MÜSLÜMAN

Alm. Muslim (m), Fr. Musulman (m), İng. Muslim. İslâm dînine inanıp kabul eden. Îmân edip de, ibâdet edene “Müslüman” veya “Müslim” denir. Mümin de, müslim ile aynı mânâdadır. Müslüman, Arapça (müslim) kelimesinin Farsçadaki şeklidir.

Allahü teâlânın, insanların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için gönderdiği hak, gerçek olan dinlerde bildirilen îmân esaslarını diliyle söyleyip, kalbiyle tasdik eden ve yapılması emredilen ibâdetleri yerine getiren kimseye mümin veya müslim (Müslüman) denilmiştir. İlk Peygamber Âdem aleyhisselâmdan, son Peygamber Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve selleme kadar bütün peygamberlerin her sözünün doğru, kıymetli ve faydalı olduğuna inanan kimse Müslümandır. Fakat Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini bildirdiği zamandan îtibâren, dünyâda bulunan ve kıyâmete kadar gelecek bütün insanların Müslüman olabilmeleri için O’nun peygamberliğini kabûl etmeleri ve bildirdiği her sözüne hiç tereddüt etmeden inanmaları lâzımdır. (Bkz. Din, Îmân)

Son din olan İslâmiyetin gönderilmesinden sonra, Allah bütün insanların bu dîne uymalarını emretmiştir (Bkz. İslâmiyet). Bir insanın hakîkî Müslüman olması, her sözünde ve hareketinde Muhammed aleyhisselâma tâbi olması ile mümkündür.

Hakîkî Müslüman demek; îmân, amel ve ahlâkta yükselmiş, mânevî ve maddî olarak üstün vasıflara sâhip kimse demektir. İslâm dîni, insanları rûhen ve bedenen yükseltmek için gönderilmiştir. Müslüman, İslâmiyete bağlandığı ve uyduğu nisbette yükselir. Böyle yükselen bir Müslüman, dostlarına ve düşmanlarına hep iyilik, adâlet, cömertlik yapar. Nitekim Peygamberimiz buyurdu ki:

İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim.

Îmânı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır.

Müslüman demek, Müslümanlara eli ve diliyle zarar vermeyen kimse demektir.

Kâmil bir Müslümanın yüksek vasıfları saymakla bitirilemez. Çünkü İslâmiyet; içine daldıkça genişleyen, büyüyen bir deryâ gibidir. Ancak her Müslümanda muhakkak bulunması gereken ortak vasıflar şöyle sıralanabilir:

Bir Müslümanın rûhunun temizliği esastır. Yalan söyleyen, hîlekârlık yapan, insanları aldatan, zulüm eden, haksızlık yapan, dindaşlarına yardım etmeyen, azamet satan (büyüklük taslayan), yalnız kendi çıkarını düşünen bir kimse, ne kadar çok ibâdet ederse etsin, kâmil (olgun) Müslüman sayılmaz. Bu gibi kimselerin ibâdetlerine sevap verilmez. İslâm dîninde yasaklardan sakınmak, emirleri yapmaktan daha önce gelmektedir. Kâmil (olgun) bir Müslüman, her şeyden önce tam ve mükemmel bir insandır. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Resûlullah efendimiz buyurdular ki:

Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmiştir.

Allahü teâlâ refiktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini, yumuşak davrananlara ihsân eder.

Yumuşak davranmayan hayır yapmamış olur.

İçinizden en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.

Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin ortasında çağırır. Cennette istediğin hûrinin yanına git der.

Cehennem’e girmesi haram olan ve Cehennem’in de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz! Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösterendir.

Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyüktür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hattâ köpekten, domuzdan daha aşağı görünür.

Müslüman son derece alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder.

Müslüman vakûrdur, kibârdır. Âilesini ve vatanını sever. Peygamberimiz “Vatan sevgisi îmândan gelir” buyurmuştur. İşte bunun için vatanına saldıranlara karşı canla başla karşı koyar.

1560 târihinde bir Alman râhibi tarafından yazılan eserde şöyle denilmektedir: “Müslüman Türklerin ne için her seferde bizi yendiklerini şimdi anladım. Burada bir gazâ (savaş) olduğu zaman, Müslümanlar derhal silahlarına sarılıp, vatanları ve dinleri uğruna seve seve çarpışmakta ve ölmektedirler. Gazâda ölenlerin Cennet’e gideceklerine inanıyorlar. Halbuki bizde bir harp ihtimâli olunca, herkes askere gitmemek için saklanacak yer arar. Zorla askere alınanlar ise, isteksiz döğüşürler.”

Cenab-ı Hak, kullarının nasıl olmasını istediğini Kur’ân-ı kerîmde şöyle açıklamaktadır: Fürkûn sûresinin 63-68. âyetlerinde meâlen; “Rahmânın (yâni kullarına acıması çok olan Allah’ın) kulları, yeryüzünde gönül alçaklığı ile yumuşak yumuşak yürürler. Bilgisizler kendilerine sataştığı zaman onlara; “Sağlık, esenlik size” gibi güzel sözler söylerler. Onlar, yatışlarında ve kalkışlarında hep Allah’ı anar, O’na hamdederler. Onlar; “Rabbim, Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Doğrusu O’nun azâbı sürekli ve acıdır, orası şüphesiz kötü bir yer, kötü bir duraktır” diye Allah’a yalvarırlar. Onlar bir şey sarf ettikleri zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik, ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allah’a eş koşmazlar. Allah’ın dokunulmasını haram ettiği canı kıyıp kimseyi öldürmezler. Ancak suçluları cezâlandırırlar. Zinâ etmezler” ve 72-74. âyetlerinde meâlen; “Yalan yere şehâdet etmezler. Faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle faydasız veya güçle yapılan bir işe tesâdüfen karışacak olurlarsa, yüz çevirip vakarla uzaklaşırlar. Kendilerine Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı zaman, körler ve sağırlar gibi görmemezlik, dinlememezlik etmezler. Onlar “Rabbim, bize eş ve çocuk olarak gözümüzü aydınlatacak kişiler ihsân et! Bizi, Allah’a karşı gelmekten, sakınanlara önder yap” diye yalvarırlar.” buyrulmaktadır.

Kâmil Müslüman, anasına, babasına, hocasına, âmirine, memleketinin büyüklerine karşı son derecede saygılıdır. Lüzumsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgul olur, kumar oynamaz. Vaktini boş geçirmez.

Kâmil Müslüman, ibâdetini yapar. Allah’a olan şükran borcunu öder. Bu ibâdet, yalnız laf olsun veya yasak ortadan kalksın diye yapılmaz. Bu ibâdet, büyük bir Allah sevgisiyle yapılmalıdır. Allah’tan korkmak demek, O’nu çok sevmek demektir. İnsan nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allah’a ibâdet de, O’na olan sevgimizi ispatlayacak bir şekilde yapılmalıdır. Allah’ın bize verdiği nîmetler o kadar büyüktür ki, O’na olan şükran borcumuzu ancak O’nu çok severek ve O’na candan ibâdet ederek ödeyebiliriz. Bu ibâdet, Allah ile kul arasındadır (Bkz. İbâdet). Allahü teâlâ kendisine ibâdette kusur edenleri belki affeder. Fakat başkasının hakkına tecâvüz ve onlara fenâlık edenlerle üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sâhipleri affetmedikçe aslâ affetmez.

Allahü teâlanın, kullarının ibâdetlerine ihtiyâcı yoktur. İbâdetler insanlara faydalı olduğu ve Allahü teâlâyı tanımaları için emr edilmiştir. Fakat insanlar, birbirine muhtaç yaratılmışlardır. Peygamber efendimiz birçok Hadîs-i şerîfinde, Müslümanların, diğer din kardeşlerine yardımcı olmalarını, onlara iyilik yapmalarını, ihtiyaçlarını gidermelerini ve onları sevindirmelerini emir ve tavsiye etmektedir. Bu hadîs-i şerîflerden birkaçı şunlardır:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allah da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında Allah da onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir Müslümanın aybını, kusurunu örterse, Allah, kıyâmet günü onun ayıplarını, kabahatlerini örter.

Bir kimse, din kardeşinin yardımcısı oldukça Allah da onun yardımcısı olur.

Allahü teâlâ, bâzı kullarını başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak, onlara yardımcı otmak için yaratmıştır. İhtiyâcı olanlar bunlara başvurur. Bunlar için âhirette azâp korkusu olmayacakdır.

Allahü teâlâ, bâzı kullarına dünyâda çok nîmet vermiştir. Bunları kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nîmetleri Allah’ın kullarına dağıtırlarsa, nîmetleri azalmaz. Bu nîmetleri Allahü teâlânın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah nîmetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir.

Bir kimsenin, din kardeşinin bir ihtiyâcını karşılaması, on sene îtikaf etmesinden daha kazançlıdır. Allah rızâsı için bir gün îtikaf yapmak ise, insanı Cehennem ateşinden pekçok uzaklaştırır.

Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, onun için binlerce melek duâ eder. O işi yapmaya giderken, her adımı için bir günahı affolur ve kendisine kıyâmette nîmetler verilir.

Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için giderse, her adımında birçok günahı affedilir ve yetmiş sevâp verilir. Bu iş bitinceye kadar, böyle devâm eder. İş yapılınca, bütün günahları affedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesabsız Cennet’e girer.

Allah’ın en sevdiği iş, elbise vererek veya doyurarak veya başka bir ihtiyacını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir.

Allah’ın farzlardan sonra en çok sevdiği iş bir mümini sevindirmektir.

Bir kimse bir mümine bir iyilik yapınca, Allah bir melek yaratır. Bu melek, hep ibâdet eder. İbâdetlerinin sevapları bu kimseye verilir. Bu kimse, ölünce, kabre konunca, bu melek nurlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce ferahlanır, neşelenir. Sen kimsin der. Ben, falanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neşeyim. Allahü teâlâ beni bugün seni sevindirmeğe ve kıyâmet günü sana şefâat etmeğe ve Cennet’teki yerini sana göstermek için gönderdi der.

Îmânı en kuvvetli olanınız. Ahlâkı en güzel ve zevcesine karşı en yumuşak olanınızdır.

İbâdetlerin en kolayı ve  en hafifi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır. Bu sözüme iyi dikkat ediniz!

Bir kimse, hazret-i Peygamberin karşısına gelip, işlerin en iyisi hangisidir dedi. “Güzel huylu olmaktır.” buyurdu. Kalkıp, biraz sonra, sağ tarafına gelip, yine sordu. Yine; “İyi huylu olmaktır.” buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip, Allahü teâlânın en sevdiği iş nedir dedi. Yine; “İyi huylu olmaktır.” buyurdu. Sonra, arkadan gelip, en iyi, en kıymetli iş nedir dedi. Hazret-i Peygamber, ona karşı dönüp; “İyi huylu olmak ne demektir, anlayamadın mı? Elinden geldiği kadar kimseye kızmamağa çalış.” buyurdu.

Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen Müslümanın Cennet’e gireceğini size söz veriyorum. Şaka yapmak, yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemeyenin Cennet’e gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın Cennet’in yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum.

Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Size gönderdiğim İslâm dîninden râzıyım.”  (Yâni, bu dîni kabûl edenlerden, bu dînin emir ve yasaklarına tâbi olanlardan râzı olurum. Onları severim). Bu dinde olmak, ancak cömertlikle ve iyi huylu olmakla tamam olur. Dîninizin tamam olduğunu hergün, bu ikisi ile belli ediniz!

Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yenilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibâdetlerini bozar, yok eder.

Allah, yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert, öfkeli olanlara yardım etmez.

Cennet’in yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni affetsin! Malını esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini arayıp sormayan ahbabını, akrabâsını gözetsin!

Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenen demektir.

Selâm verirken güler yüzlü olana, sadaka verenlerin kavuştuğu sevaplar verilir.

Din kardeşlerine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır.

Cennet’te öyle köşkler vardır ki, içinde bulunan kimse, her dilediği yeri görür ve dilediği her yere kendini gösterir.

Ebû Mâlik-il-Eş’arî, böyle köşkler kimlere verilecektir dedi. “Tatlı sözlü, eli açık ve herkesin uyuduğu zaman Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü düşünen ve O’na yalvaranlara verilecektir.” buyurdu.

MÜSTEHAB

(Bkz. Ef’âl-i Mükellefîn)

MÜSTAHZARLAR

Alm. Präparat, (Arznei-) Mittel (n), Fr. Préparation (f), Produit (m), pharmaceutique, médicament (m), İng. Preparation, ready made drug. “İstihzâr” masdarının mef’ulu olan kelime. “Hazırlanmış” mânâsına gelmektedir. Bu sebeple hazırlanmış ilâçlara verilen isimdir. Türkiye’de hazır ilâçlar 19. yüzyılın sonlarına doğru kullanılmaya başlanmıştır. Bu zamanda bulunan hazır ilâçlar da Batı Avrupa firmalarına âittir. 1900’lü yılların başlarında Türkiye’de kullanılan müstahzarlar yüz civârında bulunmaktadır. Türkiye’de müstahzar yapımı, 1895’te Eczâcı Ethem Pertev (1871-1927)’in İstanbul’da Pertev Müstahzarat Îmâlâthânesini açmasıyla başlamıştır. İlk müstahzar da Pertev şurubudur. Bundan sonra zamânımıza kadar müstahzar îmal eden fabrikalar artmıştır. Meselâ 1967’de 70 kadar kuruluş ve 2150 kadar müstahzar olduğu tesbit edilmiştir. Hâlen Türkiye’de kullanılmakta olan 2500 preparat bulunmaktadır. 1979 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından kurulan “Müstahzar İnceleme Bilimsel Kurulu”, müstahzar ilâç yapımı için prensip kararları almış ve bu prensipler altında hazır ilâç ruhsatı almayı bâzı kurulların iznine tâbi kılmıştır.

MÜSTAKÎMZÂDE (Süleymân Sa’deddîn Efendi)

Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından. İsmi, Süleymân Sa’deddîn’dir. Babası Müstakîm Emin Efendinin ismine izâfeten Müstakimzâde diye meşhûr olmuştur. Künyesi, Ebü’l-Mevâhib, lakâbı Ma’sûni ve Emînî’dir. İstanbullu olduğu için İstanbulî nisbesi verilmiştir. 1719 (H. 1131) senesinde İstanbul’da doğdu.

Müstakîmzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline başlayıp önce babasından ilim öğrendi. Daha sonra devrin âlimlerinden Fâtih Câmii imâmı Seyyid Yûsuf Efendiden kırâat ve fıkıh ilmi tahsil etti. Pâdişâhın has tabiplerinden Baştabip Hayâtîzâde Mustafa Feyzî Efendiden ilim öğrendi. Yine zamânın âlimlerinden Yemliha Hasan Efendi, Hâfız Mehmed Efendi, Babadağlı Süleymân Efendi ve Seyyid Mehmed Efendiden çeşitli ilimleri, Şeyh Abbas Râsim Efendiden, Farsçayı öğrendi. Üsküdar Vâlide Câmii vâizi Îsâzâde Şeyh Mehmed Sâlih Efendiden hadîs-i şerîf ilmini öğrendi. Fındıkzâde İbrâhim Efendi, Edirnekapılı Mehmed Râsim Efendi ve Katibzâde Mehmed Refî Efendiden aldığı derslerle, hat (güzel yazı) sanatında yetişti. Zâhirî ilimleri öğrendikten sonra tasavvuf ilmini öğrenmek için Şeyh Mehmed Sâlih Sahâvî’ye talebe oldu. Daha sonra büyük âlim ve yüksek bir velî olan Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin sohbetlerinde ve ilim meclisinde bulundu. Ondan mânevî feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine ulaştı. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri onu Ahrâriyye yolunda yetiştirip, icâzet ve hilâfet verdi. Müstakîmzâde Süleyman Sa’deddîn Efendi hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin vefâtından sonra da ilmî çalışmalarına devâm etti. Pekçok eser yazdı. Bâzı kıymetli eserleri Türkçeye tercüme etti. İslâm dünyâsında yazılan eserler arasında benzeri bulunmayacak derecede kıymetli bir eser olan Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî’yi ve Mektûbat-ı Ma’sûmî’yi altı cilt hâlinde Osmanlı Türkçesine tercüme etti.

Ömrünü ilim öğrenmek ve eser yazmakla geçiren Müstakîmzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi 1787 (H.1202) senesinde İstanbul’da vefât etti. İstanbul’da, Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde Soğukkuyu-Piripaşa Medresesi kabristanında hocası Emin Tokâdî hazretlerinin ayak ucuna defn edildi. Kabri orada olup, ziyâret edilmektedir.

Eserleri:

Büyüklü küçüklü, çeşitli ilimlere ve değişik mevzûlara dâir yazdığı yüz otuz kadar eserinden bâzıları şunlardır: 1) Dîvân-ı hazret-i Ali, 2) Devhâtü’l-Meşâyih, 3) Tuhfe-i Hattâtîn, 4) Terceme-i Fıkh-ı Ekber, 5) Risâle-i Ebeveyn, 6) Menâkıb-ı Eshâb-ı Bedr, 7) Akide-üs-Süfiyye, 8) Mürşîdü’l-Müteehilîn Tercümesi, 9) Terâcim-i Ahvâl, 10) Risâle-i Ta’c, 11) Risâle-i Selâti’l-Vustâ, 12) Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam, 13) Mecellet-ün-Nisâb. Bu eserlerin çoğu İstanbul kütüphânelerinde vardır.

Müstekîmzâde Süleymân Sa’deddîn Efendinin şiirleri de vardır.

Bir şiiri şöyledir:

Yâ Rab! Kalemim mûy-i fenâdan sakla

Tahrîrimi ta’n-ı süfehâdan sakla

Tevfikin idüp kanda gidersem rehber

Şâhrâh-ı şerîatte hatâdan sakla!

(Ey Allah’ım! Kalemimi en küçük fenâlıklardan dahî uzak tut ve yazdıklarımı alçakların kınamasına fırsat verme. Nereye gidersem bana tevfikini kılavuz eyle. İslâmiyetin parlak olan ana caddesinde yürüt ve günâha yaklaştırma.)

MÜSTEŞRİK

Alm. Orientalist, Fr. Orientaliste, İng. Orientalist. Doğulu milletlerin (İslâm âleminin) târihi, kültürü, örfü, âdetleri, din ve medeniyetleri üzerinde çeşitli maksatlarla araştırma yapan batılı Müslüman olmayan bilim adamı. Şarkıyâtçı veya Oryantalist diye de bilinirler.

Müsteşrikliğin târihçesi: İslâm ilimleri ile ilgilenen ilk batılının kim olduğu ve bu konudaki çalışmaların ne zaman başladığı tam olarak bilinmemektedir. Bununla berâber bâzı batılı râhiplerin, o zamânın ilim merkezi olan Endülüs’e geldikleri, Emevîlerin kurdukları İslâm üniversitelerinde okuyarak, Kur’ân-ı kerîm ve Arapça eserleri kendi dillerine çevirdikleri, felsefe tıp ve matematik başta olmak üzere, bütün ilimlerde Müslüman âlimlere tâlebelik yaptıkları târihî bir gerçektir.

Bunların başta geleni, Endülüs üniversitelerinde öğrenim yaptıktan sonra memleketine dönen, daha sonra, Roma kilisesine papaz seçilen Fransız râhip Jerbert’tir.

Endülüs’te tahsil gören bu ve bunun gibi râhipler, memleketlerine dönünce, İslâm kültür ve âlimlerinin eserlerini okumaya ve bu eserleri kendi dillerine çevirerek neşretmeye başladılar. Daha sonra Avrupa’da Padoui Medresesi gibi, Arapça öğrenim yapan okullar kuruldu. Birçok İslâm eseri Lâtinceye çevrilerek, tam altı asır kadar bir zaman, bu eserler batı üniversitelerinde okutuldu.

Zamânımızdan bin yıl öncesinde yaşamış ve bugün geçerli olan birçok kânun ve teoriyi ilim dünyâsına mal etmiş olan Müslüman ilim adamlarından El-Birûnî’nin astronomi, fizik, kimyâ, matematik, mekanik, tıp ve coğrafya konularında yazdığı eserler bütün dünyâ üniversitelerinde okutulmuş ve bugünkü ilmin gelişmesine yol açmıştır. El-Birûnî, çeşitli konularda 196 eser yazmıştır. Onun yazdığı eserlerde sâhip olduğu bilgileri, Avrupa ve Hıristiyan âlemi ancak sekiz asır sonra tam olarak anlamış ve bu bilgileri genişletmişlerdir.

İslâm üniversitelerinde yapılan tahsilin dışında, Haçlı Seferleri de Hıristiyanlara Müslümanları tanıttı. Müslümanların ilimde ve savaşta üstün başarıları, Avrupalı târihçilere tesir etti. Bunlar İslâmiyet hakkında araştırma yapıp yazılar yazmaya başladılar. Böylece batıya aktarılan İslâm ilimleri, Avrupa’da hürriyeti ve rönesansı hazırladı.

Müsteşrikliğin sebepleri: Müsteşriklik, önceleri İslâmî ilimleri ve İslâm medeniyetini incelemekle başlamış, batı sömürgeciliğinin doğuda genişlemesinden sonra, dînî, siyâsî ve ekonomik sebeplerle doğunun bütün dinlerini, âdetlerini, medeniyetlerini, coğrafyasını, geleneklerini ve dillerini araştırma şeklinde genişletilmiştir. Sebepler şöyle sıralanabilir:

1. Dînî sebepler: Batılıları müsteşrikliğe sevkeden başlıca sebebin din olduğu âşikardır. Müsteşriklik, râhiplerle başlamış ve zamânımıza kadar böyle devâm etmiştir. Bunların gâyesi İslâm dîni hakkında şüpheler toplayarak, hakîkatleri değiştirerek, râhiplerin tesirleri altında kalan milletlere, İslâmiyeti üzerinde durmaya değmez bir dinmiş gibi göstermeğe çalışmaktır. Râhipler bir din adamı olarak, ilmî araştırmalarında misyonerliğin hedeflerini de unutmamışlardır. İslâmı batı kültürü almış Müslümanlara kötü göstererek onların îtikâtlarını zaafa uğratmak, İslâmî değerleri, İslâm medeniyetini ve İslâmiyetle ilgili ilim ve edebiyâtı küçük düşürmek istemektedirler.

2. Sömürgecilik: Batılılar, görünüşte dîni, fakat aslında sömürgecilik savaşı olan Haçlı Savaşlarının yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen, İslâm memleketlerini işgâl etmekten ümitlerini kesmemişler, bu memleketlerin kuvvet noktalarını bilip, zayıflatmak, zaaf noktalarını öğrenip istifâde etmek için îtikât, ibâdet, örf, âdet, tabiî servetler ve diğer bütün hususları araştırmaya koyulmuşlardır. Askerî istilâ ve siyâsî hâkimiyeti elde ettikten sonra da rûhî ve mânevî mukâvemeti zayıflatmak, mânevî değerlerde şüpheye düşürmek yoluyla korkaklık ve kararsızlık meydana getirmek, böylece ahlâkî ölçüleri ve ideolojiyi batıda arayarak kendilerinin kucağına düşen ve onlara âdetâ kölelik eden nesiller yetiştirmek için, şarkiyat sâhasında (müşteşriklikte) çalışmalarını derinleştirmişlerdir. Hıristiyan âlemi, Haçlı Savaşlarının askerî ve siyâsî yönden hezîmetle netîcelenmesinden bu yana diğer yollardan da İslâmiyetten ve Müslümanlardan intikamlarını almaktan bir an vazgeçmemişlerdir. Bunların ilk işleri İslâmı inceleyerek, İslâm memleketlerinde askerî kuvvetlerle oraları işgal etme yolunu kolaylaştırmak olmuştur.

İslâm âleminin siyâsî, askerî, iktisâdî ve kültürel yönden zayıflaması üzerine batılılar, İslâm ülkelerini teker teker işgâl etmeye başladılar. Birçok ülkeyi işgâl ettikten sonra, İslâm milletine karşı sömürgecilik siyâsetlerinin meşrû bir yol olduğunu göstermek maksadıyla İslâmiyet hakkında batılıların araştırmaları gelişmeye ve yoğunlaşmaya başladı. Bunlar 19. asırda İslâmiyetin fikrî mîrasını, dînî, târihî ve medenî yönlerden incelemiş bulunuyorlardı. Fakat gözlerinin önüne çekilen şu iki perde sebebiyle aslı görmekte başarılı olamamışlardır:

1. Avrupa siyâsetçilerinde ve askerî komutanlarındaki dînî taassup: Birinci Dünyâ Savaşında müttefiklerin ordusu Kudüs’e girerken Lord Allenby; “İşte Haçlı savaşları şimdi sona erdi.” demiştir. Hattâ Almanya müttefikimiz olduğu halde bayram yapmıştır.

Hiçbir dîne inanmayan, bu sebeple de İslâmiyeti incelerken tarafsız ve ilmî görünen on dokuzuncu asrın ileri sosyologlarından biri olan Gustaf Le Bone, Avrupa sömürgeciliğinin sembolü olan şu sözleri söylemekten kendini alamamaktadır: “Şark meselesi, Avrupa için her zaman fitne kaynağıdır. Meselenin kökü, gizli veya açık olarak Akdeniz’in anahtarı olan İstanbul’un ele geçirilmesine dayanıyor.” Tarafsız görünen bir müsteşrikin bile böyle fikirlere sâhip olması diğer müsteşriklerin nasıl bir zihin ve ruh yapısına sâhip oldukları hakkında son derece düşündürücüdür.

2. Bütün târihî medeniyetlerin esâsının batı târihi olduğuna inanmaları: Aslî târihin, sâlim ve selim mantığın ancak batılılarda olduğuna inanmışlardır. Diğer milletlerse (onlarca bilhassa Müslümanlar) Gibb’in İslâmın Yönü adlı kitabında dediği gibi“zerre akıllılardır”.

Batılılar sömürgecilk plânlarını rahatlıkla uygulamak için, Müslümanları kültürlerine karşı şüpheye düşürmek için, İslâm medeniyetinin Roma medeniyetinden çalınma bir medeniyet olduğunu, Müslümanların ve Arapların ancak, Roma kültür ve felsefesini nakleden birer millet olduklarını öne sürüyorlar ve İslâm medeniyetini zikrederken birçok uydurma noksanlıkları ileri sürüp, Müslümanların kültür ve medeniyetlerine olan güvenini zayıflatmak, ellerindeki akîde ve yüksek değerlere şüphe getirerek kendi kültürlerini müstemlekelerde yaymak ve mahkûm milletleri devamlı kölelik içinde yaşatmak için çalışmaktadırlar.

Yirminci yüzyılda bu konu bütün müesseselerde işlendiği gibi, iktisâdî ambargolarla da yürütülmek istenmektedir. Hıristiyan taassubu, İslâm ülkelerinde elektronik ve ağır sanâyinin kurulmasını aslâ istemeyip, şâyet böyle bir hamle ve muvaffakiyet seziliyorsa en kısa yollardan harpler çıkarmakla, elde edilen netîceleri ortadan kaldırmak gibi siyâsî cinâyetlere başvurmaktadır.

3. Ticârî sebepler: Müsteşrikliğin gelişmesinde önemli derecede rol oynayan sebeplerden biri de batılıların Müslüman devletlerle ticârî anlaşmalar yapıp, kendi mallarını en yüksek fiyatla satmak, hammaddeleri en ucuz fiyatla almak ve İslâm âleminin her köşesinde mevcut olan yerli sanâyii ortadan kaldırmak istemeleridir.

4. Siyâsî sebepler: Birçok İslâm memleketi istiklâlini elde ettikten sonra şarkiyatçılığın (müsteşrikliğin) yeni bir sebebi ortaya çıkmıştır. Bu da sefâretleri ve çeşitli basın ve yeraltı teşkilâtlarınca kendi siyâsetlerini Müslüman memleketlere ve onların hükûmetlerine benimsetmektir. İslâm memleketlerindeki yöneticilerin fikrini tamâmen anladıklarından birçok hallerde, nasîhat ve yardım bahânesiyle aralarında ayrılık çıkararak, batı sefâretleri bu kardeş devletleri birbirine düşman edip, İslâm milletleriyle hükûmetlerinin el ele vererek yabancıların nüfûzunu memleketlerinden söküp atmalarını önlemektedirler.

5. İlmî sebepler: Hazret-i Îsâ’nın doğumundan sonra bininci yıla girileceği sırada papalık tahtına çıkan Aurillaclı Gerbers (Papa İkinci Silvester): “Roma’da bekçilik yapabilmeğe bile yeterli derecede bilgi sâhibi bir kimse bulunmadığı herkesçe bilinmektedir. Bizzat hiçbir şey öğrenmemiş olan kimse, hangi yüzle öğretmeğe cesâret edebilir?” diyerek, bu geri durumdan inlercesine şikâyette bulunmaktadır. Halbuki yine bu asır içinde, İslâm dünyâsında Ebü’l-Kâsım, asırlar boyunca cerrâhînin mûteber standart bir kitabını teşkil eden değerli eserini yazmıştır. İslâm âleminin âlemşümûl fikirli büyük bilgini El-Bîrûnî, dünyânın güneş etrâfındaki dönüşünü müzâkere ve münâkaşa mevkiine kor. İbn-ül-Heysem, görme kânunlarını keşfeder, küresel, üstüvâneli ve mahrûtî aynalar, adese ve karanlık odalarda fizik tecrübeleri yapar. Bu asırda İslâm dünyâsı, kendi altın devrinin en yüksek noktasına hızla yükselmektedir.

“Batı ise, endişe ve korku içinde, dünyânın sonu geldiğine inanmaktadır... İslâm âlemi bu hâkim mevkiini îtirâzsız tam sekiz asır boyunca elinde tuttu.”

Yukarıdaki satırların yazarı Sigrid Hunke bir Alman müsteşrikidir. Asrımızda bu ve buna benzer bâzı insaf ehline rastlanabilmektedir.

Avrupalılar on yedinci yüzyıla kadar devamlı olarak İslâm kültüründen faydalanarak onu kendilerine adapte etmeye çalıştılar. Tıp, kimyâ, fizik, coğrafya, târih yazıcılığı, astronomi, matematik (cebir, geometri, trigonometri), eczâcılık, ileri zirâat gibi daha birçok ilmî konularda İslâm âleminden büyük ölçüde faydalandılar. Meselâ Sigrid Hunke eserinde, İbn-i Sinâ’nın yedi yüz altmış kadar ilâç terkibinin günümüzde hâlen geçerli olduğunu belirtmektedir.

İslâm âleminin sömürge hâline gelişinin başlangıcı olan on sekizinci asrın başlarında, batının birkaç âlimi şarkiyatçılıkta ilerlemeler kaydediyor, bunlar, İslâm memleketlerindeki Arapça yazma eserleri kıymet bilmiyen sâhiplerinden ucuz fiyatlarla satın almak veya karışıklık içinde bulunan umûmî kütüphânelerden çalmak sûretiyle memleketlerinin kütüphânelerine götürüyorlardı. Kısa zamanda nâdir Arapça yazma kitaplar, Avrupa kütüphânelerine nakledildi. On dokuzuncu asrın başlarında Avrupa kütüphânelerinde 250 bine yakın Arapça eser toplandı. Bunların sayıları hergeçen gün artmaktadır. Şurası muhakkaktır ki batıdan tek bir eser alınmamış, fakat Hıristiyan dünyâsı her geçen gün eserlerimizi çalarak batıya kaçırmıştır.

Böyle olduğu halde İslâm ilminin tamâmı inkâra kalkışıldı. Bu o kadar ileri bir safhaya getirildi ki, kompleks olarak Müslüman nesillerin gönüllerine yerleştirildi.

Müsteşriklerin çalışma metodları: Müsteşrikler, görüşlerini her tarafa yaymak için başvurmadık yol bırakmamışlardır. Bunlardan önemli olanları:

1. İslâmiyetin çeşitli mevzularında incelemeler yapmak ve bunları anlatan kitaplar yazmak. Bu kitapların çoğunda, târihî vak’aları, netîceleri, vesîkaları naklederken kasıtlı tahrifler (değiştirme) yapmaktadırlar. Bu konuda en ileri giden ve bu sebeple en azılı müsteşrik olarak kendini tanıtan Yahûdî müsteşrik Goldzıher gösterilebilir.

2. İslâmiyete, İslâm memleketlerine ve İslâm milletlerine dâir yazılar ihtivâ eden mecmualar yayınlamak.

3. İslâm âlemine misyonerler göndererek, oralarda görünüşte insânî hizmetler yapmak için hastâneler, cemiyetler, okullar, yetimhâneler, Hıristiyan gençlik cemiyetleri misâfirhâneleri gibi yerler kurmak.

4. Üniversite ve ilmî cemiyetlerde konferanslar vermek. Bu müsteşriklerden İslâmiyetin en azılı düşmanı olanlarının Kâhire, Şam, Bağdat, Rabat, Karaçi, Lahor ve diğer memleketlerdeki üniversitelere dâvet edilerek buralarda konferans vermeleri çeşitli yollarla sağlanmaktadır.

5. Yerli basında makâleler neşretmek. Şarkiyatçılar (müsteşrikler) İslâm memleketlerinde ödedikleri büyük ücretlerle gazetelerde makâlelerini neşrettirmektedirler.

6. Şarkiyat kongreleri ve konferanslar düzenlemek. Bu kongreler 1873 târihinden îtibâren düzenli bir şekilde yapılmaktadır.

7. İslâm ansiklopedisi hazırlamak. Bu eserin ilk baskısı bitirilmiş bulunmaktadır. Ansiklopedi yeniden İngilizce, Almanca, Fransızca olmak üzere üç ayrı lisanda neşredilmekte ve İslâmiyetin en büyük düşmanları biraraya gelerek, İslâmiyeti bâtıl fikirlerle dolu bir din gibi anlatmaktadırlar. Ansiklopedinin, İslâm ülkelerinde de kültürlü Müslümanların başucu eseri olması için çalışmaktadırlar. Böylece zararı en yüksek mertebeye çıkarmak istemektedirler. Eser, Arapçaya ve bâzı Müslüman dillerine de çevrilmiştir.

Müsteşriklerin hedefleri: Aklî bir program olarak şarkiyat (müsteşriklik), kendisine plânını çizen misyonerlik ile onu besleyen sömürgeciliğin ortak meyvesidir. O, mâzideki hedefi uğruna hâlâ çalışmakta devâm etmektedir. Açıkça belli olan bu hedef, İslâm akâidinin (Ehl-i sünnet yolunun) temelini kökünden bozmak, bu akâide karşı olan düşünce ve anlayışı desteklemektir. İslâm akâidini yıkmak için müsteşriklikten kuvvet alan ve onun esaslarını yayan bir fikrî şebeke yüzyıllardır çalışmaktadır. Bu fikrî şebeke, Müslümanların devâm ettikleri ve önem verdikleri yüksek değerleri inkâr eden, konuları sözde İslâmî olarak îzâh etmek, müsteşriklerin yeni bir çalışma tarzıdır. Müsteşrikler, böylece Müslüman milletlerde fikrî bir şaşkınlık, rûhî bir boşluk ve dâimî bir bocalama meydana getirmek istemektedirler.

İçtimâî ilimler sâhasında yapılan araştırmalar içinde, İslâmiyetle ilgili batıdaki tetkikler kadar kin, garaz ve kasıtla dolu olanı yoktur. On dokuz ve yirminci asra gelince, müsteşrikler, İslâm târihi, medeniyeti ve akâidinin temelleri hakkındaki araştırmalarını ihtivâ eden pekçok kitap ve makâle neşrettiler. Bu kitap ve makâle sâhiplerinin herbiri, yaptıkları çalışmalarında, mücerred ilmî araştırma rûhuna dayanarak, dînî taassup ve onun meylettirdiği hissî düşünce ve taraftarlıktan uzak olduklarını iddiâ etmektedirler. Fakat bu araştırmalar iddianın yanlışlığını ve İslâm hakkında ortaya atılan bozuk ve kasıtlı tasavvurun, eserlerinin hepsinde hâlâ devâm etmekte olduğunu tesbit etmeye yetmektedir.

Avrupalı müsteşriklerin ifrat ve garaz üzere olduklarını bildiren yine Avrupalı olan Gustav Diereks’ten öğreniyoruz. O; “Müslümanlar hakkında insaf ve hakkâniyet dâiresinde hareket etmek ve faaliyetini takdir etmek için bu kadar uzun bir zaman geçmesinin sebebi ne olabilir? Bu suâlin cevâbını Hıristiyanların daha eskiden başlayarak hasımlarına karşı besledikleri, sönmek bilmez düşmanlıkta aramak îcâb eder.” demektedir.

Müsteşriklerin bugün için en büyük hasmı İslâmiyettir. Bu bakımdan müsteşriklerin ana hedefi İslâmiyeti yıkmak için çalışmaktır. Bu sebeple: Başlıca hedefleri şunlardır.

1. İslâmiyeti temelinden sarsmak;

2. Peygamber (efendimiz Muhammed aleyhisselâm) hakkında çeşitli iftirâlar atmak;

3. Vahy hakkında şüpheler doğurmak;

4. Kur’ân-ı kerîm hakkında şüpheler doğurmak;

5. Fıkıh ve mezhep meselelerini karıştırmak;

6. Îtikât ve ibâdet meselelerini karıştırmak, Müslümanların îtikâdını bozmak;

7. Müslümanları boş laflarla sun’î övgülere boğarak, esas meselelerden uzaklaştırmak;

8. İslâm âlimlerini kötülemek, onları aşağılamak;

9. Dînini bilmeyen din adamı yetiştirmek;

10. Müslümanlar arasında çeşitli fikirler yayarak onları birbirine düşman etmek ve İslâmiyetin kardeşlik müessesesini yıkmak;

11. Din adamı olarak tanınanlardan bâzılarını elde ederek, arzularına göre yazı yazdırarak, Müslümanlara tesir etmek. Reform gâyesiyle İslâmiyeti, bünyesindeki tabiî aksiyonundan uzaklaştırmak ve uyuşukluğa sevketmek; ele aldıkları ve üzerinde ciddiyetle durdukları meselelerdir.

MÜŞEBBİHE

Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur’ân-ı kerîm’deki müteşâbih âyetleri zâhir (görünüşteki) mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el, yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden sapık fırka.

Bid’at fırkalarından biri olan müşebbihe, esasta ikiye ayrılır. Birincisi, Allahü teâlânın zâtını insana benzetenlerdir (Bkz. Mücessime). İkincisi ise, Allahü teâlânın sıfatlarını insanların ve diğer yaratılmışların sıfatlarına benzetenlerdir.

Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn; Kur’ân-ı kerîm’deki Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili âyet-i kerîmelerin ilâhî kelâm olduğuna hükmederek ona îmân etmişler, tevîline, yorumuna girişmemişler, bununla berâber teşbîhi de düşünmemişler; “O âyetleri nasıl geldiyse öyle okuyunuz. Yâni onların Allah katından geldiklerine îmân ediniz. Tevîl ve tefsirine girişmeyiniz. Çünkü bunların imtihan için gelmiş olması mümkün olduğundan, orada durmak ve boyun eğmek gerekir.” demişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine nisbet ettiği sıfatların mâhiyetini, hakîkatini insan aklının idrâkten âciz olduğunu îtirâf etmiş, sıfatların zâhirine îmân etmişler, bu sıfatların aslını karıştıran, sorup soruşturanlara karşı şiddet göstermişlerdir. Hicrî birinci asrın sonundan îtibâren Müslümanları içerden parçalamak isteyen ve Müslüman gözüken münâfıklar ile Kur’ân-ı kerîm’in âyetlerine kendi akıllarına göre mânâ vermeye kalkışanlar oldu. İçlerinden bir kısmı, Kur’ân-ı kerîmde geçen; “Yed=el”, “Kadem=ayak”, “Vech=yüz” gibi kelimelere zâhir mânâlar vererek, Allahü teâlânın zâtı hakkında teşbîhe yâni benzetmeye gittiler. Mutlak tenzih âyetlerine muhâlif olarak açık bir tecsîme (Allahü teâlâya cism isnâd etmeye) kalktılar. Bir başka grup da; “Cihet”, “İstivâ”, “Nüzûl”, “Savt”, “Harf” gibi vasıfların zâhirî mânâlarını kabul ederek Allahü teâlânın sıfatlarıyla ilgili teşbîh görüşüne sâhip oldular. Böylece müşebbihe ve mücessime denen sapık bir fırka ortaya çıktı.(Bkz. Bid’at Fırkaları)

Allahü teâlâyı başka varlıklara benzeten teşbîh ve tecsîm fikrini ilk defâ ortaya atan Abdullah ibni Sebe ile, hicrî birinci asrın sonunda ve ikinci asrın başlarında yaşayan Hişâm bin Sâlim-el-Cevâlikî ve Hişâm bin el-Hakem gibi kimselerdir. Bunların iddiâlarına göre; “Mâbûdları cisimdir, sonu ve sınırı vardır. Uzunluk, genşilik ve derinlik sâhibidir. O parlak bir ışıktır. Her tarafına ışık saçan yuvarlak bir inci misâli parlayan saf altın gibidir. Rengi, tadı, kokusu vardır. Rab, giden-gelen bir cisimdir. Bâzan hareket eder, bâzan da hareketsiz durur. O, kendi karışıyla yedi karıştır.”

Bu fikirleri hicrî ikinci asır boyunca savunan sapıklar oldu. Bu kimselere cevap veren İmâm-ı Mâlik, bir defâsında teşbîh fikrini savunanlara; “Sizi bid’atlerden ve bid’atçilerden sakındırırım.” buyurdu. “Ey Ebû Abdullah! Bid’atçiler kimlerdir?” denilince, o, cevâben; “Bid’atçılar o kimselerdir ki, Allahü teâlânın isimleri, sıfatları, kelâmı, ilmi ve kudreti konusunda söz ederler. Sahâbenin ve iyilikte onlara tâbi olanların sustuğu konularda sükût etmezler.” buyurdu.

Ez-Zührî, Süfyân-ı Sevrî gibi Ehl-i sünnet âlimleri de, teşbîh ve tecsîm fikrini savunanlara cevap vermişler, Müslümanları onlara aldanmaktan sakındırmışlardır. Bu akım, üçüncü hicrî asır boyunca devâm etti. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ile Yahyâ bin Maîn, İshâk bin Râheveyh gibi Ehl-i sünnet âlimleri mücessime ve müşebbiheye âit fikirleri reddedip mücâdele yaptılar.