NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticâret Anlaşması)
Kanada, ABD ve Meksika devletlerinin 1989’da kurdukları ticârî ve ekonomik birlik. NAFTA olarak bilinen ekonomik entegrasyonun kuruluşu aşağıdaki safhalardan sonra gerçekleşmiştir.
ABD ile Kanada arasındaki ticârî engellerin kaldırılmasına yönelik görüşmeler GATT (Gümrük Târifeleri ve Ticâret Genel Anlaşması)ın imzâlanmasından sonra başlatılmıştır. Bu iki ülke arasındaki ticâret, dünyâdaki en büyük ikili ticâret akımını oluşturmaktadır. Bu ülkeler dış ticârette olduğu kadar dış yatırımlarda da âdetâ bütünleşmiş durumdadır.
Uzun süren görüşmelerden sonra oluşturulan ABD-Kanada Serbest Ticâret Anlaşması, 2 Ocak 1988 târihinde imzâlanmıştır. ABD-Kanada Serbest Ticâret Anlaşması ikili bölgesel uygulamalar içinde en kapsamlı bir ticâret anlaşması olarak doğmuştur. Anlaşmada, iki ülke arasındaki ticârette târifelerin kaldırılması, târife dışı engellerin azaltılması ve hizmetler ticâretinin liberalleştirilmesi öngörülmüştür.
Bu arada Meksika’nın 1986 yılında GATT’a üye olmasından sonra ABD, bu ülkeyle ekonomik ve ticârî ilişkileri geliştirmek üzere bir anlaşma imzâlamıştı. ABD’nin bir yandan Kanada, diğer yandan Meksika ile yaptığı anlaşmalar, sonuçta ABD-Kanada-Meksika arasında Kuzey Amerika kıtasını içine alacak şekilde bir Kuzey Amerika Serbest Ticâret Anlaşması (NAFTA) oluşturulmasını ön plâna çıkarmış ve bu yönde hazırlanan anlaşma 12 Ağustos 1992 târihinde imzâlanmıştır.
NAFTA bir serbest ticâret bölgesi anlaşmasıdır. Buna göre, söz konusu üç ülke kendi aralarındaki ticârette engelleri kaldırmayı ve üçüncü ülkelere karşı ticârette millî târifelerini sürdürmeyi kabul etmektedirler. Anlaşmanın içine sanâyi ürünleriyle tarım ürünleri girmektedir. Gümrük vergilerinin prensip olarak on yıllık süre içinde sıfırlanması öngörülmektedir. Bununla birlikte, bâzı tarım ürünleri için daha uzun süreler tanınmıştır. Çevre korunması, fikrî mülkiyet hakları, kara ve hava taşımacılığı gibi hizmetler de anlaşmanın içine girmektedir. Nitekim bu gibi düzenlemeler, anlaşmayı en geniş serbest ticâret anlaşması yapmaktadır.
Öte yandan ABD, çeşitli Orta ve Güney Amerika ülkeleriyle de çok sayıda ticâret ve yatırım çerçeve anlaşmaları imzâlamıştır. Amacı, korumacılık önlemlerine başvuran bu ülkelerin ticâret politikalarının serbestleştirilmesini sağlamak ve Kanada’dan Arjantin’e kadar uzanan bir serbest ticâret bölgesi oluşturmaktır. Dolayısıyla, ilerde NAFTA’nın söz konusu ülkeleri de içine alacak biçimde genişlemesini bekleyebiliriz.
ÖNDE GELEN TİCÂRET BLOKLARI
Bölgesel Blok |
Kuruluş Târihi |
Üyeler |
Avrupa Topluluğu (AT) |
1957 |
Belçika, Danimarka, Fransa, Yunanistan, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Portekiz, İspanya, İngiltere, Almanya |
Avrupa Serbest Ticâret Bölgesel (EFTA) |
1960 |
Avusturya, Norveç, İsveç, İsviçre |
K. Amerika Serbest Ticâret Bölgesi (NAFTA) |
1989 |
Kanada, ABD, Meksika |
Lâtin Amerika Entegrasyon Örgütü (LASA) |
1960 |
Ekvador, Meksika, Paraguay, Peru, Uruguay, Venezuela |
Orta Amerika Ortak Pazarı (CACM) |
1960 |
Kosta Rika, El Salvador, Guatemala, Honduras, Nikaragua |
ANDEAN Grubu |
1969 |
Bolivya, Kolombiya, Ekvador, Peru, Venezuela, Antigua, Bahamalar, Barbados, Blize, Dominik, Grenada, Guyana, Jamaika, Monteserrat, St. Kitts-Neuis-Angulia, St. Lucia, St. Vincent, Trinidad ve Tobago |
Güneydoğu Asya Ülkeleri Örgütü (ASEAN) |
1967 |
Brunei, Endonezya, Malezya, Filipinler, Singapur, Tayland |
Alm. Naphthalin (n), Fr. Naphtaline (f), İng. Naphthalene. Kızıldereceye kadar ısıtılmış bir tüpten, birçok organik bileşik buharının geçirilmesiyle elde edilen, kendine has bir kokuya sâhip, beyaz kristal yapıda bir hidrokarbon.
1819’da ilk defâ kömür katranından elde edildi. Bugün ise, petrolün katalizör yardımı ile parçalanmasından elde edilmektedir. Kömür katranının fraksiyonlu destilasyonundan elde edilen ve 170-230°C arasında geçen orta yağda naftalin vardır. Orta yağda naftalinden başka fenol ve piridin bazı da bulunur. Bu yağdan kristallendirilerek alınan naftalin, sodyum hidroksit ile muamele edilerek fenolden kurtarılır. Bundan sonra da, erimiş hâlde seyreltik sülfat asidiyle muamele edilir ve böylece diğer safsızlıklardan kurtarılır. Sonra da destilasyona ve sublimasyona tâbi tutularak iyice saflaştırılır.
Özellikleri: Saf naftalinin bileşimi 1826’da tayin edildi. Moleküler formülü C10H8 olup, iki karbonuna hidrojen bağlı değildir.
Şekil var
şeklindedir.
Bu karbonlar arasındaki çift bağların yerleri, sâbit olmayıp, titreşim hâlinde yer değiştirirler. Saf naftalin 80,1°C’de erir ve 218°C’de kaynar. Suda, soğuk alkolde çözünmez, fakat sıcak alkolde ve eterde çözünür. Sublime olma özelliği vardır. Pikrik, asitle sağlam bir bileşik meydana getirir. Bu bileşiğin erime noktası 151°C’dir. Bu reaksiyondan faydalanarak naftalin karekterize edilir.
Naftalin kokusu güveleri kaçırıcı özellikte olduğundan, yün eşyâların korunmasında kullanılır. Naftalinin göze etki eden zehir özelliği vardır.
Naftalinin reaksiyonları genelde benzenin reaksiyonlarına benzer. Naftalin, benzenden daha az doymuş olduğu için, kısmi katılma reaksiyonları verir. Naftalin, çoğu boyaların ve reçinelerin elde edilmesinde kullanılır. Meselâ indigo boyasının elde edilmesinde bir ara maddedir. Ayrıca, trifenilmetan boyaları, antrakinon ve bunun türevleri, naftalinden elde edilir.
Alm. Naphthol, Fr. Naphthole, İng. Naphtol. C10H7OH formülü ile gösterilen bir naftalin türevidir. Renksiz, kristal yapılı fenolik bir bileşiktir. Sınaî önem taşıyan iki izomeri vardır. Bunlardan a- naftol doğrudan veya bir ara madde olarak kullanılarak boya sanâyiinde kullanılır. ß- naftol ise a- naftol gibi boya sanâyiinde kullanılmaktan başka, oksitlenmeyi önleyici maddelerin ve antiseptiklerin üretiminde de kullanılır. ß- naftolun kanserojen olduğu kabul edilmektedir.
Düğün veya sünnet alayının önünde taşınan, üzeri çeşitli şekillerle bezeli, ağaç biçimli süs. Edebiyatta divan şiirinde sevgilinin boyunun uzun ve düzgün olduğunu belirtmek için kullanılır. Arapça bir kelime olup “hurma ağacı” mânâsına gelmektedir.
Düğün veya sünnet alaylarında kullanılan nahıllar daha çok servi veya hurma ağacı şeklinde yapılırdı. İskeletleri demirden hazırlanır ve her tarafında çengeller yapılırdı. Bu çengellere balmumundan yapılmış yemiş ve çiçek biçimlerindeki şekiller, değerli taşlar, altın ve gümüş yapraklar ile renkli ve yaldızlı kâğıtlar asılırdı.
Nahılların bir yerden bir yere nakline “Mum alması” denilirdi. Osmanlı sarayında evlenecek sultanların, sünnet olacak şehzâdelerin nahılları çok kere Eski Sarayda hazırlanır, buradan dâmâdın evine yâhut sünnet düğününün yapılacağı yere muhteşem bir alayla getirilirdi. Evliyâ Çelebi nahıllarla ilgili bilgi verirkenİstanbul’da dört dükkanda 55 nahılcı bulunduğunu ve bu dükkânların Koska Fırını yanında, Aksaray’da ve Tahtakale’de olduğunu yazmıştır.
Nahıllar birkaç tâne olursa birisi ve en büyüğü önde giderdi. Onu şeker bohçaları, şekerleme ve tatlı sinileri, şerbet sürahileri, cihaz bohçaları, para keseleri, cevâhir kutuları tâkip ederdi. Bundan sonra sırtlarında kurbanlık koyun taşıyan hamallar ve cihaz (çeyiz) katırları gelirdi. Nahılın ikincisi, gelin arabanın önünde götürülür ve yanlarında iki süvârî bulunurdu.
Bugün Anadolu’daki köy düğünlerinde de böyle nahıllar düzenlenmektedir. Nitekim Ürgüp köylerindeki düğünlerde oğlan evinin hazırlattığı iki metre boyunda külah biçiminde tahtadan bir iskelet üzerine renkli kağıtlar ve mumlarla nahıllar yapılması, nahılların övülmesi, dâmâdın da nahılı övene bahşiş vermesi gelenek hâlinde yaşamaktadır.
Ürgüp’te Bir Nahıl Öğmesi
Acaip bir nesne gördüm.
Dallarına âferin!
Bahçede yeni açılmış güller var;
Kimi sarı kimi pembe.
Allarına âferin!
Şam, Haleb, Mısır, İstanbul’u gezdim;
Görmedim böyle bir telli dırah.
Anca Ürgüplü verir şânı şöhreti,
Bunu yapan ustaların ellerine âferin!
Mahfianın hizmeti var üstâdına, pîrine
Âdet sakin olduysa gayrı kaldır yerine
On dördüncü asrın sonlarında Hindistan’da yetişen tıp âlimi. İsmi, Şihâbüddîn bin Abdülkerîm’dir. Doğum yeri ve târihi bilinmediği gibi vefât yeri ve târihi de belli değildir. 1392 senesine kadar hayatta olduğu anlaşılmaktadır.
Nâgûrî’nin âilesi, Hindistan’da Sultan Şihâbüddîn Gûrî zamânında yerleşti. Dedelerinden Muhammed Melik, Hindistan’ın meşhur şehirlerinden Nâgûr’a vâli tâyin edildi. Bu devirde âilesi varlık içinde yaşadı. Muhammed Melik’in vefâtı ile fakirleştiler. Bundan sonra âilesi hattatlık sanatında isim yaptı. Nâgûrî, ilk tahsiline meşhur âlim Şeyh Hüsâm Ali’nin yanında başladı. Yetişkinlik çağında tıp ilmine merak saran Nâgûrî, Afganistanlı Muhammed isimli bir tabipten tıp ilmini öğrendi. Aynı zamanda, zamânının meşhur Hindu yogileriyle berâber bulunarak tıp bilgileri edindi. Kısa zamanda meşhur olarak, hastaların akınına uğradı.
Nâgûrî’nin en önemli eseri Tıbb-i Şihâbî’dir Bu eserini kimseye ithâf etmemiş ve bunun sebebini kitabında; “Sultanların Sultânı Allahü teâlâdır ve herkes O’nun kölesidir. Bu yüzden eserimi O’nun adına topladım ve mükâfâtı O’ndan beklerim.” şeklinde açıklamıştır. Eser, 168 sayfa, yâni 84 varaktır. Yazı türü nestaliktir ve her sayfada 21 satır yer almaktadır. 1388 senesinde derlendiği anlaşılan eserin yer yer kaynakları zikredilmiştir. Meselâ istenmeyen kılların temizlenmesini anlatırken; Tıbb-ı Alâî’yi; çeşitli ateşli hastalıklardan bahs ederken de Tıbb-ı Şemsî’yi referans vermektedir.
Eserde, önce patoloji ve tedâvi bilgisi verilmektedir. Daha sonra, önce hastalığın sebepleri ve belirtileri anlatılmakta, son olarak Farsça şiir hâlinde çeşitli tedâviler bildirilmektedir. Nâgûrî, hastalıkların tedâvisinde, bileşik ilâçlar yerine basit ilâçları tercih etmiştir. Eserde verilen ilâçların kendi tecrübelerine dayandığını ve başarıyla kullanıldığını bildirmektedir. Pekçok ilâç ve hastalıklar Hindçedeki isimleriyle verilmiştir. Bir hastalığın tedâvisi için birkaç ilâçtan söz edilmiştir. Atların önemli olduğu devirlerde yaşadığı için, yüz altmış ikinci bölümde at hastalıkları ve tedâvileri konu edilmektedir. Ayrıca silâhların bilenmesi, parlatılması ve yağlanmasından bahseden bölümler de mevcuttur. Yüz altmış dördüncü bölümde simyâdan bahsedilmektedir. Yazar, bu konuya ahlâkî ve dînî yönden karşı durmuş, okurlarına para ve zamanlarını böyle şeylerle ziyân etmemeleri tavsiyesinde bulunmuştur.
Bundan başka Ferheng-i Şahâbî adlı eserini de zikretmek gerekir. Eserleri pekçok defâ yayınlanmış ve Urducaya tercüme edilmiştir.
Osmanlı dîvân şâirlerinden. 1640-1645 yılları arasında İstanbul’da doğan Nahîfî’nin asıl ismi Süleyman’dır. Nahîfî, Kâtib Sâlih’in torunu, Vâiz Abdurrahman Şeyh Muhyî’nin oğludur. Müstâkimzâde Süleyman Sa’deddîn Efendinin akrabâsıdır.
Nahîfî’nin gençlik yıllarında iyi bir medrese tahsili yaptığı, Arapça ve Farsçayı çok iyi bildiği, eserlerinde yer verdiği İslâmî bilgilerden anlaşılmaktadır. Zamânın büyük şâirleri olan Nâbî, Nâilî, Nedim vs. gibi üstatların devrinde yaşadığı için onlardan faydalanmasını çok iyi bilmiş ve önde gelen divan şâirleri arasında yer almıştır. Ayrıca, meşhûr hattât Hâfız Osman Efendiden hat dersleri alarak, “sülüs”, “nesih” ve “ta’lik” yazı çeşitlerinde üstün başarı ile icâzet (diploma) almıştır.
Güzel yazı yazmadaki mahâreti sebebiyle Yeniçeri Kalemine getirilmiş, 1688’de elçilik göreviyle İran’a gönderilen Kavukçu Mehmed Paşanın yanında kâtip olarak bulunmuştur. Nahîfî, bu görevi esnâsında İran’ın yazar ve şâirleriyle dostluk kurarak, eserlerini inceledi. Arap ve Fars edebiyatı üzerinde kendisini iyice yetiştirdi. İran’da bulunduğu zaman İsfahan’da Tekye-i Saib ve Medrese-i Kâşî’nin duvarlarına râfiziliği hicveden yazılar yazmıştır.
İran dönüşünde önemli devlet işlerinde ve özellikle mâliye kâtipliklerinde çalıştı. Şehid Ali Paşanın emrinde Sadâret Kâtipliği vazifesinde bulundu. Dâmâd İbrahim Paşa ile birlikte Pasarofça Antlaşmasının imzâsı için Viyana’da bulundu. Geri döndüğü zaman Divân-ı Sultânî Başmukatacılığına tâyin edildi. Bu görevini başarı ile yürüttü. Kısa bir müddet sonra da Şıkk-ı Sânî Defterdârı(Mâliye Müsteşarı) oldu. Bu arada Hacca da giden Nahîfî bir hayli yaşlandığı için emekliliğini isteyerek devlet hizmetinden ayrıldı. 1739 yılında, doksan yaşını aşkın olarak vefât etti. Mezarı Topkapı dışında Maltepe Caddesi üzerindeki Fransız Müslüman mezarlığı olarak bilinen mezarlığın yanındaki köşededir.
Nahîfî’nin şiirlerinde sâde bir dil, çok rahat söyleyiş, ince buluş ve hayaller vardır. Divan şiirinin her dalında eser verdi. Hemen her eserinde dînî ve tasavvufî konuları işledi. Şiirlerinin ekserisinde Yunus Emre ve Mevlânâ’nın etkisi görülmektedir. 18 yıl çalışarak Türkçeye çevirdiği Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’nin Mesnevî’si en ünlü eseridir. Bu eseriyle kendini tanıttı. Manzûm Mesnevî Tercümesi 1851’de Mısır’da basıldı. Dîvânları basılmadı. Dînî meselelerde ve hazret-i Muhammed’le ilgili konularda da çok faydalı eserler yazdı.
Eserleri:
Manzûm Mesnevi Tercümesi, Divan (Türkçe), Âdâb-ı Tarikat ve Kavâid-i Hakîkat, Hilyetu’l-Envâr, Mîrâciyye, Mevlidûn-Nebî, Hicretü’n-Nebî, Manzûme-i Âkaid, Fazîletü’s-Sıyâm, Nasîhatü’l-Vüzerâ, Kaside-i Bürde, Bânet Suâd ve Kasîde-i Mudariyye tahmisleri, Kasîde-i Lâmiyye ve Kasîde-i Emâliyye şerhleri.
1895 yılında İstanbul’da doğdu. Öğrenimine özel dersler alarak başladı. Beşiktaş’taki Âfitab-ı Maarif Rüşdiyesinden mezun oldu. Bir müddet Galatasaray Mekteb-i Sultanîsine devam ettiyse de bitiremedi. Daha çok kendi kendisini yetiştirdi. Birinci Dünyâ Harbi sırasında yurt dışına çıktı (1915) ve Cumhûriyetin îlânından sonra (1928) geriye döndü. Bu yıllar arasında Tiflis, Berlin, Pâris, Viyana, Roma ve Kopenhag gibi Doğu ve Batı şehirlerinde yaşadı. 1928’de yurda geldikten sonra Cumhûriyet Gazetesi’nde yazarlık ve Millî Eğitim Bakanlığında tercümanlık yaptı. 18 Ocak 1960 târihinde öldü.
Eserleri:
Kırmızı ve Siyah (hikâye, 1929), Sanatkârlar (hikâye, 1932), Eski Resimler (hikâye, 1933), Eve Düşen Yıldırım (roman, 1934), Kıskanmak (roman, 1946), Sultan Hamit Düşerken (roman, 1957).
Ayrıca, üçü gezi notları olmak üzere dört hâtırâtı, beş oyunu, dört deneme ve inceleme kitabı ile bir de ansiklopedi denemesi vardır. Süreli yayınlarda kalmış pekçok yazısı bulunmaktadır.
On yedinci yüzyıl dîvân edebiyâtının önde gelen şâirlerinden. Asıl ismi Mustafa’dır. Şiirlerinde Nâilî mahlasını kullandığından Nâilî diye tanınmış, on dokuzuncu asırda Manastırlı Sâlih’in de Nâilî mahlası ile şöhret kazanmasından sonra, ondan ayırmak için son zamanlarda Nâilî Kadîm diye anılmıştır. Pîrîzâde diye anılması ise, babası Mâden Kalemi kâtiplerinden Pîrî Halîfe sebebiyledir. Doğum târihi bilinmemekle berâber 17. yüzyılın başları olduğu kesindir.
Nâilî çok iyi bir tahsil görmüştür. Babasından ve özel hocalardan ders alarak yetişti. Arabî ve Fârisî’yi öğrendi. Genç yaşta Halvetî tarîkatine intisâb ederek Saçlı İbrâhim Efendiden feyz aldı. Bu hocasının vefâtından sonra Halvetîliğin bir kolu olan Gülşeniyyeye intisâb ederek, tasavvufta ilerledi. Şiir yazmaya başladıktan sonraİran edebiyâtının derinlik ve inceliklerini, tedkik ederek bu hususta geniş bilgi sâhibi oldu.
Özel hocalardan yaptığı tahsilini tamamladıktan sonra babasının da kâtiplik ettiği Mâliye Kalemlerinden Mâden Kalemine girdi. Bu kalemde yetişerek Baş Halîfe oldu. Şâirin yetişmesinde, bütün hayâtınca çalıştığı ve derece derece yükseldiği bu kalemin de büyük etkisi olduğu muhakkaktır.
Nâilî şiire başladıktan kısa bir süre sonra tanınmaya başladı. Devrinin pâdişâhları Dördüncü Murâd ve Dördüncü Mehmed’e, sadrâzamlardan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa,Sultanzâde Mehmed Paşa, Defterdâr Sâlih Paşa ve Fâzıl Ahmed Paşaya kasîdeler yazdı ve 1661 senesine kadar Mâden Kalemindeki Ser Halîfelik görevinden aldığı maaşla sâde bir hayat sürdü.
1661 senesinde düşmanlarının iftirâları sebebiyle Sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa tarafından Edirne’ye sürüldü. Yaklaşık dört sene kadar burada sıkıntı içinde yaşayan Nâilî, 1665 senesinde, Fâzıl Ahmed Paşanın Avusturya Zaferine sunduğu bir kasîde sonunda affedildi ve İstanbul’a döndü.
İstanbul’a dönmesinden bir yıl sonra vefât eden Nâilî, Fındıklı’daki Sünbül Efendi Dergâhı Hazîresine defnedildi. Bursalı Mehmed Tâhir’in Osmanlı Müellifleri’nde belirttiğine göre, sonradan yol genişletme çalışmaları sırasında Beyoğlu Kabristanına nakledilen mezârı, bu kabristanın da kaldırılmasıyla belirsiz hâle geldi.
Nâilî, İran edebiyâtının yanısıra zamânındaki şâirlerden Şeyhülislâm Behâî Efendi ve Neşâtî’den de etkilendi. Hindistan’dan İran’a geçen Molla Câmî hazretlerinden sonra büyük İran şâirleri tarafından işlenen ve divan edebiyâtında en mükemmel şeklini Şeyh Gâlib’de bulan Sebk-i Hindî (Hind Tarzı) denen akımın, kendi asrında en usta temsilcisi oldu. Nâilî, şiirde eski, kalıplaşmış mazmunları terkederek bunların yerine yeni mazmunlar buldu. Söz sanatlarına ehemmiyet vermedi. Bunun yerine mânâ oyunları ile manzumelerini, gelişen hayâller üzerine kurdu.
Dili ağır olan Nâilî’nin bir kuyumcu elinden çıkmış gibi çok ince ve titizlikle işlemiş, ölçülü, her kelimesi yerinde, kusursuz bir üslûbu vardır. Fikrini en kısa yoldan en veciz bir şekilde ifâde etmeye, her kelimeyi kıymetlendirmeye çalışmıştır. Bu husus, Nâilî’nin beğenilip, taklit edilmesine sebep olmuş, şiirleri dilden dile dolaşmıştır. Tesiri çağdaşlarından îtibâren Yahyâ Kemâl’e kadar devâm etmiş ve yeni bir neo-klâsizim şeklinde kendini göstermiştir.
Nâilî’nin bilinen tek eseri, sağlığında tertip ettiği Dîvân’ıdır. Muhtelif kütüphânelerde otuz kadar yazması bulunan Dîvân’ında; 2 münâcaat, 6 na’t, 3 mersiye, devrin pâdişâhları ve devlet büyüklerine sunulmuş kasîdeler, 388 genel, müseddes, terkib ve terci-i bendler, 6 târih, muhtelif kıt’a ve rubâîlerle 12 şarkı vardır. Nâilî Dîvânı bir defâ Bulak Matbaasında 1837’de basılmıştır.
Şiirlerinden bir örnek:
İLÂHÎ
Gönül bigânelerle âşinâdır yâ Resûlallah
Der-i devlet-meabundan cudâdır yâ Resûlallah
Zer-i hurşîd-i mahşer kursadır iksîr-i hâlünden
Reh-i ışkunda ol kim hâk-i pâdır yâ Resûlallah
Sarardır zikrü fikrün çehresün erbâb-ı tevhîdün
Siyeh hâki zer eyler kimyâdır yâ Resûlallah
Dil-i meyyâli de bir şebnem-i nâciz farz eyle
Gül-i bağ-ı cemâlün pür-nemâdır yâ Resûlallah
Sözün makbûl-i dergâh-i Samed dillerde evsâfun
Şefî-i halk u mahbûb-i Hudâdır yâ Resûlallah
Olan hâdî sırat-ı müstekîme şer-i pâkündir
Bu âlem berzâh-ı havf u recâdır yâ Resûlallah
Ne denlü Nâilî şâyân-ı tertîb-i cezâ olsa
Cenâbündan şefâat mültecâdır yâ Resûlallah
Osmanlı sadrâzamlarından. 1798 yılında Manastır vilâyetinin Polyan köyünde doğdu. Mısır’da görevli olan dayısı Tâhir Paşanın mahiyetinde, çocuk yaşından îtibâren silahşör olarak yetiştirildi. Kavalalı Mehmed Ali Paşanın hizmetinde bulunarak Vehhâbîlere karşı olan harekâtta görev aldı ve beş yıl Mekke’de kaldı. Diğer dayısı Hasan Paşa ile birlikte 1821 Girit İsyânını bastırmak için Kandiye’ye gitti. Genç yaşında Mîrimîrânlık rütbesi verildikten sonra 1826’da Kandiye Muhâfızı oldu. 1838’de Girit İsyânını bastırmak için Kandiye’ye gitti. Lübnan’da kargaşalığı bastırmak için Şam’a geldi ve İbrâhim Paşanın kuvvetlerine askerleriyle birlikte katıldı. Dürzî ve Marûnîlerin çıkardığı ayaklanmanın bastırılmasında yararlılıkları görüldü. Sultan Abdülmecîd’in Adalar Denizi gezisine katılarak pâdişâhı Girit’te konağında misâfir etti. 1851’de Meclis-i vâlâ üyeliğine, sonra da başkanlığına getirildi. 1853’te Vezir-i âzam oldu. Bir sene bu görevde bulunduktan sonra sadâretten ayrıldı ve 1857’de ikinci defâ Sadrâzam oldu. Üç aylık görevinden sonra Girit İsyânını bastırmakla vazifelendirildi. Oradan bir müddet sonra çağrılarak Mecâlis-i âliyeye memur edildi. 29 Aralık 1871’de ölen Nâilî Mustafa Paşa, Fâtih Türbesi civârında defnedildi. Devletine sâdık, sergerdelikten yetişme silahşör meziyetli olan Paşa, yabancı devletlerin Osmanlıyı parçalamak istedikleri Tanzimat devri politikasında kendini hissettiremedi.
On yedinci yüzyıl Türk târihçisi. 1655 yılında Haleb’de doğdu. Asıl ismi Mustafa Naim’dir. Genç yaşlarda İstanbul’a gelen Mustafa Nâim, Saray-ı Hümâyûnun Baltacı Koğuşuna girdi. Sonra Dîvân Kalemi kâtiplik görevine getirildi. Bu görevinde iken “Nâimâ” mahlasını aldı.
Genç yaşından beri ilmî araştırmalara büyük merakı olan Nâimâ, Saray’da ve İstanbul’da bulduğu çeşitli imkânları değerlendirerek târih, astroloji ve edebiyat konuları hakkında bilgisini geliştirdi. Bu çalışma ve gayretinin neticesi olarak da 1682’de Dîvân-ı Hümâyûn Kâtipleri arasına girdi. Bu sırada Amcazâde Hüseyin Paşanın teşvikiyle târihî konuları araştırmaya başladı. 1702’de Vak’anüvis tâyin edildi. Amcazâde HüseyinPaşa tarafından kendisine verilen Şârihü’l-Menerzâde Ahmed Efendinin târih konusunda yazdığı müsveddeler esas alınarak, bir Osmanlı Târihi yazması istendi. Bu istekten sonra çalışmalara başlayan Nâimâ, yazdığı ünlü târihin bir bölümünü Hüseyin Paşaya verdiği zaman, Paşa, Nâimâ’nın çalışmalarını taktir etti ve kendisini mükâfatlandırdı.
Edirne Vak’asına kadar Amcazâde Hüseyin Paşanın yanında çalışan Mustafa Nâim Efendi, bu vak’adan sonra Dâmât Moralı Hasan Paşa ve Dâmât Ali Paşanın yanında çalışmaya başladı. Bu dönemde çalışmalarına daha da hız vererek yanında çalıştığı devlet erkânının güven ve sevgisini kazandı. Dîvân-ı Hümâyûn Kâtipliğinden Defter Emirliğine sonra da Anadolu Muhasipliğine kadar derecesi yükseldi. Kısa zamanda yüksek makamlara çıkan Nâimâ, zamânın devlet idârecileri hakkında ileri geri konuşmalarda bulunduğundan, 1706’da Hanya Kalesine gönderildi. Onu seven Çorlulu Ali Paşanın yardımı ile sürgün yeri Bursa’ya çevrildi. Daha sonra da affedilerek İstanbul’a geri döndü.
1709’da Anadolu Muhâsebecisi oldu. 1712’de tekrar Defter Emirliğine, 1713’te de Başmuhâsebe görevine getirildi. Bu görevlerinde başarı ve bilgisiyle Ali Paşanın güvenilir adamları arasına girdi.
1716 yılında Balyabadra (Patras)da vefât eden Naimâ, Fethiye Câmii yanında defnedildi.
Şehnâmecilerden sonra, Osmanlı Vak’anüvisleri arasında önemli yeri olan Nâimâ, Türk edebiyatında, yazdığı ve Amcazâde Hüseyin Paşaya ithaf ettiği Ravzatü’l-Hüseyn fi Hulâsat-ı Ahbâri’l-Hâfikayn târihiyle kendini gösterdi. Nâimâ Târihi diye şöhret bulan bu eserini başlatarak 1651’e kadar getirdi. Amcazâde Hüseyin Paşaya ithâf ettiği eserin başına Karlofça Antlaşmasını koydu. Daha sonra 1591’den başlayarak 1656’ya kadar getirdiği(H. 1070-1115) yeni bir risâle daha yazdı ve Moralı Hasan Paşaya ithaf etti.
Nâimâ, Târih’ini yazarken, İbn-i Haldun’un Mukaddime’si, Alî’nin Nasîhatü’s-Selâtin ve Kâtib Çelebi’nin Düstûr-ül-Amel’inden faydalanarak târihi görüşlerini açıklamıştır.
Nâimâ eserinde, yaşadığı devrin sosyal hayâtını tasvir ederken, olayların iç yüzünü aydınlatmayı ihmal etmemiştir. Dünyâ ve Türk târihçilerinin taktirlerini kazanan Nâimâ Târihi çeşitli dillere tercüme edildi ve eser İbrâhim Müteferrika tarafından 1734’te iki cilt hâlinde basıldı. Ayrıca; 1863’te de 6 cilt olarak basıldı. Bugün bu şekliyle kütüphânelerde mevcuttur.
İdârî, dînî ve hukûkî konularda yetki sahibi olan kişilerin yetki ve vazifelerini vekil olarak yürüten kimselere verilen ünvan. Birinin yerini alan, birinin yerini tutan, vekil mânâlarına gelen nâiplik, çeşitli devletlerde bir idârî ünvan ve makam olarak yetkileri bâzan çok genişleyen, bâzan da daralan bir rütbe oldu.
Abbâsî halifeleri zamânında İmâmü’l Müslimîn veya Emîrü’l-Müminîn olan halîfenin câmi ve mescitlerdeki vazîfesini üstlenen, onun vekâletini alan İmam efendilere nâiplik ünvânı verildi.
Memlûklerde, Dehli Sultanlıklarında Sultanın vekili veya temsilcileri ve eyâlet vâlileri bu ünvânı taşıdılar. Sultandan sonra en yüksek mevkilerde işleri sultan nâmına idâre ettiler. Murâbıtlar ve Muvahhidlerde en mühim eyâlet olan Endülüs genel vâlileri nâip ünvânını taşıdılar. Aynı zamanda veliahd olan Endülüs nâipleri Gırnata, İşbiliyye ve Kurtuba’da hüküm sürdüler. Eyyûbîlerde ise nâip ünvânı, eyâlet vâlilerine verildi. Bunların sayısı devletin kuruluşu sırasında altı iken, daha sonra yeni teşkil edilen eyâletlerle arttı. Şam nâibi rütbe bakımından hepsinden üstün sayıldı.
Osmanlı Devleti teşkilâtında şer’î mahkemelerin hâkimlerine nâiplik ünvânı verildi. Kâdı vekili mânâsında kullanıldı. Mevâli denilen büyük kâdılar bâzan hizmetlerinin tamâmını, bâzan da bir kısmını fiilen yapmayarak, yerlerine kâdı vasıflarına hâiz ve ehliyet sâhibi birini vekil tâyin ettiler. Anadolu ve Rumeli kazaskerleri vekilliğini yapan kâdılara nâiplik ünvânı verildi. Esâsen İstanbul’da oturan Kazaskerler taşraya kendilerine vekâlet edecek kadılar gönderdiler, bu kâdılara nâip denildi.Mahkemeler tarafından bir işin araştırılması için vazifelendirilen bilirkişilerin araştırmalarını denetlemek üzere seçilen kimselere de nâip adı verildi. Bâzan, bir kazâ, örfî müddetlerini tamamlayan ilmiye sınıfına mensup ilim sâhiplerine veya vazifede bulunan bir müderrise arpalık nâmı altında verildi. Bu gibi hallerde uhdelerindeki kazalara gitmeyerek yerlerine birer nâip gönderdiler.
Nâipler yaptıkları vazifelere göre şu kısımlara ayrılırlar.
Arpalık nâibi; Şeyhülislamların ve eyâlet kâdılarının (mevâliler) vazifeden alınmalarından sonra, kendilerine verilen arpalıkların gelirini onlar adına idâre eden kimseler olup, tâyinleri Anadolu veya Rumeli kazaskerleri tarafından tasdik edilirdi.
Ayak nâibi: Eyâlet kâdılarının yanında, kâdı adına esnafı denetleyen vazifeliye denirdi.
Bâb nâibi: Eyâlet kâdısının yanında kâdıya yardımcı olan ve onun adına dâvâ dinleyen ve hüküm veren kimseye denirdi.
Kazâ nâibi: Kazâlara bağlı nâhiyelerin şer’î (dînî) işlerine, kaza kâdısı adına bakan kimseye denirdi.
Mevâlî nâibi: Eyâlet kâdılarının tâyin edildikleri eyâlete gitmedikleri durumlarda gönderdikleri vekile denirdi. Nâip kâdıdan vekil olduğuna dâir bir vesika alır, bunu da o kâdılığın kazaskerine tasdik ettirirdi.
Şer’iyye mahkemelerinin kaldırılmasıyla birlikte nâiplik ve nâipler de lağvolunmuştur.
Osmanlılar zamânında sadrâzamlar hakkında saltanat vekîli mânâsında Nâib-i Saltanat tâbiri kullanılırdı. Pâdişâhın vekili demek olan bu tâbir eski Türk ve İslâm devletlerinde de kullanılmıştır.
Nâiplik ünvânı, İspanya, İngiltere gibi ülkelerin sömürgelerindeki idâreciler için de kullanılırdı. Genel vâli durumunda bulunan bu idâreciler yarı resmî biçimde Kral nâibi olarak nitelendirilirdi.
Alm. 1. Sticken (n), Stickerei (f), 2. Wandmalerei, Ornamentik (f), Fr. 1. Broderie (f), peinture (f), décorative, İng. 1. Enbroidery 2. Design; drawing; decoration. Genelde iğne ve benzeri âletlerle kumaş deri, hasır vb. maddeler üzerine renkli veya renksiz ipliklerle yapılan şekillere, süs, ciltli kitap kapaklarının üzerine basılan oyuk ve kabartma süslere, odaların duvar ve tavanlarına yapılan, değişik şekil ve motiflere de nakış ismi verilmektedir.
Nakış sanatının târihi çok eski olup ilk insan ve ilk peygamber hazret-i Âdem zamânına kadar ulaşmaktadır. O devirlerde de insanların kendilerine has nakışları, yapılan târihî araştırmalar ve kazılar neticesinde ortaya çıkmıştır. M.Ö. 12. yüzyıla âit ve başa sarıldığı tahmin edilen güzel ve süslü bir sargının bulunması, Suriye, İran ve Mısır’da duvarlara çizilmiş şekillere, eski boyalı çömleklere rastlanması bunun delilidir.
Nakış sanatı, Orta Asya Türklerinde de çok gelişmişti. Kabileler birbirlerini, nakış şekillerinden tanırlardı. Her kabilenin kendine has nakış mevzuları vardı. Bu özellikler asırlardan beri kendisini koruyarak, gelinlik genç kızların çeyizlerinin arasına girdi.
On birinci ve on ikinci yüzyıllarda nakış sanatı Türklerde, bilhassa Selçuklularda çok gelişti. İpek zemin üzerine inci ile de değişik motifler ve şekiller çizildi.
Ortaçağda Haçlı Seferlerinin başlaması, doğu-batı ticâretinin artması, doğudaki nakış alanındaki güzel gelişmelerin batı (Avrupa) tarafından tanınıp yayılmasına sebep oldu. Zamanla bilhassa İtalya’da Osmanlı nakış motiflerinin aranması ve son derece rağbet görmesi, târihî bir gerçektir. Hattâ belli bir devre kadar Avrupa’da makbul sayılan Macar nakış motifleri, Osmanlı-Türk nakışçılığının bir taklidinden ibâret olup kökü Rumlara kadar çıkar.
On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda şöhretin zirvesine ulaşan Osmanlı-Türk nakışçılığında ana konu, kalp motifi ve onun diğer unsurlarla kompozisyonudur.
On dokuzuncu yüzyılda nakışçılık eski rağbetini kaybetmeye başladı. Fakat millî giyimde bir sembol şeklinde kendini korudu. Yirminci yüzyılda ise elle nakış işi azaldı ve yerini makinalara bıraktı.
Nakışlar iğne ve kasnakla yapılmaktadır. Bu çeşit nakışlara iğneyle ilgili anlamında, “Sûzenî” ismi verilir. Bundan başka; gözeme, kesme, sarma, müzebbek vb. denilen nakış çeşitleri vardır.
İslâm-Türk nakışçılığında, pirinç, bakır, kalay gibi metallerden çekilerek altın ve gümüş yaldızı vurulup, ipliklerle sarılmış tellerden yapılan nakışlar da vardır. Bunlardan meydana gelen nakışlara “sırma, sim, sarma” gibi isimler verilmektedir.
Nakış, dikiş, tentene ve işleme gibi sanatlar, sabır isteyen işlerdir. Bunların yapıldıkları yerler sağlığa elverişli olmalıdır. Işık, ısınma, havalandırma, temizlik gibi hususlara çok dikkat edilmelidir. Bunlarla berâber, kullanılacak âletlerin (masa, makas vs.) hepsi el altında bulundurulmalıdır.
Nakışta kullanılan kumaş çeşitleri patiska, keten, etamin, kaneviçe, opal, goblen, telâ, çuval, saten, tafta, organza, tül, şifon, jorjet, paten, kadife ve ipektir. Nakışçılıkta kumaş kadar, kullanılan iplik ve kalitesi de çok önemlidir. İpliklerin aynı kalınlıkta, pürüzsüz, az bükümlü, sağlam, esnek, parlak olması, boyasının renk atmaması Aranan önemli özelliklerdir. Nakış işinde; pamuk, keten, ipek ve naylondan yapılmış iplikler kullanılır.
Nakış yapımında kullanılan iğneler ve diğer malzemeler:
İğne, nakış işinin en önemli malzemesidir. Bunların numaralarına, uzunluklarına göre kullanıldıkları yerler de değişiktir. Bir nolu iğne çok kalın, on üç nolu iğne çok incedir. İğneler bu iki (1-13) numara arasında değişmektedir. 8-12 nolu iğne ince ve sık kumaşlar için kullanılır. 5-8 nolu iğne sofra ve yatak takımlarının yapıldığı kumaşlarda kullanılır. Ayrıca yünlü kumaşlarda kullanıldığı da olur.
Bunlardan başka; kor iğnesi, nakış iğnesi, boncuk iğnesi, gözeme iğnesi, moda iğnesi, kanaviçe iğnesi, makina iğnesi, şerit iğnesi, çuvaldız iğnesi, işâret iğnesi, toplu iğne, çengelli iğne, yorgan ve yastık iğnesi, file iğnesi, kroşe iğnesi, ambalaj iğnesi, kürk iğnesi vb. çeşitleri vardır.
Diğer malzemeler ise, küçük ve büyük makas, yüksük, mezura, teğel ipliği, nakış ipliği, ciğer deldi, dikiş sepeti veya kutusudur.
İslâm devletlerinde seyyidlerin ve şerîflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve işleriyle ilgilenen müessesenin idârecisi. Hazret-i Fâtımâ ile hazret-i Ali’nin evlâdından hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenlere seyyid; hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere şerîf denir. Evlâd-ı Resûl olan bu kıymetli insanlara Abbâsîler, Memlûkler gibi İslâm devletlerinde hürmet gösterilirdi. Osmanlı Devletinde de gösterilen hürmetin yanında, onlara âit işleri görmek için vazîfeli memur tâyin edilmiştir. Nakîbüleşrâf adı verilen ve sâdâttan (seyid ve şerîflerden) seçilen bu memûr, Peygamber efendimizin torunlarının işlerine bakar, neseplerini kayd ve zapteder, doğumlarını ve vefâtlarını deftere geçirir, onları âdî işlere ve şânlarına uygun olmayan sanatlara girmekten men ederdi. Fenâ hâllere düşmelerine mâni olur, haklarını korurdu. Fey ve ganîmetten onların hisselerini alıp aralarında dağıtırdı. Bu sülâleden olan kadınların küfvü, dengi olmayanlarla evlenmelerini men eylerdi. Nakîbüleşrâf bütün bu vazîfeleriyle, Peygamber efendimizin torunlarının umûmî bir vasîsi durumunda idi.
Osmanlı sultanları, Osmanlı topraklarına gelen seyyid ve şerîflere, başka memleketlerde misli görülmeyen bir sevgi ve saygı gösterirlerdi. Onların râhat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yaparlardı. Onları her çeşit vergiden muâf tutarak, bunları belgeleyen birer berât verirlerdi.
Osmanlı Devletinde Nakîbüleşrâf olarak ilk tâyin edilen zât, Emîr Sultan’ın talebelerinden olan Seyyid Ali Natta bin Muhammed’dir. Seyyid Ali Natta, Yıldırım Bâyezîd Han zamânında, devlet dâhilindeki sâdâtın (seyyidlerin ve şerîflerin) Osmanlı Devletiyle münâsebetlerini temine başlamıştır. Tâyin berâtı ile birlikte bu zâta Bursa’daki İshâkiye Zâviyesi vakfının idâreciliği de verilmiş ve bu vazîfenin evlâtlarına intikâli şart olarak, berâtta belirtilmiştir. Seyyid Ali Natta’nın vefâtından sonra yerine Seyyid Zeynelâbidîn tâyin edildi.
Nakîbüleşrâflık bir ara lağvedildiyse de, seyyid ve şerîf olmadıkları hâlde hürmet görmek için bu iddiâda bulunan bâzı sahtekârların ortaya çıkması üzerine, Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde 1494 yılında yeniden ihdâs edildi. Nakîbüleşrâf ismi de bu târihte verildi. Bu teşkilâtın başına Seyyid Mahmûd tâyin edildi. Zamanla nakîbüleşrâflar yeni tahta çıkan pâdişâha kılıç kuşattılar.
Nakîbüleşrâflık müessesesi ilmiye sınıfından olmakla berâber, tâyinler on yedinci asırda mutlaka yüksek dereceli ulemâdan olmazdı. Bu asırdan îtibâren seyyid ve şerîf olup da, İstanbul kâdısı veya kazasker olanlardan emekliye ayrılan zâtlar, nakîbüleşrâf tâyin edilmeye başlandı. Bu makâmda kalmanın muayyen bir süresi olmadığından, tâyin edilenler uzun müddet vazîfe yaparlardı. Nakîbüleşrâflık vazîfesine yeni tâyin edilecek olan zât, Paşa Kapısına yâni Bâb-ı âlîye dâvet edilir, burada Sadrâzam tarafından ayakta karşılanır, kahve, gülsuyu ve buhûr ikrâm edildikten sonra, samur erkân kürkü giydirilerek, memuriyeti îlân edilir ve berâtı kendisine takdim edilirdi.
Nakîbüleşrâfın resmî kıyâfetleri kazaskerlerin kıyâfetinin aynısı olup, sarıkları farklı idi. Kazaskerler örf denilen sarığı, nakîbüleşrâflar ise küçük tepeli denilen sarığı sararlar, sâdâtta yeşil renkli tülbentle sararlardı. Seyyid ve şerîfler ise, halk arasında belli olmaları ve gerekli hürmetin gösterilmesi için, kıyâfet olarak yeşil sarık sarar ve yeşil cübbe giyerlerdi. Bu usûl ilk defâ Hârun Reşîd ve oğlu halîfe Me’mûn zamânında âdet olmuştu. Zamanla unutulmuşsa da Türk-Memlûk Sultanlarından Melik Eşref Şâban, sâdâtın gerekli hürmeti görmesini temin için yeniden yeşil sarık sarmalarını istemiştir. Yeşil sarık ve cübbe anânesi Osmanlı Devletinde de devâm etti. Osmanlılar seyyidlerin başlarına sardığı yeşil sarığa “emir sarığı” ismini vermişlerdir. Osmanlı Devletinde sâdâttan biri şeyhülislâm olursa, ancak o zaman yeşil sarığını çıkarıp şeyhülislâmlık makâmına mahsûs beyaz sarık sararlardı.
Nakîbüleşrâfların resmî dâireleri, kendi konaklarında bulunur, maiyetinde çalışanlar da bu konaklarda hizmet ederlerdi. Taşrada da yine sâdâttan olmak üzere, nakîbüleşrâf kaymakamları, seyyid ve şerîflerin isimlerini ihtivâ eden defterler tutarlardı. Merkezde ve taşrada tutulan bu defterlere Secere-i Tayyibe defteri denilirdi. Buraya bütün seyyidlerin ve şerîflerin isimleri Peygamber efendimize kadar silsileleri, evlâdı, ahfâdı, ikâmetgâhları kaydedilirdi.
İstanbul’da nakîbüleşrâftan sonra en yüksek rütbe alemdârlık idi. Vazîfeleri, sefere çıkılacağı zaman, pâdişâh tarafından nakîbüleşrâfa teslim edilen sancak-ı şerîfin taşınması idi. Pâdişâh sefere gittiğine, nakîb efendi, berâberinde seyyid ve şerîfleri de götürürdü. Sefer sırasında nakîbüleşrâf Sancak-ı şerîfin dibinde yürürdü. Savaş sırasında seyyid ve şerîfler Sancak-ı şerîf altında tekbîr ve salevât-ı şerîfe getirirlerdi.
Nakîbüleşrâflar, yaptıkları kıymetli hizmet dolayısı ile iltifât görürlerdi. Pâdişâhlar tarafından kendilerine yazılan ferman ve berâtlarda, makâmlarına ve yaptıkları hizmetlerin üstünlüğüne uygun tâzim ifâdeleri kullanılırdı. Onlara sikâyet, yâni zemzem dağıtma vazîfesi ve dîvân-ı mezâlim, yâni adâlet dîvânı reisliği gibi yüksek memûriyetler verilirdi.