NAKKÂŞ

Alm. 1. Wandmaler, Dekorationsmaler (m), 2. Miniaturenmaler (m), 3. Kunststicker (m), Fr. 1. Peintre (m) décorateur, 2. Brodeur (m), 3. Miniaturiste (m), İng. 1. Decorator; artist, 2. Sculptor; carver; engraver, 3. Miniaturist. Bir meslek ismi olup renkli resim ve tezyinât yapan sanatkâra verilen ad. Ressamlara, minyatürcülere, genellikle duvar resmi yapan ustalara, süsleme sanatkârlarına bu ad verilir. Nakkâş, daha çok kitap resimleri yapan sanatkâra sıfat olmuştur. Nakkâş: İpek, ibrişim, renkli tire ve yünlü elişi gibi işlere denildiği için bu işleri yapan sanatkârlara da nakkâş denilirdi.

Kitap resimleri yapmak Yunanlılar ve Romalılar zamânından beri bilinmekteyse de en çok görüldüğü ve rağbet gördüğü devir Ortaçağdır. Kitap resimleri ya kitabın konusuna göre yapılmakta veya yapılan resme göre kitap yazılmaktaydı. Çok eski târihlerden kalma bu kitaplar çok kıymetlidir. Bir kitapta bulunan resimler bâzen aynı nakkâşın eseri olduğu gibi, birden fazla nakkâşın eseri de olabilirdi. Resimler yapıldıkları devrin ve milletin kültür yapısının öğrenilmesinde çok faydalı olduğu gibi, târih ilmine de yardımcı olur.

Nakkâşlık doğuda İranlılar tarafından ilerletilmiş ve Acem sanatkârları tarafından pek çok eser yapılmıştır.

Türklerde nakkâşlık, eskiden beri bilinen bir sanat kolu olup, kökü dokuzuncu yüzyıla kadar iner. Bu yüzyıldan kalma eserlerde Türklerin bu alanda çok ileri gittikleri görülür.

Osmanlı Devrinde görülen kitap resimlerinde (minyatürlerde) daha çok manzara, mîmârî (kale, saray, ev gibi) cansız varlıklar ve tabiat manzaraları nakşedilmiştir. Bunlar da, ordu ile beraber savaşa katılan nakkâşlar tarafından, ordunun geçtiği, konakladığı ve savaştığı yerler olarak resmedilmiştir.

Nakkâşlar, eserlerini sâdece kitaplara yapmakla kalmayıp, sarayların, konakların ve bâzı evlerin çeşitli yerlerine resmetmişlerdir. İlk örneklerini Topkapı Sarayının bâzı bölümlerinde ve duvarlarda gördüğümüz bu tip duvar resimleri, daha sonra evlere, konaklara da yapılmıştır. İstanbul’da yaygın olan duvar resimleri bâzı Anadolu şehirlerinde de görülür. Bunlarda, genellikle İstanbul hasretinin dile geldiği İstanbul manzaraları vardır ve çoğu, İstanbul’dan giden nakkâşlar tarafından yapılmıştır. Fâtih ile Kânûnî devri arasında nakkâşlıkta bir gelişme oldu. Nakkâşlar, Kânûnî devrinde en güzel eserlerini verdiler. İran nakkâşlarından Şah Kulu Nakkâş, bu devirde İstanbul’a getirtilerek sarayda müstakil bir nakışhâne kurdu. Bu nakışhânede yeni eserler yapıldığı gibi nakkâşlar da yetiştiriliyordu. Osmanlının yetiştirdiği; Sinan Bey, Baba Nakkâş, Kara Memi, Nakkâş Osmân, Matrakçı Nasuh, Seyyid Lokman, Levnî gibi nakkâşlar eserleriyle kendilerinden bahsettirirler.

Osmanlı devrinde nakkâşlar da, diğer sanatkârlar gibi esnaf teşkilâtına bağlı idiler.

Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte fotoğrafçılıktaki ve baskı şekillerindeki gelişme sebebiyle değerini kaybeden nakkâşlık günümüzde çok az sanatçı tarafından yapılabilmektedir.

NAKŞ-I KADEM-İ ŞERÎF

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek ayak izleri. Peygamber efendimizin bir mûcizesi de yumuşak maddelere meselâ kuma bastığı zaman ayak izlerinin belli olmaması fakat, taşa, sert maddelere bastığında  izlerin çıkması idi. Mübârek ayağının bastığı ve iz bıraktığı bâzı taş ve mermerler bir yâdigâr olarak asırlarca saklanmış elden ele emânet edilerek bereketlenilmiştir. Bilhassa Müslüman devlet adamları, pâdişâhlar bu kıymetli yâdigârları önemli yerlerde özel muhâfaza altına alarak, saklayıp, ziyâret etmişler ve ettirmişlerdir.

Nakş-ı kadem-i şerîflerden bilinen ve muhâfaza edilenlerin en meşhûrları şunlardır:

1. Hindistan’da Fîrûz Şâh Tuğluk’un oğlu Feth Hanın türbesinde bulunan nakş-i kadem-i şerîf.

2. Kâhire’de Kayıtbay Türbesinde bulunan mübârek iki ayak izi.

3. Kâhire’de Âsâr-un-Nebî Câmiindeki mübârek iki ayak izleri.

4. İstanbul’da, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî (Eyyûb Sultan) Türbesinde mübârek sağ ayak izleri. Bu Nakş-i kadem-i Peygamberî, Birinci Mahmûd Hânın emri ile 1734’te Saraydan türbeye getirilmiştir.

5. Birinci Abdülhamîd Hanın türbesinde Yeni Câmi tarafındaki duvarda dolap içinde muhâfaza edilen iki ayak izleri.

6. Lâleli’de Sultan Üçüncü Mustafa Hanın Türbesinde duvarda özel olarak yapılan dolap içinde muhâfaza edilen taş üzerindeki iki mübârek ayak izleri.

7. İstanbul, Topkapı Sarayında Mukaddes Emânetler Dâiresinde bulunan ayak izleri.

Topkapı Sarayı Hırka-ı Seâdet dâiresinde dördü taş, ikisi tuğla nevinden olmak üzere altı Nakş-ı kadem-i şerîf mevcuttur. Bunlardan biri Peygamber efendimizin, Mîrâca çıkarken bastığı kayanın üzerine çıkan mübârek ayak izidir ki, Hırka-i Saâdet odasında bir dolap içinde muhâfaza edilmektedir. Resûlullah efendimizin Mîrâca çıkarken bastıkları bu mübârek kayanın üzerine Kubbet-üs-Sahrâ adıyla bilinen binâ inşâ edilmiştir.

Nakş-ı kadem-i şerîfler, bulundukları yerlere intikâl ettirilmeden önce asırlarca değişik yerlerde muhâfaza edilmiştir. En son bugünkü yerlerine konmuştur. Bu şekilde nakledilerek gelmeyen ve bir taşı yontarak “kadem-i şerîf” adını takıp, Peygamberin ayağının izidir, demek resimlere, putlara tapmak gibidir. Gerçek olan Nakş-ı kadem-i şerîfler ise teberrüken ziyâret edilir.

On üç yaşında tahta çıkan ve yirmi sekiz yaşında vefât eden Osmanlı Pâdişâhı Birinci Sultan Ahmed İslâmiyete ve Resûlullah efendimize gönülden bağlı idi. Bahtî mahlasıyla şiir de yazan Sultan Birinci Ahmed, Nakş-ı kadem-i şerîf şeklinde murassâ bir sorguç yaptırmış, ortasına da mavi mine üzerine altınla kendisine âit şu mısraları yazdırmıştı:

N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim

Kadem-i resmini ol hazret-i şâh-ı Rüsülün

Göl-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir.

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.

Sultan Birinci Ahmed, cumâ ve bayram günlerinde ve diğer mübârek günlerde başına bu sorgucu takardı.

Ayıntablı Mehmed Münîb Efendi, Sultan Birinci Abdülhamîd Türbesindeki Nakş-ı kadem-i şerîfin bulunuşunu ve türbeye konulmasını anlatan, Âsâr-ul-Hikem fî Nakş-il Kadem adlı bir eser yazmıştır.

NAKŞIDİL VÂLİDE SULTAN

Sultan Birinci Abdülhamîd Hanın hanımı, Sultan İkinci Mahmûd Hanın annesi. Osmanlı Sarayında Türk-İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Sultan Birinci Abdülhamîd Hanla evlendi. Oğlu Sultan İkinci Mahmûd Hanın tahta çıkması üzerine “Vâlide Sultan” ünvânını aldı (1808). 1816 yılında hastalandı. 1817 yılında Beşiktaş’ta vefât edip, Fâtih Camii bahçesindeki türbesine defnedildi. Genç yaşta veremden ölen Nakşidil Vâlide Sultan; Sultanahmed’de Nakşi Kadın Çeşmesini, Üsküdar’da Alemdağı civarında Sarıkadı köyünde Nakşidil Vâlide Sultan Çeşmesini, Fâtih’te Nakşidil Vâlide Sebili, türbe, sıbyan mektebi, imâret ve imâret çeşmesini yaptırdı. Sultan İkinci Mahmûd Han da annesi adına Fâtih’te Vâlide Sebilini yaptırmıştır.

NAKŞİBENDİYYE

Ehl-i sünnet tarîkatlerinden (tasavvuf yollarından) biri. Kurucusunun isminden dolayı bu ismi almıştır. Kurucusu Şâh-ı Nakşibend adıyla tanınan Behâeddîn Muhammed bin Muhammed Buhârî’dir (v. 1389) (Bkz. Şâh-ı Nakşibend). Nakşibendiyye, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali vâsıtasıyle Peygamber efendimize ulaşır.

Nakşibendiyye silsilesi, hazret-i Ebû Bekr’den, Bâyezîd-i Bistâmî’ye kadar Sıddîkîyye; Bâyezîd-i Bistâmî’den Abdülhâlık Gocdüvânî’ye kadar Tayfûriyye; Abdülhâlık Gocdüvânî’den Behâeddîn-i Buhârî’ye kadar Hâcegâniyye; Behâeddîn-i Buhârî’den Ubeydullah-ı Ahrâr’a kadar Nakşibendiyye; Ubeydullah-ı Ahrâr’dan İmâm-ı Rabbânî’ye kadar Ahrâriyye; İmâm-ı Rabbânî’den Mazhar-ı Cân-ı Cânân’a kadar Müceddidiyye; Mazhar-ı Cân-ı Cânân’dan Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’ye kadar Mazhâriyye; Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den sonra ise Hâlidiyye olarak anılmıştır.

Nakşibendiyye yolu, Ehl-i sünnet îtikâdına bağlılığa, dînin emir ve yasaklarına uymaya öncelikle önem verir. Bunlardan sonra, dünyâ işleriyle uğraşırken, Allahü teâlâyı unutmamayı, her an O’nu hatırlamayı tavsiye eder ve bunun yollarını öğretir. İnsanların rûhen yükselebilmeleri için kendine has usûl ve metodları vardır. İslâm memleketlerinde ferd ve cemiyetin ıslahında iyi insanlar yetişmesinde büyük hizmeti olmuştur.

Nakşibendiyye daha çok Hanefî muhitlerde yayılmıştır. Behâüddîn-i Buhârî’nin halîfelerinden Yûsuf-ı Hemedânî’nin halîfesi Ahmed Yesevî ile Mâverâünnehr’de; Abdülhâlık Gocdüvânî ile Hârezm’de; Ubeydullah-ı Ahrâr’ın halîfesi Abdullah-ı İlâhî(v. 1491), Muhammed Ma’sûm’un halîfeleri Murâd-ı Münzâvî, Ahmed-i Yekdest ve Mehmed Emîn Tokâdî ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ve halifeleri tarafından Anadolu’da; Muhammed Bâkî-billah ile Hindistan’da yayıldı. Hindistan’da İmâm-ı Rabbânî’ye nisbetle Müceddidiye adı ile gelişerek Hicaz, Irak ve Suriye’de; bilhassa Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den (v. 1826) sonra Irak, Suriye ve Anadolu’da daha çok yayıldı. Osmanlı pâdişâhları ve devlet adamları tarafından rağbet gördü.

Yayıldığı yerlerde Ehl-i sünnet dışı îtikâdlar yok olmuş veya yayılmasına imkân bulamamıştır. Nakşibendiye yolu, Osmanlılar tarafından olduğu gibi, Ehl-i sünnet olan Hint, Türk ve Özbek Türk devletlerinden de himâye ve destek görmüştür.

NAL

Alm. Hufeisen (n), Fr. Fer (m) á cheval, İng. Horseshoe. İnsanlara hizmette kullanılan at, eşek, öküz gibi hayvanların tırnak (sınnak)larına takılan demir parçası.

Yere tırnakları ile basan bu hayvanların, tırnaklarının bozulması hâlinde yürümeleri aksar veya hiç yürüyemezler. İnsanın ayakları ayakkabı ile korunduğu gibi, hayvanların tırnakları da, nal ile korunur. At ve katırların askerî hizmetlerde kullanıldığı zamanlarda tırnak bakımına çok dikkat edilirdi. Atasözü hâline gelen; “Bir mıh bir atı, bir at bir yiğidi, bir yiğit bir orduyu kurtarır.” ifâdesi bu önemi ortaya koymaktadır. İlk önceleri keçe, kösele ve bezden yapılan ayaklıklarla tırnaklar korunmaya çalışılmıştı. Fakat dayanıksız olmaları sebebiyle, bunların yerine zamanla demir levhalar kullanılmaya başlandı. Nal adı verilen, hayvanın tırnağına göre yapılan bu parçalar, mıh denilen özel çivilerle tırnağa çakılır. Nal çakılacak tırnak, önce yontulup düzeltilir. “Kayar” denilen bu iş çok ustalık ister. Kayar ve nal çakmağı, nalbant denilen mesleğinde usta insanlar yapabilir. Osmanlılar zamânında nalbant ustaları yetiştirmek için, İstanbul’da husûsî okul açılmıştı.

Nal, normal olarak üç ayda aşınır ve değiştirilmesi gerekir. Nalbant, önce îtinâlı olarak, özel kerpeteni ile mıhları söker. Sökülen mıhlarda kan lekesi iltihap kokusu olup olmadığına dikkat edilir. Sonra tırnak yontulup, nal çakılabilecek duruma getirilir. Nal, soğuk ve sıcak olmak üzere iki şekilde çakılır. Daha uygun olan sıcak usulde, nal kızdırılıp tırnağa bastırılarak çakılır. Böylece, nalda uygun olmayan taraflar meydana çıkarılmış olur. Gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra, canlı dokuya kaçırmayacak şekilde mıh çakılır. Mıhların uçları perçin haline getirilerek törpülenir.

Yarış atlarında nallamaya çok önem verilir. Zira tırnağın korunması, atın rahatça koşabilmesi, ancak iyi bir nallama ile mümkün olur. Yarış atlarında kullanılan en uygun nal alüminyumdan yapılandır. Hafif olduğu için tercih edilir. Tırnağa zarar verdiği için yarış atlarına sıcak nallama yapılmaz. Büyük bir ustalık isteyen soğuk nallama yapılır.

NALIN

Alm. (hölzerne) Stelzenschuhe (m.pl.), Fr. socques (m. pl.) en bois, İng. Pattens, clogs. Zemin kısmı taş, ıslak veya çamurlu yerlerde giyilen, üstten tasmalı bir çeşit tahta ayakkabı.

Nalın, Arapça“nal” ayakkabı, ve “naleyn” bir çift ayakkabı, mânâsına gelen kelimeden türemedir. Türkçede “nâlin” şeklinde söylendiği gibi “nalın” olarak da kullanılmaktadır.

Nalın, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde, günlük hayatta geniş ölçüde kullanılırdı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar nalın yapımı, bilhassa İstanbul’da bir meslek ve sanat dalı hâline gelmişti. Husûsî nalıncı ustaları ve pazarları mevcuttu.

Gene bu asırlarda berber çıraklarının, ayakları çıplak olarak, kendilerine has nalınlarını dükkanlarında giyme mecburiyetleri vardı. Osmanlı hamamlarında, müşteri nalınları ile, hamam tellâklarının nalınları ayrı yapıda idi. Hatta nalınların kullanıldıkları hamamları ve buna benzer yerleri belirtmek için nalınlara beyitler bile yazılırdı. Bahçe, fırın, mutfak vb. gibi yerlerin temiz tutulması için de buralarda nalınlar giyilirdi.

Nalınlar, uzun ömürlü olması ve kısa zamanda nemli yerlerde çürümemeleri için, abanoz gibi sert dokulu ağaçlardan yapılırdı.

Nalıncılık, kendi başına ustalık ve ihtisas istiyen bir meslektir. Nalınların tabanları tek parça tahtalardan meydana gelmektedir. Ayaklara rahat giyilebilmesi için üstlerine kayış parçaları takılır.

Eskiden nalınların kullanıldıkları yerlere göre üstlerindeki tasmaların durumu değişirdi. Saraylarda, konaklarda kullanılanlarla, gelinlerin çeyizine konan nalınların kayışları son derece süslü, üst kısmı işlemeli çuhalarla kaplanırdı. Bâzan bunlara sedefli işlemelerin de takıldığı olurdu. Nalınların tasma üzerleri süslendiği gibi, tahta kısımları da çeşitli geometrik şekiller çizilerek ve sedef, gümüş vb. kıymetli şeylerle işlenirdi. Bunlara “sedefli nalın” ismi verilirdi.

Osmanlı Türklerinin sanatı, sanat alanındaki ince zevki her alanda görüldüğü gibi bu sahada da kendini göstermiştir. Bir şâirin bunu anlatmak için sarfettiği; “Batılı, Osmanlının nalınını yerde bulsa, gerdanlık, diye boynuna takar!” sözü bu bakımdan çok mânidârdır.

Nalınların, ayakları yüksek ve alt kısımları geniş olanlarına “tezgah”, “takunya”, altı yüksek olmayıp, yere yakın olanlarına da “silme nalın” ismi verilmektedir. Nalınlar görünüşleri bakımından da değişiktirler. Burunları küt, oymalı, kemerli gibi şekilleri de vardır. Eskisi kadar olmasa da günümüzde de değişik tipleri, bilhassa Anadolu’da kullanılmaktadır. Sinop’un sedef ve Afyonkarahisar’ın telle (telli) işlenmiş nalınları da çok ünlüdür.

Peygamber efendimiz zamânında kullanılan nalınlar bugünkülerden farklıydı. Onlar altı deri, üstü açık ve taşmalı ayakkabı şeklindeydi. Hadîs-i şerîfte; “Yahûdîlere benzememek için namazları nalın ile kalınız.” buyruldu. Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm, sokakta giydikleri nalın ile namaz kılarlardı. Nalınları temiz ve Mescid-i Nebî kum döşeli idi. Kirli nalınla girilmezdi.

NAMAZ

İslâmın ikinci şartı. Akıllı ve erginlik çağındaki her Müslüman erkek ve kadına emredilen bir ibâdet. Bedenle yapılan ibâdetlerin en üstünü. Allahü teâlâya ve Peygamberine îmândan sonra, dînimizde en kıymetli ibâdetin namaz olduğu bildirilmiştir. İslâmın birinci şartı şehâdet kelimesini diliyle söyleyip kalbiyle tasdik ederek îmân etmektir. İkinci şartı da, dînimizin direği olan, beş vakit namazı vaktinde kılmaktır. İslâmın diğer şartları zekât vermek, oruç tutmak ve hacca gitmektir. Namaz kılmak îmânın şartı değilse de, namazın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır.

Namaz, lügatta duâ demektir. Kur’ân-ı kerîm’de namaza salât denilmektedir. Salât, lügatta insanın duâ etmesi, meleklerin istiğfâr etmesi, Allahü teâlânın merhamet etmesi, acıması demektir.

Âdem aleyhisselâmdan beri, ilâhî (semâvî) dinlerin hepsinde, namaz kılmak emredilmiştir. Âdem aleyhisselâm ikindi, Yâkub aleyhisselâm akşam, Yûnus aleyhisselâm yatsı namazlarını kılarlardı. Hazret-i Âdem Cennet’ten çıktığında sabah namazı vaktiydi. İki rekat namaz kılmıştı. Hazret-i İbrâhim öğle vaktinde oğlu İsmâil aleyhisselâmı kurban etme emrinden affedildiğinde dört rekat namaz kılmıştı. Yûnus aleyhisselâm balık karnından kurtulduğu vakit ikindi vaktiydi. Bu zaman dört rekat namaz kılmıştı. Îsâ aleyhisselâm akşam vaktinde cenâb-ı Allah’ın verdiği nîmetlere şükür için üç rekât namaz kılmıştı. Hazret-i Mûsâ’ya yardımcı olarak yatsı vaktinde kardeşi hazret-i Hârûn gönderildiğinde hazret-i Mûsâ dört rekat namaz kılmıştı. Vitir namazı Peygamberimizin Mîrâc’ta kıldığı namazlardandır. Hepsinin kıldığı bir araya toplanarak, Müslümanlara farz edildi.

Akıllı ve erginlik çağına gelen her Müslüman erkeğin ve kadının, özrü yok ise, her gün beş kere namaz kılması, Allahü teâlânın emridir. Farz olduğu, Kur’ân-ı kerîm’de, hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Beş vakit namaz, Mîrâc gecesinde farz oldu. Mîrâc, hicretten bir yıl önce, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde idi (Bkz. Mîrâc). Mîrâcdan önce, sabah ve ikindi namazı kılınıyordu.

Dînimizde namaz, mühim bir emirdir. Dînin direğidir. Namaz, bütün ibâdetleri kendinde toplamıştır. İbâdetlerin en üstünüdür. İslâmın beş temel esâsından biriyse de, bu toplayıcılığından dolayı, yalnız başına, Müslümanlık demek olmuştur. İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yarar işlerin birincisidir. Kusursuz namaz kılanın Cehennem azâbından kurtulması çok umulur. Allahü teâlâ, birçok âyet-i kerîmede, “a’mâl-i sâliha” adı verilen yarar işleri yapanların Cennet’e gireceklerini vâd etmektedir. Namaz bu işlerin başında gelmektedir. Çünkü bunlar, insanı günahlardan ve çirkin şeyleri yapmaktan korur. Nitekim, Kur’ân-ı kerîm’de Ankebût sûresi 45. âyetinde meâlen; “Kusursuz kılınan bir namaz, insanı pis, çirkin işleri işlemekten korur.” buyrulmaktadır. Namazın, bildirilen faydasına kavuşabilmek için farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Hakk’a vererek, vakitlerini geçirmeden kılmak lâzım olduğu bildirilmektedir.

Namazın ehemmiyetini bildiren âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler çoktur. Kur’ân-ı kerîm’de yüzden fazla yerde, namaz kılmak emri tekrar edilmekte, hadîs-i şerîflerde namazın nasıl kılınacağı öğretilmekte ve teşvik edilmektedir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte; “Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız!” buyurmaktadır. Ayrıca namaz kılanlara Cennet’te mükâfâtlar verileceği, kılmayanların ise büyük azap göreceği bildirilmektedir.

Her gün beş kere namaz kılmak, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde emredilmiştir. Rum sûresinin on yedinci ve on sekizinci âyet-i kerîmelerinde Allahü teâlâ meâlen; “Akşam ve sabah vakitlerinde Allahı tesbih edin. Göklerde ve yeryüzünde olanların yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, Allahü teâlâ içindir.” buyurdu. Akşam yapılan tesbih, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah yapılan tesbih, sabah namazıdır. İkindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, ikindi ve öğle namazlarıdır. Nisâ sûresinin yüz üçüncü âyetinde meâlen; “Belli zamanlarda namaz kılmak, müminlere farz oldu.” buyruldu.

Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Cebrâil aleyhisselâm, Kâbe kapısı yanında bana iki gün namaz kıldırdı. Birinci gün, fecr-i sânî (tanyeri) doğarken sabah namazını ve güneş tepeden ayrılırken öğle namazını ve her şeyin gölgesi kendi boyu olunca ikindi namazını ve güneş batarken akşam namazını ve şafak kaybolunca yatsı namazını kıldık. İkinci günü de, tanyeri ağarınca sabahı ve her şeyin ölgesi kendi kadar olunca öğleyi ve her şeyin gölgesi kendi boyunun iki katı olunca ikindiyi ve oruç bozarken akşamı ve gecenin üçte biri geçince yatsıyı kıldık. Sonra, ya Muhammed! Senin ve geçmiş peygamberlerin ve ümmetinin namaz vakitleri, işte bunlardır dedi.”

Namaz kılmanın faydalarını bildiren hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Kapınızın önünden akan bir suda hergün beş kerre yıkanınca, üzerinizde kir kalmıyacağı gibi, beş vakit namaz kılanların hatâlarını da, Allahü teâlâ affeder”; “Namaz dînin direğidir. Namaz kılan dînini sağlamlamış olur. Namaz kılmayan, dînini yıkmış olur.”; “İslâmın temeli beştir. Birincisi, şehâdet kelimesini söylemektir. İkincisi, namaz kılmakdır...”; “Allahü teâlâ kullarına, her gün beş kerre namaz kılmayı farz etti. Bir kimse, güzel abdest alıp namazını doğru kılarsa, kıyâmet günü, yüzü on dördüncü ay gibi parlar ve sırat köprüsünü şimşek gibi geçer.”; “Kıyâmette, önce namazdan sorulacaktır. Namaz doğru kılındı ise, kurtulacaktır. Namazı bozuk ise, işi kötü olacaktır.”; “Kıyâmet günü, îmândan sonra, ilk suâl namazdan olacaktır.”; “Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır.”; “İnsan namaza başlayınca, Allahü teâlâ ile kul arasında olan perde kalkar.”; “Namaz müminin mîrâcıdır.”

Namaz kılmanın fazîletini, üstünlüğünü bildiren diğer Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:

Ey ümmet ve Eshâbım! Tamâmiyle edâsına riâyet olunan namaz, Allahü teâlânın hoşnût olduğu bütün amellerin en fazîletlisidir. Peygamberlerin sünnetidir. Meleklerin sevdiğidir. Mârifetin, arzın ve göklerin nûrudur. Bedenin kuvvetidir. Rızkın bereketidir. Duânın kabûlüdür. Melekül-mevt (ölüm meleği) yanında şefâatçıdır. Kabirde ışıktır. Münker ve Nekir’e cevaptır. Kıyâmet gününde üzerine gölgedir. Cehennem ateşiyle kendi arasında siperdir. Sırat köprüsünü yıldırım gibi geçiricidir. Cennet’in anahtarıdır. Cennet’te başına tâcdır. Allahü teâlâ, müminlere namazdan önemli birşey vermemiştir. Eğer namazdan üstün bir ibâdet olsaydı, en önce onu müminlere verirdi. Zîrâ meleklerin kimi kıyâmda, kimi rükûda, kimi secdede, kimi de teşehhüddedir. Bunların hepsini bir rekât namazda toplayıp müminlere verdi. Zîrâ namaz îmânın başı, direği, İslâmın kavli ve müminlerin mîrâcıdır. Göğün nûru, Cehennem’den kurtarıcıdır.

Namaz kılmayanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır.

Allahü teâlâ, her gün beş vakit namaz kılmağı farz etti. Kıymet vererek ve şartlarına uyarak, her gün beş vakit namaz kılanı Cennet’e sokacağını Allahü teâlâ söz verdi.

Bir mümin namaz kılmaya başlayınca Cennet kapıları onun için açılır. Rabbiyle onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennet’te olan (güzel gözlü hûrîler) hûr-ı în onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder.

Namaz, ibâdetlerin en kıymetlisidir. Namaz kılmak, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünerek O’nun karşısında kendi küçüklüğünü anlamaktır. Kulun âcizliğini, Rabbine îtirâf etmesidir. Bunu anlayan kimse hep iyilik yapar. Hiç kötülük yapamaz. Her gün beş kerre, Rabbinin huzûrunda olduğuna niyet eden kimsenin kalbi tertemiz olur. Kimseye zarar vermemeye çalışır. Herkese iyilik yapmaya koşar.

Namaz, rûhun gıdâsıdır. Namaz kılarken yapılması emredilen her hareketin, hem bedene ve hem de rûha sağladığı faydalar çoktur. Kusursuz kılınan namaz, insanı pis, çirkin işlerden korur. Faydalı işlere alışkanlık kazandırır. Fakirlerden, muhtaçlardan karşılık beklemeksizin, onlara yardım etmeye alıştırır. Yaptığının karşılığını yalnız Allah’tan bekler.

Namaz için alınan abdest, insanın beden bakımından temiz olmasını sağladığı gibi evinin, iş yerinin, mahallesinin köyünün ve şehrinin de temiz tutulmasını sağlar.

Esas gâyesi, Allah’a kulluk etmek için kılınan namaz içindeki her hareketin, son zamanlarda tıp mütehassıslarınca yapılan araştırma ve tetkiklerde bedene çeşitli faydalar sağladığı ve koruyucu hekimlik yaptığı tesbit edilmiştir.

Namaz, insanı disiplinli bir hayâta alıştırır. Namazın kazandırdığı bu alışkanlık, insanın bütün işlerinde hâkim olmakta ve böylece verimin ve başarının artmasına sebep olmaktadır. Sabahın erken saatlerinde namaza kalkan Müslüman, işine erken başlayacak, gün boyunca Allah’ını hatırlayarak emirlerine uymaya çalışacak ve Rabbine olan bu bağlılığı onu zararlı işleri yapmaktan sakınarak ve günün sonunda yatsı namazını kılıp bir günlük hayat muhâsebesini yapacaktır. Böylece düzenli ve tedbirli bir hayâta kavuşacaktır.

Câmilerde cemâatla kılınan namaz ise, Müslümanların kalplerini birbirine bağlar. Aralarındaki sevgiyi arttırır. Her vakitte, birbirlerine kardeş olduklarını hatırlar. Büyükler, küçüklere karşı merhametli olur. Küçüklerin de büyüklere saygılı davranması öğretilir. Zenginler fakirlere ve kuvvetliler zayıflara yardımcı olur. Hastalar, câmide görülemeyince, evlerinde aranıp ziyâret edilir.

Namaz çeşitleri: Müslümanlara kılınması emredilen namaz; farz, vâcib ve nâfile olmak üzere üçe ayrılır:

1. Farz namazlar: Beş vakit namaz, cumâ namazı ve cenâze namazıdır. (Bkz. Cumâ ve Cenâze Namazı)

2. Vâcib namazlar: Vitir namazı, bayram namazları, adak olan namaz ve başlanıp yarıda kalan nâfile namazlardır. Kazâya kalan vitiri, kazâ etmek vâcibtir.

3. Nâfile namazlar: Beş vakit namazın sünnetleri, terâvih namazı ve sevap kazanmak niyetiyle kılınan teheccüd, tahıyyetülmescit, işrak, duhâ, evvâbin, istihâre, tesbih namazları gibi namazlardır.

Namazın farzları: Hepsi on iki olup, yedisi dışındadır. Yâni namaza başlamadan önce yapılması lâzımdır. Bunlara namazın şartları da denir. İçindeki farzlarına namazın rükûnları denir. Bunlar da beş tânedir. Namazın farzlarından birini bilerek veya unutarak yapmamak namazı bozar.

Dışındaki farzlar:

1. Hadesten tahâret: Abdestsiz olanın abdest alması ve cünüp olanın gusül etmesidir. (Bkz. Gusül)

2. Necâsetten tahâret: Namaz kılanın vücudunu, elbisesini ve namaz kılacağı yeri her çeşit pisliklerden temizlemesidir. (Bkz. Necâset)

3. Setr-i avret: Avret yerini örtmektir. Erkeğin avret yeri, göbeğinden dizi altına kadardır. Kadınların ise, yüz ve ellerinden başka her yeri avrettir.

4. İstikbâl-i kıble: Namaza dururken kıbleye dönmektir. Vapurda, trende ve otobüste de kıbleye dönmek farzdır.

5. Vakit: Namazı vaktinde kılmaktır. Namazın vaktini bilmek ve kıldığı namazın vaktini kalbinden geçirmek farzdır. Her namazın bir vakti vardır. Her gün kılınan beş vakit namazın vakitleri güneşin gökyüzündeki hareketine göredir.

6. Niyet: Namaza dururken kalp ile niyet etmektir. Niyette, namazın adını, vaktini, kıbleye döndüğünü ve cemâatla kılınınca imâma uyduğunu bilmek farzdır.

7. İftitah tekbîri: Namaza başlarken “Allahü Ekber” demektir. Buna “tahrime tekbîri” de denir.

İçindeki farzlar:

1. Kıyam: Namaza başlarken ve kılarken ayakta durmaktır. Ayakta durmaya gücü yetmeyen hastalar oturarak kılabilir.

2. Kırâat: Namazda Kur’ân-ı kerîm okumaktır.

3. Rükû: Erkek ve kadınların, sûre okumayı tamamladıktan sonra ellerini dizlerine koyup eğilmesidir.

4. Secde: Rükûdan doğrulduktan sonra alnı ve burnu temiz yere koymaktır. İki kere secde yapmak farzdır.

5. Ka’de-i âhire: Son rekâtta tehıyyat okuyacak kadar oturmaktır.

Namazın vâcibleri: Namazın vâciblerinden birini bilerek yapmamak namazı bozmaz. Fakat günah olur. Unutarak yapmayan secde-i sehv eder. Bunlar: 1) Fâtiha sûresini okumak, 2) Fâtihadan sonra bir sûre veya âyet okumak, 3) Zammı sûreyi farzların birinci ve ikinci rekâtlarında, sünnetlerin her rekâtında okumak, 4) Secdeleri birbiri ardınca yapmak, 5) İkinci rekâtta oturmak, 6) İkinci rekâtta teşehhütten fazla oturmamak, 7) Son rekâtta otururken (Ettehiyyâtü... ) okumak, 8) Namazda tâdil-i erkâna riâyet etmek, 9) Namaz sonunda (Esselâmü... demek, 10) Kunut duâsı okumak. 11) İmâmın sabah, cumâ, bayram, terâvih, vitir namazlarında ve akşam ile yatsının ilk iki rekâtında yüksek sesle okuması, 12) İmâmın ve yalnız kılanın öğle ve ikindi farzlarında ve akşamın üçüncü, yatsının üçüncü dördüncü rekâtlarında sessiz okumalarıdır.

Namazın sünnetleri: Farz ve vâcib olan işlerden başka olarak, namazda Peygamberimizin yaptıklarına, okuduklarına da aynen uymak namazın sevâbını arttırır. Sünnetlerden bâzıları şunlardır: 1) Namazda elleri kulağa kaldırmak, 2) El ayasını kıbleye çevirmek, 3) Tekbir aldıktan sonra, el bağlamak, 4) Sağ eli sol elinin üzerine koymak, 5) Erkeğin ellerini göbeğinden aşağıya koyması, kadının göğsüne koyması, 6) Tekbirden sonra (Sübhâneke) okumak, 7) İmâmın ve yalnız kılanın (eûzü) okuması, 8) Besmele okumak, 9) Rükû’da üç kere (sübhâne rabbiye’l-azîm) demek. 10) Secdede üç defâ (sübhâne rabbiye’l-a’lâ) demek. 11) Son oturuşta (salevât) duâsını okumak, 12) Selâm verirken iki yanına bakmak, 13) Rükû’dan kalkarken imâmın ve yalnız kılanın (Semiallahü limen hamideh) demesi, 14) Rükû’dan kalkınca (Rabbenâ lekel hamd) demek.

Namazı bozan şeyler: Namazı bozan şeylere “müfsidleri” denir. İbâdetlerin fâsid olması, bâtıl olması aynı şeydir ve bozulması demektir. Namazın müfsidlerinden bâzıları şunlardır: 1) Konuşmak, 2) Boğazından özürsüz, öksürür gibi ses çıkarmak, 3) Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde bulunmayan duâları okumak, 4) Ah, oh gibi inlemek, 5) Uf diye sıkıntıyı bildirmek, 6) Başkasının sözü ile yerini değiştirmek veya yanına gelene yer açmak, 7) Az ve unutarak da olsa namazda yemek, içmek. 8) Kur’ân-ı kerîm’e veya kâğıda bakarak okumak, 9) Namazda olmayan fazla hareketler yapmak, 10) Pis yerde durmak ve secde etmek.

Namazın mekrûhları: Namaz içindeki vâcibleri, müekked ve gayri müekked sünnetleri yapmamak mekrûhtur. Namazın sevâbını giderir. Mekrûhlardan bâzıları şunlardır: 1) Elbiseyi giymeyip, omuzlarına alarak kılmak, 2) Secdeye inerken etekleri, pantolon parçalarını kaldırmak, 3) Gömleğin, entârinin etekleri, kolları sığalı olarak namaza durmak, 4) İş elbisesi ile ve büyüklerin yanına çıkamayacak elbise ile kılmak. 5) Başı, kolları, ayakları açık namaz kılmak, 6) Başını yüzünü etrâfa çevirmek, gözleri ile etrâfa bakmak, 7) Küçük ve büyük abdesti sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak.

NAMAZGÂH

Alm. Freier Gebetsplatz (m), Fr. Place (f) ou l’on fait la prière, İng. Place of prayer. Namaz yeri, Farsça bir kelime olup lügatta, namaz kılınan yer mânâsınadır. Şehir dışında, kırda bir mihrap konulmak sûretiyle, namaz kılınmak için husûsî yapılan yerdir. Kervanlarla yapılan uzun yolculuklarda, Müslümanların konakladıkları yerlerde birer namazgâh bulunurdu. Bu yerlerin etrâfına ve içine gölge vermek için ağaçlar dikilir, yakınlarına da su içmek, abdest almak ve hayvanları sulamak için çeşme yapılırdı. Bâzı namazgâhların üzerleri açık, bâzılarının kapalı olurdu. Hutbe için minberi olan namazgâhlar da vardı. Bâzıları yontma veya kesme taştan duvar örülerek kurulur, bâzıları işlemeli, oymalı, kenarları ağaç parmaklıklı olurdu. Anadolu’nun pekçok yerinde, Arabistan çöllerinde, Kuzey Afrika’da, Mâverâünnehr’de, Pakistan, Hindistan’da ayrı ayrı özellikleri bulunan namazgâhlar vardır.

Bütün Müslümanlar, asırlar boyunca namaz ibâdetine çok kıymet vermişler ve bunu yerine getirmeyi en zor şartlarda bile ihmâl etmemişlerdir. Oturdukları şehirlerde ve köylerde sanat değeri çok yüksek câmiler, mescitler yaptıkları gibi, yolculuk esnâsında da, namazlarını kılabilmek için namazgâhları yapmışlardır. Çünkü yolculukta namaz terk edilmediği gibi sonraya da bırakılmaz. Sâdece misâfirlik, yolculuk niyetiyle 108 kilometrelik yola çıkan bir Müslüman, dört rekatlık farz namazları iki rekat olarak kılar. İki ve üç rekatlık olanları aynen kılar. Sünnetlerini kılmayabilir. (Bkz. Namaz)

Namazgâhlar, namaz kılmak isteyenlere ibâdetlerini yapmakta bir kolaylık sağlamaktadır. Uzun yolculuklarda buraları hem bir ibâdet yeri, hem de yanında çeşmesi, serinlemek için ağacı bulunan dinlenme yeri olurlardı.

NÂME

Alm. Brief (m), Fr. Lettre (f), İng. Letter. Mektup, risâle, kitap mânâsına Farsça bir kelime. Osmanlı pâdişâhlarının beylerine, vezirlerine ve yabancı devlet başkanlarına gönderdikleri resmî mektuplara, “nâme-i hümâyûn” denirdi. Nâme-i hümâyun, süslü özel kâğıtlara, “nâme-nüvis” denilen yazıcılar tarafından yazılır, nâme kesesiyle birlikte “kozak” denilen özel kutuya konurdu. Nâme-i hümâyuna altın yaldızlı pâdişah tuğrası çekilir; nâme sadrâzam tarafından yazılmışsa, kenarına iki satır hâlinde pâdişâhın adı yazılırdı. Mekke Şerifi, Fas Hâkimi ve Kırım Hanı ve öteki hükümdarlara gönderilen nâmelere tuğra çekilmez, sâdece ikinci satırın altına altın yaldızlı yazı ile pâdişâhın ismi yazılır, özel olarak yeşil atlas keseyle birlikte altından kozak içine konarak yollanırdı. Osmanlı Devletinde, yeni pâdişâhın tahta çıkışı ile birlikte dost ve komşu devletlere ve beyliklere nâme-i hümâyun gönderilmesi bir devlet geleneği olarak devam ederdi. (Bkz. Hatt-ı Hümâyun)

Nâme, kullanıldığı kelime ile birlikte çeşitli mânâlara gelir. Nâme-i hicrân, ayrılık mektubu; nâme-âver, mektup götüren; nâme okumak, herkesçe bilinen basma kalıp sözleri ulu orta söylemek... İsimlerin sonuna eklenerek bileşik isimler meydana getirir: Beyan-nâme, kânun-nâme, ihbar-nâme, vekâlet-nâme, şehâdet-nâme, kefâlet-nâme gibi.

Bilhassa İran edebiyatında, daha ziyâde kahramanlık ve yiğitlik olaylarını, şahların ve devlet adamlarının başarılarını anlatan ve manzum olarak yazılan edebî eserlere“nâme” denirdi. Meşhur İran şâiri Firdevsi’nin, Sultan Gazneli Mahmûd Hana takdim ettiği Şehnâme’si bunların en meşhurudur. Divan edebiyatında nâme eki kullanılarak isimlendirilen manzum ve mensur eserler de vardır: Harnâme (Şeyhî), Tazarru’nâme (Sinan Paşa), Kâbusnâme(M. Ahmed), Şikâyetnâme (Fuzûlî) vs.

NÂMIK KEMÂL

Tanzimat edebiyatının meşhur gazeteci, siyâsetçi, şâir ve yazarı. 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu. 1889’da mutasarrıflık yaptığı Sakız Adasında öldü. Bolayır’a gömüldü. Yenişehirli Mustafa Âsım Beyin oğlu, Râtib bin Osman Paşanın torunudur. Anası Fatma Zehra hanım, Arnavuddur.

Küçük yaşta anasını kaybetti. Çocukluk ve ilk gençlik çağı, anasının babası Abdüllatif Paşanın yanında geçti. Abdüllatif Paşa, kaymakam ve vâli olarak devamlı dolaştığı için, dedesinin yanında kalan Nâmık Kemâl, düzenli bir öğretim görmedi. Önce husûsî dersler aldı. Daha sonra kendi kendini yetiştirmeye çalıştı. Dedesiyle 12 yaşında, önce Kars’a, bir yıl sonra da Sofya’ya gitti. 18 yaşına kadar burada kaldı. İlk şiirlerini burada yazdı. Tasavvufla ilgilendi. Evlenmesi de burada oldu.

1858’de İstanbul’a geldi. Divan Edebiyatı geleneğini devam ettiren şâirlerle tanıştı. Leskofçalı Gâlib Beyle yakın dostluk kurdu, ondan etkilendi. Bu etki, divan tarzı şiirlerinde, hayâtının sonuna kadar sürdü. 1861’de aynı şâirin başkanlığında kurulmuş olan, Encümen-i şuarâda yer aldı. 1862’de Terceme odasına girdi. Burada, batı hayranı kimselerle tanıştı.

Fransızca öğrenmeye ve Tasvir-i Efkâr’da yazılar yazmaya başladı. Şinâsi Paris’e gidince, Tasvir-i Efkâr’ı Nâmık Kemâl’e bıraktı. Nâmık Kemâl, gazetecilikle berâber siyâsete de atılmış oldu. Gerek iç ve dış olaylar hakkındaki sert, olumsuz tenkit yazıları; gerekse Jön Türkler veya Genç Osmanlılar diye bilinen gizli ihtilâl cemiyetine üye olması, hükümeti harekete geçirdi. Gazetesi kapatılan yazar, Erzurum vâli muavinliğine tâyin edildiyse de oraya gitmedi.

Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa, Avrupa’da Jön Türkleri destekleyeceğini bildirince Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa, Ali Süâvi ve diğerleriyle berâber Paris’e kaçtı. Bunlar önce Paris’te Muhbir, sonra Londra’da Hürriyet’i çıkararak yurtdışından hükümete muhâlefete devam ettiler.

1870’te İstanbul’a dönünce, arkadaşlarıyla İbret gazetesini çıkarmağa başladı. Az sonra İbret kapatıldı ve mutasarrıf olarak Gelibolu’ya gönderildi. Kısa zamanda azledildi. Tekrar İstanbul’a dönerek İbret’in başına geçti. Gazete tekrar kapatılınca tiyatro ile ilgilenmeğe başladı. Güllü Agop’un Gedikpaşa’daki tiyatrosunda, 1 Nisan 1873 gecesi oynanan Vatan Yahut Silistre piyesinde çıkan siyâsî olaylar neticesi İbret gazetesi bir daha çıkmamak üzere kapatıldı.

Nâmık Kemâl, Kıbrıs Magosa’da ikâmete mecbur edildi. Burada 38 ay kaldı. Abdülazîz Hanın tahttan indirilmesi üzerine, siyâsî mahkûmlar için çıkarılan aftan istifâde ederek İstanbul’a döndü. Magosa hayâtı, yazar için rahat ve verimli geçti. Burada serbestçe dolaşabiliyor, dışarısıyla mektuplaşabiliyor, ziyâretçilerini ağırlayabiliyordu. Roman, tiyatro, târih ve tenkide dâir birçok eserini Magosa’da yazdı. Edebî çalışmalara ayıracak en çok zamânı burada bulabildi.

Tahta Beşinci Murâd geçmişti. Yazar 1876’da sürgün dönüşü İstanbul’da bir kahraman gibi karşılandı. İkinci Abdülhamîd Han tahta çıkınca Nâmık Kemâl’i, önce Şurâ-yı devlet üyesi yaptı, sonra Kânûn-i Esâsî’yi hazırlayacak komisyona tâyin etti. Nâmık Kemâl, bir sözünden dolayı suçlu bulunarak, önce altı ay hapis, sonra beş bin kuruş maaşla Midilli Adasında ikâmete mecbur edildi. İki buçuk yıl sonra aynı adaya mutasarrıf yapıldı. Buradan Rodos (1884-1887), daha sonra da Sakız mutasarrıflığına tâyin edildi. Bir pazar günü orada öldü. Vasiyeti gereği, mezarı Bolayır’dadır.

Nâmık Kemâl, Osmanlı Devletinin son devresinde yaşadı. Tanzimat prensiplerini Osmanlı Devleti için kurtuluş reçetesi olarak gören batı kültürü hayranı Şinâsi, Ziyâ Paşa gibi yazarlarla beraber bu prensipleri savundu; bunların yerleşmesine ve yayılmasına çalıştı. Heyecanlı, kavgacı mizacı, akıcı, parlak üslûbu ile, diğer tanzimat yazarlarından daha fazla tanındı. Kendinden sonra gelen yazarları etkiledi. Şinâsi ile tanışıncaya kadar divan tarzında şiirler yazdı; tasavvufa meyletti; siyâsetten uzak durdu.

Fransızca öğrenmesi ve Şinâsi ile tanışması hayâtında bir dönüm noktası oldu. Bu devrede Nâmık Kemâl, kaynağını Fransız ihtilâlinden alan yeni düşüncelerin, edebiyat, siyâset ve sosyal hayatta ateşli bir savunucusu olarak hareketli bir hayat yaşadı. Avrupaî düşüncelerin bayraktârlığını yaptı ve batı yanlısı kimselerin gözünde kahramanlaştı.

Nâmık Kemâl bütün tanzîmat yazarları gibi, ne sistemli bir fikir adamı, ne bir fikir çilesi mahsûlü, kendine mahsus düşünceleri olan bir mütefekkir, ne de büyük bir sanatçıdır. Aslında vatan şâiri oluşu bile ikinci plânda kalır. Hizmet için Erzurum’a gitmeyip yurt dışına kaçması bunun açık bir delîlidir.

Her şeyden önce gazeteci ve politikacıdır. Sonradan öğrendiği Fransızcasıyla batı kültürünü tam mânâsıyla öğrenip hazmetmemiştir. Siyâsî, sosyal ve edebî bir ihtilâlci (devrimci), Avrupa hayranı, bir taklitçidir. Görüşlerinin çoğu 18. yüzyıl Fransız filozoflarından ve romantiklerinden aktarmadır. İlim, fen, teknik ve kültürde gelişme modeli İngiltere; siyâsî yönetim modeli ise Fransız meşrûtî teşkilâtıdır. Siyâsî düşüncelerini gerçekleştirmek için İtalyan Karbonari derneğinin tüzüğü esas alınarak kurulan Jön Türkler veya Genç Osmanlılar isimli gizli ihtilâl cemiyetine girmiş, onun en ileri gelen üyelerinden olmuştur. Zâten, kendisi de tanınmış masonlardandı.

Fransız edebiyatının üstünlüğünü kabul etti. Osmanlı edebiyatı yerine Fransız edebiyatı etkisinde, onun benzeri bir edebiyat kurmağa çalıştı. Bu akımın en şöhretli temsilcisi, öncüsü oldu. Bu yönde bir kadrolaşma hareketine girişti. Genç yazarları bu doğrultuda etkiledi. Fransız edebiyatı tarzında ilk meşhur edebî örnekleri verdi. Bir taraftan yeni fikirleri yaymaya çalışırken, bir taraftan da klâsik (divan) edebiyatına çok şiddetli hücumlarda bulundu. Onu gözden düşürmeğe, yıkmağa çalıştı. Edebiyatı, yeni fikirlerin propaganda aracı olarak kullandı.

“Sanat cemiyet içindir” görüşü eserlerine hâkimdir. Bütün yazılarında gelişme, vatanseverlik, hürriyet, meşrutiyet, siyâsî bağımsızlık, Osmanlıcılık, İslâmcılık, maârif, iktisat, kahramanlık gibi sosyal konular üzerinde durdu. Vatan, millet, milliyet, hürriyet kelimelerini, bugünkü Fransız ihtilâlinden doğmuş mânâlarıyla ilk defâ kullandı. (Eskiden vatan, millet, hürriyet kelimeleri başka manâlarla kullanılırdı. Millet “din, mezhep, bir dine bağlı insan topluluğu”, hür kelimesi ise “azad edilmiş köle” mânâsına gelirdi.) Bir taraftan gazetelerde günlük siyâsî ve sosyal konulardaki görüşlerini işlerken, bir taraftan da aynı konu ve temaları, edebî eserlerde dile getirdi. Bu faaliyetlerin geniş halk kitlelerinde etkili olabilmesi için, diğer tanzimat yazarlarıyla berâber dil ve ifadenin sadeleşmesine gayret etti.

Şiirin yanısıra tenkit, biyografi, tiyatro, roman, târih ve makale türlerinde eserler verdi. Eserlerinin sayısı yirmi civarındadır. Eserlerinde, bilhassa şiirlerinde, şekil olarak pek bir yenilik olmamakla berâber muhtevâ (konu ve tema) değişiklikleri yaptı. Genelde aruz veznini, sâdece bir iki şiirinde ise hece veznini kullandı. Fakat genç yazarlara hece veznini ve yeni nazım şekilleri kullanmağı tavsiye etti. Şâir olarak asıl başarısı, divan tarzında yazdığı şiirlerdedir. Bunlar, kendinden sonra kitap şeklinde yayınlandı.

Edebî tenkitlerinde kavgacı bir mizaca sâhiptir. Tenkitleri, yapıcı bir tenkit anlayışından uzaktır. Bunları, eskiyi kötüleme ve yenilik taraftarlarını müdafaa için kaleme almıştır. Tahrib-i Harâbât ve Tâkib, Ziyâ Paşanın Harâbât’ını tenkit için, Magosa’da iken yazılmıştır. İrfan Paşaya Mektub, Renan Müdafaanâmesi, Ernest Renan’ın İslâmiyet ve Maarif konulu konferansına reddiyedir.

Nâmık Kemâl, İntibah yâhut Sergüzeşt-i Ali Bey (Son Pişmanlık) ve Cezmi ismiyle iki roman yazdı. Dil, ifâde ve teknik yönden birçok noksanlıklar taşıyan bu eserlerin tek özelliği, o devirde yazılan romanlardan daha başarılı olmasıdır.

Tiyatroyu yeni fikirlerini yaymak için iyi bir vâsıta kabul eden yazar, altı tiyatro eseri yazdı. Bunlardan ençok tutulan Vatan Yahut Silistre’de vatanseverlik temasını işledi. Konusunu târihten alan Celâleddin Harzemşâh piyesinin yanısıra, âile içi problemlerin işlendiği Karabela, Âkif Bey ve Zavallı Çocuk piyeslerinde ise sosyal konuları dile getirdi. Gülnihâl piyesinin konusu siyâsîdir. Nâmık Kemâl, diğer tanzimat yazarlarıyla birlikte, âile ve evlenme konusunda mevcut bâzı âdetleri eserlerinde tenkit ettiler.

Nâmık Kemâl, Avrupa karşısında düştüğü aşağılık kompleksinin etkisiyle, konusunu eski şanlı devir ve târihî şahıslardan alan, târihî ve biyografik eserler kaleme alarak tesellî bulmaya çalıştı. Devr-i İstîlâ’sı, Selâhaddin Eyyûbî, Fâtih, SultanSelim adlı monografilerini topladığı Evrâk-ı Perişan, Tiryâki Hasan Paşayı anlatan Kanije eseri bunlardandır. Çeşitli makâle ve mektupları da vardır. Bunların bir kısmı toplanarak sonradan yayınlanmıştır.

Edebî mülahazalar bir kenara bırakılırsa, târihî ve siyâsî bir şahsiyet olarak Nâmık Kemâl, dâimâ his ve heyecanlarına mağlûp, çabuk kandırılabilen, neye inanıp bağlanacağını tam kestirememiş şöhret ve kahramanlık arzularıyla dolu bir insandır. Dostluğunda ve düşmanlığında sebatı yoktur. Şiirlerinde, devlet hizmetinde çalışmayı, insafsız bir avcıya köpeklik yapmaya benzeterek, en tantanalı bir dil ve üslûpla kötülemesine rağmen devlet adamlarının, Osmanlı Sultanlarının ufak iltifat ve ihsanları karşısında her şeyi unutur, kendisiyle birlik olanları jurnal eder. İkinci Abdülhamîd Hana yazdığı çok aşırı saygı ve bağlılık ifâdeleriyle dolu mektupları, Başbakanlık Osmanlı Arşivinde mevcuttur.

Nâmık Kemâl’e Hürriyet şairi adını verenler, Nâmık Kemâl’in yolundan gidilerek elde edilen hürriyetlerle, Osmanlı Devletinin yıkılıp toprakları üzerinde birçok yeni devletler kurulduğunu, Türk Milletine ise yalnızca bir Anadolu kaldığını acı acı görmüşlerdir.