MÜLKİYET

Alm. Eigentum (-srecht) (n), Fr. (Drait de) propriété (f), İng. Property (right) Bir menkul veya gayrimenkul mal üzerinde tasarruf etme, kullanma ve faydalanma hakkı. Mâlik olmaklık, sâhip olma hakkı.

Mülkiyet hakkı, insanların en tabiî haklarından biridir. Târihteki pekçok millet ve devlet, bu hak üstüne çeşitli uygulamalar içinde olmuşlardır. Bu hak, birçok felsefe ile siyâsî rejimlerin de belli başlı konularından olmuştur. Kapitalist sistemler fertlere mülkiyet hakkı tanımakla berâber, mülk edinilen şeyin kazanılmasında kâfi ölçü ve müeyyidelerden mahrumdur. Bu bakımdan bu hak, kapital bakımından güçlü olanlar tarafından alabildiğine kullanılmakla berâber, fakir olanların bu hakkı kullanabilecekleri az şeyleri vardır. Komünizm ise, fertlere özel mülkiyet hakkı tanımaz. Her şeyin devletin olduğunu belirtir. Ancak mevcut varlığın kullanılmasında yalnız komünist partisi mensupları söz sâhibidir. Uygulamada halkın bu konudaki mahrûmiyeti, kapitalist idârelerden çok fenâdır. Liberal ülkelerde, mülkiyet hakkı sosyal adâlet esâslarına daha yakın hükümlerle temin edilmeye çalışılmıştır. İslâmiyet; mülk ve mülkiyet hakkında açık ve kesin hükümler koymuştur. Buna göre “mülk”, hakikatte yalnız Allahü teâlânındır. Fertler, cemiyetler ve sosyal müesseseler, bu mülkü Allah rızâsına uygun kullanmakla mükellef olan birer emânetçi gibidirler. İslâmiyetin hükümleri, Allah’ın rızâsını gösterir. Fertler, cemiyetler ve sosyal müesseseler, mülklerini bu hükümlere uygun şekilde edinmeye mecbur ve mülkiyet haklarını da bu hükümlere ters düşmemek şartıyla diledikleri gibi kullanmakta serbesttirler. Târihteki İslâm devletlerinde, tatbik edilen bu mülkiyet hakkı esasları, Müslüman ve gayrimüslim tebeanın râhat ve huzûr içinde, mülk ve haklarından mutlak bir emniyet duyarak yaşamalarını sağlamıştır.

Hukûkî bakımdan mülkiyet, kanun veya diğer düzenleyici hukuk kâideleriyle sınırlanmış olarak, bir mal üstünde en geniş tasarruf imkânı sağlayan aynı haktır. Bir malın mülkiyetine sâhip olan, onu dilediği gibi kullanabilir. Mâlik olan, malını satabilir, bağışlayabilir, dilediği sürece dilediği gibi kullanabilir, maldan veya gelirinden istediği şekilde faydalanabilir. 1982 Anayasası’nın 35’inci maddesinde; herkesin, mülkiyet ve mîras haklarına sâhip olduğu, bu hakların ancak, kamu yararı gâyesiyle kânunla sınırlanabileceği, mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı hususları hükme bağlanmıştır. Böylece mülkiyet hakkı, Anayasa’da teminât altına alınmıştır.

Mülkiyetin konusu, menkul yâni taşınır ve gayrimenkul yâni taşınmaz maddî mallardır. Alacak hakları ve fikrî haklar üzerinde mülkiyet söz konusu değildir.

Gayrimenkul mülkiyeti; gayrimenkuller üstündeki mülkiyet hakkıdır. Arazî, tapu siciline müstakil ve dâimî olmak üzere kaydedilen haklar, bâzı sınırlayıcı hükümlerle mâdenler, müstakil bir binâ veya bir binânın kat, dâire, iş ofisi, dükkan, mağaza, depo gibi müstakil bölümleri üzerinde mülkiyet hakkı kurulabilir.

Menkul mülkiyeti; menkul mallar üstündeki mülkiyet hakkıdır. Bir yerden bir yere nakledilebilen eşyâ (mobilya, elbise, buzdolabı... gibi) otomobil, şehir şebekesiyle evlere verilebilen elektrik enerjisi vb. menkul mülkiyetine konu olabilir. Mülkiyet hakkı, o şeyle alâkalı parçalar, yâni mütemmim (tamamlayıcı) cüzlerini, tabiî ürünlerini ve teferruâtını da ihtivâ eder. Mahallî örf ve âdetlere göre, bir şeyin aslî unsurunu teşkil eden ve o şey tahrip, tağyir veya telef olmadıkça ondan ayrılması mümkün olmayan cüzler, o şeyin tamamlayıcı cüzüdür. Meselâ, bir tarlanın ürünü, bir hayvanın sütü, bir evin kapı ve penceresi gibi.

Mülkiyetin sağladığı yetkiler: Kullanma yetkisi; mâlik, kânun sınırları içinde kalmak şartıyla mülkiyetinde olan şeyi dilediği şekilde kullanabilir. Meselâ, bir binâya sâhip olan kimse, bu binâda kendisi veya akrabâlarıyla birlikte oturabilir, kirâya verebilir, boş bırakabilir.

Tasarruf yetkisi; mâlike, mülkiyete konu olan şeyin geleceğini tâyin etme hakkını verir. Meselâ, mâlik, malını bağışlayabilir, satabilir, trampa veya vasiyet edebilir.

Faydalanma yetkisi; mâlik, mülkiyete konu olan şeyden dilediği gibi faydalanabilir. Meselâ, mâlik, tarlasına istediği mahsûlü ekebilir, parasını borç verebilir, harcayabilir veya bir şirketin hisse senedini satın alarak ortak olabilir.

Mülkiyetin sahibine yüklediği sorumluluk ve kısıtlamalar: İyi niyette kâidelerine uygun kullanma; mâlik, mülkiyet hakkını iyi niyet kâidelerine uygun olarak kullanmaya mecburdur. Mülkiyet hakkının başkasına zarar vermek maksadıyla kullanılmasını, kânun himâye etmez. Meselâ kânun, mülk sâhibinin, komşularının deniz manzarasını kapatacak şekilde, bahçe duvarlarını 8-10 m yükseklikte inşâ etmesini, mahalle arasında bir marangoz atölyesinin, aşırı gürültü çıkartarak mahalle sâkinlerini rahatsız etmesini korumaz. Çünkü bu fiiller mülkiyet hakkının kötüye kullanılması sayılmaktadır.

Kânun dâiresinde kullanma; mâlik, mülkiyet hakkını kânunlara uygun olarak kullanmakla mükelleftir. Meselâ, mülkiyete konu olan şeyi kullanırken, kamu yararı için düzenlenmiş îmar, istimlâk ve belediye mevzuâtına; yeraltı mâdenlerini işletmek için mâden ve petrol mevzûâtına, iktisâb ettiği kazançları kullanırken vergi kanunlarına uymak zorundadır.

Mülkiyetin iktisâbı iki şekilde olur:

Aslen iktisâb: Sâhipsiz veya sâhibi belli olmayan bir malın iktisâbıdır. Gayrimenkullerin aslen iktisâbı; sâhipsiz arâziyi işgâl, sâhipsiz yerlerde yeni arâzi teşekkülü, mürûruzaman (zaman aşımı) ile iktisâb, lükata (sokakta bulunup alınan mal), sâhipsiz malı ihrâz, define bulma, hukûkî tağyir veya iki malın karışması ve birleşmesi sûretiyle olabilir.

Devren iktisâb: Sâhipli bir malın, sâhibinin rızâsı yâni satış, vasiyet, bağış, mahkeme ilâmı ile el değiştirmesidir. Bir gayrimenkulün devir işleminin resmî şekilde ve resmî merciler huzurunda yapılması, tapu siciline tescili mecbûrîdir. Yeni mâlik, tapu tescil işlemleri tamamlanmadıkça, o mal üzerinde devredici tasarruflarda bulunamaz..

Menkul malların devren iktisâbı, resmî bir şekle tâbi değildir. Taraflar, yazılı veya sözlü olarak devir yapabilirler. Devir işlemi, devir konusu malın, yeni alıcıya teslimiyle kesinleşir.

Gayrimenkul mülkiyeti, arâzinin yararlı olacak derecedeki altını ve üstünü de ihtivâ eder. Yatay sınırları ise, planda ve yeryüzünde gösterilen işâretlerle tespit edilir.

Mülkiyetin Çeşitleri

Münferid (ferdî) mülkiyet: Bir kimsenin, mülkiyetin konusu, taşınır veya taşınmaz malın bütünü üzerinde tek başına tesis ettiği mülkiyet hakkıdır. Mâlik, mülkiyetin kendisine sağladığı bütün yetkileri yalnız başına kullanabilir.

Müşterek mülkiyet: Birden çok kimsenin, bir malın tamâmı üzerinde, belli miktarda, fakat fiilen taksim edilmemiş hisselere sâhip bulunduğu, birlikte mülkiyet şeklidir. Bir malın, birden fazla kişi tarafından satın alınması veya bir malın birçok kimseye bağışlanması sûretiyle müşterek mülkiyet doğar. Ölenin vârislere bıraktığı mal üzerinde de, terekenin taksiminden önce mirasçıların müşterek mülkiyet hakkı vardır.

İştirâk hâlinde mülkiyet: Kânûnî olarak veya bir akit sebebiyle birden çok kimse arasında ortaya çıkan ortak mülkiyet şeklidir. Âdi şirket ve eşler arasındaki mal ortaklığı, iştirâk hâlinde mülkiyete misâl gösterilebilir. Bir mâlik, kendi hissesi üzerinde tasarrufta bulunamadığı gibi, ortak malın tamamı üzerinde de yalnız başına tasarrufta bulunamaz. Mal üzerindeki tasarruflar, ancak, ortakların oybirliği ile mümkün olabilir.

Mülkiyetin korunması: Mâlik, mülkiyet konusu mala el koyan herhangi bir kimseye karşı istihkâk ve tecâvüzü men (men-i müdâhale) dâvâlarını açmak hakkına sâhiptir.

İstihkak dâvâsı: Mâlikin elinden rızası dışında çıkan malın, tekrar mâlikin eline geçmesini sağlayan dâvâdır. İstihkak dâvâsı, zaman aşımına uğramaz. Tecâvüzün men’i davası; mülkiyete konu olan şeye yapılan tecâvüzün ortadan kaldırılmasını sağlar. Meselâ, tarlasındaki mahsulünü zamânı gelince toplamak istiyen bir çiftçiye mâni olunması hâlinde, çiftçi, tecâvüzün men’i dâvâsını açabilir. Mâlikin, uğradığı zarârı tazmîn ettirmek, mülkî makamlardan tecâvüzün def’ini istemek hakkı mahfûzdur.

İslâm hukûkunda mülkiyet hakkı: İslâmiyet, mülkiyet hakkına büyük önem vermiştir. İslâm âlimleri, fıkıh kitaplarında mülkiyetle ilgili birçok meseleyi bütün teferruâtıyla bildirmişlerdir. İslâm dîni, fertlerin satın almak, mîras, hediye, sadaka yollarından birisi ve birkaçı vâsıtası ile eline geçen malın mülkiyetine sâhip olmasına izin vermiş, bu konuda bir sınırlama da getirmemiştir. Ancak bunların, İslâmiyetin bu konudaki emir ve yasaklarına uyularak elde edilmesi istenmiştir. Mülkiyet hakkına dokunulmamazlık da esastır. Cebren mala el koymak yasaktır. Türk Medenî Kânunu ile Borçlar Kânunu’nda yer alan hükümlerden bir kısmı Mecelle’den alınmıştır. Medenî Hukûkun içinde yer alan konuların toplandığı Mecelle adındaki kitap, İslâmiyetin ana kaynağı olan Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf hükümlerinin kânun haline getirilmiş şekli olup, bugün dahi bütün milletlerce kıymeti takdir edilmektedir. Mecelle’de mülkiyetle ilgili hükümlerden bir kısmı şöyledir:

1192-Herkes mülkünü dilediği gibi kullanır. Fakat, başkasının hakkına dokunursa, bu kullanması sınırlanır. Meselâ İslâmiyette kat mülkiyeti vardır. Fakat, üst kat sâhibinin, apartmanın temelinde ve alt kat sâhibinin de çatıda hakkı vardır. Birisi, ötekinin izni olmadıkça kendi katını yıkamaz.

1914-Bir arsaya sâhip olan, üstündeki boşluğa ve toprağın içine de mâlik olur. İstediği kadar yüksek binâ ve derin kuyu yapabilir.

1200-Bir evin kanalizasyonundan, komşusunun evine sızarak zarar verirse, tâmir etmesi lâzım olur.

1210-Arada müşterek olan duvarı, biri ötekinin izni olmadıkça yükseltemez ve üzerine binâ yapamaz.

1216-Hükümetin emri ile birinin evi satın alınıp yol yapılabilir. Fakat, parası verilmedikçe evi alınamaz.

1248-Mülk sâhibi olmak üç yol iledir. Mal, birinin mülkü iken, bey’ (satış) ve hibe gibi bir akit, yâni sözleşme ile başkasının mülkü olur. Mîras ile akd olmaksızın mülke girer. Sâhibi olmayan mubah bir şey, ele geçirmekle mülk olur.

1265-Denizler, büyük göl ve nehirler, şehirlerden uzak sâhipsiz arâzi ve dağlar, herkese mubahtır. Fakat başkasına zarar vermemek şarttır.

1308-Ortak mülkün tâmiri, hisselere göre ortaklaşa yapılır.

1314-Müşterek bir binâ yıkılınca, yeniden ortaklaşa yapılmasını istemeyen olursa, buna cebr olunamaz. Arsa taksim edilir.

1315-Apartman yıkılınca herkes kendi katını yaptırır. Alttaki yaptırmazsa, üsttekiler, hâkimin izniyle hepsini yaptırıp, alttaki hissesini verinceye kadar, katını kullanamaz.

MÜMİN

(Bkz. Müslüman)

MÜMTAZ TURHAN

Türk sosyolog, psikolog ve fikir adamı. 1908 yılında Erzurum’un Pasinler ilçesinde doğdu. İlköğrenimini orada, ortaöğrenimini Kayseri, Bursa ve Ankara’da tamamladı. 1928’de burslu olarak Almanya’ya gitti. Berlin ve Frankfurt üniversitelerinde felsefe ve psikoloji öğrenimi gördü. Frankfurt Üniversitesinde doktorasını tamamladı. 1936’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tecrübî Psikoloji Kürsüsüne asistan oldu. 1939’da doçent oldu. Bu dönemde Gestalt okuluna bağlı kalarak tecrübî (deneysel) psikoloji konuları üzerinde durdu. İngiltere’de Cambridge Üniversitesinde kültür değişmeleri konusunda ikinci doktora çalışmasını yaptı. 1951’de profesör oldu. 1952 de İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tecrübî Psikoloji Kürsüsü başkanlığına, 1960’ta Tecrübî Psikoloji Enstitüsü Müdürlüğüne getirildi. Kültürel antropolojiyle ilgilendiği bu dönemde kültürde değişen ve değişmeye karşı koyan güçleri yerinde gözlem metoduyla inceleyen araştırmalar yaptı. Milliyetçi muhafazakâr görüşlere bağlı kalarak eğitim, batılılaşma, lâiklik ve Atatürkçülük konuları üzerinde durdu. Toplumdaki değişmelerin gerçekte kültür değişmeleri olduğunu, bunun da yabancı kültürlerin tesiriyle ortaya çıktığını savundu. Türkiye’de ilmî mânâda batılılaşma olamadığını, Türkiye’nin aydınların ihânetine uğradığını, ülkenin geri kalmışlığının, aydınların ilmî yönden kendilerini yenileyememelerinden, solcu aydınların yetersizliğinden ve yanlış yönlendiriciliğinden kaynaklandığını savundu.

Türk Kültürü, İstanbul, Ölçü ve Yol dergilerinde çeşitli makale ve polemik yazıları yazdı. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tecrübî Psikoloji Kürsüsü başkanlığı ve Tecrübî Psikoloji Enstitüsü Müdürlüğü vazifelerini ölümüne kadar sürdürdü. 1 Ocak 1969 da İstanbul’da vefât etti. Türklüğün değerlerine bağlı bir fikir adamı olan Mümtaz Turhan’ın Kültür Değişmeleri, Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, Maarifimizin Ana Davaları, Toprak Reformu ve Köy Kalkınması, Atatürk İlkeleri ve Kalkınma adlı eserleri vardır.

MÜNÂFIK

İki yüzlü. İçi dışına uymayan. İnanmadığı hâlde inanmış gibi görünen ve Müslüman olduğunu söyleyen kâfir kimse. Nifak, münâfıkın sıfatı olup, İslâm dînince haram kılınmıştır. Münâfıklık, insanı dinden çıkaran ve çıkarmayan olmak üzere iki kısımdır. Allahü teâlânın dîninde şek ve şüphe etmek veya inanmadığı hâlde Müslüman görünmek, küfür olup, insanı dinden çıkarır. Böylelerinin âhiretteCehennemin en dibindeki Hâviye denilen yerde azap görecekleri âyet-i kerîme ile bildirilmiştir. Münâfıklığın ikinci kısmı gösteriş için iyi ahlâklı görünmek, söylediği şeyi kendisi yapmamak vb. gibi mürüvveti gideren, îtimâdı sarsan işler ve davranışlardır. Böyle olan kimse, günâh olan şeyleri helâl saymadıkça âsî ve günahkâr sayılır.

Münâfık sözü İslâm dîninin başlangıcından beri kullanılmıştır. Peygamber efendimiz münâfıklardan büyük sıkıntı görmüştür. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında insanlar îmân bakımından üç kısma ayrılmıştı: İnanmayıp Peygamber efendimize karşı gelenlere “kâfir”, inanmayıp inanmış gibi görünenlere “münâfık”, inananlara da “mü’min” ve “Müslüman” denildi. Medînede’ki münâfıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl olmuştur. Bunlar Bedir, bilhassa Uhud, Hendek ve  Tebük muhârebeleri gibi zor günlerde bir araya gelip, Müslümanlara büyük sıkıntılar vermişlerdir. Yaptıkları mescit bizzat Peygamber efendimizin emriyle yıkılmıştır. Peygamber efendimiz münâfıkların kimler olduğunu Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfet-übnü Yemân’a (radıyallahü anh) haber verdiyse de fitne ve karışıklık çıkmaması için onlara dokunulmamış ve münâfıkların topluca düşman saflarına geçmesine meydan verecek bir davranıştan kaçınılmıştır.

Münâfıklar İslâmın başlangıcından, sonraki devirlerde yer yer görülmüş, İslâmiyete ve Müslümanlara büyük zararlar vermişlerdir. Kur’ân-ı kerîm’in 43. sûresi “Münâfikûn” adını taşımaktadır. Bu sûrede münâfıklar hakkında ilâhî hükümler açıklanır. Ayrıca münâfıklarla ilgili başka sûreler de vardır.

Kur’ân-ı kerîmde münâfıklarla ilgili âyet-i kerîmelerden bâzılarında meâlen şöyle buyrulmuştur:

Onun için kalplerinde nifâk hastalığı olanlar görürsün ki, kâfirlerle dostluk yapmak husûsunda yarışırlar. (Mâide sûresi: 52)

Muhakkak münâfıklar Cehennemin en aşağı (Hâviye) tabakasındadırlar (Cehennemin dibindedirler). Aslâ onların azâbını kaldıracak bir yardımcı bulamazsın. (Nisâ sûresi: 145)

Hadîs-i şerîflerde de buyruldu ki:

Münâfık iki sürü arasında bulunan bir koyun gibidir ki, o, bir defâ bu sürüye başka bir defâ öbür sürüye katılır.

Ey Allah’ım! Ben münâfıklıktan, tefrikadan (ayrılık çıkarmaktan) ve kötü ahlâktan sana sığınırım.

Müslümanlara, sözleriyle dostluk gösterip, davranışlarıyla düşmanlık edenlere Allahü teâlâ ve melekler lânet eylesin.

Münâfıkların üç alâmeti vardır: Yalan söyler, sözünde durmaz ve emânete hıyânet eder.

MÜNECCİM

Alm. Astrolog, Sterndeuter (m), Fr. Astrologue (m), İng. Astrologer. Yıldız ilmiyle uğraşan, gök cisimlerinden olan yıldızların, ayın, güneşin ve diğer seyyârelerin (gezegenlerin) durumlarından, hareketlerinden çeşitli hükümler çıkararak, bunların hayvanlara, insanlara ve yeryüzündeki hâdiselere tesir ettiğine inanan ve soranların durumlarına bakıp, onlar hakkında hüküm veren kimse. Müneccim, Arapçada “yıldız” mânâsına gelen “necm” (çoğulu nücum) kelimesinden türemiştir. Yıldızlarla uğraşanlara da “müneccim” denmiştir.

İnsanlar, çok eski devirlerden beri yıldızlarla ilgilenmişler, hareketlerini ve çeşitli durumlarını incelemişlerdir. Ayrıca yeryüzündeki olaylara ve canlılara tesir ettiklerine de inanmışlardır. Değişik, inanış sâhibi olan Bâbillilerin, Âsurluların, Keldânîlerin ve Eski Mısırlıların bu konudaki çalışmaları kayıtlara geçmiş olup, günümüze ulaşanları vardır. Eski çağlarda İran, Hindistan, Roma, Yunanistan, Fenike, Anadolu ve Bâbil’de yıldızların hareketlerine, durumlarına bakarak, insanların başına geleceklerle ilgili sonuçlar çıkaran ve gelecek hakkında hüküm verenler, falcılık yapanlar olmuştur. İnsanların tabîat olaylarından etkilenmelerini ve gök cisimlerinin kendilerine ve başlarına gelecek olaylara tesir ettiğine inanmaları, daha çok Allahü teâlâ tarafından gönderilen ilâhî dinleri tanımadıkları ve bu sebeple bâtıl inançlara saplandıkları devirlerde ve böyle topluluklarda olmuştur.

İnsanların yıldızlarla uğraşması sonucunda iki ilim dalı ortaya çıkmıştır. Birincisi ahkâm-ı nücûm ilmidir ki, bugün buna astroloji denilmektedir. Sâdece İlm-i nücûm (nücûm ilmi) denilen diğerine de hey’et veya astronomi ilmi adı verilmiştir. Eskiden her iki ilimle uğraşanlara “Müneccim” deniliyordu. Bugün ayrı ayrı adlandırılmakta olup, birinciyle uğraşana“Astrolog”, ikincisiyle uğraşana da “Astronom” denilmektedir. Müneccimler, yıldızların doğup batmaları ve diğer durumları ile ilgili hesaplara âşinâ olup, hâllerini kayd ederek takvimlere geçirirlerdi.

Ahkâm-ı nücûm ilmi, yâni astrolojiyle uğraşan müneccimler, gökyüzündeki cisimlerin sebep olduğu olayları ve bilhassa yıldızların çeşitli durumlarını öne sürüp, bunların yeryüzündeki canlılara ve olaylara tesir ettiği iddiâsına dayanarak, kafalarına göre haber ve hüküm verirlerdi. Meselâ, yıldızların birbirine yaklaşık ve karşı olmak, üçü, altısı veya dördü bir arada bulunmak gibi hâllerinden ayrı ayrı hüküm çıkarırlar ve hattâ daha da ileriye giderek; “Yeryüzündeki her iş, yıldızların tesiriyle olur, şu yıldız şuraya giderse, bu iş şöyle olur.” gibi falcılığa benzeyen şeyler söylerler ve böyle inanırlardı. Astrolog olan müneccimler her vakit ve zamânın, iyi ve kötü hâllerinden ve hangi zamanda işe başlamamak gerektiğinden hangi vakitte işe başlamanın iyi veya zararsız olacağından, her vaktin bâzı işlere iyi veya kötü husûsî bir bağlantısı olduğundan bahsederek; “Güneşin, bâzı burçlarda ve ayın bâzı safhalarda bulunması buna sebep olur, yâhut ikisi arasındaki bâzı durumlar ile olur.” gibi gerçek dışı sözlerle insanları kandırmaya çalışırlardı. Bundan başka gökyüzünde bulunan on iki burçtan her birini belirli bir harf ve belirli bir şekille gösterirler, kendilerine bir şey sorulduğunda reml atarlardı. Yâni, soran kimseyle ilgili burcun şekline ve harflerine bakarak burçlarındaki şekillerin delâlet ettiği mânâlara dayanarak, o burçların durumlarına uygun husûsî hükümler bildirirlerdi.

İlm-i nücûm, yâni astronomi ise dünyâmızın da içinde bulunduğu kâinâtı, yâni gezegenleri, güneşi, ayı, yıldızları, kuyruklu yıldızları, akan yıldızları, asteroitleri, galaksileri, konu alan ve bu cisimlerin yapılarını, bulundukları yerleri, hareket kânunlarını, meydana gelişlerini, zamânımıza kadar geçirdikleri değişiklikleri, gelecekte meydana gelebilecek olayları ortaya koymaya çalışan ilimdir. (Bkz. Astronomi)

Yıldızların hareketlerinin, özellikle seyyârelerin ölçülerini, herbirinin hareketleri, burçlara giriş-çıkışlarını tahmin ve tesbit etmek bu ilimle olur. Bu ilmin faydası, yıldızlardan özellikle gezegenlerden her birinin yörüngesini ve burcun durumuna göre yerini bilmektir. Geçişlerini, dönüş istikâmetlerini, doğuş ve batışlarını, görünen ve görünmeyen hal ve zamanlarını, nerede ve ne zaman olursa olsun bilmektir. Yıldızlar arasında olan kavuşma ve yaklaşmalar, karşı karşıya gelmeler, dörtlü, üçlü ve altılı kümeleşmeler, güneş ve ay tutulmaları ve buna benzer diğer haller, hesap ve delille tâyin edilir, önceden bilinir. Bu anlatılan hâllerde saat, vakit, mevsimler, yıl, kıble tarafı ve namaz vakitleri bilinir, anlaşılır. Bunlarla, olaylar ve canlılar hakkında hüküm bildirmenin İslâm dîninde bir kıymeti yoktur. Hattâ bâzan tam isâbet etse ve söylenilenler gerçekleşse bile, tesâdüfî kabûl edilir.

Allahü teâlâ yeri, gökleri ve içinde bulunan her şeyi insanların istifâde etmesi için yaratmıştır. Yaratılan her varlığın bir faydası olup, boş, lüzumsuz değildir. Gökyüzündeki varlıkların yaratılmasında, insanların, bâzısını bulabildiği ve çoğunu da henüz anlayamadığı nice hikmetler, faydalar vardır. Allahü teâlâ, insanların bunlara bakıp ibret almasını kendisinin büyüklüğünü düşünmelerini istemektedir. Nitekim Âl-i İmrân sûresi 190-191. âyetlerinde meâlen; “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün, birbiri ardınca gelişinde, olgun akıl sâhipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir kesin deliller vardır. Onlar (olgun akıl sâhipleri) ayakta, otururken ve yatarken (her zaman) Allahü teâlâyı hatırlarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında, Allah’ın varlığını isbat için iyice düşünürler ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen lüzumsuz şeyi yaratmaktan münezzehsin (çok uzaksın). Artık bizi Cehennem azâbından koru.” buyrulmaktadır.

Bu sebeple İslâm âlimlerinden çoğu gökyüzünde bulunan güneş, ay, yıldızlar ve diğer gezegenlerin durumlarıyla yakından ilgilenmişler, onlar hakkında çeşitli araştırmalar yapmışlar ve astronomi öğrenmeyi teşvik etmişlerdir. Nitekim İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Gazâlî rahmetullahi aleyh; “Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü kavrayamaz.” buyurmuştur. İslâm âlimlerinin, bugünkü modern astronomi bilgilerinin ortaya konmasında çok büyük hisseleri vardır.

Bîrûnî, Bettânî, Endülüslü Zerkâlî, Bağdatlı İbn-i Heysem, Batrûcî, Uluğ Bey, Kâdızâde-i Rûmî ve Ali Kuşçu gibi İslâm dünyâsında yetişen fen âlimleri, fevkalâde başarılı çalışmalar yapmışlardır.

Ortaçağda, Avrupa’da Galileo, İslâm kitaplarından okuyup; “Dünyâ yuvarlaktır ve batıdan doğuya doğru dönmektedir” dediği zaman Hıristiyan papazları kendisini afaroz edip, yakılmasına karar vermişlerdi. İslâm âlimleri, yıldızlar ve diğer gök cisimlerinin çeşitli durumlarını tesbit ederek kitaplara geçirmişlerdir. Hattâ daha önceki devirlerde, yıldızların insanlara ve olaylara tesir ettiği husûsundaki kesin hüküm bildiren eski müneccimlerin (astrologların) iddialarını da incelemişler ve bu hususta birçok ilmî eserler yazmışlardır. Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin yazdığı, Mârifetnâme kitabında, bu hususta geniş bilgi verilmektedir. Müslümanlar, İslâmiyeti tanımayan eski müneccimlerin söylediği gibi, yıldızların ve diğer gezegenlerin mutlak sûrette, kayıtsız şartsız canlılara ve tabiat olaylarına tesir ettiği inancına sâhip olmamışlardır.” “Hakîki müessir Allahü teâlâdır.” demişlerdir. Bununla berâber, gökyüzündeki yıldızların ve diğer gök cisimlerinin, yeryüzünde bulunan canlı ve cansızların çeşitli durumlarına ve tabîat olaylarına tesiri olduğunu, tecrübelerine ve tahminlerine dayanarak söylemişlerdir. Fakat bunun kesin ve kat’î olduğunu iddiâ etmemişler ve hele hayatta başa gelecek işlerin yıldızların tesiriyle olduğuna hiç inanmamışlardır. Çünkü İslâmiyet, insanın kaderini takdir edenin yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildirmiştir.

İslâm devletlerinde ve bilhassa Osmanlılarda, yıldızlarla uğraşan ve kendilerine “müneccim” denilen kimseler, bugünkü astronomi ilminin meşgul olduğu yıldızların doğuşları, batışları bunlara göre düzenlenen vakit tâyinleri ve diğer durumlarıyle ilgili hesapları yaparak, bunun sonucunda ortaya çıkan durumları kayd edip zaptetmişlerdir. Bütün bu bilgileri namaz vakitlerini bildirmek için hazırlanan takvimlerde kullanmışlardır. Nitekim şimdi hazırlanan takvimlerde o zaman tesbit ve tâyin edilen bu takvim bilgilerinin bir çoğundan faydalanılmaktadır.

Osmanlı saray teşkilâtında görevlendirilmiş memurlardan biri de “müneccimbaşı” idi. Müneccimbaşı, ilmiye sınıfından olup, en mühim vazîfesi takvim tertibiydi.

Osmanlı sarayındaki müneccimbaşılar, tertip ettikleri takvimleri pâdişâh ve sadrâzamlara takdim ederlerdi. Müneccimbaşıların berâberinde talebeleri de bulunurdu. Müneccimbaşıların en meşhûru on yedinci asırda yetişen müneccimbaşı Hüseyin Efendidir. Müneccimbaşılık, Osmanlı Devletinin sonuna kadar devâm etti. Daha sonra kurulan rasathâne memurlukları, müneccimbaşıların görevlerini üstlendiler.

MÜNEVVER AYAŞLI

Son devir hanım yazarlardan. 1906 senesinde Selânik’te doğdu. Babası subay olup, Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli yerlerinde vazife yaptı. Münevver Hanım da babası ile birlikte imparatorluğun pekçok yerini gezdi ve çeşitli tabakadan insanların yaşayışlarını gördü. Bunlar, yazı hayâtının malzemeleri oldu. Alman mektebinde okudu. Fransa’da Collége de France ve Şark Dilleri Okulunda yüksek tahsil yaptı. Arabî ve Fârisî öğrendi. Sâdullah Paşanın oğlu ile evlendikten sonra Ayaşlı soyadını aldı.

Münevver Hanım, 1965’ten sonra Yeni İstanbul (1965) ve Bâb-ı Âlîde Sabah (1968) gazetelerinde günlük yazılar yazdı.

Münevver Ayaşlı’nın: Pertev Bey’in Üç Kızı, Pertev Bey’in İki Kızı, Pertev Bey’in Torunları isminde üç roman denemesi vardır. Ayrıca, Dersaâdet kitabında İstanbul hakkında bilgi verir. Ondokuzuncu Asır isimli bir târih deneme kitabı bulunan yazar, İşittiklerim Gördüklerim isimli kitâbında da tanıdıklarının portrelerini anlatır.

MÜNİF PAŞA

Tanzimât devri devlet adamı, şâir ve yazarlarından. Babası, Ayıntaplı Abdünnâfî Efendi devrinin ilim adamlarındandı. 1830’da Ayıntap (Gaziantep)ta doğdu. İlk medrese tahsilini doğum yerinde gördü. Âilesiyle birlikte gittiği Mısır’da tahsilini devam ettirdi.

Mısır medreselerinde temel dînî bilgileri öğrendi, Arapça ve Farsçasını ilerletti. 1852’de İstanbul’a gelerek Bâb-ı âlî tercüme odasında vazife aldı. Burada yabancı diller muallimi Mühtedî Emin Efendiden Fransızca öğrendi. 1855’te Berlin sefîri Kemal Paşanın ikinci kâtibi olarak Almanya’ya gitti. Orada kaldığı üç sene içinde üniversite tahsili gördü. Berlin’de kaldığı müddet içinde Avrupa kültür ve yaşayışına hayranlık duyarak, orada gördüklerini Türkiye’ye getirmeye çalıştı. 1859’da döndüğü İstanbul’da Ticâret Mahkemesi İkinci reisliği, Rûznâme-i Cerîde-i Havâdismuharrirliği (yazarlığı), Bâb-ı âli birinci mütercimliği vazifelerinde bulundu. Cemiyet-i İlmiye-i Osmâniye adlı cemiyeti kurdu. Mecmua-i Fünûn adlı dergiyi çıkardı. Divan-ı Temyiz ve Meclis-i Maârif reisliklerinde bulundu. 1872’de Tahran Sefiri, 1877’de Maârif Nâzırı oldu. 1879’da kendisine vezirlik ve paşalık ünvanları verildi. Bir ara Ticâret Nâzırı, daha sonra da iki defâ Maârif Nâzırlığına getirildi. 1895’te ikinci defâ Tahran elçiliğine tâyin edildi. Buradan döndükten sonra siyâsi hayattan çekildi. Bir müddet İstanbul Hukuk Fakültesinde siyâsî Târih, Hukuk Târihi ve Ekonomi dersleri verdi. 1910 yılında İstanbul’da öldü. Mezarı Erenköy Kabristanındadır.

Gençlik yıllarından îtibâren ilmî çevrelerde bulunan bir ilim derneğini kuran ve dergi yayınlayan Münif Paşa, gerek kendi yazdığı, gerek batıdan çevirdiği çeşitli mensur ve manzum eserlerle Türk edebiyâtının doğudan kopup batıya yönelmesi hareketinde önemli rol oynadı. Böylece yerli kültürümüz yerine, yabancı olan Avrupa kültürünün benimsenmesi ve yayılması için çalıştı. Türk toplumuna Avrupâî tarzdaki yeni kavramları göstermek ve tanıtmak hususunda önemli rol oynadı. Bâzı nesirlerinde duru bir dil ve anlatım kullanmasına rağmen genel olarak Tanzimât dönemine has süslü yazma havasından kurtulamadı.

Eserleri:

Mecmua-i Fünûn (Çeşitli bilim, fikir ve sanat konularından bahseden dergi), Dâsitân-ı Âl-i Osman, Telhis-i Hikmet-i Hukuk, Hikmet-i Hukuk (Hukuk bilgileri kitapları), İlm-i Servet (Ekonomi bilgileri).

Münif Paşanın, Köse Raif Paşa adlı sakalsız bir kimsenin vezir olması üzerine mizah tarzında yazdığı bir kıtası şöyledir;

Üç tuğlu vezir olurmuş evvel,

Üç tüylüsü şimdi oldu peydâ;

Üç tuğ ile üç tüyü kıyâs et

Devlet ne imiş, ne oldu hâlâ...

MÜNKER VE NEKİR

Kabirde, ölüye suâl soracak iki meleğin adı. Lügatte, nasıl olduğu bilinmeyen mânâsınadır. Münker ve Nekir, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezara gelip suâl soracaktır. Kabir suâli haktır, doğrudur (Bkz. Kabir). Hadîs-i şerîfte, buyruldu ki: “Ölü kabre konulunca yanına iki siyah ve gök gözlü melek gelir. Birine Münker, diğerine Nekir denir. Peygamber olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm hakkında ne dersin, derler. Eğer mümin ise, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, şehâdet ederim ki, Allahü teâlâ birdir. Muhammed (aleyhisselâm) O’nun Resûlüdür, der. Mezarını enine boyuna yetmiş arşın büyütürler. Nur ile doldururlar. Neşeli uyu, seni en çok sevdiğinden başka hiçbir şey uyandırmaz, derler. Münâfık ise bu suâle bilmiyorum, insanlardan işittim, bir şeyler söylediler, ben de söylerdim, der. Bunun üzerine toprağa, onu sıkıştır, denir. Kaburga kemikleri birbirine geçer, böylece âhirete kadar azâp içinde kalır.”

Ölü, kabre konulduğunda ilk defâ “Rûmân” adındaki melekle karşılaşır. Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahü anh haber veriyor ki: “Birgün Peygamber efendimize, (Yâ Resûlallah! Ölü kabre konduğu vakit, ilk karşılaşacağı şey nedir?) diye sual ettim. Resûlullah buyurdu ki: “Ey İbn-i Mes’ûd! Bunu senden başka kimse, bana sormadı. Ancak sen suâl ettin. Ölü kabre konulduğu vakit, önce bir melek nidâ eder, O meleğin ismi Rûmân’dır. Kabirlerin arasına girer. Der ki: Ey Allah’ın kulu! Amelini (dünyâda iken yaptıklarını) yaz! O kimse der ki: Benim burada ne kâğıdım var, ne dividim (kalemim) var, ne yazayım? O melek der ki; bu söz kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükürüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir. Melek, kefeninden bir parça kesip verir. O kul, dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada sevâbını ve günâhını âdetâ o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen parçasını dürer, o ölünün boynuna asar.” Bundan sonra Resûlullah efendimiz; “Her insanın yaptığı işleri gösteren sahîfelerini biz boynunda kıldık.” (İsrâ sûresi: 13) âyet-i kerimesini okuyuverdi. Rûmân’dan sonra, güzel sûrette ve güzel kokulu, güzel elbiseli olarak ameli gelir. (Beni bilmez misin?) der. O da der ki: “Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim garipliğim zamânında bana ihsân eyledi?” O da der ki: “Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Bundan biraz vakit geçtikten sonra, Münker ve Nekir melekleri gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan korkma!” der.

Bundan sonra, Münker ve Nekir gelirler. Bu meleklerin şekilleri insanlardan, hayvanlardan, diğer meleklerden ve cinlerden hiçbirine benzemez. Onlarla yakınlık, ahbablık arkadaşlık olmaz. Onları gören korkar. Çok heybetlidirler. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri oldukça siyah, gözleri mâvi, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının tüyleri yer üzerine sarkmış sürünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Solukları da şiddetle esen rüzgâr gibidir. Bütün insanlara suâl ederler. Çünkü Allahü teâlâ onlara öyle kuvvet ve özellik vermiştir ki, aynı anda, birçok yerde, birçok kimseye suâl ederler. Muhâtabı olan ölüler, sözlerini işitip, kendinden başka orada bulunanı anlamayıp, kendi suâliyle meşgûl olur. Bâzı âlimler, suâl meleklerinin sayıları çoktur dediler.

Ölü kabre konulunca, bilinmeyen bir hayatla dirilecek, rahatlık veya azâb içinde kalacaktır. Bu hâl, Münker ve Nekir’in suâllerine göre tâyin edilecektir. Bu iki melek, kabirdeki ölüye, “Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda mezhebin nedir? Amelde mezhebin nedir?” suâllerini veya bütün îmân bilgilerini sorarlar. Îmânı, îtikâdı doğru olanlar güzel cevap vereceklerdir. Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennet’ten bir pencere açılacaktır. Sabah akşam, Cennet’teki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. Cevâbı iyi olmazsa, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennem’den bir delik açılır. Sabah akşam oradaki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azaplar çeker.

Mümin, münâfık ve bid’at ehli (sapık inançlı) olan bütün insanlara kabir suâli vardır. Müminlerden dokuz kimseye suâl olmaz: Şehit, düşman karşısında nöbetteyken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp, sabr ederek başka sebeple ölen sıddıklar, bâliğ olmayan çocuklar, Cumâ günü ve gecesi ölenler, her gece Tebâreke ile Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında İhlâs sûresini okuyanlara kabir suâli olmaz. Peygamberler aleyhimüsselâm da, Sıddîklara dâhildir. Birkaç gün tabutta kalan mevtâya tabuttayken suâl olmaz. Suâl kabirde olur. Kabirde Münker ve Nekir meleklerine cevap olarak şunları ezberlemelidir: Rabbim Allahü teâlâ, Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim din-i İslâm, kitâbım Kur’ân-ı azîmüşşân, kıblem Kâ’be-i şerîf, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâ’at, amelde mezhebim İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir. Hadîs-i şerîflerde; “Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” ve “Kabir azâbından Allah’a sığınırız.” ve “Üzerinize idrâr sıçratmayınız! Çok kimseye kabir azâbı bundan olacaktır.” ve “Meyyit, ehlinin, evlâdının ağlamalarından azap duyar.” buyruldu. Resûlullah iki kabir yanında durup; “Bunlardan biri, idrâr sıçramasından sakınmadığı için, diğeri ise, Müslümanlar arasında söz taşıdığı için, kabir azâbı çekiyorlar.” buyurdu. Ölürken kaç yaşında olursa olsun, Cennet’te erkekler de, kadınlar da hep otuz üç yaşında olacaktır.

MÜRDÜMÜK (Lathyrus sativus)

Alm. Wicke, Fr. Gese, İng. Vetch. Familyası: Baklagiller (Leguminosae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Bütün Anadolu’da yetişir.

20-60 cm boylarında, beyazımsı-pembe veya mavimsi renkli çiçekler açan, bir yıllık otsu bitki. Yapraklar uçta sülük şeklinde, iki yaprakçıklı ve tüysüzdür. Çiçekler kelebek şeklinde uzun saplı ve tek tek bulunurlar. Bitki ak burçak olarak da bilinir. Daha çok hayvan yemi olarak yetiştirilir. Tarlalarda yabânî ot olarak da bulunmaktadır.

Kullanıldığı yerler: Bitki, çiçekliyken biçilir ve hayvan yemi olarak kullanılmak üzere kurutulur. Tohumları hayvanlar ve insanlar için zehirlidir. Tohumlarının uzun zaman ve fazla yenmesi insanlarda “lathyrism” hastalığına sebep olur. Bu tip zehirlenmelerin neticesinde felçler meydana gelmektedir.

MÜREKKEP

Alm. Tinte (f), Fr. Encre (f), İng. Ink. İki veya daha ziyâde madde parçalarının birbiri üzerine bindirilmesi. Yazı, çizim ve baskı maksadı ile kullanılan, içerisinde kimyevî bir terkip bulunan sıvı. Arapçada “midad veya mismağ”, Farsçada“siyahi ve zerkab” kelimeleriyle de ifâde edilir.

Mürekkebin, ilk önce Mısır’da yapıldığı, M.Ö. 1000 ile 2500 yılları arasında kullanıldığı tahmin edilmektedir. Araplar, ilk mürekkebi kömür tozu ile arap zamkından yapmışlardır. İslâmiyetten önce de Araplar arasında mürekkep yapımının bir sanat olarak kendini gösterdiği sanılmaktadır. İslâmiyetin gelmesiyle yazıya verilen önem kadar da mürekkep yapımına önem verilmiştir. Hadîs-i şerîfte; “Âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından ağır gelir.” buyrulmuştur. Mürekkep yapımı Osmanlılarda ayrı bir sanat kolu olarak gelişmiş, bu sâhada da eşsiz örnekler verilmiştir. Bugün, insanları hayrette bırakan emsalsiz mürekkep çeşitleri eskiden yapılmışsa da, zamanla hat sanatı ile birlikte mürekkep yapma işi de terk edilmiştir.

Mürekkep, içinde bulunan terkiplere ve kullanıldığı yerlere göre; hat mürekkebi, yazı ve çizim mürekkebi ve matbaa mürekkebi olmak üzere üç ana gruba ayrılır.

1. Hat mürekkebi: Hattatlar tarafından Kur’ân-ı kerîm harfleriyle gerek hat sanatı ve gerekse el yazısı olarak yazılan yazılarda kullanılan bir mürekkep çeşididir. Genel olarak bu mürekkebin terkipleri, is ve zamktan meydana gelmektedir. İste kimyevî özellik bakımından bol miktarda karbon bulunması sebebiyle ışıktan ve havadan müteessir olmaz. Osmanlıların, erişilmesi güç maharetleri yanında mânevi bir hava içerisinde yazdıkları hat yazılarının, bugün yazılmış gibi canlılığını muhâfaza etmesi, mürekkebin bu kimyevî özelliğinden kaynaklanmaktadır.

İsi, beziryağı, neftyağı, zeytinyağı, çıra, gazyağı ve lastik gibi çeşitli maddelerden elde etmek mümkündür. En iyi is mürekkebi, keten tohumundan çıkartılan beziryağından elde edilir. Gazyağından ve araba lastiğinden elde edilen isten de iyi mürekkep elde edildiği söylenir. Hat mürekkebinin ikinci ara maddesini meydana getiren zamka, “zamk-ı arabî” denir. Zamk-ı arabî, ağaçların (çam ağacı, erik ağacı gibi) yara almış kabuk kısımlarından tabiî olarak çıkan yapışkan bir mâyinin adıdır. Balın belirli bir kıvamda kullanılması da zamk-ı arabî yerine geçebilir.

Hat sanatında mürekkebin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Yazılan yazıların bozulmadan nesilden nesile intikali, ancak mürekkebin kalitesine bağlıdır. Bu sebepten hattatlar, mürekkep seçimine çok dikkat ederlerdi. Hat üstadlarından İbn-i Hilâl ve Yâkut; “Mürekkebin temizini kullan. Onu teşkil eden is, gâyet ince, iyi karışmış, iyice ezilmiş, kaleme itâatli ve akıntılı olsun.” demişlerdir. Mürekkebin iyisi, yazarken kalemden kolayca akması, kuruyunca rengini muhâfaza etmesi ve güzel kokması ile kendini belli eder. Osmanlıların zaman geçtikçe canlılığı ve güzelliği artan, yıllandıkça, kendine has letâfette güzellik ve özellik kazanan mürekkepler yaptığı ve bunlarla eşsiz eserler meydana getirdiği bilinmektedir.

Hat mürekkebi yapma usûlü: Gazyağı, çıra, beziryağı yâhut lastikten elde edilen isler bir kapta toplanır. İs elde edilirken yanmamasına, yâni isin elde edilme ânında toplanan kabın çok kızmamasına dikkat edilir. Daha sonra yetecek kadar zamk (zamk-ı arabî) alınarak temiz kap içine konur. Bir miktar damıtılmış veya temiz su ilâve edilir. Zamk suda iyice erimesi için bekletilir. Bal kıvamına gelince, yabancı maddelerden temizlenmesi için süzülür. Zamk belirli bir oranda hazırlanmış is ile birlikte bir havana konur. Ayrıca, mazı, ekşimiş nar kabuğu suyu, bakır sülfat ve demir pası belirli ölçülerde ilâve edilerek ateşte şerbet hâline gelinceye kadar kaynatılır. Daha sonra bu karışım havan içinde, ağır ağır ve döve döve karıştırılır. Bu şekilde dövme işleminin en az beş bin defâ olması gerektiği ifâde edilmektedir. Güzel koku vermek istenirse bir miktar da gülsuyu ilâve edilebilir. Zamk fazla olursa mürekkebin akıcılığı zorlaşır. Mürekkep yapılması hernekadar nazari olarak anlatılırsa da üstaddan bizzat öğrenmek gerekir. Tatbîkî olarak ehlinden öğrenilmezse istenilen özellikte mürekkep yapılması oldukça güçleşir.

Hat mürekkepleri, yapma usullerine göre, lâl (kırmızı), gülgûnî (gülrenkli), lâcivert, âsumânî, altın, zırnık, beyaz ve tashih mürekkebi olarak çeşitlere ayrılır.

Kâfi miktarda mürekkep almaya yarayan mürekkep kabına “hokka” denir. Mürekkep hokkasının içine konan ve kaleme ölçülü mürekkep gelmesini temin eden ham ipeğe“lıka” denir. Hat üstadları, “Yazı, hocanın tâliminde gizliyse de, kalemin, kâğıdın ve mürekkebin içinde de gizli tarafların olduğunu unutmamak gerekir.” demişlerdir.

2. Yazı ve çizim mürekkebi: Bu mürekkebi, günümüzde kullanılan mürekkep çeşitleri ihtivâ etmektedir. Boya maddesi olarak sentetik pigmentler kullanılmaktadır. Bugünkü mürekkeplerde yıkanabilirlik özellik de aranmaktadır. Kalitesinin artması için demirsülfat, gallik ve tannik gibi asitler de katılmaktadır.

1940 senelerinden sonra tükenmez kalem (bilyalı uç), keçe kalem, ince uç fiber kalemler ortaya çıkınca, mürekkep yapımında da değişmeler olmuştur. Mürekkep içine, gropilen glikol, propil alkol, toulen, gliko eter gibi organik maddeler de katılır. Bunlar mürekkebe, akışkanlık ve kuruma özellikleri vermektedir.

Çini mürekkebi: Çini mürekkebi çizim maksadına uygundur. Çini mürekkebi, rafine edilmiş lamba siyahının suda eriyiğidir. Buna “Hind” mürekkebi de denir. Modesu çini mürekkepleri, karbon yerine çeşitli mineral pigmentleri ihtivâ eder.

Matbaa mürekkepleri: On beşinci yüzyılda görülen ilk matbaa mürekkebi, keten tohumu ile tabiî reçinenin karbon karasının karıştırılmasından yapılmıştır. Modern baskı sistemlerinde kullanılan mürekkepler sentetik pigmentler, yapıştırıcılar, solventler ihtivâ eder. Baskı cinsine göre çabuk veya geç kuruyan mürekkepler vardır. Ayrıca kuruma zamanı, baskı makinasında dışardan da kontrol edilir. Kuruma kobalt veya kurşun ile hızlandırılabilir. Bâzı mürekkepler tatbik edildiği şartlarda emilerek kurur. Gazetelerde bu tür mürekkepler kullanılır. Mürekkep içerisine çabuk uçucu solventler konulursa baskı yapıldıktan sonra solvent, normal sıcaklıkta hemen uçarak geride reçineli boya maddesini bırakır. Bu özelliğiyle matbaada daha pratik bir yapıya kavuşmuş olur. Çok hızlı bir gelişme ve değişme içerisinde bulunan matbaacılıkta mürekkebin çok önemli bir yeri vardır.

Baskı sistemlerinde kullanılan mürekkeplerdeki kimyâsal maddeler şunlardır:

1) Pigmentler (inorganik veya organik olabilir), 2) Boyar maddeler, 3) Yağlar, 4) Reçineler (Sentetik veya tabii reçineler), 5) Çözücüler, 6) Plastifiyan malzemeler, 7) Waxlar, 8) Kurutucular, 9) Özel katkı malzemeleri.

Matbaa mürekkebi îmâlâtında iki kademeli teknik uygulanır. Birincisi karıştırma ikincisi ezme olayıdır. Ezmede pigment boyutu mikron mertebesindedir. Karıştırmada özel tip mikserler (Rotor, stator), ezmede bilyalı veya üçlü silindirler kullanılır. Tipik bir ofset mürekkebi formülasyonunda aşağıdaki malzemeler bulunur.

Organik pigmentler  

 % 10

Hidrokarbon ve fenolik reçine

   % 40

Uzun yağlı alkol

  % 10

Mineral yağ 260-290°C

 % 25

Islatıcı ve antioksidan  

 % 5

1) Reçine tankları, 2) Borulama hatları, 3) Dozajlama ünitesi, 4) Günlük şarj tankı, 5) Tartım ve pompalama istasyonu, 6) Pompalar, 7) Pigment yükleme, 8) Toz tutucu filitreler, 9) Pigment tartım ve dozajlama, 10) Pigmentlerin vernik içinde çözülmesi, 11) Pigment pastasının dozajlanması, 12) Dozaj pompaları, 13) Vernik ilâvesi ve karıştırma, 14) Dişli pompalar, 15) Bilyalı eziciler (Per-mill), 16) Olgunlaştırma tankları, 17) Mineral yağ besleme, 18) Pompalama, 19) Katkı maddelerin ilâvesi, 20) Depolama, 21) Dolum tesisleri.