N

Türk alfabesinin on yedinci, Arap alfabesine dayanan Osmanlı elifbasının yirmi sekizinci (nun) harfi.

Göktürk alfabesinde ince ve kalın n ile geniz n’si için ayrı işâretler kullanılmıştır. Osmanlı Türkçesine (nun) harfi normal olarak n sesini, sağır kef (üzerine üç nokta konulan kef) harfi geniz n’sini (n) belirtmiştir. Buna sağır kef veya kaf-ı nûni denmiştir. Başka milletlerde bu ses bulunmadığı için “Kâf-ı Türkî” şeklinde de adlandırılmıştır. Bu sesin günümüz alfabesinde yer almayışı dilimizin okunup yazılması için bir eksiklik gibi görülmektedir.

Latin alfabesine dayanan yeni Türk yazı sisteminde yalnız, bir n harfi vardır. Anadolu ağızlarında hâlen kullanılan geniz n’si için yeni Türk alfabesinde özel bir işaret konulmamıştır. N, ses olarak patlamalı, titreşimli bir diş ve geniz sessizidir.

Türkçenin ana seslerinden olan n sesi, dahaçok kelime içinde sonunda kullanılır. Kelime başında bu sese “ne” soru zamirinde ve bundan türeyen kelimelerde (ne, niçin, nasıl, nerede, neden) rastlanır. Bir de çocuk dilinden gelen “ninni” gibi kelimelerle tabiat taklidi sese yer veren sözlerde n sesi başta bulunabilir. Yabancı dillerden alınan, sonradan Türkçeleşmiş bâzı kelimelerin başında n sesinin kullanıldığı görülür. Namlu, nehir, nişasta, not, nüans gibi.

İstanbul ve Telsiz ağzı dışında bütün Anadolu ağızlarında ve diğer Türk lehçelerinde kelime içinde “kâf-ı Türkî” denen geniz n’si hâlen kullanılmaktadır. Sinir, dünür, deniz, gönül gibi. Bu harfi bugünkü transkripsiyon alfabemizde (n), üstü dalgalı bir n ile yazılmaktadır.

İmlâ: Eskiden Arapça ve Farsçadan dilimize geçmiş kelimelerdeki n sesi yazıda da n olarak belirtilirdi. Lâtin alfabesine dayanan bugünkü yazıda b ve p’den önceki n’ler, m’ye dönüşür. Anbar, çenber, tenbel, çarşanba gibi kelimelerin bugün ambar, çember, tembel, çarşamba, şeklinde yazılması kabul edilmiştir. Yalnız İstanbul kelimesinde bu kaideye uyulmaz.

Dilbilgisi: N, tekil ikinci şahıs iyelik (âitlik) eki: baba-n, kitab-ı-n... (Nazal nun, yâni sağır keften gelir.)

N, fiilden isim yapma eki: ek-i-n, tüt-ü-n, yığ-ı-n...

N, fiillerin dönüşlü şekillerini yapmada kullanılan yapım eki: gör-ü-n, dök-ü-n, taş-ı-n.

Ayrıca fiillerde şart, görülen geçmiş zaman ve emir çekimlerinde gel-se-n, gel-e-siniz, bak-tı-nız, sar-u-n, sar-u-nuz, bak-sa-nıza gibi örneklerde görüldüğü üzere “kâf-ı Türkî” yâni nazal nun sesi ile çekim yapılmaktadır.

N, Astronomi ve Coğrafya’da kuzeyi belirtir. Kimyâda azotun sembolüdür.

NABIZ

Alm. Puls (m), Fr. Pouls (m), İng. Pulse. Kalbin kasılması sırasında, kan basıncında meydana gelen değişikliklere uyacak şekilde, arterlerdeki (atardamarlarda) genişleyip daralmanın gözle görülmesi veya elle hissedilmesi. Nabzın alınabilmesi için, atardamarın sert bir yüzeye, meselâ kemiğe yaslanması ve deriye yakın olması gerekir. Nabzın en kolay alındığı yerler bilek, şakak, uyluk ve boyundaki atardamarlardır.

Nabzın sayısı; yaşa, cinse, heyecana, soğuğa ve hareketliliğe bağlı olarak değişir. Birçok hastalıklarda da nabzın sayısında, şeklinde, basıncında değişiklikler olur. Normal nabız sayısı, erişkinler için 60 ilâ 100 arasıdır. Erkeklerde ortalama 70, kadınlarda 80’dir. Yeni doğan bebeklerde 140 ilâ 150 civârında değişir, yaş ilerledikçe bu sayı azalır.

Ateşli hastalıklarda, tiroit bezinin aşırı çalışmasında, kansızlık durumunda, nefes darlığı yapan akciğer hastalıklarında, heyecan, korku ve aşırı hareketlilik vb. durumlarda nabız sayısı oldukça artar. Tiroit bezinin az çalıştığı hâllerde, soğuğa mâruz kalınca sporcularda istirahat ettikleri zaman, bâzı kalp hastalıklarında (kalp blokları gibi) vb. durumlarda kalp hızı azalır.

Normalde nabız alınırken, her kalp vuruşunun arasının eşit olması gerekir. Eğer bir düzensizlik varsa, kalpte ritm bozukluğu var demektir ki, bu durumda sebebinin araştırılması ve tedâvisi gerekir.

Nabzın çok çeşitli şekilleri vardır. Meselâ alternan nabız (Kalb yetmezliğinde görülür. Bir vurumun kuvvetli, bir vurumun zayıf olması hâlidir), sıçrayıcı nabız (Aort kapağı yetmezliğinde görülür. Vurup kaçan bir nitelik arz eder.), çentikli nabızları vs.

Sfignometre denen küçük âletlerle, nabız kâğıt üzerine kaydedilmekte, şekli, sayısı ve düzeni daha rahat incelenebilmektedir.

Tansiyon ölçülerek öğrenilen, büyük tansiyon ve küçük tansiyon arasındaki fark, nabız basıncı değerine eşittir.

Damar dışına aşırı su veya kan çıkışına bağlı olarak (şiddetli kanamalar veya geniş ve derin yanıklar gibi sebeplerle) meydana gelen şok ve kollops durumlarında; nabız alınamayacak veya çok dikkatli bir muayeneyle ancak alınabilecek kadar hafifler, incelir. Bu gibi nabıza “filiform nabız” denir. Hastanın durumunun ağır olduğuna alâmettir.

NÂBÎ

On yedinci ve on sekizinci yüzyıl Osmanlı dîvan şâirlerinden. Asıl adı Yûsuf’tur. 1642’de Urfa’da doğdu ve 1712’de İstanbul’da vefât etti. Hacı Gaffarzâdeler isimli bir ulemâ âilesinden olup, iyi bir tahsil gördü. Arabîyi ve Fârisîyi bu dilde şiir yazacak kadar iyi öğrendi. Urfa’da arzuhalcilik yaparken, vâlinin tavsiyesiyle, yirmi beş yaşında İstanbul’a gitti. Vezir, Muhasip Mustafa Paşanın dîvân kâtibi oldu. Bu sıralarda, şâir Nailî ile görüşmek sûretiyle şiir kâbiliyetini geliştirebilmek fırsatını buldu. Arapçada “yok” mânâsına gelen “nâ” ve “bî” eklerini birleştirerek “Nâbî”yi kendine mahlas yaptı.

Dîvân kâtipliği esnâsında Dördüncü Mehmed Hânın da iltifat ve ikramlarına kavuşan Nâbî, pâdişâh ile berâber Lehistan (Polonya) Seferine iştirak etti ve Kamaniçe Kalesinin fethi üzerine târih düşürerek yazdığı “Düşdi Kamençe kısmına nûr-ı Muhammedî” şiiri, kale kapısına işlettirildi. Giderek devlet ricâli ve aydınlar arasında hoş-sohbet, tatlı ve tesirli söz söyleyen, geniş kültürlü birisi olarak tanındı. 1677’de hacca gitmek istediği zaman pâdişâh kendisine Mısır vâlisine hitâben yazılmış olan şu fermânı verdi; “Refah üzre haccettirmek; murâd-ı hümâyunumdur. Nâbî Efendinin, hayırlı haccından teşekküre değen gayretlerinizin bulunmasını isterim.” Nâbî hacdan sonra, Tuhfet-ül-Haremeyn (Hicaz Hediyesi) isimli eserini yazarak Dördüncü Mehmed Hana takdim etti.

Musahib Mustafa Efendinin Mora’ya kaptan-ı deryâlık vazifesiyle gönderilmesi üzerine Nâbî de onunla gitti. Çok sevdiği Mustafa Paşanın vefâtı üzerine Haleb’e yerleşti ve orada evlendi.

Nâbî Haleb’deyken pâdişâhlar değiştikçe cülûs yazıp gönderirdi. Altı pâdişâhın saltanatını gördü. Pâdişâhların hepsi de şiirlerini beğenip ikrâmlarda bulundular. Yirmi beş yıl kaldığı Haleb’de fevkalâde güzel gazellerin yer aldığı Türkçe Dîvân’ını ve mesnevi türündeki Hayriyye ile Hayrabâd’ı yazdı. Şiirleri çok sağlam olup, atasözü ve vecize hükmüne geçmiş birçok mısraları vardır. Daha çok öğretici mahiyette, didaktik şiirler yazdı. İstanbul Türkçesini çok iyi kullandı. Hayriyye, 1857’de Fransızcaya tercüme edilerek Paris’te yayınlandı. Bu meşhur eserinde, tecrübeleri ve İslâmın esaslarından başlayarak, ilim edinme yollarını, sanat ve kültür merkezi İstanbul’un güzelliklerini, sosyal ve ferdi akıcı bir üslûpla dile getirmektedir. Ahlâkî meseleleri de çok güzel ve etraflıca anlatan Hayriyye uzun zaman okullarda ders kitabı olarak okutuldu.

Baltacı Mehmed Paşanın Halep vâlisiyken İkinci defâ sadrâzamlığa tâyini üzerine, Nâbî de, birlikte İstanbul’a geldi. Nâbî bu defâ da Darphâne emîni ve AnadoluMuhâsebeciliği vazifelerinde bulundu. Kendisine zamanın edebiyatçıları tarafından “Şeyh-üş-Şuarâ” ünvânı verildi. Sonra, birçok edebiyatçı üzerinde müessir oldu. Edebiyatımızda “hikemî şiir” ekolünün temsilcisidir. Bunu, Koca Râgıp Paşa başta olmak üzere, diğer şâirler devam ettirmiştir.

Nâbî Efendi, şiirlerinde iyiyi ve doğruyu vermeyi hedef almıştır. O, bir düşünce ve hikmet şâiridir. Şahsi duyguları, gönül arzularını aşmış, hakîkî bir Müslümanın hayâtını hem yaşamış, hem de şiirlerinde yaşatmıştır. Fâni dünyânın ahvâline aldanmamak, kimseye haksızlık, zulm etmemek, hep müşfik, merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak, şiirlerindeki nasihatlerinden en çok rastlananlarıdır. Dili sâde, söyleyişi düzgün, rahat ve çekicidir. En güçlü şiirlerini gazel tarzında vermekle berâber, rubâî, kıt’a, kasîde, mesnevî de yazmıştır.

Ayrıca dil hakkında görüş sâhibidir. Tuhfetü’l-Haremeyn gibi bâzı eserlerinde ağır ve anlaşılması güç bir dil kullanmasına rağmen, şiir dilinin açık ve anlaşılır olmasını ister. Hatta bu hususta;

“Ey şiir meydanında satan lafz-ı garîbi,

Dîvân-ı gazel nüsha-i kamus değildir?”

demekten kendini alamaz.

Nâbî, İstanbul’a geldikten iki sene sonra vefât etti. Kabri Karacaahmed Mezarlığında Miskinler Tekkesine giden yolun sol kenarında olup, İkinci Mahmûd Han ve İkinci Abdülhamîd Han tarafından tâmir ettirildi.

Nâbî Efendinin Fârisî Dîvançe-i Gazeliyât, Tercüme-i Hadîs-i Erbain, Sûrnâme, Fetihnâme-i Kameniçe (Kameniçe Târihi ismiyle 1903’te basıldı). Siyer-i Veysi ve Münşaat isimli eserleri de vardır.

Şiirlerinden örnekler:

Sakın, terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâ’dır bu

Nazargâh-ı ilâhidir, Makâm-ı Mustafa’dır bu

 

Habîb-i Kibriyâ’nın hâb-gâhıdır hakîkatde

Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu

 

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı âdem zâil

İmâdân açtı mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu

 

Felekte mâh-ı nev Bâb-üs-Selâmın sîne-çâkidir

Anın kandilidir hûr matlai nûr-i ziyâdır bu

 

Mûrâat-ı edeb şartiyle gir “Nâbî” bu dergâha

Metâf-ı kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu

GAZEL

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz

Biz neşâtın da gâmın da rüzgârın görmüşüz

 

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde

Biz hezerân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz

 

Top-ı hahı inkisâra pây-dâr olmaz yine

Kişver-i câhin nice sengin hisârın görmüşüz

 

Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest

Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz

 

Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdin sermâyesi

Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz

 

Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd

Biz bu bezmin Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz

NÂDİR ŞAH

İran’daki Afşarlılar Hânedanının kurucusu. 22 Ekim 1688’de Kübhân’da doğdu. İmâm Kulu bin Nezr Kulu’nun oğludur. Türklerin Afşar boyundandır. Cesâreti ve yiğitliği dikkati çekerek, etrâfında toplanıldı. 1726’da beş bin kadar askeriyle Sâfevî tahtını ele geçirme mücâdelesi veren İkinci Tahmasb’ın hizmetine girdi. Tahmasb Kulu Han ünvânını aldı. Afganlıları 1727’de İran’dan uzaklaştırdı. Aynı yıl Horasan, Kirman, Sîstân ve Mâzenderân bölgelerinin vâliliğiyle mükâfâtlandırıldı. Vâliliğinde bağımsız bir hükümdâr gibi hareket etti. Adına para bastırdı. İç isyânları bastırdı. 1730’da Âzerbaycan ve Hemedan hareketine katıldı. Osmanlıların Patrona Halil İsyânı ile meşgul bulundukları sırada fırsattan istifâde ile bu devletin hudûdunda bâzı muvaffakiyetler kazandı.

Birinci Mahmûd Hanın Osmanlı Sultanı olmasıyla İran hudûdu emniyete alındı. 1732’de Osmanlı-Safevî Antlaşmasıyla Nâdir Han İran’ın batısından çekildi. Sâfevî İkinci Tahmâsb’ı tahttan indirip, Üçüncü Abbâs’ı geçirdi. 1732’de Şahvekili olunca, Osmanlı-Safevî Antlaşmasını bozdu. Irak’a girdi. 1733’te Osmanlılara yenildi. Bağdat kuşatmasını kaldırdı ve İran’a çekildi. 1734’te Kafkasya Seferine çıktı. Gence’yi kuşattı. Muvaffak olamayıp, Kars’a geldi. Osmanlıların Doğu Seferindeki başkumandanı Köprülüzâde Abdullah Paşaya yenildiyse de, 1735’te Arpaçay Savaşında Türk ordusunu yenerek Gence, Tiflis ve Revan kalelerini ele geçirdi. Osmanlıların Gence Muhâfızı Genç Ali Paşa vâsıtasıyla anlaşma istedi. Bu sırada Rusya Seferine hazırlanan Osmanlılar, anlaşma isteğini kabul etti. Osmanlı Devletiyle anlaşma yaptıktan sonra İran’da siyâsî nüfûzu daha da artan Nâdir Han, Üçüncü Abbâs’ı tahttan indirerek kendisini şâh îlân etti.

Afşarlı Nâdir Şahın İran’da hâkimiyet kurmasıyla Şiî Safevî hânedânı son buldu. Hânedânını kurduğunu ve şahlığını arz etmek üzere, İran’daki Osmanlı heyetine, kendi adamlarını da katarak o devirde dünyânın en büyük devleti ve İslâm âleminin liderlik makâmı olan Hilâfet müessesesine sâhip Osmanlı Devletinin merkezi İstanbul’a gönderdi. İran’daki Şiîlerin Sahâbe-i kirâma küfretmelerini önlemek, bozuk inançlarından vaz geçirmek ve onlara ilim yoluyla inançlarının yanlışlığını ispat etmeleri için, Osmanlı Devletinden yardım istedi. Bağdat Vâlisi Eyyûbî Ahmed Paşa Osmanlı âlimlerinden Bağdatlı Ebülberekât Abdullah Süveydî’yi göndererek, Nâdir Şâhın isteğini yerine getirdi. Nâdir Şah, Şiî Mollaları Necef’e çağırttı. Yetmiş kadarı toplandı. Osmanlı âlimlerinden Süveydî ile Efgan müftisi ve altı Buharalı Sünnî âlim de Necef’e geldi. Nâdir Şâh, Süveydî’yi vekil tâyin edip, hak yolun iki tarafça da tasdikini istedi. Şiî Mollalara, Süveydî hazretleri tarafından sıra ile dört halîfenin üstünlükleri, Eshâb-ı kirâmın hepsine hürmet edilmesi lâzım olduğu, gayr-i meşrû yaşama tarzı olan müt’a nikâhının İslâmiyette yasak edildiği ve İran’daki bu çirkin işleri Şâh İsmâil Safevî ile onun yolunda giden çocuklarının çıkardığı ispatlandı. Sünnî âlimlerin, mollaların ve Nâdir Şahın tasdîkinden geçen antlaşma imzâlanıp, Ferman-ı Şâhî îlân edildi. Bu fermanda:

Ferman-Şâhî

Önce Allahü teâlâya sığınırım. Biliniz ki, Şâh İsmâil-i Safevî 1502 yılında ortaya çıktı. Câhil halktan bir kısmını yanında topladı. Bu alçak dünyayı ve nefsinin isteklerini ele geçirmek için, Müslümanlar arasına fitne ve fesat soktu. Eshâb-ı kirâma sövmeyi, Râfızîliği ortaya çıkardı. Böylece Müslümanlar arasına büyük bir düşmanlık soktu. Münâfıklığa ve düşmanlığa sebep oldu. Öyle oldu ki, kâfirler, rahat ve korkusuz yaşıyor. Müslümanlar ise, birbirlerini yiyor. Birbirlerinin kanlarını, nâmuslarını telef ediyor. İşte bunun için Megan Meydanındaki toplantıda; büyük, küçük hepimiz, beni şah yapmak istediğiniz zaman, bu isteğinizi kabûl etmeme karşılık; siz de Şah İsmâil zamânından beri, İran’da yerleşmiş olan bozuk inançlardan ve boş sözlerden vazgeçeceğinizi bildirmiştiniz. Kıymetli dedelerinizin mezhebi olan mübârek âdetlerimiz olan, dört halîfenin hak ve doğru olduğuna kalp ile inanacağınıza ve dil ile de söyleyeceğinize, bunları sövmekten, kötülemekten sakınacağınıza ve dördünü de seveceğinize söz vermiştiniz. İşte bu hayırlı işi kuvvetlendirmek için, seçilmiş âlimlerden, dînine bağlı yüksek zatlardan soruşturdum. Hepsi dedi ki, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem hak yoluna çağırdığı gündenberi, Sahâbe-i râşidîn olan dört halîfenin (radıyallahü anhüm) herbiri, dîn-i mübînin yayılması için canlarını ve mallarını fedâ ettiler ve bu uğurda, çoluk çocuklarından amca ve dayılarından ayrıldılar ve her söze, iftirâya, oka katlandılar. Bundan dolayı, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, husûsî sohbetleriyle şereflendiler. Böylece “Muhâcirlerden ve Ensârdan, ileri olanlar.” âyet-i kerimesiyle medh ve senâya kavuştular. İyilerin efendisi vefât ettikten sonra, ümmetin işlerini gören, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin sözbirliğiyle, hilâfete, birinci halîfe, mağara arkadaşı Ebû Bekr-i Sıddık radıyallahü anh getirildi. Bundan sonra, halîfenin tâyin ve Eshâb-ı kirâmın kabul etmesiyle hazret-i Ömer Fâruk radıyallahü anh ve ondan sonra, altı kişi arasından ve sözbirliğiyle Zinnûreyn Osman bin Affân radıyallahü anh ve bundan sonra Allah’ın arslanı, arayanların aranılanı, şaşılacak şeylerin hazînesi, emîr-ül-müminîn Ali ibni Ebî Tâlib radıyallahü anh halîfe oldu.

Bu dört halîfeden, herbiri, kendi hilâfetleri zamanında, birbirleriyle uygun her türlü ayrılık lekesinden temiz idi.

Kardeşlik ve birlik üzere idiler. Herbiri, İslâm memleketlerini şirkten ve müşriklerin kininden korudular. Bu dört halîfeden sonra, Müslümanlar îmân ve îtikâdda birlik idi. Her ne kadar, zaman ve asırlar geçmesiyle, İslâm âlimlerinin oruç, hac, zekât ve başka yapılacak işlerde ayrılıkları oldu ise de, inanılacak şeylerde ve Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O’nun Eshâbını sevmekte ve hepsini hâlis olarak tanımakta hiçbir kusur ve noksan, bozukluk ve gevşeklik olmadı. Şah İsmâil’in ortaya çıkmasına kadar bütün İslâm memleketleri, böyle saf ve temiz idi. Sizler selîm aklınızla ve temiz kalplerinizin irşâdı ile, sonradan çıkarılan Eshâb-ı kirâmı sövmek ve Râfızî olmak yolunu, çok şükür bıraktınız. Dîn-i İslâm sarayının dört temel direği olan dört halîfenin sevgisiyle kalplerinizi süslediniz. Bunun için ben de, bu söz verdiğimiz beş kararımızı, gökler gibi yüksek, karaların ve denizlerin hâkânı, haremeyn-i şerîfeynin hizmetçisi, yeryüzünün ikinci Zülkârneyn’i, büyük İslâm Pâdişâhı, kardeşimiz, Rum memleketlerinin sultanına bildirmeyi söz veriyorum. Bu işi arzumuza uygun olarak bitirelim.

Bu yazdıklarımız, Allahü teâlânın yardımı ile, çabuk meydana çıksın! Şimdi bu hayırlı işi kuvvetlendirmek için, allâme-i ulemâ (Molla Ali Ekber) molla başı ve başka yüksek âlimlerimiz bir tezkire yazdılar. Böylece, bütün şüphe perdelerini yırttılar. İyice anlaşıldı ki, bütün bu Râfızîlik ve bid’atlar ve ayrılıklar, Şâh İsmâil’in çıkardığı fitnelerden doğmuştur. Yoksa ondan önceki zamanların hiçbirinde ve İslâmın başlangıcında, bütün Müslümanların îmânları, düşünceleri tek bir yolda idi. Bunun için, Allahü teâlânın yardımı ile ve O’nun kalplerimize sunması ile, bu şerefli ve yüksek kararı almış bulunuyoruz. İslâmiyetin başlangıcından, tâ Şah İsmâil’in çıkmasına kadar bütün Müslümanlar, Hulefâ-i râşidîni hak bilirlerdi. Bunları sövmekten, kötülemekten çekinirlerdi. Hatîb efendiler ve büyük vâizler, minberlerde ve derslerde, bu halîfelerin iyiliklerini, güzel hallerini, üstünlüklerini söylerlerdi. Mübârek isimlerini söylerken ve yazarlarken radıyallahü anhüm derlerdi. Derin âlim ve üstünlerin özü Mirzâ Muhammed Ali hazretlerine emreyledim ki, bu; “Fermân-ı hümâyûnumuzu, bütün İran şehirlerine yaysın. Milletim de işitsin ve kabul eylesin! Buna uymamak, karşı gelmek Allahü teâlânın azâbına ve Şâhenşâhın gazâbına sebep olacaktır. Böyle bileler.”

Nâdir Şâh, Afşarlılar Hânedânının hâkimiyetini genişletmek için 1737’de Afganistan’ın Kandehar bölgesine gitti. Kandehar’da Nâdirâbâd şehrini kurdu. 1738’de Hindistan Seferine çıktı. Gazne, Kâbil, Celâlâbâd şehirlerini zabtederek, Peşaver’den Lahor’a girdi. 1739’da Gürgâniyye Devletinin başşehri Dehli’yi aldı. Gürgâniyye Devleti Sultanlığına Muhammed Şâhı getirtti. Hindistan’ın İndüs Nehri kuzeyindeki eyâletler Afşarlılar Hânedanlığına ilhak edilip, hazînesini doldurdu. İran halkı üç yıl vergi dışı bırakıldı. Afşar askerine fazlasıyla ihsânlar dağıtıldı. 1739 yılı sonunda Kabil’e geldi. Âniden Hindistan Seferine geri dönüp, Hind Hükümdârı Hudâ Yar Han Abbâsî’yi esir alıp, 1740 baharında Kâbil’e döndü. 1740 yazında Türkistan’a girdi. Buhara Hanlığı ile Ceyhun Nehri hudut kesildi.

Karışıklıklar üzerine 1741’de Kafkasya Seferine çıktı. Yolda, Mazenderân yakınlarında suikasta uğrayarak, yaralandı. Suikastla alâkalı görülen, Veliahd Rızâ Kulu cezâlandırıldı. Dağıstan’a girdi. Ruslarla münâsebeti gerginleşti. İran’da Afşarlı Hânedânına karşı cephe alındı. İsyanlar başladı. 1743’te Osmanlı hâkimiyetindeki Musul’dan Irak’a girdi. Bağdat’a kadar geldi. Bağdat Vâlisi Eyyûbî Ahmed Paşayla dostça münâsebetler kurup, geri çekildi. 1743’te Kars’a geldi. Kars başkumandanı Yeğen Mehmed Paşanın hastalanıp vefâtıyla, Nâdir Şâh Kâğâverd’de muvaffakiyet kazandı ise de Osmanlılardan anlaşma istedi. 4 Eylül 1746’da Osmanlı Afşar Antlaşması imzâlandı. Hudut değişikliği olmadı.

Nâdir Şahın sünnîlere tanıdığı haklar, Eshâb-ı kirâma, mübârek makamlara ve âlimlere hürmeti, râfızîlerin çirkin âdetlerini yasaklaması halkının çoğunluğu şiî olan İran’da büyük isyan ve karışıklıkların çıkmasına sebep oldu. Temmuz 1747’de Sîstân İsyanını bastırmak üzere sefere çıktığında, Fethâbâd civârında âsîler tarafından şehit edildi. Âilesi ve yakınları kılıçtan geçirildi. Hazînesi yağma edildi. Nâdir Şâhın şehit edilmesiyle İran’da başlattığı ıslahatlar durdu. Çok kan döküldü. Kurduğu Afşarlılar Hânedânı 1795 yılına kadar İran’a hâkim oldu.

NÂDİR TOPRAK ELEMENTLERİ

Alm. Seltene irdische Elemente, Fr. Les éléments sares de terre, İng. Rare-Earth Elements. Lantan’ı tâkip eden 58 atom numaralı Seryum’la başlayan 14 elementin meydana getirdiği dizi. Dizinin son elementi 71 atom numaralı Lutesyum’dur. Bunlara lantanitler de denir. Kimyâsal özellikleri bakımından büyük benzerlikler gösterirler. Bunlardan prometyum tabiatta tabiî halde bulunmaz. Ancak nükleer fizyon ürünleri arasından pekçok izotopu elde edilir.

Bu elementlerin kimyâsal benzerlikleri, ayırmaları zorlaştırmakla beraber, iyon değiştirici ve çözücülerle çekme bunları birbirinden ayırmada kullanılabilen tekniklerdir.

Nâdir toprak elementlerinin alaşım veya bileşik hâlinde çok yaygın kullanım sahaları vardır. Petrolün krakinginde milyonlarca ton nâdir toprak elementi kullanılmıştır. Yine katalizör olarak, ketonların sekonder alkollere, alkenlerin alkanlara hidrojenlendirilmesi, bütanlardan poliester vermek üzere hidrojen giderilmesi gibi tepkimelerde kullanılırlar.

Fotoğraf makinası, gözlük camları ve televizyon ekranlarının parlatılmasında seryum oksit kullanılır. Saf neodim oksit cama mor renk verir. Praseodim ve neodim karışımı, televizyon ekranlarında parlama meydana gelmesini önler.

Nâdir toprak elementleri metalurjide de büyük ehemmiyet taşır. Çok az miktardaki nâdir toprak elementi alaşım veya metalin eriyiğine katıldığında safsızlıkları toplar. Alaşımların yapısına da katılarak alaşımlara iyi özellikler kazandırırlar. Meselâ demir-krom ve çelik alaşımlarında korrozyona karşı direnci arttırırlar. Bundan başka alüminyum, magnezyum ve vanadyum alaşımlarına da sıkça katılırlar. Bâzı nâdir toprak elementleri değişik sıcaklıklarda ferromanyetik, antiferromanyetik ve paramanyetik özellikler gösterebilir. Meselâ holmiyum 20°K nin altında ferromanyetik, 20° ile 133°K arasında antiferromanyetik ve 133°K nin üzerinde de paramanyetik özellikler gösterir. Bu ve benzer özelliklerinden dolayı nâdir toprak elementleri elektronik sanâyiinde de kullanılır.

NADR BİN ŞÜMEYL

Zooloji ve botanik ilminde meşhûr İslâm âlimi. İsmi Nadr bin Şumeyl bin Hûşe et-Temîmî-el-Mâzinî’dir. Mîlâdî dokuzuncu asırda yaşadı. Doğum târihi bilinmemektedir. 820 (H.204) senesinde Merv şehrinde vefât etti. Aslen Basralıdır. Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Büyük âlim Halil bin Ahmed ve başkalarından okudu. Çeşitli ilim dallarında mütehassıs oldu. Fıkıh ve hadis rivâyetinde sika, yâni güvenilir bir âlim idi. Tâbiîn devri âlimlerinden Hişâm bin Urve, İsmâil bin Ebî Hâlid, Hamîd-i Tavîl, Abdullah bin Avn ve Hişâm bin Hassân’dan hadis öğrendi. Yahyâ bin Maîn, Ali bin Medînî ve başkaları kendisinden hadis rivâyetinde bulundular. Şâir olup, şiirleri meşhurdur.

Hârûn Reşîd’in oğlu Halîfe Me’mûn; Nadr bin Şümeyl’i sever, meclisinde bulundurur ve hikmetli sözlerini dinlerdi. Zamânının âlimleri tarafından medh edildi.

Nadr bin Şümeyl, din ilimleri yanında fen ilimlerinde de çalışmalar yapıp, incelemelerde bulundu. Bilhassa zooloji, botanik ve sistematiğe dâir yazdığı eserlerle meşhûr oldu. İslâm medeniyetine hizmet etti. Eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) Kitâb-üs-Sıfât: Beş kısımdır: Birinci kısım, insanla çekirgenin yaratılışından ve kadınların sıfatlarından söz eder. İkinci kısım; büyük çadır ve evlerle, dağların, vâdilerin ve eşyânın sıfatlarından, özelliklerinden bahseder. Üçüncü kısımda, ehemmiyetinden dolayı deveden bahseder. Dördüncü kısımda, koyun, kuş, güneş, ay, gece, gündüz ile kuyular ve havuzları anlatır. Beşinci kısım, ekin, üzüm, bakla isimleri; ağaçlar, rüzgârlar bulut ve yağmurlardan bahseder. 2) Kitâb-ül-Envâ’; 3) El-Meânî; 4) Garâib-ül-Hadîs; 5) El-Mesâdır; 6) El-Medhal alâ Kitâb-il-Ayn; 7) El-Hamîm; 8) Eş-Şems vel-Kamer.

Nadr bin Şümeyl ilim hakkında; “Kişi yemeği, içmeği ve açlığı unutmadıkça ilmin tadını alamaz.” buyurdu.

NAFAKA

Alm. Lebensunterhalt (m), Fr. Subsistance (f); entretien (m), İng. Livelihood. İnsanların geçimlerini temin için lüzumlu şeyler. İnsanın yaşayabilmesi için lâzım olan yiyecek-içecek, giyecek, yakacak ev ve ev eşyâsı. Bir kimsenin, geçindirmeye mecbur olduğu kimselere, usûl ve fürû’una (anne, baba, dede, çocukları ve torunlarına), hanımına, kardeşlerine mahkeme kararı ile vermesi gereken iâşe, geçim parası, yardım.

İnsanlar birbirine muhtaç olarak yaratılmıştır. Bir kimsenin nafakası, kendinin gücü yetmediği durumlarda başkaları tarafından temin edilmektedir. Başkasının nafakasını temin etmek mecburiyeti, her dinde ve her hukukta ayrı esaslara bağlanmıştır. Genelde, bakılması, yedirilip içirilmesi, giydirilmesi, barındırılması gereken kişiler, anne-baba, çocuklar hanımı (eş) ve yakın akrabalarıdır. Bunlara, zaman zaman köleler de dâhil olmuştur (Bkz. Köle). Bu konuda, insanlık târihi boyunca var olan toplumların her birinde ayrı ayrı uygulamalar göze çarpmaktadır.

Eski milletlerde nafaka: Allahü teâlâ tarafından gönderilen bütün dinlerde, nafaka konusu kesin hükme bağlanmış ve bu konuda insanlara sağlam bir yol çizilmiştir. Yalnız şu kadar var ki, bu ilâhî prensiplerden ayrılan insanlar, her hususta olduğu gibi nafaka konusunda da büyük haksızlıklara, yanlış davranışlara sapmışlardır.

Bugünkü Avrupa’nın hukuk sisteminin temelini teşkil eden Roma Devletinin hukuk nizamına göre bir kadının hayat ve memâtına hükmedecek dâimî hâkim kocaydı. Romalı çocuk, babasının malı gibiydi. Pederinin onu satmak için sokakta teşhir etmeğe hakkı vardı. Karısını boşamak, çocukları atmak, satmak, kendilerine sormadan evlendirmek hakkı âile reisine tanınmıştı. Karısı ne getirmişse, çocuklar ne kazanırsa, hâsılı onlara âit ne varsa âile reisinin hakkı idi. Çünkü kadın ve çocuk hiçbir vakit mal sâhibi olamazlardı. Kadın hiçbir vakit hür değildi. Kadın ve çocuklar, kocasının esiri olup istediği zaman bakar, yedirir, içirir veya evsiz, aç susuz bırakırdı.

Eski Hind Hukûkunda da durum bundan pek farklı değildi. Hele kadının evlenme, mîras ve diğer işlerde hiçbir hakkı yoktu. Nafakasının temini de, kocanın insafına terk edilmişti. İsterse yedirir, istemezse aç, susuz, evsiz-barksız bırakırdı.

Allahü teâlâ tarafından gönderildiği şekli değiştirilmiş olup, kendi düşünce ve fikirlerine göre hareket eden Yahûdî ve Hıristiyan toplumlarında, kadının ve çocukların nafakası sağlam bir esasa bağlı değildi. Baba ve koca dilediğini yapıyordu.

İslâmiyet gelmeden önceki Arap kavimlerinde de durum bundan farksızdı. Kadın kocası, çocuk babası ve köle efendisi elinde herhangi bir mal hükmünde idiler. Araplarda evin reisi olan koca, her şeye mutlak hâkimdi. Kadının hiçbir değeri yoktu. Kız çocukları diri diri toprağa gömülebiliyordu. Nafakalarını temin husûsunda hiçbir zorlayıcı hüküm yoktu. Kölelere bir hayvandan daha aşağı muâmele ediliyordu.

Milâdî yedinci asırda, İslâmiyetin gönderilmesinden sonra, nafaka konusunda yepyeni ve en mükemmel tarzda hükümler kondu.İslâm Hukuku, eş ve çocuklara bakmakla kocayı, köleye bakmakla efendiyi, anne-babaya bakmakla çocukları, akrabâya bakmakla diğer akrabâyı, kimsesiz kadına bakmakla devleti mecbur tutarken, başka toplumların durumu yürekler acısı bir hâlde idi. Bu sırada diğer toplumlarda, yukarıda sayılan kimseler değil bakmak, bu kimseler koca ve efendi elinde bir mal hükmünde sayılıyordu. İstedikleri gibi davranıyorlardı. Köleler ise, bütün toplumlarda bir mal hükmündeydi, hiçbir hakları yoktu.

Bu durum yalnızca o zamanki Türk kavimlerinde farklı idi. Kadına büyük ehemmiyet verilirdi. Kadın ve çocuklara baba bakmakla mecburdu. Evlilikte kızın rızâsı alınırdı. Târihçi İbn-i Battuta: “Türk kavimlerince kadınlar pek muhterem olup, bir emir-nâme yazıldığı zaman (Sultanın ve Hatunun emri ile) ibâresi konulurdu.” demektedir.

Türk Medenî Hukûkunda nafaka: Herkes, yardım etmediği sûrette, zarûrete düşecek olan usûl ve fürû’una erkek ve kız kardeşlerine yardım etmekle mükelleftir. Nafaka dâvâsı, bununla mükellef olanlar hakkında, mîrastaki tertip sırasına göre ittihaz edilir. Dâvâ, dâvâcının geçinmesi için gerekli ve diğer tarafın geliriyle uyumlu bir yardım (muâvenet) talebinden ibârettir. Erkek ve kız kardeşler, refah hâlinde olmadıkça, kendilerinden nafaka istenemez.

Ana ve babası belli olmayan çocuk, belediyelerce nafakalandırılır. Âilesi zuhur ederse belediyece, nafaka ile mükellef olan hısımlardan nafaka için yapılan masrafı istenebilir (M.K. 317. mad.).

Medenî Kânûn’un nafakaya ilişkin hükümlerini iki grupta toplamak mümkündür:

1. Bakım nafakaları: Bu grupta yer alanlar, evlilik hukûkundan doğarlar:

a) Evliliğin sürdüğü sürece kocanın eş ve çocukların bütün zarûrî ihtiyaçlarını karşılama mecburiyetinden doğan nafaka, kocanın bu bakımdan görevi evlilik boyunca sürer.

b) Tedbir nafakası: Boşanma ve ayrılık dâvâsı boyunca veya sıhhat ve işin tehlikeye düşmesi gibi sebeplerle, ortak hayâtın tâtile uğradığı dönemlerde geçici bir tedbir olarak koca tarafından verilen nafakadır (M.K. 137. mad.).

c) İştirak Nafakası: Velâyeti kendisine bırakılmamış olan ana veya babanın çocuğun bakım ve eğitim giderlerine iştirâk ettirilmesinden ibarettir (M.K. 148/2).

d) Yoksulluk nafakası: Kabahatsiz olan karı veya kocanın boşanma yüzünden büyük bir yoksulluğa düşecek olması hâlinde diğerinden bir yıl süreyle aldığı nafakaya denir. (M.K. 144 mad.). Tamâmen sosyal ve ahlâkî düşüncelerle kabul edilmiş bir nafaka çeşididir.

Görülüyor ki, bu grupta yer alan nafaka çeşitlerinde ya evlilik birliğinin kocaya, ana-babaya yüklediği bakım mükellefiyeti veya bu birliğin çözülmesinde hiç kusuru olmayan ve boşanma yüzünden büyük sıkıntıya düşen kabahatsiz eşe vicdânî ve ahlâkî el uzatma durumu söz konusudur.

2. Yardım (muâvenet) nafakaları: İkinci grupta yeralan nafakalar ise, belli kan hısımlarına (ve bir de evlat edinenle evlatlığa) yükletilmiştir. Bu nafakanın gâyesi; yardım edilmediği taktirde, zarûrete düşecekleri kesin olan bu kimseler arasında bir dayanışma borcunu yaşatmaktır. Yardım nafakası, belli kan hısımları arasında söz konusudur. Yardım edilmediği taktirde zarûrete düşmek muhakkak ise yükümlülere başvurulabilir. Miktarı isteklinin zarûretini giderecek ölçü ile sınırlıdır. Bu sebeple yükümlünün mesuliyeti, bakım nafakası yükümlülerinin mesuliyetine nazaran daha azdır.

Yardım nafakasının yükümlüleri şunlardır:

a) Usul (Üstsoy): Ana-baba, büyükana-büyükbaba ve onların da ana ve babaları.

b) Fürû (Altsoy): Erkek veya kız reşit çocuklar, torunlar, torunların çocukları ve devamı.

c) Kardeşler: Ana-baba bir veya ayrı olmasında fark yoktur. Şu şartla ki, kardeşin nafaka yükümlülüğü, onun maddî durumunun iyi olmasına bağlıdır.

d) Evladlık ile evlat edinen arasında.

Sıhrî hısımlar (evlilikten doğan hısımlık) arasında nafaka yükümlülüğü yoktur. Meselâ, gelin, kayınbabasından nafaka isteyemez.

Yardım nafakası istemeğe hakkı olan kimse, bu yardımı, nafaka yükümlüleri arasından kendisinin yapacağı bir seçime göre, dilediğinden isteyemez. Kânun burada bir sıra koymuştur. Hak sâhibi bu sıraya uymağa mecburdur. Ön sıralarda yer alana başvurmadıkça daha sonraki sırada yer alan yükümlüye başvuramaz. Bu sıra mirasçılık sırasına göredir ve şöyledir:

1) Fer’îler (Altsoy), 2) Ana-baba, 3) Erkek veya kız kardeşler (refah hâlinde olmak şartıyla), 4) Büyükanne-büyükbaba, 5) Büyükbabanın babası ve büyükananın anası.

Yardım nafakası alabilmek için; zarûret içinde, istenen miktar geçinmek için zarûrî miktar olmalı, dâvâ nafaka yükümlüsünün ikametgâhı mahkemesinde açılmalıdır. Nafaka haczedilemez, başkasına devredilemez, takas edilemez, mirasçılara intikal etmez.

İslâm Hukûkunda nafaka: Nafaka, insanın yaşayabilmesi için lâzım olan şey demektir. Bu ise, yiyecek, giyecek ve evdir. Yâni mutfak masrafı ve giyim eşyâsı masrafı ve ev kirâsı ile ev eşyâsı masrafıdır. Bu masraflar, şehrin âdetine, piyasaya, akrabâ ve arkadaşlara göre ayarlanır. Zamâna ve hâle göre değişir. Her memlekette başkadır. İslâm Hukûkunda nafakayı veya bunların parasını vermek, beş sebeple olur.

1. Zevcesi (hanımı) zengin bile olsa, bunun nafakasını vermek, zevc (koca) üzerine farzdır. Nafaka, nikahtan sonra hemen farz olur. Zevc ve zevce fakir iseler, fakir nafakası verir. Zengin iseler, zengin nafakası vermesi lâzımdır. Zengin nafakasında, zevceye, ev işlerini yaptırması için hizmetçi de tutması lâzımdır. İkisinden biri zengin olup, öteki fakir ise, orta hâl nafakası verir.

Zevce, zevcinin gücü olup da, nafaka vermediğini şikâyet ederse, hâkim nafaka tâyin edip vermesini emreder. Yine vermezse, zevci hapsedip malını satarak, zevcesinin nafakasına sarf eder. Malını bulamazsa, fakir olduğu anlaşılıncaya kadar hapseder. Boşanmalarına karar vermez. Boşanılan kadının nafakasını vermek, babasına, babası yoksa, zengin akrabâsına farz olur.

2. Fakir çocuğun nafakasını yalnız babası verir. Babası fakirse, babasına ödetmek üzere, zengin olan anası verir. Anası da fakirse, zengin olan dedesi verir. Çocuk zenginse, kendi malından nafakalanır. Babası kayıp, anası fakir, amcası zengin olan çocuğun nafakasını amcası verir. Erkek çocuğa, bâliğ oluncaya kadar nafaka verilir. Kız çocuklara evleninceye ve bâliğ olan hasta oğula iyi oluncaya kadar babası bakar.

(Lakit), geçim sıkıntısı veya nâmus korkusu ile terkedilmiş çocuk demektir. Çocuğu terketmek günah, görünce alıp ölümden kurtarmak şehirde sünnet, tenhâ yerde ise farzdır. Kimsesi yoksa devlet tarafından bakılır, yetiştirilir.

3. Zengin çocukların, fakir ana babalarına nafaka vermesi farzdır. Kız ve oğlan çocuklar eşit miktarda verir. Ana-babaya bakmak, bunlar öldükte daha çok mîrâs alacak olana farz değildir. Bunlara daha yakın olana ve onların bir parçası olana farzdır. Oğlunun oğlu ve kızı bulunan ana-babaya yalnız kızlar bakar. Gücü yettiği hâlde, yukardaki üç cins nafakadan birini vermeyen hapsolunur.

4. Küçük oğlan ve evlenmemiş kız ve hasta veya kör adam fakir olup, babaları yoksa, nafakalarını vermek, zengin olan zî rahm-i mahremleri (yakın kan akrabaları) üzerine, mîras miktarı ile farz olur. Farz olması için, mahkemede dâvâ açmak gerekir. Herbiri, o gün için alması lâzım gelen mîras miktarlarına göre ortaklaşa verirler. Bunlar, soy bakımından nikâhı ebedî haram olan yedi kişidir.

5. Kölenin, câriyenin nafakasını vermek, efendisine farzdır. Efendisi nafaka vermezse, kölesi, çalışıp kazandığından kendisine nafaka yapar.

Çocuğunu ve nafaka vermek lâzım olan akrabâsını aç bırakarak ve İslâm terbiyesinden mahrum ederek zâyi etmek günahtır. Zengin kimsenin fakir ve çalışamıyacak hâlde olan akrabâsına nafaka vermesi lâzımdır. Fakir olan yetim çocukların ve dul kadınların nafakalarını vermek, sağlam olsalar da, zengin akrabâsına lâzım olur.

Ana-baba, nine-dedelerden ve çocuklardan, torunlardan başka olan yakınlara “akrabâ” denir. Zengin kimsenin, fakir ve çalışamayacak hâlde olan akrabâsına nafaka vermesi lazımdır. Çalışabilen erkek büyük akrabâya, fakir olsalar da, nafaka verilmez. Küçük çocukların anneleri ve amcaları bulunsa, yâhut anneleri ve ağabeyleri olsa, zengin iseler, çocukların nafakalarını, mîras oranında, ortaklaşa verirler.

İslâm Hukûkunda nafaka ile ilgili diğer hükümler, fıkıh ve ilmihâl kitaplarında geniş yazılıdır. (Daha geniş bilgi için Bkz. Tam İlmihâl-Seâdet-i Ebediyye)

NAFTA

Alm. Naphta (n.f.), Fr. Naphte (m), İng. Naphtha. Renksiz, uçucu, alev alabilen ve karbon ihtivâ eden maddelerin destilasyonundan elde edilen herhangi bir hidrokarbon karışımı. Nafta, elde edildiği maddeye göre isimlendirilir. Meselâ, petrolden elde edilmiş ise petrol naftası, odundan elde edilmiş ise odun naftası denir. Çok meşhur olanı petrol naftasıdır. Petrol naftası, kaynama noktası benzinden yüksek, gazyağından düşük bir üründür. Bileşiminde, başlıca alifatik hidrokarbonlar bulunur. Naftalar, kauçuk çözmek için, deri ve metallerin yağını gidermek için, kuru temizleme vâsıtası olarak vernik ve boyaları inceltmek için kullanılır. Nafta kelimesi Farsçadan gelmektedir.