöroloji dallarında işe yarar. Narkoanaliz iki şekilde etki yapar: 1) Uyanıkken mevcut olan çeşitli hastalık belirtilerini ortadan kaldırır ki; böyle kişinin kendini yalandan hasta gösterdiği veya histeriden şüphelenildiği hallerinde işe yarar. 2) Kişinin şuur altında bulunan bâzı duygusal eğilimleri ortaya çıkartır ki bunlar; nevrotik bir davranışa yol açan çatışmalı problemler hakkında hekime bilgi verir.
Narkoanalizin tedâvideki faydası, görülen bozuklukların mekanizması hakkında yeni bir görüş getirdiği ölçüde mühimdir. Bu şartlar altında yapılan psikoterapi, çok kere etkili olur.
Narkoanalizin adlî tıpdaki uygulaması, oldukça tartışmalı bir konudur. İkinci Cihan Harbinde, esirleri îtirafa zorlamak için, Almanlar tarafından kullanılmıştır. Fakat bunun etkisi, tartışmalıdır. Hasta telkin altında kalabilir ve muayene eden kimsenin istediği cevapları verebilir.
Alm. Narkolepsie (f), Fr. Narcolepsie (f), İng. Narcolepsy. Kişinin, zaman zaman sebebsiz olarak dayanılmaz bir uyku ihtiyacı duyması hâli. Ansefalit (beyin iltihabı), beyin urları gibi sebeplere bağlı olabildiği gibi, çok kere belirli bir sebebi bulunamaz. Narkolepsi nöbetleri, genellikle öğleden sonra veya akşam üzeri görülür. Uyumaya elverişli şartların mevcudiyeti, ortaya çıkmasını kolaylaştırır. Fakat buna, bâzan uykuyu engelleyen şartlar da sebep olabilir. Narkoleptik uyku, normal uykudan daha derindir; fakat daha kısa sürelidir. Özellikle uzun yol şoförlerinde ortaya çıkması, trafik kazâlarına yol açmaktadır.
Alm. Narkotikum, Betäubungs mittel (n), Fr. Narcotique (m), İng. Opiate, drug, narcotic. Organizmayı ve sinirleri uyuşturan, şuur bulanıklığı veya kaybına sebep olabilen ilâçların genel adı. Bunların ortak özelliği, devamlı kullanılınca alışkanlık meydana getirmesi ve alışkanlık devam ettikçe mecbûrî bir ihtiyaç hâlini almasıdır. Kişi belirli bir narkotik maddeye alışınca, o maddenin meydana getirdiği aynı etkiyi elde edebilmek için aldığı maddenin miktarını giderek arttırmak zorunda kalır.
Tabiî narkotik maddeler 3 grupta toplanır: Alkaloidi kokain olan koka; başlıca alkaloidi morfin olan fakat kodein, papaverin gibi uyuşturucu olmayan alkaloitleri de kapsayan afyon ve bir de hindkeneviri veya esrâr. Kimyevî olarak, morfin türevi olan eroin, petidin gibi tamâmen sentetik bâzı narkotik maddeler de elde edilmiştir ki bütün bu maddeler güçlü ağrı kesici maddelerdir. Özellikle kanser gibi şiddetli ağrılara yol açan hastalıklarda; ameliyat sonrası şiddetli ağrı durumlarında, anesteziyolojide ve narkoanalizde, bu maddeler faydalı olmaktadırlar. Alınan geniş tedbirlere rağmen, dünyâda narkotik maddelerin kötüye kullanılması önlenememektedir.
Türk Cezâ Kânunu’na göre, uyuşturucu maddeleri ruhsatsız veya ruhsata aykırı olarak yapmak, ithal veya ihrâc etmek veya bu gibi fiillere girişmek suçtur. Uyuşturucu maddeleri kullanan kimsenin alışkanlığı iptilâ derecesindeyse, yâni o maddeye bağımlı bir hâle gelmişse, tıbbî bakımdan iyileştiği ortaya çıkıncaya kadar hastânede muhâfaza ve tedâvisine, yetkili mahkemece karar verilir.
Uyuşturucu müptelâsı kişiler, bu maddeleri bulamazlarsa abstinens sendromu denen şiddetli bir kriz geçirirler. Bu sırada kişi, şuuruna hâkim değildir, etrâfına saldırır, kendini öldürebilir.
Uyuşturucu maddeleri eczâcı, ancak hekim tarafından yazılmış, özel bir reçete ile verebilir.
Alm. Narkose, Betäubung (f), Fr. Narcose (f), İng. Narcosis. Cerrahî ameliyatların ağrısız ve rahatça yapılabilmesi için, çeşitli ilâçlarla gerçekleştirilen sun’î uyku hâli. Buna genel anestezi ismi de verilmektedir. Bu işi yapan kişiye, narkozitör veya anezteziyolog denmektedir.
Narkozun çeşitli devreleri vardır:
1. devre: İlk basamağında hâfıza ve hissiyet normaldir. İkinci basamağında hâfıza kaybı ve kısmî ağrıya karşı duyarsızlık meydana gelir. Üçüncü basamağında ise hâfıza kaybı ve tam olarak ağrıya karşı duyarsızlık görülür.
2. devre: Şuur kaybı ile başlar ve gözkapağı refleksinin kaybı ile sona erer; maksatsız hareketler olabilir ve uyarılara karşı aşırı tepki mevcuttur; gözbebekleri ileri derecede genişlemiştir ve bulantı-kusma olabilir.
3. devre: İlk basamağı: Gözkapağı refleksinin kaybı ile başlar ve gözlerin, öne doğru bakar şekilde istirahat durumuna geçmesiyle sona erer. Hasta hareketsizdir ve sâkin olarak uyur.
İkinci basamağı: Gözlerin istirahat durumuna geçmesiyle başlar ve alt kaburgaların, kasların felç olmasıyla biter, gözbebekleri genişler, iskelet kasları biraz gevşer.
Üçüncü basamağı: Alt kaburgalar arası kasların felci ile başlar ve bütün bu kaburgalar arası kasların felç olması ile biter; iskelet kasları bâriz olarak gevşer; diyafgramda felç başlar.
Dördüncü basamak: Kaburgalar arası kas felcinin tam hâle gelmesiyle başlar ve diyafgrama felcinin tam hâle gelmesiyle biter.
4. devre: Solunum felcinin tam hâle gelmesi ve tam dolaşım yetmezliği ile başlar, ölümle bitebilir.
Cerrâhî müdâhale için ideal olan devre 3. devre olup, hastayı bu devrede tutmak narkozitörün vazifesidir.
En uygun aneztezit maddeler solunum yolu ile verilen maddelerdir. Meselâ, en çok kullanılanı halotan isimli maddedir.
Damar içi verilmek sûretiyle de narkoz sağlanabilmektedir. Meselâ pentothal bu amaçla kullanılmaktadır.
Her vücut, narkozu kaldırmayabilir. Meselâ, kalp yetmezliği, tâze kalp krizi geçirmiş olanlar, karaciğer ve böbrek yetmezliği olan şahısların genel anestezi olması, oldukça tehlike arz eder. Ayrıca narkozun kendisine âit birtakım istenmeyen yan etkileri olabilir. Hastayı tâkip eden hekimin ve narkozitörün, gelen aneztezi olacak hastaları iyice kontrol edip, doğru karar vermeleri gerekmektedir.
Alm. Nasa, Fr. Nasa, İng. Nasa. Amerika Birleşik Devletleri’nde, bütün uzay çalışmalarının koordinatörlüğünü bünyesinde toplayan ve uzayın fethi için, gerekli programları gerçekleştirmeyi gâye edinen devlet kuruluşu.
NASA, kısa adı “National Aeronautics and Space Administration”, (Millî Havacılık ve Uzay İdâresi) kelimelerinin baş harflerinden meydana gelmiştir. NASA’nın bütün mâlî ihtiyaçları, devlet tarafından karşılanmaktadır. Harcamalarda, iki metod tâkip edilir: Bunlardan birincisi özel sanâyi kuruluşlarına yaptırılan füzeler, uzay araçları, sun’î peykler ve tesisler için yapılan ödemelerdir. İkincisiyse kendi elemanlarının faydalandığı tesisler için yapılmaktadır. NASA’nın en büyük tesisi, Florida eyâletindeki Kennedy Komuta Merkezidir. En faal dönemlerde 10 bin kişinin çalıştığı bu tesislerde; Ay’ın fethinden, Skylab Uzay Laboratuvarının yörüngeye oturtulmasına kadar, pekçok uzay programı yürütülmüştür.
Cape Canaveral diye bilinen bu dev uzay üssünde fırlatılan rampalar, uzay kontrol merkezleri, telekomünikasyon sistemleri gibi sayısız tesis yer almaktadır.
NASA’nın şimdiye kadar yaptığı uzay çalışmaları, tamâmen başarıyla sonuçlanmış fakat ABD’ye milyarlarca dolara mâl olmuştur. Özellikle Ay’ın fethiyle sonuçlanan Apollo programı, Skylab, uzay mekiği programları çok büyük harcamaları gerektirmiştir. Ancak 21. yüzyıla doğru gerçekleştirilmesi beklenen büyük uzay istasyonları, Ay istasyonu ve Mars seferi programları yanında, önceki harcamalar çok küçük kalacaktır.
Alm. Schwiele, Hornhaut (f), Hühnerauge (n), Fr. Cor, durillon (m), İng. Corn. Derinin boynuzsu tabakasının, uzun süre devam eden basınç veya sürtünme sonucu, belirli bölgelerde kalınlaşması. Tepesi içeri bakan bir piramit şeklindedir. Geniş bölgede meydana gelen sertleşme koruyucudur, fakat küçük olanları genellikle ağrılıdır. Özellikle ayakta meydana gelen nasırları, kendi kendine evde tedâviye yeltenmek pek bir sonuç vermez, bunları ilgili bir hekime göstermek uygundur. Ayak tabanlarında meydana gelen ağrılı ve mikroplu siğilleri, nasırla karıştırmamalıdır.
İnsanlarda nasır, genellikle yaptığı işin bir belirtisi olarak ortaya çıkar. Meselâ, çiftçilerin, işçilerin elleri nasır tutar. Ayak parmaklarındaki nasırlar, çok dar ayakkabı giymeye bağlıdır. Ağrı veren nasırlardan kurtulmak için en mühim husus, nasırı meydana getiren sebebi gidermektir. Gerekirse çeşitli nasır ilâçları kullanılabilir.
(Bkz. Benî Ahmer Devleti)
On üçüncü asırda İslâm âleminde yetişen meşhûr ilim adamı.İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Hasan olup, künyesi Ebû Câfer; lakabı Nâsirüddîn’dir. 1201 senesi Şubatında Horasan bölgesindeki Tûs şehrinde doğdu. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kemâleddîn bin Yûnus Mûsulî, Muînüddîn Sâlim bin Betrân-ı Mısrî’den ve İbn-i Sînâ’nın talebelerinden Behmen Yâr’dan ve diğer meşhur bilginlerden ilim ve fen öğrendi. İlminin çokluğuna rağmen, Eshâb-ı kirâm düşmanlarının sapık fikirlerine kanarak, Şiîlik yoluna saplandı. Şöhreti her tarafa yayılınca, Moğol Hükümdârı Hülâgu tarafından vezir tâyin edilip, onun tavsiyelerine göre işlerini yürüttü. Hülâgu’nun Bağdat’ı yakıp yıkmasına ve yüz binlerce Müslümanın öldürülmesine sebep olanlardan biri oldu. Hülâgu’nun desteğiyle Meraga’da kütüphâne ve rasathâne kurdu. Nâsirüddîn Tûsî, ömrünün sonuna kadar bu rasathânede çalıştı. 1274 senesinde gittiği Bağdat’ta hastalanarak haziran ayında öldü.
Nâsirüddîn Tûsî, rasathâneyi kurduktan sonra, çeşitli İslâm memleketlerinde tanınmış ilim adamlarını burada topladı. Ayrıca rasathânenin yanında büyük bir kütüphâne yaptırdı. Bağdat, Dımeşk ve diğer şehirlerden birçok kitabı buraya getirtti. Kütüphânedeki kitapların sayısı dört yüz bine ulaşmıştı.
Tûsî, trigonometriyi astronominin bir dalı olmaktan çıkararak, başlı başına bir ilim hâline getirdi ve bu husûsta bir eser yazdı. Geometride söz sâhibi olan Tûsî’den sonra gelenler, onun nazariyeleri ve görüşleri üzerine fazla bir şey ilâve edemediler. Sinüs cedvellerinin yeni hesaplama metodlarını bulan Ebü’l-Vefâ’nın ulaştığı noktaya, Avrupa asırlar sonra ulaşabildi. Ebü’l-Vefâ’nın ulaştığı bu yüksek noktayı daha da geliştiren Nâsirüddîn Tûsî oldu.
Nâsirüddîn Tûsî, çeşitli ilim dallarına âit bir çok eser yazdı. Eserlerin sayısının altmış dörde ulaştığını kaynaklar bildirmektedir. Bunların bâzıları şunlardır:
1. Ez-Zîc-ül-İlhânî: Bu eseri Hülâgu’nun isteği üzerine on iki senede hazırlamıştır. Aslı Farsça olan eser dört ciltten meydana gelmektedir. Birinci ciltte, Çin, Yunan, Arap ve Fars takvimleri; ikinci ciltte gezegenlerin hareketi; üçüncü ciltte ise yıldız hareketleri îzâh edilmektedir.
Eser, önce Şihâbüddîn Halebî, sonra da 1527 senesinde Ali bin Rifâî tarafından Hall-uz-Zîc adıyla Arapçaya çevrilmiştir.
2. Tezkire fî İlm-il-Hey’e: Tûsî’nin en önemli eseridir. Astronomi ilminin kısa ve öz olarak yazılmış bir özeti olup anlaşılması çok zordur. Bunu, yapılan açıklamaların çokluğu göstermektedir. Eser, dört bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölümde geometrik ve kinematik bir giriş ve hareketsizliğin, basit ve karmaşık hareketlerin açıklanması; ikinci bölümde: Genel astronomik kavramlar, ekliptikte meydana gelen değişmelerin, İbn-ül-Heysem tarafından ileri sürülen ve çapları farklı kürelerden ibâret olduğu görüşü ele alınmıştır. Bu bölümün diğer kısmında Almagest; özellikle aydaki düzensizlikler, Merkür ve Venüs’ün hareketleri yönünden ilgi çekici bir şekilde tenkit edilmiştir. Karmaşık Batlemyüs sistemi yerine, yeni bir sistem öne sürülmektedir. Üçüncü bölümde: Yer küresi ve diğer gök cisimlerine yaptığı etkiler, bâzı astronomi âlimlerinden nakledilen jeodezi bilgileri, Kusta bin Lûgâ ve Bîrûnî’nin jeodezisi, denizler, deniz rüzgârları hakkında bilgiler; Dördüncü bölümde ise, gezegenlerin büyüklükleri ve mesâfeleri ele alınmıştır.
Tezkire’ye birçok âlim tarafından şerhler yapılmıştır. Ayrıca eser Fransızca ve Farsçaya da tercüme edilmiştir.
3. Tansûh Nâme-i İlhânî: Önemli eserlerinden biri olup Farsçadır. Hülâgû’nun isteği üzerine 1256 ile 1259 seneleri arasında yazılmış olup; mineraloji, özellikle kıymetli taşlar hakkındadır. Tûsî, eseri yazarken, hangi kaynaklardan istifâde ettiğini bildirmemekte, sâdece kendinden önceki âlimlerin ve kendisinin müşâhedelerine dayandırıldığını yazmaktadır. Dört bölümden meydana gelen eserin birçok yerinde Bîrûnî’ye atıflar yapılmıştır.
Birinci bölümde kıymetli taşlar, jeolojik incelemenin temelini teşkil eden elementler, minerallerin neden meydana geldiği, kıymetli taşların mâdenlerle kesilmiş biçimleri, bu taşların renklendirilmesinde kullanılan kimyevî maddeler anlatılmıştır.
İkinci bölümde kıymetli taşlardan, bunların menşelerinden, bulunabilirliklerinden, çıkarıldıkları mâdenlerden, kalitelerinden, ilgi çekici yanlarından, hakîkî ve taklit taşlar arasındaki farktan, taşların optik özelliklerinden bahsedilmektedir. Bu bölümde ayrıca taşları kesme ve parlatma teknikleriyle bunlara paha biçmenin yollarını da anlatmıştır.
Üçüncü bölüm, Tûsî’nin, metalurji ilmine önemli katkılar yaptığı kısımdır. Bu bölümde yedi temel mâden olan altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay ve camdan bahsedilmektedir. Ayrıca, özellikleri, çıkarıldıkları yerler de geniş olarak anlatılmıştır.
Dördüncü ve son bölümde ise; çeşitli kokular, ilâçlar ve tedâvi edici mâcunlar anlatılmıştır.
Tûsî’ye göre bütün taşlar başlangıçta kil olup, hava şartlarına bağlı olarak, daha sonra taşa dönüşürler. Onun îzâhı, kilin aşırı sıcağa mâruz bırakılmasının toprak meydana gelmesine yol açacağı, aşırı sıcağın bâzan topraklaşmış bir maddeyi taşa çevirebileceği şeklindedir. Onun bu görüşleri zamânımızın jeologları tarafından da kabûl edilmektedir.
Taşların renklerindeki çeşitliliği açıklarken, esas olarak siyah ve beyaz olmak üzere iki rengin olduğunu söyleyen Tûsî, toprağın çeşitli renklerde olabileceğini, bu yüzden taşların da toprak rengine bağlı olarak, değişik renkler alabileceğini anlatır.
Tansûh Nâme’de otuz kadar kıymetli taş, bunların menşeleri, teşekkül etme şekilleri, kullanılışları vb. konuları anlatılmıştır.
Tûsî, yâkutu en kıymetli taş olarak kabûl etmektedir. Yâkut hakkında şu bilgileri vermektedir: “Yâkut, kendine has bir ışık saçar. Ateş bu taşı yakamaz. Isıtıldığı zaman beyazlaşır, sıcaktan ayrılırsa eski rengine döner. İlâç îmâlinde kullanılması için defâlarca ısıtıldıktan sonra suya atılması gerekir. Böylece toz hâle gelecek şekilde yumuşar. Yâkutun şu tıbbî özellikleri vardır: Vebâyı önler, ağızda tutulursa güç verir, sıkıntı ve moral bozukluğunu giderir. Susuzluğa çâredir. Gözün keskinliğini arttırır. Kanı temizler, hattâ ölü bir kimseye iliştirilirse kanın çabuk soğumasına mâni olur.”
Eserde, zümrüt hakkında çeşitli bilgiler verildikten sonra şöyle denmektedir: “Zümrüt takanlar kötü rüyâ görmez. Zümrüt kalbe iyi gelir. Dizanteri tedâvisinde kullanılır, göz keskinliğini arttırır. Bir yılan zümrüte bakarsa kör olur.” Yılanın kör olmasının doğruluğu, Tifaşı isimli bir ilim adamı tarafından isbât edilmiştir.
4. Kitâbu Şekl-il-Katta: Trigonometriyle ilgili bir eserdir. Beş ciltten meydana gelmektedir. Üçüncü ve dördüncü ciltleri düzlem ve küresel geometri hakkındadır. İlk defâ bu eserde trigonometri astronomiden ayrı olarak verilmiştir. Bu yüzden orta çağın en büyük eserlerinden biridir. Sinüs teoremi iki isbâtı ile açıkça verilmiştir. Ayrıca dik açılı küresel üçgenlerin çözümü için altı temel bağıntı açıklanmıştır. Diğer üçgen çeşitlerinin çözümü de bunlara bağlanarak verilmiştir. Eser 1891 senesinde İstanbul’da Alexandre Caratheodory Paşa tarafından Traife du quadrilatere ismiyle Fransızcaya tercüme edilmiştir.
5. Ahlâk-ı Nâsırî: Ahlâk kitabıdır. Eser, Risâle fî-Tahkîk-il-İlm ismiyle Arapçaya tercüme edilmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. J.Stephenson tarafından 1923’te İngilizceye ve M.Plesener tarafından 1928’de Almancaya tercüme edilmiştir.
6) Kitâb-ul-Mutevassitât Beynel-Hendese vel-Hey’e, 7) Muhtasar bi-Câm-il-Hisâb bit-Tahti vet-Türâb, 8) Kitâb-ül-Cebr vel-Mukâbele, 9) Kavâid-ül-Hendese, 10) Risâlet-i Bist Bâb der Ma’rifeti Usturlâb, 11) Zübdet-ül-Hey’e, 12) Kitâb-üt-Teshîl fin-Nücûm, 13) Muhtasar fî İlm-it-Tencîm ve Ma’rifet-it-Takvîm, 14) Tahrîru Kitâb-il-Menâzir (optiğe dâirdir), 15) Mebâhis fî İn’ikas-iş-Şu’â’ât (Kırılma ve yansıma üzerinde araştırmalar). 16) Kitâb fî İlm-ül-Mûsikî, 17) Kitâbu Sûret-il-Ekâlim, 18) Kitâb-üt-Tecrid fî İlm-il-Mantık, 19) Tecrîd-ul-Akâid (Kelâm ilmiyle ilgili bir eserdir.)
Asırlarca Avrupa veİslâm âleminde tesirleri görülen Nâsirüddîn Tûsî, bu kadar ilmine rağmen bozuk îtikâd sâhibi olmaktan kurtulamadı. Ehl-i sünnet âlimleri, kendisini îtikâd yönüyle red, ilim yönüyle takdir etmişler ve ilminden faydalanmışlardır.
(Bkz. Emr-i Ma’rûf ve Nehy-i Anil Münker)
(Bkz. Hıristiyanlık)
Anadolu’da yetişen, nükteleriyle meşhûr velî. Hayâtı hakkındaki rivâyetlere göre, 1208 senesinde Eskişehir’in Sivrihisar ilçesine bağlı Hortu köyünde doğmuş, 1284 yılında Akşehir’de vefât etmiştir. Türbesi, Akşehir’dedir.
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Nasreddîn Hoca, ilk öğrenimine doğduğu köyde imâm olan babası Abdullah Efendide başladı. Tahsilinin sonunda babasının yerine köyünde imâmlık yaptı. Ayrıca kâdı yardımcılığı ve medrese hocalığı da yapan Nasreddîn Hoca, Muhammed Hayrânî’den tasavvuf ilmini tahsil etti. Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Bahaeddîn Veled’in talebelerinden olan Ahmed Fakih adlı bir âlimden ders aldığı da rivâyet edilmektedir. 1284 yılında vefât ettiği göz önüne alınınca, onun, Selçuklular devrinde yaşadığını ve Tîmûr Han ile görüşmediğini dikkate almak gerekir.
Nasreddîn Hoca, ömrünü insanlara doğru yolu göstermeye hasreden, iyilikleri bildiren, doğruya sevkeden ve kötülüklerden sakındıran bir velî idi. Bu işi yaparken tabîatı îcâbı kendisine has bir yol tutmuştur. Böylece hakkın anlatılması ve cemiyetteki bozuk yönlerin düzeltilmesi için, meseleyi halkın anlayacağı bir dil ve üslûpla, gâyet mânidâr latîfeler hâlinde kısa ve öz olarak nükteli bir şekilde dile getirmiştir. Latîfeleri hikmet ve ibret dolu birer darbımesel, atalar sözü gibidir. Bu bakımdan adına uydurulan edep dışı ve nükteden uzak bir takım fıkraların onunla ilgisi yoktur. Mânidâr latîfeleri, önce yakın çevresinde şifâhî olarak dilden dile dolaşmış, sonraları git-gide yayılmış ve zamanla bir takım değişikliğe uğramıştır. Bu sebeple onun olmayan bir takım bayağı fıkralar da bu büyük velîye mâl edilerek anlatılmıştır.
Yapılan ilmî çalışmalar; onun ilim ve edep sâhibi bir velî olduğunu, söz konusu sıradan basit fıkraları söylemediğini açıkça göstermektedir. Ayrıca, Nasreddîn Hoca’nın efsânevî bir kişi değil, 13. asırda Anadolu Selçukluları zamânında yaşamış sâlih bir Müslüman olduğunu ortaya çıkarmıştır. Çünkü onun nükteleri, bir insanın başından geçen gülünç hâdiselerin ifâdesi değil, görünüşte güldürücü aslında ince hikmetleri dile getiren düşündürücü latîfelerdir. Ayrıca Türk milletinin zekâ inceliğini, nükte gücünü en iyi şekilde yansıtan bu nüktelerin belirli vasfı; Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bir latîfe üslûbu ile bildirmesidir.
Bu latîfelerin toplandığı eserlerden biri, Londra’da Britisch Museum’da; Hâzâ Terceme-i Nasreddîn Efendi Aleyhir-Rahme başlıklı yazma eserdir. Ancak bu eserdeki latîfelerin bir kısmı, onun üslûbuna ve nükte tekniğine uymamaktadır. Nitekim eserin sonunda bu durum; “İşte Nasreddîn Efendinin kibâr-ı evliyâdan (evliyânın büyüklerinden) olduğuna şek ve şüphe yoktur. Merhûmun bu kıssalardan haberi var yok böyle yazmışlar. Her kim okuyup tamâmında bu merhûmun rûhu için bir Fâtiha bağışlarsa, Hak sübhâne ve teâlâ ol kimsenin âhir ve âkîbetini hayreyleye.” şeklinde belirtilmiştir. Ayrıca, Letâif-i Nasreddîn Hoca adlı eserde başka nüktelerine yer verilmiştir.
Nasreddîn Hoca, fert ve toplumu her yönüyle çok iyi tanımış; insanların âile, komşuluk, dostluk, ticârî münâsebetlerine âit cemiyette gördüğü aksak yönleri düzeltmek ve nasîhat etmek maksadıyla nüktelerle dile getirmiş, düşünmeye ve doğruya sevk etmiştir. Sosyologlar ve psikologlar, insanı ve cemiyeti tanıyıp, çeşitli yönlerini incelemek için onun latîfelerinden çok istifâde etmişlerdir.
Nasreddîn Hoca fıkraları, batı dillerine de çevrilmiş ve bu dillerde Hoca hakkında mühim neşriyât yapılmıştır. Bunlar arasında Pierre Mille’in Nasreddîn et Son Epouse adlı kitâbı, EdmondeSavussey’in La Litterature Populaire Turque adlı eserindeki Nasreddîn Hoca bölümü, Jean Paul Carnier’nin Nasreddîn Hoca et ses Histoires Turques adlı eserleri zikretmek yerinde olur.
Nasreddîn Hoca’ya isnâd edilen nüktelerden bâzıları şöyledir:
Nasreddîn Hoca zamânında Akşehir’de silah taşıma yasağı îlân edilmişti. Buna rağmen Hoca kılıç kuşanıp sokağa çıkmıştı. Yasağın kontrolü ile görevli memur, Hoca’yı görünce yanına yaklaşıp; “Neden böyle kılıçla dolaşıyorsun?” der. Hoca; “Bu kılıç medresede kitaplardaki yazı hatalarını düzeltmeye yarar.” cevâbını verir. Memur alaylı alaylı; “O iş küçük bir çakı ile yapılır, bu biraz büyük değil mi?” deyince, “Efendi sen ne diyorsun, bâzan öyle büyük hatâlar oluyor ki, bu bile küçük gelir.” cevâbını verir. Nasreddin Hoca bu cevâbıyla ilmin ve ilim ehlinin önemini dile getirip, eğer ilim ehli doğruyu öğrenmez ve öğretmezse cemiyetin karışacağını, hattâ bu sebeple savaş bile çıkacağını bildirmiştir.
Bir gün pazarda bir papağanın yüksek fiyatla satıldığını gören Nasreddîn Hoca, evinden bir hindi getirip, aynı fiyatı ister. Buna şaşanlara; “Az önce bunun yarısı kadar kuş, o fiyata satıldı. Niçin bu, aynı parayı etmesin?” der. “O, mârifeti olan, nâdir bir kuş. Senin-benim gibi konuşur.” denilince; “O da mârifet mi, o kuş konuşursa bu da düşünür.” cevâbını vererek, düşünmenin ve fazla konuşmamanın önemini dile getirir.
Bir kimse Nasreddîn Hoca’yı her gördüğünde iltifât gösterip, diller dökerek, evine dâvet eder. Bir gün adamın gönlünü almak için evine gidip, kapısını çalar. Adam pencereden kafasını uzatıp, baktıktan sonra, hemen geri çekilir. Biraz sonra da hizmetçisi kapıyı açıp; “Teşrîfinize çok memnûn olduk. Fakat, efendim biraz önce dışarı çıktı evde yok! Geldiğinizi duyunca, ne kadar üzülecek.” der. Adamın dâvetinde samîmi olmadığını, riyâkârlık yaptığını anlayıp, kapıya gönderdiği hizmetçisine; “Yâ öyle mi? Ne yapalım, hayırlısı olsun! Yalnız efendine selâm söyle, bir daha dışarı çıkarken, başını içerde unutmasın!” der.
Darbımesel hâlini alan sözlerinden bâzıları şunlardır:
“Damdan düşenin hâlini, damdan düşen bilir.”
“Parayı veren düdüğü çalar.”
“Dostlar alışverişte görsün.”
“Umut dağın ardında.”
“Yiğidin malı gözü önünde gerek.”
“Kör döğüşü, kuşa benzemek, ye kürküm ye” gibi deyimler de onun nükteli sözlerinden alınmıştır.
Olimpiyat ve dünyâ şampiyonu Türk güreşçisi. 1925 yılında Yozgat’ta doğdu. Güreşe 1942 senesinde Eskişehir’de başladı. Demirspor Kulübünde kendini yetiştirdi. 1946 senesinde Millî Takıma seçildi. 1946 Stockholm Avrupa Şampiyonasına, 1948 Londra Olimpiyatlarına, 1949 İstanbul Avrupa Şampiyonasına, 1951 senesinde Helsinki Dünyâ Şampiyonasına katılarak serbest stil 57 kiloda dört defâ altın madalya aldı. 1942-1951 seneleri arasında 44 defâ millî oldu. Güreşi bıraktıktan sonra millî takıma, yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli kulüplerde antrenörlük yaptı. 1983 senesinde Ankara’da öldü.
On altıncı yüzyıl Osmanlı yazar, hattat minyatürcü ve silâhşörü. Babasının adı Abdullah’tır. Doğum yeri, târihi ve hayâtının ilk zamanları ile sonu, bütünüyle bilinmemektedir. Matrâk silâhının ve eskrimi andıran oyunun yetiştiricisi olduğundan, Matrâkçı Nasûh olarak tanınır.
Nasûh-ı Salâhî Efendi, iyi bir eğitim ve öğretim gördüğünden; târih, matematik, coğrafya sâhalarında eser yazıp, minyatürcülükle hattatlık da yapmıştır. İlk eseri, Osmanlı Sultanlarından Birinci SelimHan (1512-1520) devrinde yazıp, 1517’de takdim ettiği, Cemâlü’l-Kitâb ve Kemâlü’l-Hisâb adlı matematik kitabıdır. Bu eserinde; rakamlar, dört işlem, kesirler, ölçeklerle matematiğin diğer konuları ve çeşitli meseleler üzerine bilgi mevcuttur. Bu kitabının genişletilmiş şekli, Umdetü’l-Hisâb’tır. Nasûh Efendi, Sultan Selim Han nâmına Ken’aniyye fî ilm-il-Hisâb kitabını da yazdı.
Kanûnî Sultan Süleyman Han (1520-1566) devrinde de ilmî faaliyetlerini devam ettirdi. Taberî Târihi’ni, Sultan Süleyman Han nâmına 1520’de tercüme edip, ilâveleriyle Mecmaü’t Tevârih adını verdi. Bu kitaba Tuhfetü’l-Mülûk da denir. Hazret-i Muhammed’in doğumundan, İslâm Târihi dahil, Türklerin menşei, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Osmanlıların menşeinden ilâveleriyle Sultan Süleyman Han devrine kadar olan hâdiseleri ihtivâ eder. Sultan Süleyman Hanın tahta çıkışından, 1537 yılına kadar olan hâdiseleri ve 1538 Boğdan Seferinden bahs eden Fetihnâme-i Karaboğdan; 1533-1535 yıllarındaki ilk İran Seferinin durak yerlerini, hâdiselerini anlatan “Mecmû-i Menazil” adlı eserlerini yazdı. Sultan Süleyman Han zamânında, 1543-1551 yılları arasındaki hâdiselerden de bahseden kısım Süleymannâme’de mevcuttur.
Nasûh Efendi hattat olup, minyatürlü eserleri de vardır. Osmanlı Sultanlarından İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) devri hâdiselerine yer verdiği Târih-i Sultan Bâyezîd adlı eserinde; Mecmaü’t-Tevârih, Mecmû-i Menâzil ve Süleymannâmesi’nde târihî hâdiselerdeki; sefer açılmış kaleler, askerî mevkiler, şehirlerle Osmanlı donanmasına âit minyatürleri mevcuttur.
Harp oyunlarında, mızrak (matrâk) ve çeşitli silâhları kullanmasındaki mahâretiyle meşhur Nasûh-i Salâhî Efendiye Sultan Süleyman Han tarafından 1530 târihinde verilen Berat mevcuttur. Çeşitli silâh ve mızrak oyunlarındaki mahâreti, Matrakçı Nasûh’un Osmanlı ülkelerinde üstad ve reis tanınması, kendisine verilen bu belgeyle ispatlanmıştır. Silahşörlüğe âit, 1520’de yazdığı Tuhfetü’l-Guzât adlı eseri vardır. Silâhî ve Matrâkçı mahlaslarını, bu eserinde de kullanmıştır.
Hayâtı hakkında geniş bilgiye rastlanmayan fakat, çeşitli sâhalardaki eserleriyle tanınan Nasûh Efendi; geniş târih bilgisiyle, dünyânın insanlar için bir misâfirhâne olduğunu yazar. Hâdiseler ve devlet adamları hakkında kısmî yorum ve tavsiyelerde de bulunur. Sultanlığın, âmirliğin, Allahü teâlânın emâneti olduğunu ve hakların, hak ve kâbiliyet sâhiplerine verilmesiyle mümkünlüğünü yazar. Saltanat ve ikbâl gülünün ancak Rabbânî bir inâyet ile açıldığını ve diğer sebeplerin birer vesile olduğunu da ifâde eder.
Alm. Nazismus, Fr. Nazisme, İng. Nazism. Birinci Dünyâ Savaşından sonra Almanya’da gelişip, İkinci Dünyâ Savaşından sonra ortadan kalkan bir akım. Hitler’in Alman İşçi Partisinin liderliğini ele geçirip Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (Nazional Sozialistische Deutsche Arbeiter Partei) olarak ismini değiştirdiği partinin temel programıdır. Almanya’nın 1918’den sonra içine düştüğü sosyal ve ekonomik buhran, Nazizmin yavaş yavaş benimsenmesine yol açtı. 1933’ten 1945 yılına kadar Almanya’da tatbik edildi. Nazizmin kurucusu Adolf Hitler’in 1924’te hapiste yazdığı Kavgam (Mein Kampf) ve Alfred Rossenberg’in Yirminci Yüzyılın Ruhu (Mithus Deszo Sorhhunderts) isimli eserlerinde, parti programına kaynaklık eden görüşler belirtilmektedir.
Nazizm, Alman ırkının üstünlüğünü iddiâ eder. Hattâ karışık hâle gelerek bozulan bu ırkı, saf hâle getirmeyi hedef alan biolojik ırk tezini savunur. Irkların bozulmasını, insanlık için büyük bir felâket olarak vasıflandıran Nazizme göre; Yâhûdîler, dünyânın en kötü ırkı olarak bütün fenâlıkların da kaynağıdır. Alman ırkını ve diğer ırkları sonsuzlaştırmakta, dejenere etmektedirler. Eski Yunan ve Roma İmparatorluğunun yıkılmasına sebep olan ahlâksızlığı, târih boyunca ortaya çıkan bâzı savaşları, demokrasiyi, parlamentarizmi, liberalizmi, komünizmi, 1789 Fransız İhtilâlini ve 1917 Bolşevik İhtilâlini Yahûdîlerin eseri olarak görmektedir.
Yahûdîler basına, sanat hayâtına ve ticârete hâkim olarak toplumları kendi fikirleri doğrultusunda yönlendirmektedirler. Hitler’e göre; “Beynelmilel sermâyenin tahakkümünü tesis etmek için, millî ekonomileri tahrip etmektedirler.” Bu sebeple Nazi Almanyasında Alman ırkını geliştirmeye ve Yahûdîleri yok ederek zararlarını önlemeye yönelik birtakım uygulamalar ortaya çıktı. Alman ırkından olmayanlar ile evlenmek yasaklandı. Yahûdîler kamu görevlerinden uzaklaştırılıp toplama kamplarında imhâ edildiler. Ancak Nazi Almanyasında Yahûdîlerin gördüğü bu zulümler İkinci Dünyâ Savaşından sonra, İsrâil Devletinin kurulmasında büyük rol oynadı.
Faşizmde “devlet ideal ve ebedîdir” esasıyla devlet yüceltilerek, eskiden kurulmuş Roma İmparatorluğunun yeniden canlandırılmak istenmesine karşılık, Nazizmde teorik esasları daha önce belirlenmiş “üstün ırk” kavramı mevcuttur (Bkz. Irk). Devlet vâsıta olup üstünlüğü olan varlık, devlet değil halktır. Halk (Volk) kan birliğine dayanan bir ırktan müteşekkildir. Devletin maksadı; dışarıda yeni hayat sâhası (Lebensraum), içeride de ırka değer veren bir dünyâ görüşünü (Weltanschaung) gerçekleştirmektir. Devletin ekonomik ve idarî yapısı meslek gruplarının temsil edildiği kooperatif sisteme dayalıdır. Ekonomiyi de ırkın korunmasında bir vâsıta olarak görmektedir. Hitler’in 1920’de yirmi beş madde hâlinde yayınladığı parti programında Nazizmin esaslarını gösteren birçok esas belirtilmiştir. Burada Marksizme, Kapitalizme, Versailles Antlaşmasına ve Parlamenter Sisteme karşı çıkılmaktadır. Çıkarları birbirinden farksız, sınıfsız bir toplum anlayışına sâhip olduğu için partilere, parlamentoya ve muhâlefete karşıdır.
Nazi Almanyasında, toplumun her kesimine “führer” (şef) anlayışı hâkim olmuştur. Buna göre iktidar führerde toplanmakta, kânunları o yapmakta ve tatbik ettirmektedir. Führer, milletin bütün isteklerini benliğinde duyar ve milletin târihini, geleceğini o belirler. Onunla millet arasındaki ilişkiyi sâdece Nazi Partisi sağlar. Hitler, Nietache’nin batı medeniyetini çöküşten kurtaracak “üstün insan” kavramına dayanarak kendisine bir misyon izâfe etmeye çalışmıştır; “...tanrı beni halkıma hizmet etmek ve onu korkunç sefaletinden kurtarmakla vazifelendirdi.” diyerek Nazi Almanyasının tek hâkimi olmak istemiştir. Bütün kararları tek başına kendisi vermiştir. Parlamentonun (Reicstag) yetkileri yok edilircesine sınırlandırılmıştır. Bu yer, sadece Hitler’in dünyâ kamuoyu için yapacağı konuşmaları alkışlamak maksadıyla toplanılan ve onun isteklerini “kaydeden” bir müessese hâline gelmiştir. Hitler’e göre “sayı hâkimiyetine dayanan demokrasi, führerin sorumluluklarını yok eder.”
Nazizmin sosyalist hüviyeti tedricen kaybolmuş, sosyalizm “liberal demokrasinin hatâları sebebiyle Marksizme ve komünizme kayan işçileri” kazanmak için kullanılmaya çalışılmıştır. Materyalist ve enternasyonalist olan Marksizme irrasyonalist ve şovenist olduğu için karşı çıkılmıştır.
Nazi Almanyasında, Sovyetler Birliğinden, günümüze kadar totoliter rejimlerin en büyüğü kurulmuştur. Savaş ekonomisine dayanan gelişmiş bir teknoloji sâyesinde toplumun her kesimi ve hayâtın her safhası kontrol altına alınmıştır. Propaganda ve şiddet, nazizmin önde gelen husûsiyetlerinden birisi olmuştur. Yüz binlerce kişi disiplinli kalabalıklar hâlinde harekete getirilebilmiştir. Birinci Dünyâ Harbinden sonra Almanların mâruz kaldığı haksız muâmele ile ortaya çıkan buhranlara karşı gösterdiği reaksiyon ve Alman millî gurûrunu okşaması rejimin, milyonlarca taraftar kazanmasına yol açtı. Bu rejim, Hitler’in İkinci Dünyâ Savaşından sonra intihar etmesiyle sona ermiş, önde gelen liderleri de, Nürnberg Mahkemesinde yargılanarak îdâma mahkûm edilmiştir. İkinci Dünyâ Savaşından sonra ise bâzı ülkelerde birçok millî hareketi ve antikomünist müesseseleri nazilik veya faşistlikle suçlamak kızıl faşizm olarak bilinen komünist propagandasının bir metodu olmuştur.
(Bkz. Milliyetçilik)