MÜREKKEPBALIĞI (Sepia officinalis)
Alm. Tintenfisch (m), Fr. Sèche (f), İng. Sepia, Cuttlefish Squid. Familyası: Mürekkepbalığıgiller (Sepiidae). Yaşadığı yerler: Sıcak ve ılık denizlerde bulunur. Memleketimizde Akdeniz’de avlanır. Özellikleri: Tehlike ânında karşısındakine karın boşluğundaki bir keseden siyah bir boya fışkırtır. Çeşitleri: Mürekkepbalığı, loligo, dev mürekkepbalığı en meşhur türleridir.
Kafadanayaklılar (Cephalopoda) sınıfının, Onkollular (Dekapoda) grubundan denizlerde yaşayan bir yumuşakça. Hepsi ayrı eşeylidir. Solungaç solunumu yaparlar. Ağız bölgesinden çıkan 10 adet kolları vardır. İki kolu diğerlerinden daha uzundur. Dinlenme hâlinde içe çekilmiş olan bu kollarını avlarını yakalamak veya korunmak maksadıyla ileri doğru fırlatırlar. Kollarının iç yüzeylerinde çok sayıda vantuz (emeç) bulunur. Vantuzların içleri dişli boynuzsu yapılarla bezenmiştir. Ilıman ve sıcak denizlerin kıyı sularında bol rastlanırlar. Boyları 20 cm ile 18 metre arasında değişen türleri vardır. Çoğu 50-60 cm arasındadır. Memleketimizde Akdeniz kıyılarında avlanırlar. Yırtıcı hayvanlardır. Balık, karides, yengeç ve diğer yumuşakçalarla beslenirler. Bâzan balık sürülerine dalar veya ufak mürekkepbalığı kolonilerini tâkip edip karınlarını doyururlar. Mürekkepbalığı, avına arkasından yaklaşıp omuriliğini ısırarak kopartır ve felç etmek sûretiyle öldürür. Bâzan her avdan sâdece bir ısırık alıp dinlenmeye çekilir. Vantuzlu dokunaçlarıyla avlarını yakalar, kollarıyla da ağıza götürürler.
Mürekkepbalıkları olağanüstü bir beyin, heyecan hissi, hassas bir koku alma duyusu, oburluğa varan bir tat alma duyusu ve çok hassas gözlere sâhiptir. İri gözlerinde 70 milyon görme hücresi vardır. Görüş alanları 360 dereceyi bulur. Arkalarını da rahatça görebilirler. Karanlık sularda koku alma duyusuyla avlarını tespit ederler. Sinir sistemleri tarafından kontrol edilen ve “kromotofor” denen renk değiştirme hücreleriyle her ortama kamufle olurlar. İridosist denen deri hücreler de ışığı yansıtarak renk değiştirmeye yardımcı olurlar. Pusuya yattıklarında kuma gömülerek kendilerini gizlerler.
Yanlarından bir av geçtiği zaman, uzun iki dokunacını ileri fırlatarak vantuzlu uçlarıyla avını yakalar, diğer kollarıyla da ağızlarına götürürler. Ağızlarında papağan gagasına benzeyen güçlü öğütücüleriyle bir yengeç kabuğunu veya balık kafasını rahatça öğütürler. Büyük bir mürekkepbalığı, sert ve sağlam gagasıyla kalın çelik telleri bile ısırıp koparabilir. Tükürüğü bâzı hayvanlar için öldürücü zehir tesiri yapar.
Sırt derilerinin altında küçük boynuzsu bir kabuk bulunur. Gözenekli olan bu kabuğun içi hava ile doludur. Özgül ağırlığı sudan azdır. Bunun sâyesinde suda alçalıp yükselirler. Ayrıca vücuda destek ve hafiflik sağlar. Kaslar için de önemli bir bağlanma alanıdır. Kan dolaşım sistemleri kapalıdır. Solungaçları manto boşluğundadır. Bütün gövdeleri tek bir yüzgeçle çevrilidir. Yüzgeçlerinin yardımıyla ağır ağır yüzer ve gövdelerini döndürebilirler. Etki ve tepki sistemiyle de hareket edebilirler. Bunun için, manto boşluğuna alınan suyu, ağzı öne doğru olan karın kısmındaki huniden dışarı doğru fışkırtırlar. Suyun huniden dışarı itilmesiyle meydana gelen tepkiyle, hızla ileri-geri kaçarlar. Su püskürttüklerinde 37 km hıza ulaşırlar.
Mürekkepbalığı saldırıya uğradığı zaman, mürekkep kesesinden suda dağılmayan ve ana hatlarıyla mürekkepbalığının vücut şeklini andıran koyu renkli bir sıvı püskürtür. Aynı zamanda mürekkepbalığının rengi açık bir hal alır. Böylece hayvanın püskürttüğü ve kendi şeklini alan mürekkep bulutu kendisinden daha fazla görünerek hasmını aldatır. O sırada da kendisi jet sistemiyle hızla oradan kaçar.
Mürekkepbalıkları bâzan da suda hızla yayılan ve hiçbir şey görünemeyecek şekilde bir duman bulutu oluşturan bir çeşit mürekkep fışkırtırlar. Askerî tâbirle, kendileriyle hasımları arasında bir sis perdesi oluştururlar. Saldırgan bu durumda hiçbir şey göremez. Aynı zamanda koku duyusunda da kısmî bir felç olur. Mürekkepbalığı bu kargaşada hızla oradan uzaklaşır. Mürekkep kesesi bâzı türlerde, içleri ışık verici bakterilerle dolu keseciklerle berâber çalışır. Böyle olanlarında dışarı püskürtülen mürekkep bir ışık patlaması gibi olacağından hasmının gözü kamaşır. En büyük düşmanları kedibalığı, köpekbalığı ve foklardır.
Mürekkepbalıkları yumurta ile çoğalırlar. Üreme dönemlerinde vücutları zebra gibi koyu çizgilerle süslenir. Eşler birbirlerine sarılarak saatlerce suda sürüklenir. Yumurtaların döllenmesi dişinin manto boşluğunda olur. Döllenmiş kapsüllü yumurtalar, tek tek veya mukusla örtülü kümeler hâlinde dişi tarafından bir yere yapıştırılır. Yaz aylarında kıyılara kadar yaklaşıp, yumurtalarını taşların, yosunların arasına bırakırlar. Bunları, çıkardığı mürekkeple siyaha boyar ve kara üzüm salkımını andırır şekilde çoğunlukla bir araya getirirler. Bu yumurta topluluklarına “deniz üzümü” de denir. Gelişme metamorfozsuzdur. Yumurtadan çıkan 12 mm boyundaki yavrular ergine benzerler. Doğar doğmaz mürekkep salabilirler, kuma gömülüp avlanabilirler.
Derin deniz diplerinin dâimî karanlıklarında ışıldayan mürekkepbalıkları da mevcuttur. Işık üreten organları fener görevi yaparlar.
En küçük yetişkin mürekkepbalığının boyu 20 cm kadardır. Şimdiye kadar ölçülmüş olan en büyük mürekkepbalığı ise 1888’de Yeni Zelanda’da karaya vurmuş olan 18 metre uzunlukta bulunan ve ağırlığı bir tonu aşan bir mürekkepbalığıdır. Boyunun % 90’ını kolları meydana getirmektedir. Dev mürekkepbalıkları tam bilinmeyen yaratıklardır. Çünkü zamanlarının çoğunu derin ve karanlık sularda geçirirler. Derinlerde, Yeni Zelanda’da yakalanandan daha büyüklerinin bulunduğuna dâir bâzı ipuçları mevcuttur. İspermeçet balinaları mürekkepbalıklarına çok düşkündür. Balina gemileriyle avlanan bâzı İspermeçet balinalarının vücutlarında vantuz yaraları görülmüştür. 15 metrelik bir mürekkepbalığı mücâdele ânında 10 cm çapında vantuz yarası bırakır. Halbuki balinalarda 26 cm çapında vantuz yaralarına rastlanmıştır.
Mürekkepbalıklarının mürekkepleri yüzyıllarca sanatkârlar tarafından yazı ve çizimde kullanılmıştır.
Resûlullah efendimizin izinde giderek kemâle gelen ve bundan sonra insanları irşâd eden (doğru yolu gösteren) İslâm âlimi. İnsanlara doğru yolu gösteren rehber, kılavuz. Allahü teâlâyı seven ve insanları O’nun sevgisine kavuşturan sâlih, iyi bir kul. Mürşid, lügatte “İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran, olgun, üstün bir kimse” mânâlarına gelir. Allahü teâlânın tam, olgun ve insanlara her bakımdan faydalı olan tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ kullarına “Mürşid-i kâmil” denir. (Bkz. Evliya)
Evliyânın çeşitli derecesi vardır. En yüksek derecede olanlara “Sıddîk” veya “Sâdık” denir. Mürşid-i kâmil demek, Sâdık olan, yüksek derecede velî demektir.
Mürşid-i kâmil kendinden önceki bir mürşid-i kâmilden feyiz alarak, onun gibi feyiz verebilecek bir kuvvete kavuşan İslâm âlimi demektir. Mürşidlerin birbirinden feyiz almaları, bir zincirin halkaları gibi eklenerek Resûlullah efendimizden zamanımıza kadar gelmiştir. Yâni bir mürşid-i kâmil, Peygamber efendimizden başlıyarak mürşidleri vâsıtasıyle kendi kalbine kadar akmakta olan feyizleri, halleri, bereketleri başkalarının kalplerine akıtmaktadır. Mürşid-i kâmil, Ehl-i sünnet îtikâdını, fıkıh ve tasavvuf ilmini iyi bilen ve bunlara tam uyan, Allahü teâlâyı mümkün olduğu kadar tanıyan hâlis Müslümandır. Her işinde ve her sözünde Peygamber efendimize tam uyar. Mürşidin alâmetlerinden birincisi, Ehl-i sünnet îtikâdında olması ve İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymasıdır. Sözleri, hareketleri İslâmiyete uygun olmayan ve haramlardan, günahlardan sakınmayan, havada uçsa ve başka acâyip haller gösterse bile mürşid olamaz.
Mürşid-i kâmilin ikinci alâmetiyse, hadîs-i şerîfte bildirilmiştir ki, onunla konuşmak ve onu görmek, Allahü teâlâyı hatırlamaya sebep olur. Allah’tan başka her şey kalbe soğuk gelir.
Mürşidlerin bâzısı talebelerini (sevenlerini) tasavvuf yolunun yüksek derecelerine kavuşturur. Bunlara “Kâmil ve mükemmil mürşid” denir. Hem kendi olgundur, hem de başkalarını olgunlaştırır. Bunlar kalp meselelerinde tam ehliyet sâhibi olup talebelerini buna göre yetiştirirler.
Şimdi böyle bir mürşid yok gibidir. Bâzı yalancılar ve câhiller, dünyâ menfaatlerine kavuşmak için kendilerine mürşid süsü vermektedirler. (Bu konuda geniş bilgi İhlâs Holding A.Ş. yayınlarından Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye, Müjdeci Mektuplar ve Kıyâmet veAhiret kitaplarında mevcuttur.)
Osmanlılar zamânında Anadolu’da yetişen evliyâdan. İsmi Ahmed’dir. Doğum yeri Diyarbakır olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1760 (H. 1174)ta Diyarbakır’da vefât etti. Şehre bir saat uzaklıktaki Ali Pınarköyü ile şehir arasında bir yere defnedildi.
Birecikli Ebû Bekr Efendinin talebesi olup, ondan ilim ve feyz alan Ahmed Mürşidî Efendi, tahsilinin sonunda hilâfet aldı, ders vermek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirildi. Yazdığı eserleri ve nasîhatleriyle insanların gönüllerinde yer etti. Kaynaklarda hayâtı hakkında geniş bilgi yoktur.
Buyurdu ki: “Ey İnsanoğlu! Bil ki sakladığın mallar senin değildir ve hepsi emânettir. Bir gün öbür dünyâya göçersin, onlar da burada kalır. Oraya kefenden başka bir şey götüremezsin. Bir gün biriktirdiğin malları mîrâsçılarına bırakıp gidersin. Bütün mal ve mülkün elden gidip, malım dediğin şeyler başkalarının olur. Topladığın her malın hesâbını yarın kıyâmet gününde vereceksin. Bu hâlinle kıyâmet gününde durumun nasıl olacak?”
Eserleri:
Ahmediyye en meşhur eseridir. Samîmi bir Allah aşkı ile yazılmış olan bu eser, gâyet çekicidir. Yer yer fıkhî mevzûları da işleyen Ahmediyye, bir nasîhatnâme manzûmesidir. Bu eser, Ahmed Bîcân’a âit olduğu sanılmışsa da, Ahmed Bîcân’la Ahmediyye’nin aslında hiç ilgisi yoktur. Ahmed Mürşîdî Efendinin ayrıca Yûsuf ile Züleyhâ ve Mevlid-i Nebî manzûmeleri vardır.
İslâm dîninden ayrılan, dinden dönen, dîni reddeden. Müslüman iken kâfir olan kimse (Bkz. Kâfir). Arapça bir kelime olan “red” (geri çevirmek) kelimesinden türeyen “irtidâd” kelimesi, lügatte “geri dönmek, ayrılmak, bir işten rücû’ etmek” mânâlarında kullanılır. Dînî, bir tâbir olarak irtidâd, “İslâm dîninden dönmek” mânâsındadır. “Riddet” de aynı mânâdadır. Mürted, İslâm dîninden dönen kimse demektir.
İslâm dînine göre, yeryüzünde bulunan bütün insanlar Müslüman veya kâfir olmak üzere ikiye ayrılır. Müslüman, Allahü teâlâyâ îmân edip, her sözünde ve her işinde O’nun gönderdiği Peygamberine uyan kimsedir (Bkz. Müslüman). Kâfir, Allahü teâlânın varlığını ve dînini inkâr eden, Peygamberlerine tâbi olmayan veya O’nların bildirdiklerinden birini veya birkaçını beğenmeyen kimsedir (Bkz. Kâfir). Kâfir olan insanlar, inkârları bakımından birkaç sınıfa ayrılırlar. Mürted de bunlardan biridir. Mürted demek, âkil ve bâliğ olan kimselerin, Müslüman evlâdı oldukları halde, Müslümanlıktan haberleri olmadığından ve hiçbir din âliminin kitabını okuyup anlamadıklarından, yalnız bir lütuf ve ihsâna veya bir dünyâlığa kavuşmak için ve yaşadığı ortamın içindeki bozuk akıntıya kapılmış olmak için, kendi irâdesiye Müslümanlığı beğenmeyenler ve İslâmiyete hakâret edenlerdir.
Müslüman ana ve babanın çocuğu küçükken ana ve babasına tâbi olarak Müslümandır. Âkil ve bâliğ olunca yâni dînin emirlerini yapmakla sorumlu olduğu yaşa ulaşınca ana ve babasına tabi olması devam etmez. İslâmiyetten kendisine lâzım olan esasları öğrenmesi mutlaka lâzımdır. Îmânın şartlarını öğrenip inanmadıkça ve İslâmiyete uymak lâzım olduğuna inanmadıkça Müslümanlığı devam etmez, mürted olur. (Bkz. Îmân)
Allahü teâlâ, mürtedler hakkında Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
Sizden her kim, dinden döner de kâfir olarak ölürse bu gibilerin yaptığı iyi işler, dünyâda da, âhirette de boşa gitmişler ve kendileri de cehennem ehli olup, orada, ebedî (sonsuz) olarak kalırlar. (Bakara sûresi: 217)
Kim İslâmiyetin hükümlerini tanımaz, îmânı inkâr ederse, bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve âhirette hüsrana uğrayanlardandır. (Mâide sûresi: 5)
Ey îmân edenler! Sizden her kim dîninden dönerse, (biliniz ki) Allah onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever, onlar da (Allah’ı) severler. Müminlere karşı son derece mütevâzi (alçak gönüllü), kâfirlere karşı izzetli (şerefli)dirler. Allah yolunda cihâd (harp) ederler ve kınayanın (hiçbir) kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu bol ve ilmi sonsuz olandır. (Mide sûresi: 54)
Mürted olan kimsenin canı, malı, ibâdetleri ve nikâhı ile ilgili hükümler fıkıh (ilmihal) kitaplarında açık ve geniş olarak bildirilmektedir. Mürted olanın, ömrü boyunca yaptığı bütün ibâdetleri, iyi işleri, yok olur, geçersiz sayılır. Evli ise dînen nikâhı ortadan kalkar. Kazandığı malı kendisinin sayılmaz, fey olur (Bkz. Fey). Müslüman ile mürted birbirine mirasçı olamaz. Hadîs-i şerîfte; “İki ayrı dinde olanlar, birbirine vâris olamazlar.” buyruldu. İslâm cezâ hukûkuna göre, mürted olanın İslâm ülkesinde yaşama hakkı yoktur. Tekrar Müslüman olması için zorlanır, yoksa cezâlandırılır.
Alm. Fälligkeit (f); Verjährung (f), Fr. Prescription (f), İng. Prescription, limitation. Zaman aşımı; kânunî şartlar altında belli bir sürenin gelmesiyle bir hakkın kazanılması veya bir borçtan kurtulma yolu. Lügatte, zamanın geçip gitmesi mânâsınadır.
Mürûr-ı zaman, hakkın kendisini değil, sâdece dâvâ açmayı düşürür. Bir dâvâ için kânunda belirtilmiş sürenin geçmesi durumunda, hak sâhibi kişi normal olarak dâvâ hakkını kaybetmiş demektir. Fakat bu sürenin geçip geçmediğini hâkim, re’sen (vazifesi icâbı) dikkate almaz. Dâvâlının zaman aşımı süresinin geçtiğini ve hakkın mürûr-i zamana uğradığını ileri sürmesi gerekir.
Zaman aşımı sonunda şâyet bir hak kazanılıyorsa buna “İktisabî mürûr-ı zaman” bir külfetten, borçtan kurtulma söz konusu ise “İskatî mürûr-ı zaman” söz konusu demektir.
Borçlar Kânunu’na göre: Borç için kânunda gösterilen sürenin geçirilmesinden sonra yapılan ödeme mûteber bir ödeme sayılmaktadır. Yâni borçlu, borcunun zaman aşımına uğradığını ödedikten sonra farketse alacaklıdan parasını geri alamaz. Halbuki kânunda gösterilen süre bir “Hak düşümü süresi” ise, bu sürenin geçip geçmediği hâkim tarafından da ileri sürülebilir. Bir borç için tesbit edilen süre, hak düşümü süresiyse, yâni hakkı ortadan kaldırıcı bir süre ise, bu sürenin geçtiğinin farkına varamayan borçlu borcunu ödemiş de, sonradan farkına varmışsa verdiği parayı geri alabilir.
Borçlar Kânunu’na göre, başka bir düzenleme yoksa, her dâvâ on yıllık zaman aşımına tâbidir. (Md. 125). Medenî Kânun bâzı hakları altı aylık (Md. 119, 129, 130), bâzı hakları da bir senelik (Md. 436, 437, 501, 513, 579) mürûr-ı zamana tâbi tutmuştur.
Medenî Kânun, bir gayri menkulün mülkiyetinin iktisâbı için iki ayrı mürûr-ı zaman şekli tesbit etmiştir. M.K. 638 göre, haklı bir sebep olmaksızın, tapu sicilinde kayıtlı analiz sıfatı ile kayıtlı bulunan bir gayri menkulü fasılasız ve nizasız on sene müddetle ve hüsniyetli olarak elinde bulunduran kimse o yerin mâliki sayılır. Sâhipsiz veya sâhibi adına tapuya tescil edilmemiş bir gayrimenkule nizasız ve fasılasız yirmi sene müddetle ve mâlik sıfatı ile elinde bulundurmuş olan kimse, o gayrimenkulü kendi mülkü olmak üzere, tapuya tescilini talep edebilir (M.K. Md. 639).
Cezâ Hukûku’nda, farklı mürûr-ı zaman süreleri kabul edilmiştir. Suçlu hakkında cezâ dâvâsı açmak için belirtilmiş süreler vardır. Bu süre geçmişse sanık hakkında dâvâ açılamaz. Kezâ, belli bir cezâya çarptırılan mahkûm kişi de belli süre kaçar, yakalanmazsa süre geçtikten sonra mahkûm edilemez.
Şahsa bağlı haklarda, (nafaka hakkı, isim üzerindeki haklar gibi) mürûr-ı zaman yoktur. Bu haklar her zaman tâkip edilebilirler.
Mürûr-ı zaman, bâzı sebeplerle kesintiye uğramışsa, geçen zaman, normal zaman aşımına dâhil değildir. Yâni geçen süre hesaba katılmaz. Buna “Mürûr-ı zamanın kat’ı (kesilmesi) denir. Mürûr-ı zamanın durması durumunda ise, işlemiş müddet (geçen zaman) hesaba katılır. Yani mürûr-ı zaman durduğu andan îtibâren devam eder.
İslâm Hukûku’nda, Mürûr-ı zaman ile hak sâkıt olmaz. Yâni mürûr-ı zaman sebebiyle asıl hak sâhibi, bu hakkından mahrum kalmaz ve bu sürenin geçmesi, başkasına bir hak sağlamaz. Şu kadar var ki mürûr-ı zaman, o hakka âit dâvânın dinlenmesine mâni olur. Yalnız Mürûr-ı zamâna dayanarak başkasının hakkına sâhip olmak iddiasında bulunmak, bir haksızlıktır. Bu yol ile bir hakka, mala sâhip olmak haramdır, yasaktır. Hattâ zamânın geçmiş olmasına rağmen, aleyhinde dâvâ açılan kimse dâvâcının iddiasını tasdik ve îtirâf ederek borcunu ikrâr etse, dâvâ dinlenir ve borçlunun aleyhine verilen hüküm geçerli olur.
İslâm Hukûku’nda iki çeşit mürûr-ı zaman kabul edilmiştir. Birincisi; ictihâd hükmüdür ki, bunun müddeti 36 senedir. Bu kadar müddet terk edilen bir dâvâ artık dinlenemez. Bir dâvâyı ikâmeye (mahkemede açmaya) gücü yeterken ve bu kadar müddet içinde şer’î bir özürü yokken terk edilen dâvâ artık dinlenmez. İkincisi; devlet başkanının tâyin ettiği mürûr-ı zamandır ki müddetleri 10 sene, 15 sene gibi muhtelif olabilir. Bu kadar zaman terk edilen bir hakka âit dâvâyı dinlemekten hâkimler yasaklanmış olur. Bununla berâber böyle bir dâvâyı dinlemekten bir hâkim menedildiği hâlde, diğer bir hâkim menedilmeyebilir. Bir de, bir devlet başkanının mürûr-ı zamandan dolayı bir kısım dâvâları dinlemekten hâkimleri men etmesi, onun vefât etmesiyle sona erer. Onun yerine geçen devlet başkanı tarafından da bu yasak kabul edilmezse, hâkimler bu dâvaları dinleyebilirler. Bu çeşit mürûr-ı zaman için tâyin edilen müddetler, halkın birbirini yalan ve uydurma şikâyet etmesini yasaklamak için, devlet başkanı tarafından uygun görülen zamanlardır.
İslâm Hukuku’nda, mürûr-ı zaman müddetleri olarak, her türlü hukuk davalarında şu beş hâlden birisi kabul edilmiştir:
1. (36) senelik mürûr-ı zaman: Her türlü vakıf dâvâlarında ve arâzi sâhiplerinin, arâziyi tasarruf edenlere (kullananlara) karşı ileri sürdüğü dâvâlarda bu müddet esastır. Mecelle’nin 1661 ve 1662. maddelerinin şerhlerinde, bu müddete ilişkin çeşitli meseleler açıklanmıştır.
2. (15) senelik mürûr-ı zaman: Ödünç vermekten veya satıştan ve kirâdan, vedia, âriyet, vergi, mülk âkârı (arâzi gelirleri) ve mîrastan olan şahsî alacaklar için, 15 hicrî sene özürsüz terk edilmiş dâvâlar, borçlu inkâr ederse dinlenmez. Fakat alacaklıların hakkı zâyi olmaz. Yâni borçlu ikrâr edince borcunu ödemesi, her zaman lâzım olur. (Mecelle’nin 1660’ıncı maddesinin şerhi). Ayrıca şahısların yol (geçiş), sulama ve su akıtma (mecrâ) haklarına âit dâvâlar, eğer mülk âkârda ise, yine (15) senelik mürûr-ı zamâna tâbidir. Bu müddet geçince dâvâ dinlenmez. (Mecelle, 1662’nci Md.).
3. (10) senelik mürûr-ı zaman: Mîrî arâzi dâvâları ile bu arâziye âit yol (geçiş), su akıtma (mecrâ) ve sulama haklarına âit dâvâlar 10 sene geçince dinlenmez. (Mecelle, 1662’nci Md.).
4. (2) senelik mürûr-ı zaman: Eski arâzi kânununun ekinde bildirildiği üzere, boş ve mîrasçısı kalmamış arâzilerden hükümetin emriyle muhâcirlere (göçmenlere) verilen ve onlar tarafından üzerinde zirâat yapılan ve binâ inşâ edilen arâzi hakkında, özürsüz (2) sene geçtikten sonra, başkası tarafından açılacak tasarruf dâvâsı dinlenmez.
5. Bir aylık mürûr-ı zaman: Şuf’a (komşuluk hakkı) dâvâlarında şefî, iki şâhit yanında şuf’a talebinde bulunduktan sonra, eğer başka bir memlekette bulunmak gibi özürü yokken mahkemeye dâvâ açmayı bir ay geciktirmişse şuf’a hakkı düşer. (Bkz. Şuf’a)
İslâm Hukuku’nda, mürûr-ı zamana âit çeşitli meseleler, Mecelle’nin 1034, 1660-1675’inci maddelerinde ve bunların şerhlerinde düzenlenmiştir. (Bkz. Mecelle)
Alm. Holunder (m), Fr. Sureau (m), İng. Elder tree. Familyası: Hanımeligiller (Caprifoliaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Türkiye’nin çoğu yerinde yaygın olarak yetiştirilir.
Haziran-Temmuz ayları arasında, küçük ve sarımsı beyaz renkli, kokulu çiçekler açan, 2-5 metre boyunda ağaçcıklar. Rutûbetli yerlerde, gölgelik ve dere kenarlarında rastlanır. Gövdeleri dik, silindir biçiminde, içi yumuşak özlü, grimsi kabukludur. Yapraklar saplı, kenarları dişlidir. Çiçekler saplı, şemsiyeye benzer şekilde bir arada toplanmışlardır. Meyveleri küre şekilli, morumsu siyah renkli ve üzümsüdür.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin çiçekleri, meyveleri ve dalların kabukları kullanılır. Meyveleri, daha çok tâze olarak kullanılır. Çiçeklerde uçucu yağ, müsilaj, rezin, tanen, şekerler vardır. Çiçekleri terletici, idrar söktürücü, müshil etkilidir. Yaprak ve gövde kabukları da aynı şekilde kullanılır.
Sambucus ebulus (cüce mürver veya bodur mürver) Türkiye’de daha çok yaygın olan bir tür olup, tarla veya hendek kenarlarında yetişir. Meyveleri parlak siyah renkli ve küremsidir. Meyvelerinden mor renkli bir boyar madde elde edilmektedir. Aynen diğer tür gibi kullanılır.
Cezâ Hukûkunda, bir cezâ çeşidi, şahsın mal varlığına zorla el koyma. Müsâdere, bir kimsenin menkul veya gayrimenkul bir malının kendi rızâsına bakılmaksızın kânûnî sebeplerle devlet tarafından zorla elinden alınmasıdır. Lügatte, zülum, cebir ve baskı mânâlarına gelir. Arapça “Sadr” kelimesinden türemiştir.
İşlenen bir suç karşılığı suçlunun malvarlığının bütün veya bir kısmı üzerindeki mülkiyetinin ortadan kaldırılması veya mülkiyetinin bir kamu kurumuna devredilmesi Cezâ Hukûkunda çok eski zamanlardan beri tatbik edilmiştir.
Müsâdere, ilk defâ Roma Hukukunda yer almış, Fransız İhtilâline kadar başlıca cezâ olarak tatbik edilmiştir. O dönemlerde bilhassa krala isyan suçunda uygulanan bu cezâ ölüm cezasından daha tesirli idi.
Müsâdere cezâsının kaldırılması için Fransa’da bir hayli çalışma yapıldı. Bu müeyyidenin “cezâların şahsiliği” prensibini zedelediği ileri sürüldü. Fakat 1810 târihli Fransız Cezâ Kânunu, yapılan çok şiddetli îtirazlara rağmen müsâdereyi muhâfaza etti. Yirminci yüzyılda tamâmiyle târihe karıştığının sanıldığı bir sırada, 1918 senesinde Fransa’da bu cezâ yeniden ortaya çıktı.
Müsâderenin muhtevâsı (kapsamı): Suçluya âit veya suçta kullanılmış eşyânın müsâderesi bir cezâ, bir emniyet tedbiri olarak görülebilir. Cezâ olarak müsâdere, genel ve özel olmak üzere iki tiptir. Genel müsâdere, suçlunun menkul ve gayrimenkul bütün mallarının müsâderesidir. Özel müsâdere ise sâdece belirli mallara âit müsâderedir. Mânevî haklar, yâni henüz mal varlığına dönüşmemiş haklar, meselâ basılmamış bir kitap üzerindeki telif hakları müsâdere dışındadır.
Müsâdere cezâsının eşitlik prensibine aykırı olduğu mal ve mülkü bulunmayan, hattâ borca batmış bulunan suçlu üzerinde hiçbir etsiri bulunmadığı bir fikir olarak ileri sürülmektedir.
Müsâdere edilen mallar üzerinde suçun dışındaki kişilerin hak ve alacakları o hâli ile devlete geçer. Yâni mallar mahkûmiyetten önceki durumundaki hâli ile üzerindeki haklar ve alacaklarla birlikte devlete geçmiş olur. Fakat devlet bir “Halef-i külli” durumuna geçmediğinden suçlunun borçlarından ancak müsâdere edilen mallar nisbetinde mes’uldür.
Çeşitli mevzuatlarda müsâdere: Kânunlarda, genellikle bir cezâ niteliğinde özel müsâdere düzenlenmiştir. Bununla berâber Askerî Cezâ kânunları genel müsâdereyi kabul etmişlerdir. Bâzı ülkelerin cezâ kânunlarında da genel müsâdere kabul edilmiştir. Meselâ Fransız Cezâ Kânunu’nun 37. maddesi, devletin dış emniyetine karşı işlenen suçlarda ve savaş durumunda suçlunun mevcut ve ileride eline geçecek bütün mallarının müsâdere edilebileceğini hükme bağlamıştır. Macar Cezâ Kânunu da genel müsâdereyi kabul etmiştir.
Bâzı ülkelerin cezâ kânunları ise müsâdereyi bir emniyet tedbiri olarak kabul etmişlerdir. Meselâ Yeni İtalyan Cezâ Kânunu (Md. 236) ve Yunan Cezâ Kânunu (Md. 76) böyledir.
Türkiye’de gerek 1961 Anayasası gerekse 1982 Anayasası genel müsâdere cezâsının konulamayacağını belirtmektedir.
Bugünkü Türk Cezâ Kânunu’nun 36. maddesinde müsâdereden bahsetmektedir. Bu hüküm 1274 târihli Cezâ Kânunu’nun değişik 12. maddesinde yer alan hükmün hemen hemen aynısıdır.
Türk Cezâ Kânunu özel müsâdereyi kabul ettiği hâlde Askerî Cezâ Kânunu 78. maddesinde, düşman tarafına kaçan veya seferberlik hâlinde mükellef olduğu hizmetten uzak kalmak maksadıyla yabancı bir ülkeye sığınan yâhut aynı maksatla yabancı bir ülkede kalan kimsenin Türkiye’de bulunan ve ileride iktisâb edeceği bütün mallarının müsâdere edileceğinden bahsetmiştir.
36.Êmaddede, cürüm ve kabahatte kullanılan veya kullanılmak üzere hazırlanan yâhut fiilin işlenmesinden husûle gelen eşyâ, esas suçtan dolayı mahkûmiyet hâlinde müsâdere olunur. Müsâdereye, asıl dâvâyı görmeye yetkili mahkeme, karar verir. Müsâdere cezâsı, ancak kasten işlenen suçlardan uygulanabilir, hatâ ile, taksirle işlenen suçlarda uygulanmaz. Kullanılması, taşınması, yapılması, satılması suçu işleyen kimseye âit bulunmasa bile kesinlikle müsâdere edilir (Md. 36/2).
Taşınması yasak olmayan silahların, ruhsatsız taşınması hâlinde zapt ve müsâderesine hüküm olunur (Md. 36/3).
Müsâdere kararı mahkumun ölümünden önce verilmiş ve kesinleşmiş ise infâz edilir (Md. 96). Müsâdere karârı verildikten sonra asıl suçun genel veya özel af sonucu af olunması, şikâyetten vazgeçilmesi müsâdere olunan malların geri alınmasını gerektirmez.
Devlete âit eşyânın ve malların müsâdere edilemeyeceği yargıtayın yerleşmiş kararları gereğidir.
İslâm Hukûkunda müsâdere: İslâm Cezâ Hukûkunda suçlunun mal varlığına elkoyma yolu ile bir cezâlandırma şekli yoktur. Mal veya mülke el koymak, cezâlandırma değil, bir başka hukûkî işlem için şartlara bağlı olarak uygulanmıştır.
İki kişi arasında el sıkışma, el ile tokalaşma. İki kişinin sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş parmağı yanlarını birbirine değdirmesine denir. Parmak uçları ile yapılan tokalaşmaya müsâfeha denmez. Peygamberimizin sünnetine uygun olan müsâfeha, sağ el ayasını ve baş parmak içlerini çıplak olarak (eldivensiz ve örtüsüz) birbirine yapıştırmaktır. Müsâfeha, lügatte el sıkışmak, tokalaşmak, muhabbetini, arkadaşlığını, yakınlığını izhâr etmek (açıklamak) mânâlarına gelir.
İslâm dîninde, iki Müslümanın birbirleriyle karşılaşması hâlinde selâmlaşmaları sünnettir. Yâni Peygamber efendimizin yaptığı güzel bir iş olup sevâbı çoktur. Âdem aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâma kadar Müslümanların selâmlaşması, birbirlerine secde etmekle olurdu. Sonra bunun yerine boynuna sarılmakla oldu. Muhammed aleyhisselâm zamânında, el ile müsâfeha etmek ve söz ile selâm vermek, yâni “Selâmün aleyküm” demek sünnet oldu. İki Müslüman karşılaştığı zaman, birbirine selâm verdikten sonra el ile müsâfeha eder. Müsâfeha ederken günahları dökülür. Birbirine karşı muhabbetleri, sevgileri çoğalır Yakınlık duyguları artar. Zîrâ baş parmakta bulunan damardan muhabbet (sevgi yayılır. Müsâfeha ederken birbirine sevgi geçer. Nitekim Eshâb-ı kirâmdan Ebû Zerr-i Gıfârî radıyallahü anh şöyle bildiriyor: “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ile her karşılaştığımda, benimle müsâfeha ederdi.” Bir Hadîs-i şerîfte de; “Her kim bir mümin kardeşini ziyâret edip, müsâfeha ederek, üç kere elini sallarsa, ellerini ayırmadan her ikisinden Hak teâlâ râzı olur. Ağaçtan yaprakların dökülmesi gibi, o şahıslardan günahlar öylece dökülür.” buyruldu.
Müsâfehayı terketmemek gerektiğini bildiren bir hadîs-i şerîfte de; “Her kim, müsâfehayı terk ederse o benden değildir.” buyruldu. Müsâfehayı yaptıktan sonra ölenlerinin, hocalarının ve diğer geçmişlerinin ve bütün îmân ehlinin affı için duâ etmek lâzımdır. Bu arada Resûlullah efendimize salevât (selât ü selâm) getirmek de Peygamberimizin emridir.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ebû Süfyan’ın evinden ikindi vakti çıkıp câmiye girdim. Boyu ve boynu uzun ve kaşları çatık bir kişi gelip, dört rekat namaz kıldı. Ben mihraba yakın giderken o şahsa baktım. Namazı bitirince, ellerini kaldırıp ağlayarak duâ etmeye başladı. Ben de ellerimi kaldırıp âmin dedim. Duâsını bitirdikten sonra, elini bana uzattı ve elimi hafifçe tutup, bana selâm verdi. Ondan sonra, elimi üç kerre salladı, daha sonra câmiden çıkıp gitti. Ben o şahsın bu hareketine teaccüp (hayret) ettim.” Bundan sonra Resûl-i ekrem, hazret-i Ali’nin evine gitti ve olduğu gibi bu işi ona anlattı. Bu esnâda Cebrâil aleyhisselâm geldi ve dedi ki: “Yâ Muhammed, Hak teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki: Câmide elini tutanın kim olduğunu bildin mi?” Resûlullah; “Hayır bilemedim.” dedi. Cebrâil dedi ki: “Gördüğün yiğit, Hızır idi. Seni ziyâret etmeye gelmişti.” Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Yâ Ali! Hızır aleyhisselâmın sünneti sana vasiyet olsun.” Yine buyurdu ki: “Her kim, bir din kardeşi ile karşılaştığı zaman el ayaları birbirine temas etmek üzere, müsâfeha ederse Hak teâlâ ona Hızır sevâbı verir. Ve her parmağına bir yıllık ibâdet sevâbı verilir. Müsâfeha edenler yerlerinden ayrılmadan Hak teâlâ her ikisini af ve mağfiretine nâil kılar (kavuşturur).” Kadınların da müsâfeha yapması sünnettir.
Onuncu yüzyılda Deylem ve Âzerbaycan’da hüküm süren hânedan, Müsâfirîlere, Sallarîler ve Kengerîler de denir.
Âzerbaycan’daki Sâcoğulları Türk hânedanının çöküşünden sonraki iktidâr boşluğunu dolduran Kengerîlerden Muhammed bin Müsâfir, onuncu yüzyılda Deylem’e hâkim oldu. Deylem’in Târom ve Semîrân’daki önemli kalelerin sâhibi oldu. Muhammed bin Müsâfir 941’de ölünce, hânedân iki oğlu arasında bölündü. Vahsûdan bin Muhammed, Deylem’de kalıp, kardeşi Mervân, Arran ve Hazar Denizi kıyısındaki Derbend’e gitti. Onuncu yüzyılın sonlarında hâkimiyetleri zayıflayan Müsâfirîlerin son temsilcileri, 11. yüzyılda muhtemelen Alamut İsmâilîleri tarafından ortadan kaldırıldı. Bölge, bu devirde kurulup, gelişen Büyük Selçuklu Devletinin hâkimiyetine girdi.
Müsâfirî Hâkimleri:
Muhammed bin Müsâfir |
(916-941) |
Birinci Merzubân |
(941, Âzerbaycan ve Arrân’da) |
Vahsûdân |
(941-957, Târom’da) |
Birinci Cüstân |
(957-960, Âzerbaycan’da) |
Birinci İbrâhim binMerzubân |
(960-966, Târom’da) |
İkinci Merzubân bin İsmâil |
(966-997, 984’e kadar Târom’da) |
İkinci İbrâhim bin Merzubân |
(997-1029, Târom’da) |
İkinci Cüstan bin İbrâhim |
(?-1045 lerde hâlâ hâkimdi.) |
Müsâfir bin İbrâhim |
(?-1067’lerde hâlâ hâkimdi.) |
Yalancı peygamberlerden biri. Peygamber efendimizin sağlığında Yemâme’de ortaya çıkıp, peygamberlik iddiâsında bulundu. Önce Medîne’ye gelerek Müslüman olmuştu. Sonra peygamberlik iddiâsında bulunarak dinden çıktı, mürted oldu. Müseyleme Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem); “Senden sonra yerine beni seçersen sana tâbi olurum.” deyince, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; elinde bulunan hurma dalını göstererek; “Bu hurma dalını istesen vermem. Allahü teâlânın takdir ettiği şey, elbette meydana gelir. Benden sonra kalırsan, Hak teâlâ seni helâk eder. Zannederim, bana, (rüyâda) gösterdikleri sensin.” buyurdu. Yemâme’de ortaya çıkıp hokkabazlık ve sihirbazlık yaparak, birçok kimseyi aldatarak etrâfında toplamıştı. Müseyleme’ye inananlar ondan bâzı şeyler isterdi. Fakat Müseyleme onların istediğini karşılamak için ne yapmak isterse tersi olurdu. Bir kadın hurma bahçesinin iyi mahsul vermesi için ondan duâ istemişti. O da bir kova su isteyip sudan bir yudum ağzına alıp çalkaladı ve kovaya döktü, su acılaştı. Kadına; “Suyu götür bahçene dök.” dedi. Kadın bu suyu bahçesine serpince ağaçları tamâmen kurudu. Müseyleme hangi çocuğun başına elini koysa çocuğun başı kel olurdu. Gözü ağrıyan biri ona gelip duâ istedi. İki elini o şahsın gözlerine sürdü. Bunun üzerine gözleri kör oldu. Müseyleme’nin yüzüğünü çocukların ağzına korlardı. Ağzına Müseyleme’nin yüzüğü konulan çocuklar dilsiz olur, bir daha konuşmazdı. Peygamber efendimize mektup göndererek peygamberlik iddiâsını bildirmişti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Bir defâsında uyurken rüyâmda iki kolumda iki altın bilezik gördüm, bunlar kadın zîneti olduğu için bu rüyâm beni kederlendirdi. Sonra rüyâmda bana bu bileziklere üflemem vahyedildi. Ben de bunlara üfledim. Bunların ikisi de uçtu. Ben bu iki bileziği benden sonra türeyecek (peygamberlik iddiâsında bulunacak) iki yalancı ile te’vil ettim (yorumladım) ki, bunun biri (Sanalı) Ansi (Esved)’dir, diğeri de (Yemâmeli) Müseyleme’dir.”
Hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliğinin ikinci yılında, Hâlid bin Velîd komutasında bir ordu Yemâme’ye gönderildi. Bu ordunun bayrağını Ömer’in (radıyallahü anh) büyük kardeşi Zeyd bin Hattâb taşıyordu. Müseylemet-ül-Kezzâb’ın etrâfına toplanarak dinden dönenlerle büyük bir savaş yapıldı. Mürtedlerden yirmi bin kişi öldürüldü. Müseyleme ile askerleri mağlûp ve perişan oldu. Zeyd bin Hattâb, Sâbit bin Kays-ı Ensârî, Ebû Dücâne, Ebû Huzeyfe ibni Utbe, 360 Muhâcir, 360 Ensar ve binden fazla da Tâbiîn şehit oldu. Müseyleme bu savaşta Eshâb-ı kirâmdan Vahşî radıyallahü anh tarafından öldürüldü. Vahşî radıyallahü anh Müseyleme’yi nasıl öldürdüğünü şöyle anlatmıştır: “Müseylemet-ül Kezzâb üzerineÊgönderilen orduya katıldım. Umarım ki Müseyleme’ye karşı çıkarım, onun cezâsını veririm, dedim. Nihâyet savaş yapıldı ve İslâm ordusu gâlip oldu. Bir de ne göreyim. Müseyleme yıkık bir duvar dibinde sanki esmer bir deve gibi saçı başı dağınık bir halde duruyordu. Hemen harbemi öyle bir attım ki, Müseyleme’nin göğsüne saplanıp iki küreği arasından çıktı. Bunun üzerine Ensâr’dan bir kişi ona doğru koştu ve başını bir kılıç darbesiyle uçurdu.”
Alm. Ablührend, ablührmittel, Fr. Purgatif, İng. Purgative, laxative. Barsakların çalışmasını sağlayarak, dışkının kolayca dışarı atılmasına yarayan ilâçlara verilen isim.
Çok çeşitli müshiller vardır: 1) Mekanik etkili müshiller (agar, keten tohumu, hintyağı, koton yağı), 2) Tuzlu müshiller (sodyum sülfat, magnezyum sülfat vs.), 3) Antrafesli müshiller (sarısabır, sinameki vs.), 4) Şiddetli müshiller (sarısabır, hintyağı, koton yağı), 5) Safra arttırıcı müshiller (podofilin, kalomel), 6) Çocuk hekimliğinde kullanılan müshiller (bal, kudret helvası).
Müshiller; müzmin kabızlığı gidermede, bâzı zehirlenmelerde, ameliyatlardan önce ve bâzı film çekimlerinden önce kullanılır.
Zamklar gibi suda şişerek viskoz, kolloidal çözelti meydana getiren maddeler. Zamklardan farklı olarak yapıştırıcı değildir. Zamklar, çoğunlukla patolojik mahsuller olduğu hâlde, müsilajlar bitkinin normal maddelerindendir ve özel müsilaj hücreleri içinde bulunur. Müsilajlar, zamklar gibi, üronik asitlerle bâzı ozların (glusit) kondansasyonundan teşekkül ederler. Bâzı müsilajlar üronik asit ihtiva etmezler. Meselâ salep yumrularının müsilajı, glikomannan moleküllerinden yapılmıştır. Alglerden (su yosunları) elde edilen diğer bâzı müsilajlar ise ozların sülfürik asit esterlerinin polimerlerini ihtivâ ederler.
Müsilajlar saf olduklarında, beyaz renkli amorf bir kitle hâlindedirler ve suda kolloidal, viskoz bir çözelti verirler. Bu çözelti yapışıcı değildir. Bâzı müsilajlar keten tohumu ve ebegümecinde olduğu gibi çözeltiye amonyum tuzları ilâvesiyle çöktürülebilirler. Müsilaj miktar tâyini gravimetrik veya spektrofotometrik olarak yapılır.
Kullanılışı: Müsilajlar eczâcılık tekniğinde, bakteriyolojide, kültür vasatı olarak kullanılır. İlâç olarak müsilaj ihtivâ edenlerden laksatif ve yumuşatıcı tesirinden faydalanılır.
Hadis âlimlerinin en üstünlerinden ve Kütüb-i Sitte adıyla bilinen meşhûr altı hadîs kitabından ikincisinin yâni Sahîh-i Müslim’in müellifi. İsmi, Müslim bin Haccâc bin Müslim el-Kuşeyrî en-Nişâbûrî, künyesi Ebü’l-Hüseyin’dir. 821 (H.206) senesinde Nişâbûr’da doğdu. 875 (H.261) târihinde burada vefât etti. Nişâbûr’un bir mahallesi olan Nasrâbad’da defnedildi. Büyük hadis imâmlarından olup, Arapların Benî Kuşeyr kabîlesine mensuptur.
İmâm-ı Müslim rahmetullahi aleyh, zamânının büyük hadis âlimlerinden hadîs-i şerîf dinlemek ve öğrenmek için, Hicâz, Irak, Şam ve Mısır’ı dolaştı. Yahyâ bin Yahyâ en-Nişâbûrî, Ahmed bin Hanbel, Kuteybe bin Sa’îd, Ebû Bekr bin Ebî Şeybe, Osman bin Ebî Şeybe, İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin talebelerinden Harmele bin Yahyâ gibi büyük âlimlerden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyette bulundu. Ondan da; Ebû Îsâ et-Tirmizî, Yahyâ bin Sa’îd, Muhammed bin Mahled, Mekkî bin Abdan ve daha başka âlimler, hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Bağdat’a birkaç defâ gelen İmâm-ı Müslim hazretlerinden Bağdatâlimleri de hadîs-i şerîf dinleyip rivâyette bulunmuşlardır. En son 872 senesinde Bağdat’a gelmiştir.
İmâm-ı Buhârîrahmetullahi aleyh ile Nişâbûr’da görüşmüş, onun ilim meclisine devâm etmiştir. İmâm-ı Müslim, İmâm-ı Buhârî ile bir hadîs-i şerîfin müzâkeresini yaparken; İmâm-ı Buhârî, hadîs-i şerîfin senedinde, onun bilmediği bir illeti gösterince, İmâm-ı Müslim ayağa kalkarak Buhârî’nin alnından öpmüş ve medihte bulunmuştur. İmâm-ı Buhârî hazretleri için; “Sana buğzedenler, ancak hasedinden buğzeder. Dünyâda bir benzerin olmadığına şehâdet ederim” demiştir.
Hadîs-i şerîf öğrenmek ve öğretmek için pekçok seyâhat yapan İmâm-ı Müslim hazretleri, ömrünün son yıllarını Nişâbûr’da geçirmiş, orada hadîs-i şerîf dersi vermiş ve ticâretle meşgûl olmuştur.
Eserleri:
1) Sahîh-i Müslim: Kütüb-i Sitte’nin ikincisi olup, içinde 7.275 hadîs-i şerîf vardır. Bunları, bizzât kendisinin topladığı, 300.000 hadîs-i şerîf arasından seçmiştir. Kitap 52 kitaba ayrılmış fakat bâblara bölünmemiştir. Buhârî ise, kitapları ayrıca bâblara ayırmıştır. Her bâb için de lüzumlu açıklamalarda bulunmuştur. Müslim’in diğer bir husûsiyeti de, isnâd üzerinde önemle durmuş olmasıdır. Çünkü o, Sâhîh’inde biraz farklı metinler için, değişik isnâdlar vermiştir. Bunlar, metinde (hâ) harfiyle gösterilmiştir. Bu (hâ) tahvil veya havâle (hâ)’sıdır. Sahîh’inin baş kısmında, hadis ilmiyle alâkalı mühim bir açıklama vardır. Bütün bu özelliklerine rağmen, Sahîh-i Müslim, Buhârî’nin Sahîh’inden sonra gelir.
İmâm-ı Müslim; “İşbu Müsned-i Sahîh’i, dinlediğim üç yüz bin hadîs-i şerîf arasından seçerek tasnif ettim” buyurmuştur. Hadîs ilminde Müslim (M) harfi ile gösterilir.
İmâm-ı Müslim’in bu eseri üzerine çok şerhler yazılmıştır. Abdül Gafûr ibni İsmâil el-Fârisî’nin yaptığı El-Mefhum fî Şerhi Garibi Müslim adlı şerhi, Ebü’l-Kâsım İsmâil bin Muhammed’in Şerhu Müslim adıyla yaptığı şerh ve Muhyiddin Ebû Zekeriyyâ Yahyâ en-Nevevî’nin El-Minhâc fî Şerhi Sahîh-i Müslim adıyla yaptığı şerh gibi daha birçok şerhi vardır.
2) El-Müsned-ül-Kebîr, 3) El-Câmi’ Ale’l-Ebvâb, 4) El-Esmâ ve’l-Kûnâ, 5) El-Efrâd vel-Vuhdân, 6) Tesmiyetü Şuyûhu Mâlik ve Süfyân ve Şu’be, 7) Kitâb ül-Muhadramîn, 8) Kitâbu Evlâd-is-Sahâbe, 9) Evhâm-ül-Muhaddirîn, 10) Et-Tabakât, 11) Efrâd-üş-Şâmiyîn, 12) Et-Temyîz, 13) El-İlel.
İmâm-ı Müslim’in rahmetullahi aleyh, Sahîh-i Müslim’de bildirdiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Cehennem, nefsin arzu ettiği, Cennet ise, nefsin sevmediği şeylerle kuşatılmıştır.
Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret bile olsa, hiçbir iyiliği hor görme.
Bir Müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden; insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o Müslüman için sadaka olur.
Allahü teâlâ, kulunun yemek yedikten sonra yâhut bir şey içtikten sonra kendisine hamdetmesinden râzı olur.
Müminler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücut gibidir. Vücûdun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, diğer âzâları da bu yüzden humma ve uykusuzluğa tutulurlar.
İnsanlara merhamet etmeyen kimseye, Allahü teâlâ merhamet etmez!
Ana ve babasının ihtiyârlık zamanlarında, bunlardan birine veya her ikisine yetişip de (bunlara lâyık oldukları hürmet ve saygıda bulunmadıklarından dolayı) Cennete giremeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün. diye üç defâ tekrarlamışlardır.