MÜŞRİK

Allahü teâlâya şirk, ortak koşan. Allahü teâlâdan başka ilâh edinen; ağaçtan, taştan, mâdenden yapılan insan, hayvan ve garip mahlûkât heykellerine, çeşitli cansız maddelere veya mücerret mefhumlara tapınan, bunların fayda ve zarar yapacağına inanan kimseler.

Müşrik, Arapça bir kelime olan şirk’ten türemiştir. Şirk, lügatte “ortak koşmak, Allahü teâlâdan başkası için ibâdet etmek, putlara tapınmak” gibi mânâlara gelir. Şirket, şerîk kelimeleri de aynı kökten türemiş olup “ortaklık, ortak” mânâlarına gelmektedir. (Bkz. Şirk)

Müşrikler, ikiye ayrılır: Ulûhiyette müşrik, ibâdette müşrik. Ulûhiyette müşriklerden biri Mecûsîlerdir (Bkz. Mecûsîlik). Bunlar ateşe tapar. “Hâlık ikidir. Biri Yezdân olup, iyilikleri yaratır. Diğeriyse Ehrimen olup kötülükleri yaratır.” diye inanırlar. Eski tabiiyyeciler de “her şeyi tabiat yaratıyor” dedikleri için müşriktirler.

İbâdette müşrik olanlar, putperestlerdir. Bunlar kendi elleriyle yaptıkları heykellere tapınırlar. Putlar, kıyâmette Allah’a bizim için şefâat edecek derler.

Hıristiyanların çoğu Trinite yâni teslis inancındadır. Yâni “üç tanrı” olduğuna inanıyorlar. Çoğu da hazret-i Îsâ’ya tanrı diyor. Yahûdîlerin bir fırkası da peygamberlerden Uzeyr aleyhisselâm için Allah’ın oğludur diyor. Böylece hepsi müşrik olmaktadırlar. Fakat ellerindeki kitabın gökten indiğine inanırlar.

Bütün peygamberler, insanlara Allahü teâlâdan başkasına ibâdet olunmayacağını bildirmişlerdir. İslâm dîninin esasını bildiren tevhid kelimesi: La ilâhe illallah, ibâdet olunmaya hakkı olan bir varlığın yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildirmektedir (Bkz. Kelime-i Tevhid). Peygamberlere uymayanlar, Allahü teâlânın varlığına inanmakla berâber, tapındıkları putların ibâdete müstehak olduklarına da inanıyorlar. Bunlar, Allahü teâlâdan başka ibâdet olunmaya lâyık kimse olmadığını anlayamamışlar. Başkalarına ve çeşitli putlara tapınmışlardır. Hattâ bunlara tapınmak için kilise, puthâne gibi çeşitli tapınaklar yapmışlardır. Böyle puthâneleri ortadan kaldıran, putlara, heykellere, diri veya ölü bir insana tapınmayı önleyen, yalnız peygamberlerdir. Bunlar, Allahü tâlâdan başkasına tapanların müşrik olduğunu bildirmişlerdir. Müşrikler, Allahü teâlânın varlığının lâzım olduğuna inansalar da, başkalarına tapındıkları için ve Allahü teâlâdan başkasına ibâdet olunmayacağına ehemmiyet vermedikleri için müşrik olmaktan kurtulamıyorlar. İnsanı bundan kurtaran peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Peygamberlerin gönderilmesinden maksat da, insanları bu saâdete kavuşturmaktır.

O halde bir kimse, Peygamberlerin dînine uymadıkça, yâni Allahü teâlâdan başkasının ibâdete lâyık olmadığını bilmedikçe, şirkten, müşrik olmaktan kurtulamaz. Kur’ân-ı kerîm’de Nisâ sûresi 48. ve 116. âyetlerinde meâlen; “Allahü teâlâ müşriki affetmeyecektir.” buyruldu. Burada müşrik kâfir demektir. Şirk, küfrün kısımlarından biridir. (Bkz. Küfür)

Kur’ân-ı kerîm’de, müşrikler hakkında Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:

Mekke müşrikleri Allah’ı bırakıp da, yalnız putlara (Lât, Uzza ve Menât’a) tapıyorlar. Onların bu putlara tapmaları da ancak inatçı bir şeytana ibâdet etmektir. (Nisâ sûresi: 117)

Müşriklerin Cehennemlik oldukları (küfür üzere öldükleri) müminlere belli olduktan sonra, bunlar akrabâ bile olsalar, artık onlar için ne Peygamberin, ne de mümin olanların mağfiret dilemeleri yoktur. (Tevbe sûresi: 113)

Allahü teâlâyı bırakıp da kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek şeylere (putlara) tapıyorlar ve bir de: “Bu putlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır.” diyorlar. (Onlara) de ki: “Siz Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Hâşâ Allah, onların ortak koştukları her şeyden çok uzaktır, çok yücedir. (Yûnus sûresi: 18)

Onların çoğu, ancak Allahü teâlâya ortak koştukları halde, Allah’a îmân etmezler. (Yûsuf sûresi: 106)

Dünyâda Allahü teâlâya ortak koşan müşrikler, âhirette bu ortaklarını (putlarını) görünce; “Ey Rabbimiz! Bunlar seni bırakıp da kendilerine taptığımız ortaklarımızdır.” diyecekler. Tapındıkları putlar da onlara şu cevabı vereceklerdir: “Muhakkak sûrette, siz yalancısınız, biz sizi kendimize çağırmadık.” (Nahl sûresi: 86)

Kur’ân-ı kerîm’de müşrikler hakkında daha birçok âyet-i kerîme bildirilmektedir. Meselâ: Nahl sûresi: 56, İsrâ: 56-57, Kehf: 102, Meryem: 81-82, , Hac: 12-13-73, Furkan: 3, Ankebût: 25-68, Sebe: 21, Fâtır: 13-14-40, Yâsin: 74-75, Necm: 19-25 sûrelerinde de müşrikler anlatılmıştır.

MÜT’A NİKÂHI

 nikâh şâhitleri bulunmaksızın, şâhitsiz olarak bir kadına para verip, belli zaman için berâber yaşamak üzere sözleşmek. Müt’a lugatte (sözlükte) faydalanmak demektir. İki tarafın herhangi bir mal, para karşılığında aralarında anlaşarak yaptıkları dînen uygun olmıyan bir evlenme şeklidir.

Bir de muvakkat nikah vardır ki, şâhitler huzûrunda ve yüz sene bile olsa belli bir zaman sonra boşamayı söyleyerek ve bütün şartlarına uygun yapılan bir nikahdır. Hacca götürecek mahrem bir yakını bulunmayan kadının hacca gidebilmek için, hacca gitmekte olan bir erkekle evlenmesi ve hacdan gelince boşanmayı şart etmesi gibi. Bu da dînimize göre uygun değildir.

İslâmın başlangıcında, harp hâlinin îcap ettirdiği zarûretten dolayı izin verilen müt’a nikâhı, daha sonra haram kılınmıştır. İbn-i Mâce’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Ey insanlar! Müt’a için size ilk önce izin vermiştim. (Bilmiş olunuz ki), Allahü teâlâ onu kıyâmet gününe kadar haram kılmıştır.” buyurdu. Hazret-i Ali de; “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, müt’ayı emrettikten sonra, onun yasaklandığını ve haram kılındığını (Müslümanlara) nidâ etmemi, duyurmamı bana emreyledi.” buyurmuştur.

Müt’a nikâhı câhiliye devrinde Araplar arasında yaygın bir şekilde vardı: Müt’a nikâhı ile evliliği İslâmiyet yasak etmiş, bu şekilde berâber yaşamayı zinâ saymıştır. Ancak bu türlü berâberlik, diğer yasaklamalarda olduğu gibi, tedrîcî olarak (derece derece) yasak edilmiştir. Yâni haram olduğu, hemen bildirilmemiştir. Âdet hâline getirilen alışkanlıklardan, insanların uzaklaştırılması yavaş yavaş olmuştur. Bu usûl, insanlık fıtratına, yaratılışına uygundur. İslâmiyetteki yasaklar, hemen birden bildirilmemiş, bu yasakların zararlarını, çirkinliğini anlayarak kabul edecekleri olgunluğa eriştikten sonra tebliğ edilmiştir.

Dîne uygun bir nikâh sözleşmesi olmaksızın yapılan bütün evlilik şekillerini yasak eden İslâmiyet, müt’a olsun, muvakkat olsun her iki nikâhın da geçersiz olduğunu ve Allahü teâlânın ve Resûlünün râzı olmadığı evlilik sözleşmeleri olduğunu bildirmiş ve zinâ saymıştır.

İslâmiyette erkek ve kadın arasındaki evlenme sözleşmesinin devamlılığı istenmektedir. Geçimsizliğe yol açan bir sebebin zuhur etmesi hâlinde, boşamağa izin verilmiştir. Evlilikte esas olan, erkek ve kadının birbirlerini mesut, mutlu etmeleridir.

Nikâh sırf kadınla berâber yaşamak, ondan faydalanmak için emredilmiş basit bir şey değildir. Nikâh akdinin (evlilik sözleşmesinin) âile yuvasının kurulması, neslin devâmı gibi dînî ve dünyevî pekçok hikmetleri faydaları vardır. Bunun için evliliğin devamlı olması lâzımdır.

Bozuk bir îtikâda sâhip olan ve bâzı inanışları sebebiyle, Peygamberimizin ve Eshâbının gösterdiği doğru yoldan ayrılan sapık fırkalar müt’a ve muvakkat nikâh ile evlilik yapmaktadırlar. Bunlar İslâmiyetin Peygamber efendimiz zamânında yasak ettiği bu haram işi, helal kabul etmektedirler.

MÜTÂREKE

Alm. Waffenstilstand (m), Fr. Armistice (m), İng. Armistice. Savaşan iki tarafın karşılıklı istekleri sonucu, çarpışmalara belli bir süre ara verilmesi. Ateşkesle mütâreke farklı olup, bu kavramlar ekseriyâ birbirine karıştırılır. Ateşkes daha kısa sürelidir ve geniş hükümleri bulunmaz. Süresi bitince çarpışmalar tekrar başlayacağı gibi her an bu anlaşmanın bozulabilmesi de mümkündür. Vietnam Harbindeki Noel için yapılan ateşkes; Irak-İran Savaşında bayramlarda varılan ateşkes antlaşmaları, savaş içinde belli bir müddet için alınan kararlardır. Körfez Savaşında Irak ile ABD ve müttefikleri arasında 28 Şubat 1991’de imzâlanan ateşkes antlaşması da mütâreke değildir. Mütâreke ise daha geniştir ve barış öncesi bir devredir.

Mütâreke, siyâsî-askerî anlaşma türüdür. Mütârekeyi tâkiben barış görüşmelerine başlanır. Sâkin, savaşın kesildiği bu dönemde, taraflar rahatça çalışabilirler. Bu dönem oldukça uzun zaman da olabilir. Birinci Dünyâ Harbinin sonunda Osmanlı Devletinin 1918’de yaptığı Mondros Mütârekesi ile 1922’de Kurtuluş Savaşı sonunda yapılan Mudanya Mütârekesi bu tür antlaşmalardandır.

MÜTERCİM ÂSIM EFENDİ

(Bkz. Ahmed Âsım)

MÜZE

Alm. Museum (n), Fr. Musé (m), İng. Museum. Sanat eserlerinin saklandığı ve insanların bunları görüp faydalanmaları için özel binâlarda sergilendiği yerler. Müze kelimesi eski Yunancada “bilimler tapınağı” mânâsındaki “Mouseion” kelimesinden gelir.

Dünyâda ilk müze, mîlâddan önce üç yüz yılında İskenderiye’de birinci Ptolemaios zamânında kurulmuştur. Müze adı verilen ilk binâ, aslında bir üniversitedir. Sanata ve bilime değer veren okulların bir araya toplanmasından meydana getirilmiştir. Bu ilk müzede, sanat eserlerinden ziyâde eski kitaplar vardır. Daha sonraki yıllarda zamanla müzeler, sanat eserleriyle doldurulmuştur.

Bugünkü şekliyle müzeler, 1453’te Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesinden ve 1492’de Amerika kıtasının keşfedilmesinden sonra, insanların geçmişte yapılan eserlere karşı ilgilerinin artması ve Eski Yunan, Roma, Asur, Babil uygarlıklarının incelenerek devlet adamlarının bu incelenen eserleri satın almaları, ayrıca denizaşırı ülkelere giden seyyahların buralardan getirdikleri antika eşyâları(eski eserleri) toplamaları ile ortaya çıkmıştır.

Eski eşyâ ve eski eser toplama merakı on altıncı yüzyılın başında bütün dünyâda yayılmış, toplanan eşyâlar daha sonra müzeler için malzeme teşkil etmiştir. On yedinci yüzyılda ise, bilim kurulmuş. Bu derneklerin, üyeleri, çalışmak için malzeme aradıklarında müzelerden faydalanmışlardır.

İlk modern mânâda müze, 1683 yılında İngiltere’de Oxford Üniversitesinde kuruldu. Bu müzede eski eser toplama meraklılarından Eliashmole’nin koleksiyonlarından faydalanıldı ve kurulan müzeye “Ashmole Müzesi” adı verildi. Daha sonra on sekizinci yüzyılda müzeler herkesin istifâde edebileceği kurumlar hâline getirildi. Bu devirde Sir Hans Sloane adında tanınmış bir eski eşyâ toplama meraklısı, ölmeden önce bütün kolleksiyonunu İngiliz Parlamentosuna hediye etti ve bu eserler 1759’da kurulan meşhur British Museum’un temelini meydana getirdi.

Amerika’da ise ilk müze, 1773’te Charleston şehrinde kuruldu. Aynı müze bugün de açıktır. Bu müze, Charleston kitaplık kurulunun çalışmalarıyla açıldı. Müzenin salonlarında Güney Carolina’nın eski eserleri de sergilendi.

Müzelerin görevi, sanat ve bilim adamlarına tetkik ettikleri konular üzerinde malzeme sağlamak, halkın kültürünün artmasına yardımcı olmaktır. Nitekim Amerika ve İngiltere’de müzeler, okullara, talep edildiği zaman, malzeme gönderirler. Birtakım ülkelerde de okul çocukları bâzı dersleri müzelerdeki eserleri inceleyerek öğrenirler.

Müzelerin esas görevlerinden biri de, eski eserleri bulmak ve muhâfaza etmektir. Müzeler; genel müzeler, tabiat, sanat, târih ve tatbîkî bilimler gibi çeşitli kollara ayrılırlar. Bunlardan tatbîkî bilimlere ayrılan müzelerde yeni çıkmış makinalar, endüstri âletleri sergilenir. Bâzı ülkelerde ise, daha ziyâde çocukların istifâde edebilecekleri çocuk müzeleri kurulmuştur. Sanat eserlerinin bulunduğu sanat müzeleri, dünyânın her yerinde büyük ilgi görmüştür. Fransa’da bulunan Louvre Müzesi, meşhur ressamların en kıymetli eserlerinin halka gösterildiği büyük bir müzedir. Ayrıca tanınmış kişilerin doğdukları ve yaşadıkları evleri de müze yapılır. Bu tip müzelerde genellikle o kişilere âit eşyâlar, hâtıralar sergilenir. İngiltere’de Shakespear’in doğduğu ev, sonradan müze yapılmış ve halkın istifâdesine sunulmuş bu tip bir müzedir. Türkiye’deki Atatürk Müzelerinin bâzıları da bu cins müzelerdendir.

Son zamanlarda, batı dünyâsının en büyük iki müzesi, Paris’te “Louvre” ile New York “Metropolitan” müzeleri, aralarında işbirliği yapıp, bir dünyâ müzesinin ilk adımlarını atmışlardır. Bu anlayış, müzeciliğe yeni bir görüş getirmiştir. Buna göre, müzeler arasında eser değişimi yapılarak insanların her ülkenin târihî eserlerinden faydalanması imkânı doğmuştur.

Türkiye’de müze: Türkiye’de müze kurma düşüncesi on dokuzuncu yüzyılın ortalarında doğmuştur. O zamana kadar Topkapı Sarayının bir kısmı müze durumundaydı. Bu sebeple ülkemizdeki eski eserler sarayda “Enderun Hazinesi” adı verilen dört büyük salonda tutularak korunurdu. Bunun yanında “Hırka-i saâdet” dâiresi, Topkapı Sarayında kurulmuştu. Burada Peygamber efendimizin mukaddes emânetleri (Bkz. Mukaddes Emânetler) korunurdu. Ülkemizdeki vakıf eserlerin, câmilerin, sebillerin korunması da dînî sebeplerledir. Fakat eski eserlerin sırf târihe mal olmuş olayları bildirdiği için veya başka milletlere, başka dinlere âit olduğu ve târih değeri taşıdığı gerekçesi düşünülerek saklanması ve korunması yapılmazdı. Çünkü bunlara değer verilmezdi. Nitekim Mısır’daki dikili taşların başka milletler tarafından kendi müzelerine koyulmak üzere alınıp götürülmesi, hattâ yakın zamanlarda “Semâdirek Zaferi, Lelos Venüs’ü” gibi eserlerin Avrupa’ya kaçırılması da bu değer vermeyişin sonucuydu.

Türkiye müzelerinin 1847 yılına kadar uzanan bir geçmişi vardır. İstanbul’un fethinden bu yana eski ve ganimet olarak alınan silahların saklanması ve teşhiri gâyesiyle, Aya İrini Kilisesine konularak, buranın târihi eserler deposu olarak kullanıldığı, târihlerde yazılıdır. Sonradan buraya “Müze-i Hümâyûn” adı verilmiştir. Târihteki çeşitli yer değiştirmelerden sonra bu müzeye, Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden Mr. Goold, ilk olarak müdür tâyin edilmiştir. Bu yıllarda Millî Eğitim Bakanı olan Safvet Paşa, bütün vâlilere tamim göndererek, ülke sınırları içindeki eski eserlerin korunmasını istemiştir. Eski eserlerin korunması yolunda bu tamimden sonra birara, müze müdürlüğü kaldırılmıştır. Fakat daha sonra Ahmed Vefik Paşanın başbakanlığı zamânında, müze müdürlüğü yeniden kuruldu. Bu defâ müdürlüğe yine bir yabancı olan B. Dethier getirildi. Alman asıllı olan bu müze müdürü, 1874’te ilk defâ Âsâr-ı Atika Nizâmnâmesi (Eski Eserler Tüzüğü)ni çıkartmıştır. Bundan sonra eski eserleri toplama, saklama işi, iyi yürümüş bu devrede bilhassa kayda değer olarak, Fâtih devrine âit Çinili Köşke arkeolojik nitelikte parçalar nakledilerek burası genel karakterde bir müze hâline sokulmuştur. Bu arada Aya İrini Kilisesi ise askerî müze olarak kullanılmıştır.

1881’de Alman asıllı müze müdürü M. Dethier’in ölümüyle Çinili Köşkteki müzenin müdürlüğüne tâyin edilen Osman Hamdi Bey, Türk müzeciliğinin önderi sayılır. Osman Hamdi Bey zamanında ikinci defâ Âsâr-ı Atika Nizâmnâmesi hazırlanmış ve zaman içinde çeşitli târihlerde yapılan çalışmalarla bölüm bölüm tamamlanarak bugünkü arkeoloji müzeleri meydana getirilmiştir. Osman Hamdi Bey zamânında çoğu İstanbul’da olmak üzere, yurdun çeşitli yerlerinde birçok müze açılmıştır.

Yakın zamanlarda İstanbul’da Eski Şark Eserleri Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri, târihî değerleri yüksek olan el yazma eserlerin bir araya toplandığı Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Askerî Müze, Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi gibi yeni yeni müzeler kazandırılmıştır.

Yurdumuzda müzeler, bugün, Kültür Bakanlığına bağlıdır. Bakanlıkta, bir Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü vardır. Bu genel müdürlüğe bağlı olarak, şûbe müdürlükleri, müze müdürlükleri, müze memurlukları ve en son olarak da müze muhâfızları gelir. Büyük müzelerde ayrıca müdür yardımcısı ve yazı işleri büroları da vardır.

Müzelerimizdeki târihî eşyâların, demirbaş kayıt defterlerine kaydı yapılır. Fişleri, sicilleri, bastırılmış katologları vardır. Bilhassa İstanbul Topkapı Müzesi, Resim Heykel Müzesi ve Ankara Etnografya Müzesi bu bakımdan çok gelişmiş durumdadır. Yurdumuzun her ilinde Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlı olarak arkeoloji müzeleri bulunur. Bu müzelerde, her çeşit târihî sanat eserleri, teşhir edilir. Yurdumuzun dört bir yanında binlerce yıllık târihî kalıntılar vardır. Bu kalıntılar üzerinde yapılan kazılarla, târih öncesi ve ilkçağ uzmanları, binlerce târihî eser bulmaktadır. Ayrıca yurdumuzda târih çağlarının çeşitli devirlerine âit, anıtlar, yapılar da arkeolojik bakımdan târihî değer taşır. Millî servetimizi meydana getiren bütün bu târihî hazinelerimiz, bugünün dünyâsında devletimiz açısından ve turizm bakımından tükenmez zenginlik kaynaklarımızı meydana getirir.

Yurdumuzun her ilinde kendi çapında, târihî eserleri bünyesinde toplayan, çok çeşitli müzelerimiz de vardır. Bunlardan en önemlileri: Konya’da Mevlânâ Müzesinde, çok zengin el yazmaları, yazı levhaları, halılar, kumaşlar, seccâde ve diğer eserler vardır. Ankara’da Etnoğrafya Müzesi, Arkeoloji Müzesi; İzmir’de, İzmir ve Efes Müzesi, Bergama Müzesi; Bursa’da Bursa Müzesi, bu müze de târihî eser bakımından çok zengindir. Bunlardan başka, Amasya, Antakya, Antalya, Kütahya, Samsun, Sivas müzeleri de zengin târihî esere sâhiptir.

MÜZİK

Alm. Musik, Fr. Music, İng. Music. Hisleri ve düşünceleri ses, hareket ve âletle anlatma sanatı, mûsikî. Müzik, düzenlenmiş ses ve hareket demektir. Seslerin melodi, armoni ve polifoni gibi şekillerde düzenlenmesidir. Müzik, nağmelerin esaslarını, seslerin ahengini, düzgünlerin birleştirilmesini ve bunların çeşitli müzik âletleri vâsıtasıyla ortaya konulmasını öğreten bir bilgi dalıdır. Zarûrî olan bâzı sebeplerle meydana gelen kabalıkların, insan sesini bozması ve böylece nağmedeki ahengin kalmaması sebebiyle müzik âletleri yapılmıştır. Bâzı müzik âletleri, tabiatta bulunmayan sesleri verirler. Bu seslerin hâllerini korumak için, çeşitli müzik âletleri yapılmıştır.

Müzik kelimesi, puta tapan eski Yunanlıların büyük putları olan Zeüs’ün kızları sayılan mausa (müz) denilen dokuz heykelin adından türemiştir. Müzik, milletlerin inanç sistemine, örf ve âdetlerine paralel olarak icra edilmiş bir seslendirme sanatıdır. Müzik âletinin ilk defâ nerede kullanıldığı bilinmemektedir. Ancak dünyânın her yerinde yapılan târih araştırmalarında, çeşitli milletlerin değişik müzik âletleri çaldıkları görülmektedir. Eski Yunanlıların lir denilen âletlerinin yanısıra Eski Mısır, Anadolu, Mezopotamya, Çin ve Hind, diğer Uzakdoğu kavimlerinin de kendilerine mahsus çeşitli müzik âletleri olmuştur. Günümüzde de dünyâ milletleri millî ve mahallî olmak üzere çok çeşitli müzik âletleri kullanmaktadır.

Güzel ve ahenkli sesin, canlılar üzerindeki tesiri, eski çağlardan beri bilinmektedir. Bilhassa insan, bu tesiri bünyesinde en çok hisseden bir mahluktur. İnsan, güzel insan seslerinden başka, yaptığı çeşitli âletlerin ritmik seslerinden de faydalanma ve zevklenme yolunu tutmuştur. Çalgı âletlerinin bütün dünyâda sayılamayacak kadar çeşitleri vardır. Müzik denilince daha çok bu çalgı âletlerinin yalnız başlarına, birkaçı veya birçoğu birarada veya insan sesi iştirakiyle çalınıp dinlenmesi anlaşılmaktadır.

Denilebilir ki, târihin hiçbir devrinde insanlar günümüzdeki kadar müzikle haşır neşir olmamışlardır. Dünyânın her memleketinde müzikle uğraşan, bir çalgı âleti çalan insan sayısı her geçen gün artmaktadır. Eskiden daha çok millî ve mahallî kalan çalgı âletleri de bütün dünyâya yayılarak milletlerarası bir yapıya bürünmektedir. Radyo, teyp, TV, plaklar, video gibi modern haberleşme araçlarının da birinci fonksiyonu, müzik yayınından ibâret gibidir. Öyle ki, günümüz dünyâsını kaplayan sesler analiz edilse, müzik seslerinin birinci sırayı alacağı rahatça söylenebilir. Avrupa ve Amerika ülkelerinde son yıllarda sayıları çoğalan ve bilhassa gençler içinde yaygınlaşan yeni müzik grupları, akımları ve besteleri, her türlü ölçünün dışına taşmakta, ilim adamları, psikologlar ve sosyologlar tarafından çılgınlık olarak vasıflandırılmaktadır. Toplandıkları müzik hollerinde veya meydanlarda garip giyinişler, saçma sapan şarkılar ve ne olduğu anlaşılmayan metal gürültüleri arasında âdetâ sinir, histeri, vahşet krizleri geçirip, çılgınlaşan gençler, müzik kurbanları olmaktadırlar. Bunlar arasında aklî ve ruhî dengeleri bozulan, bir çalgıcı veya şarkıcıya âdetâ tapınırcasına bağlanan, sevdiği bir müzik parçası eşliğinde ırzını, namusunu ortaya serebilen, cinâyetler işleyebilen ve daha akla gelmedik türlü cinnetlere uğrayanların sayısı büyük rakamlara ulaşmış bulunmaktadır.

İslâmiyette müzik: İslâmiyet, her konuda insanlara en doğru ve en sağlam bilgileri ve ölçüleri vermektedir. Müzik, müziğin insana tesiri, bunun fayda veya zararları, çok geniş olarak bildirilmiş ve müzik hakkındaki hükümler dînî temel kitaplarda yer almıştır.

İslâm dîninde bildirildiği üzere, insan, beden ve rûha sâhip bir varlıktır. Bedenin ve rûhun ihtiyaçları ayrı ayrıdır. Bedenin ihtiyaçları bakımından insan ile hayvan ortaktır. Hayvanda, ruh yoktur. İnsanda nefis denilen ayrı bir kuvvet daha vardır. Nefsin arzularının çoğu, Allahü teâlânın istemediği, beğenmediği şeylerdir. Ruh ise Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri ister. Nefislere hoş gelen ve keyiflenmeye, zevklenmeye sebep olan nağmeli sesler, insandaki şehvânî, hayvânî duyguları harekete getirmesine ve böylece rahat bulmasına vâsıta olur. Güzel ve ahenkli ses işitmek, kalp veya gönül denilen gizli kuvveti harekete geçirir. Çünkü kalp, göze, kulağa vs. bağlıdır. Bunun için güzel ses, insanın elinde olmayarak kalbe tesir eder. İnsan, kalbinde hangi varlığa âit sevgiyi bulundurursa, onu hatırlatan sözler ve nağmeli sesler bunlara kavuşmak arzusunu arttırır.

Kalbinde Allah sevgisi, hak dinlerin kutsal saydığı şeylere hürmet ve saygı duygusu bulunan kimseler, Kur’ân-ı kerîm okumaktan ve dinlemekten, Allahü teâlâyı ve O’nun sevdiklerini hatırlatan mevlid, ilâhî, kaside gibi güzel sesleri dinlemekten zevk alırlar. Bunlardan ruhları hoşlanır. Bunun gibi hacca gidecek olanların Kâbe, hac, Mekke ve Medine şarkılarını dinlemeleri; askerlerin harp, kahramanlık şarkılarını söylemeleri, dinlemeleri, insanda zararlı olmayan zevkler, lezzetler hâsıl etmektedir. İlâhî dinlerin sonuncusu olan İslâmiyet, rûha zevk, lezzet veren ve insanı Allahü teâlânın sevgisine götüren güzel sesleri dinlemeyi yasak etmemiştir.

Kalbinde kız, oğlan, aşk, şehvet arzusu bulunduran ve bağlılığı olan kimseler, bunları hatırlatan nağmeli sesleri, müzik dinlediği zaman nefsinde bunlara kavuşmak arzusu artar. Hep onları hayal etmeye, onlarla ilgilenmeye başlar. Allahü teâlâdan uzaklaşır. Çeşitli haramları, günah olan şeyleri yapmaya başlar. Nefsinin taşkınlık yapmasına, günah yoluna sapmasına sebep olur. Böylece müzik, nefsin gıdâsı olur. Buna benzer daha birçok zararların doğmasına sebep olduğu için İslâmiyet insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran, rûhunu öldürüp nefsini kabartan bâzı müzik seslerini söylemeyi ve dinlemeyi yasak etmiştir.

Şu kadar var ki, insanların taşkınlık yapmasına sebep olmayan, onları zarara sürüklemeyen onların ruhlarını besleyen ve kalplerinde Allah sevgisinin artmasına yardım eden sesleri dinlemesi ve bu güzel sesten lezzet alması, kuş sesi dinlemek, yeşillik, akar su, çiçekleri seyretmek gibi olur. Bunları seyir, göze rahatlık verdiği gibi; güzel koku, burna hoş geldiği gibi; lezzetli yemek ağza tatlı geldiği gibi ve lise bilgileri, fennî buluşlar, akla hoş geldiği gibi; güzel ses de, kulağa lezzet vermekte olup, onlar gibi mubâh olur. Yukarıda bahsedilen ve insanlara zarar veren, günah ve kötülük işleten müzik, bütün ilâhî dinlerde yasak edilmişti. Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan İncil’in yasak ettiği müziği sonradan papazlar, Hıristiyan dînine soktular. Birçok hurafeler karıştırdıkları bu bozuk dinleri, ruhları besleyemediği için, müziğin nefislere hoş gelmesi, “müziğin nefsin gıdâsı olması” meselesi, ruhânî tesir sanıldı ve “Müzik, rûhun gıdasıdır!” denilmeye kalkışıldı.

Bugünkü batı müziği, kilise müziğinden doğdu. Bugün yeryüzünü kaplıyan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik, ibâdet hâlini almıştır. Müzikle nefisler keyiflenmekte, şehvânî, hayvânî duygular kabarmakta, rûhun hakîkî gıdâsı olan, kalpleri temizleyen ilâhî ibâdetler unutulmaktadır. İnsanları, alkolikler ve morfinmanlar gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmaktadır. Böylece birçok insanın ebedî saâdetten, mutluluktan, sonsuz kurtuluştan mahrum kalmasına sebep olmaktadır. İslâm dîni, insanları bu âfetten, bu sonsuz felâketten korumak için müziği kısımlara ayırmış, zararlı olanlarını haram kılmıştır. Hazret-i Mevlânâ bile büyük eseri Mesnevî’de hazret-iÖmer ile bir çalgıcının hikâyesini anlatmış, sonunda çalgıcının tövbesine yer vermiştir. İslâm dîninin müzik hakkında bildirdiği hükümler, çok geniş ve açık olarak İhlâs Holding A.Ş. tarafından yayınlanan Seâdet-i Ebediyye (Tam İlmihâl) kitabının “Teganni ve müzik” bölümünde anlatılmaktadır.

MYANMAR (BİRMANYA)

DEVLETİN ADI  

Birmanya Birliği  Sosyalist Cumhûriyeti

BAŞŞEHRİ   

Rangoon

NÜFÛSU 

 43.466.000

YÜZÖLÇÜMÜ 

676.577 km2

RESMÎ DİLİ   

Birmanca

DÎNİ 

Budizm, İslâmiyet, Hıristiyanlık, Animizm

PARA BİRİMİ 

Kyat

Güneydoğu Asya’da bulunan; kuzey ve kuzeydoğusunda Çin, batısında Hindistan ve Bangladeş, doğusunda Laos, güneydoğusunda Tayland ile komşu olup, Bengal Körfezi ve Andaman Denizinde geniş kıyılara sâhip bir ülke. Birmanya ve Burma olarak da bilinir. Uzak Doğu Asya’nın bütün tipik özelliklerine sâhiptir.

Târihi

Birmanya târihi hakkında bilinen bilgiler eskidir. Orta Asya’dan Moğol ve Türk asıllı kavimler buraya göç yapmışlardır. On birinci asırda kurdukları bir devletle târih sahnesinde yer işgâl eden Birmanya, 13. asırda Kubilay Han tarafından işgâl edilmiştir. Daha sonra çeşitli hânedanların idâresi altında 19. asrın ortalarında refah seviyesi yüksek bir ülke hâline gelen Birmanya, 1882’de İngilizlerin istilâsına uğradı. İngilizler önce diğer sömürgesi olan Hindistan’a bağladıkları Birmanya’yı daha sonra direkt bir şekilde kendilerine bağladılar (1886). İkinci Dünyâ Savaşında Japonların işgâline uğrayan ülke, Japonların yenilmesiyle sona eren harbin nihâyetinde (1945’te), İngilizlere karşı bir bağımsızlık savaşı başlatarak, 4 Ocak 1948’de İngilizlerin çekilmesiyle bağımsızlığını îlân etti. 1974’te kabul edilen bir anayasa ile sosyalist bir idâre kuruldu. 1988’de demokrasi yanlısı hareketi bastırarak iktidara el koyan askerî yönetim, bütün partileri dağıttı. Askerî yönetimin başında bulunan General Saw Maung, 1992’de geçirdiği sinirsel bir rahatsızlık yüzünden görevi bırakmak mecburiyetinde kaldı. Yerine General Tan Shwe geçti (1993).

Fizikî Yapı

Fizikî özellikleri bakımından bir sâdeliğe sâhip değildir. Çok yüksek dağlar, yüksek yaylalar, alüvyonlu ovaların hepsi mevcuttur. Dünyânın en yüksek sıradağları olan Himalaya Dağlarının son uzantıları Birmanya’nın batısında bulunur. Bu sıradağlar ülkenin kuzeyinde âniden sarplaşır ve yüksekliği 5000 metreye varan tepeler hâlini alır. Güneye doğru alçalarak gider. Burada Arakan Sıradağları ismini alır. Batıdaki bu sıradağların güneybatıdaki kolu denize dik bir şekilde ulaşırken, bu dağların bir uzantısı olarak denize pekçok küçük adacıklar teşekkül etmesine sebep olurlar. Bu bölgede deniz sığ ve kayalık olduğu için gemiler için ulaşım elverişli değildir.

Batıdaki sıradağların kuzeyi, ülkenin de kuzey kesimini teşkil eder ki, bu yörede dağlar Theing-Wang Razi Tepesinde ülkenin de en yüksek noktası olarak 6024 metreye ulaşır. Bu bölgeden doğan İrrawadi Nehri, doğusunda ülkeyi bir uçtan diğer uca 2200 km olan uzunluğuyla kat ederek, Bengal Körfezine dökülür. Bu ırmağın kollarıyla berâber meydana getirdiği havza, ülke topraklarının yarısından fazlasını teşkil eder.

Kuzeyde hızlı akmasına rağmen, gittikçe hızı yavaşlayan İrrawadi Irmağının güneyden îtibâren 1450 kilometrelik bir bölümü nehir ulaşımına elverişlidir. Denize döküldüğü yerde geniş bir delta teşkil eder. Ulaşıma elverişli olması sebebiyle bu nehrin ülke hayâtında önemli bir yeri vardır.

Ülkeyi kuzeyden güneye kateden batı sıradağları ve ortada İrrawadi Havzasından sonra, doğuda yine kuzeyden güneye kateden Chan Yaylası yer alır. Bu yaylanın yüksekliği 1000-2000 m arasında değişirken, yaylanın kuzey kısımları kurak, çıplak ve tarıma elverişli olmayan arâzilerle kaplıdır. Güney kesimleriyse zengin tropik bitki örtüsüyle bezenmiştir. Pekçok akarsuyun bulunduğu Chan Yaylasındaki en önemli nehir, bu ülke topraklarındaki uzunluğu 1700 km olan Salven Nehridir. Chan Yaylası güneyde Malaka Yarımadasına kadar uzanarak denize dik yamaçlar hâlinde ulaşır. Bu yaylanın da denize ulaşması batı sıradağlarında olduğu gibi denizde gemilerin seyrine engel teşkil eden kaya adacıkları şeklindedir.

İklim

Bütün Güneydoğu Asya ülkelerinde mevcut olan muson iklimi genel olarak Birmanya’da da hâkimdir. Ülke yengeç dönencesi üzerinde bulunduğundan, kışın karalardan denizlere doğru esen kuru; yazın ise denizlerden karalara doğru esen bol yağışlı muson rüzgârları, ülkenin iklimindeki en önemli unsurdur. Ülkenin doğusundaki yüksek yaylalarla, batısındaki yüksek sıradağlar, yağışların bölgelere göre dağılımına tesir etmektedir. Birmanya’nın en çok yağış alan bölgeleri; Arakan Sıradağlarının batı kesimi ile İrrawadi Nehrinin denize döküldüğü yerde teşkil ettiği Delta Ovası ve Chan Ovasının güney kesimleridir. Bu bölgelerde senelik yağış ortalaması 5000 milimetreyi geçer. İç bölgelerde muson rüzgârlarının tesiri pek fazla olmadığı için yağış da azdır. Ülkenin muson rüzgârlarına mâruz kalan güney bölgeleri bol yağışlı olup, senelik sıcaklık farkları 17-39°C civârında değişir. Kuzey kısımlarında nisbeten daha kurak ve soğuk bir iklim hâkimdir.

Tabiî Kaynaklar

Birmanya, tabiî kaynaklar bakımından çok zengin bir ülkedir. Ülkenin % 60’ı tropikal ormanlarla kaplı olup, bu ormanlarda fil, kaplan, arslan, maymun gibi vahşî hayvanlar bulunur. Yeraltı zenginlikleri de oldukça fazla olan ülkede petrol, tabiî gaz, kalay, çinko, kurşun, tungsten, altın, gümüş, bakır ve yemiştaşı gibi mâden kaynakları vardır. Nehirlerinde ve denizlerde bol miktarda çeşitli balıklar mevcuttur.

Nüfus ve Sosyal Hayat

43.466.000 olan nüfûsu değişik etnik gruplar meydana getirir. Bu etnik gruplardan en önemlileri; Birmanyalılar, Karenler,Şanlar, Şinler,Kaşınlar ve Kayahlardır. Ancak nüfûsun % 74’ünü Birmanyalılar teşkil etmektedir. Bunlardan başka Bangladeş,Hindistan ve Çin’den gelen göçmenler de ülke nüfûsunda az da olsa bir yekün teşkil ederler.

Refah seviyesinin çok düşük olduğu Birmanya’da halk, kazıklar üzerine bambudan yaptığı evlerde yaşar. Evlerini kazıklar üzerine yapmalarının sebebi; muson yağmurları sebebiyle sık sık mâruz kaldıkları sellerden korunmak içindir. Halk, genellikle çiftçilikle uğraşmaktadır. Resmî dilin Birmanca olmasına rağmen, halkın ancak % 65’i bu lisânı konuşmakta, geri kalanlar ise kendi bölgelerine mahsus olan çeşitli dilleri konuşmaktadır. Birmanya halkı genel olarak geleneklerine bağlı, an’anelerinden vaz geçmeyen bir millettir. Âile kavramı; anne, baba, kardeşler, dayı, teyze, amca, hala, dede, nine, yeğenlerden müteşekkil topluluktur. Âilede söz sâhibi olan kimse mutlaka babadır. Halkın ekseriyeti Budizm dînine inanır. İslâmiyetin, halkın genel kültür seviyesinin yükselmesiyle gittikçe yayıldığı Birmanya’da Hıristiyanlık ve Hindu dinleri çok dar sâhalarda kalmıştır. Okur-yazar oranının % 70 gibi yüksek bir rakam olmasına rağmen, bu sâdece okur-yazar olmaktan ileri gitmeyen halkın kültür seviyesinin yüksek olmasını ifâde etmemektedir. Orta öğretim yapan okulların sayısının çok sınırlı olduğu ülkede bir tek üniversite vardır. Sağlık hizmetlerinin de yetersiz olduğu hastahânelerde nüfûsa göre yatak sayısı da çok azdır.

Siyâsî Hayat

1948’de bağımsızlığını îlân ettikten sonra, Birmanya’da parlamenter demokratik bir rejim benimsendi. Meclis ve Senato’nun teşkili, devlet ve hükûmet başkanlarının seçiminden sonra komünist ve bölücülerin meydana getirdikleri kargaşalık netîcesinde ordu yönetime el koydu. Seneler sonra hazırlanan anayasa, 1974’te halk oyuna sunularak kabul edildi. Bu anayasa netîcesinde, Birmanya Sosyalist Federal Cumhûriyeti oldu. İdârî bakımdan 50 vilâyete ayrılmıştır. Bunların çoğunluğu küçük şehirlerdir.

Ekonomi

Dünyânın geri kalmış ülkelerinin başta gelenlerinden olan Birmanya’da ekonomi tarıma dayanmaktadır. Çok bol olan mâdenler, tarımdan sonra ekonominin dayandığı ikinci büyük faktördür. Ülkede üretilen en önemli tarım ürünü, bütün Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi pirinçtir. Halkın temel gıdâ maddelerinin başında gelen pirincin ülke içerisindeki tüketimden artanı ihrâç edilir. Buğday, mısır, akdarı, susam, baklagiller, pamuk, çay ve şekerkamışı ülkede üretilen diğer tarım ürünleridir. Tarım en ilkel usûllerle yapılmaktadır. Gür tropik ormanlar ekonomiye kereste, kauçuk üretimi şekliyle katkıda bulunurlar.

Mâdenler bol olmasına rağmen işlenememektedir. Ülkedeki petrol üretimi, İkinci Dünyâ Savaşından önceki seviyesine henüz ulaşmış değildir. Sanâyisi yok denilebilecek seviyede olan Birmanya’da, çok az sayıda çimento, kâğıt, dokuma ve şeker fabrikaları vardır. Fildişi ve tahta oymacılığı ile ipekçilik ve mücevherat yapımı yaygındır. Ticâret de, bütün ekonomi kolları gibi çok geri kalmıştır. Balıkçılık mevcut sularda çok az yapılmaktadır. Daha ziyâde nehirlerde yapılan balıkçılığın yanısıra son zamanlarda deniz balıkçılığı da yaygınlaşmaktadır.