MÜCEVHER
Alm. Kleinod, Juwel (n), Fr. Bijou (m), joaillerie (f), İng. Jewel. Değerli taş ve mâdenlerden yapılan süs eşyâlarının genel adı. Elmas, yakut, zümrüt, pırlanta gibi kıymetli taşlar ve altın, gümüş gibi değeri yüksek mâdenlerle yapılan, yüzük, küpe, iğne, kolye gibi süs eşyâlarına “mücevher” denir. Kullanılan kıymetli taşların yirmi beşten fazla türü olup, en çok bilinenleri; zümrüt, yâkut, zebercet, benefş, berdahi, elmas, akik, mercan, senç, yeşim, nur ve talktır. Fakat bunların içinde en kıymetlileri; yâkut, zümrüt, elmas ve gök yakuttur. Bunlardan da lekesiz yeşil renkli zümrüt, al ve gök yakut en değerlileridir. Elmasın siyahı, mâvisi, pembe filizlisi olursa da tek renkli olanı çok bilinen ve kullanılanıdır. Büyük bir elmas, işlemek sûretiyle pırlanta elde edilir. Yalnız her elmastan pırlanta elde edilemez. Pırlantanın en büyük ve kıymetlisi İngiltere’dedir. Bizdeki Topkapı Sarayında bulunan kaşıkçı elması ise; dünyâdaki sayılı elmaslardandır.
İnsanlar tarafından çok eski zamanlardan beri süs eşyâsı olarak kullanılan mücevherler, zamânımızda ince bir sanat hâlini almıştır. Küçük makina ve çeşitli el âletlerinden istifâde edilerek yapılan hakîkî mücevherlerin yanında, görünüşte kıymetlisine benzeyen sahteleri de yapılmaktadır. Çeşitli mâdenlerden istifâde edildiği gibi, cam, seramik, tahta, plâstik, mantar da sahte mücevher yapımında kullanılmaktadır.
Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin yüksek mânâsını anlayan ve anlamak için bütün gücüyle çalışan büyük İslâm âlimi. Müctehid, ictihad eden kimse demektir. İctihad, sözlükte gücü, kuvveti yettiği kadar zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. Dinde ictihaddan maksat, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, mânâları açıkça anlaşılamayanları açıkça bildirilen diğer dînî hükümlere kıyas ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya, uğraşmak, çalışmak demektir (Bkz. İctihad). Müctehid âlimlerin her birisi, mezhep imâmıydı. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş işleri yapmakta da, birbirlerine uygundular. Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş bir şeye inanmayı dînimiz emretmiştir. Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanınılır. Açıkça emir ve yasak edilmemiş işlerse böyle değildir. Böyle işleri yapıp yapmamakta, açıkça bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ derin âlimlere emretmektedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere “Müctehid” denir. Bu benzetme işine “İctihad” denir. Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Bunlardan dört tânesi, Peygamberimizin Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı mânâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplamışlar, kitaplara geçirmişlerdir. Müctehid, olmayan Müslümanlar da bunların mezhebine uyarak doğru yolu bulmuşlar ve böylece İslâmiyete tâbi olmuşlardır (Bkz. Mezhep). Müctehid din imâmlarına (âlimlerine) uymak, onların ictihadları ile amel etmek Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymanın aynısı sayılır. Büyük tefsir âlimi Kâdı Beydâvî buyuruyor ki: “Dînî hükümlerde, Peygamberlere ve müctehidlerin doğru, sağlam delilleriyle bilinenlere uymak, hakîkatte onları taklid değil, Allahü teâlânın indirdiğine, yâni Kur’ân-ı kerîme uymaktır. Çünkü “Bilmiyorsanız, ilim ehline (müctehid âlime) sorunuz.” meâlindeki âyet-i kerîme buna işâret etmektedir.”
Müctehidde bulunması gereken şartlar: Bir kimsenin müctehid olabilmesi için Arab dilini bilmesi ve kelime mânâlarını ezberlemiş olması, lehçe farklarını, kelimelerin, hakîki ve mecaz mânâlarını bilmesi, fıkıh âlimi olması, hükümlerin delillerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kıraat şekillerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsirlerini bilmesi, âyet-i kerîmelerin hüküm bildirenlerini, geçmişten haber verenlerini, nüzûl sebebini yâni hangi hâdise üzerine ve ne için indiğini, hükmünün kaldırılıp, kaldırılmadığını bilmesi lâzımdır. Hadîs-i şerîflerin sahihlerini, uydurmalarını, çeşitlerini, râvîlerini, yâni kim nakl etmişse onu bilmesi ve tanıması, hadîs-i şerîfin niçin, nerede ve ne zaman söylendiğini bilmesi, Kütüb-i Sitte ve diğer hadis kitaplarında geçen yüzbinlerce hadîs-i şerîfi, rivâyet edenlerle birlikte ezberlemesi lâzımdır. Ayrıca verâ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emin olması lâzımdır. Bunun yanında, zamânın fen bilgilerinden de yeteri kadar bilmesi şarttır. Bütün bu üstünlükleri bulunan bir zât taklit olunabilir. Fetvâ verebilir. Bunlardan biri bulunmazsa, müctehid olamaz. Dinde söz sâhibi olamaz. Onu taklit etmek câiz olmaz. Bunun bir müctehidi taklit etmesi lâzım olur. Bundan anlaşılıyor ki, Müslümanlar ya müctehiddir yâhut mukalliddir. Bunun bir üçüncüsü yoktur. Müctehid olmayanların hepsi, mukalliddir.Mukallidlerin, bir müctehidi taklit etmeleri farzdır. Böyle olduğu sözbirliğiyle bildirilmiştir.
Bir müctehid, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kendi ictihadı ile çıkardığı hükümlere tâbi olur. Başka bir müctehidi taklit edemez. Müctehidin ictihadında yanılması affedilir. İctihadındaki hatâsına bile sevap verilir. İctihadlarındaki ayrılıkları Müslümanlara rahmettir. Bu hususta Peygamber efendimiz buyurdular ki:
Ümmetimin müctehidleri arasındaki ayrılık rahmettir.
İctihad edip doğruyu bulan müctehide iki veya on sevap, hatâ ederek yanılana bir sevap verilir.
Büyük müctehidler: İslâm âleminde sayısız müctehid âlimler yetişmiştir. Resûlullah’ı hayattayken görmekle şereflenen ve O’na îmân eden Müslümanların, yâni Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf mârifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah’ın mübârek cemâlini görmekle ve kalplere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Çünkü hepsi Resûlullah’ın sohbetinde yetişip mezhep imâmlarından da üstün oldular. “Eshâbımın hepsi gökteki yıldızlar gibidir.Hangisini taklit ederseniz, hidâyete kavuşursunuz!” hadîs-i şerîfiyle medh ve senâ olundular. Hepsi murâd-ı ilâhiyi anlardı. Kitapta ve sünnette açık bildirilmemiş olan mesele için de âyet veya hadisten delil arayıp, bulup ictihad ederek, hükmünü çıkarırlardı. Birbirini taklit etmeleri lâzım ve câiz değildi. Eshâb-ı kirâmın herbirinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya farklıydı. Eshâb-ı kirâmı görüp, Peygamberimizin kendilerine bildirdiği dînî hükümleri, onlardan öğrenen Tâbiînin de birçoğu müctehid idi. Üçüncü asırda gelen ve kendilerine “Tebe-i Tâbiîn” adı verilen Müslümanlar arasında da müctehidler yetişti. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn devrinde yetişen mezhep imâmları da, Eshâb-ı kirâmın yaptıklarını yaptılar. Onlar gibi delil arayıp buldular. Bundan hüküm çıkardılar. Böylece, amelde mezheplere ayrıldılar. bu sûretle, Resûlullah’ın emrini yapmış oldular. Çünkü Resûlullah; “Eshâbıma tâbi olunuz.” buyurmuştu.
Dört mezhep imâmından olan İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe Tâbiîndendir. İmâm-ı Mâlik ile İmâm-ı Şâfiî Tebe-i Tâbiîndendirler. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ise Etbau Tebe-i Tâbiîndendir. Yine bunların asrında yaşamakla berâber mezhepleri kitaplara geçirilmediği için unutulan müctehidler de vardı. Abdurrahmân-ı Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Dâvûd-i Zâhirî, İbn-i Ebi Leylâ, İbrâhim Nehâî, İbn-i Şübrüme, Hasan ibni Sâlih, Amr ibni Hâris, Abdullah ibni Ebi Câfer, İshak bin Râheveyh, Ebû Ubeyd Kâsım ibni Sellâm, Ebû Sevrî Bağdâdî, İbn-i Huzeyme... bunlardan başlıcalarıdır.
Fıkıh ilminde ictihad derecesine yükselmiş olan müctehidler, ilimlerdeki anlayışlarına göre çeşitli tabakalara, derecelere ayrılmışlardır. Dînî hükümleri, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden istinbat ederken (ortaya koyarken, çıkarırken) kendine mahsus kâide ve usul koyan ve bir mezhebi olan müctehide “Mutlak müctehid” veya “Müctehid fiş-şer” denir. Dört mezhebin imâmları böyledir. Diğerleri de mezhepte müctehid, meselede müctehid, Eshâb-ı tahric, erbab-ı tercih ve mukallid olan âlimlerdir. (Bkz. Fıkıh)
(Bkz. Cemiyetler)
Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör. Arapçada “ders” masdarından gelen müderris kelimesi, ders veren öğretmen ve ders vermeye yetkili ilim sâhibi kimse mânâsındadır. Târihte, devrin mektep ve medreselerinde eğitim ve öğrenimini tamamlayıp, icâzet (diploma) aldıktan sonra, medreselerde ve câmilerde din ve fen ilimlerini ders vererek öğretenlere müderris adı verilmiş; makâmlarına da müderrislik denilmiştir. Müderris tâbiri daha ziyâde onuncu asırdan sonra yaygınlaşmıştır.
Kur’ân-ı kerîm’in öğretilmesi, İslâm eğitimi ve öğretimi bakımından ilk sırayı teşkil eder. Bu sebeple Kur’ân-ı kerîm’i ilk öğreten Peygamberimiz hazret-i Muhammed olduğuna göre, İslâm dünyâsında ilk muallim ve müderris de O’dur.
Zamanla İslâmiyetin yayılması ile Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm arasından seçilenler, diğer beldelere İslâmiyeti yaymak ve öğretmek için gönderildiler. Peygamber efendimiz ve dört büyük halîfe devrinde bu faaliyet artarak devâm etti.
Kısa zamanda Medîne, Basra ve Kûfe birer ilim merkezi hâline geldi. Her biri bir deryâ gibi olan âlimler yetişti. Üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezberden bilip, sahih olup olmadığına vâkıf bulunanların sayısı çok fazla idi. İspanya’dan Hindistan’a, Yemen’den Kafkaslar’a kadar dağılan ilim sâhipleri, gittikleri yerlerde ilim öğrettiler. İmâm-ı A’zam, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, İmâm-ı Mâlik gibi mezhep imâmları; İmâm-ı Buhârî veMüslim gibi hadîs imâmları yetişti.
Bu din büyüklerinin yetiştirdiği talebeler, hocalarından öğrendikleri bilgileri câmilerde, evlerinde, kütüphâne ve mektep gibi yerlerde insanlara öğretmeye gayret ettiler. Ancak zamanla Büveyhîler ve Mısır’daki Müslümanlara yıllarca zulmeden Fâtımîler gibi Eshâb-ı kirâm düşmanlığı üzerine kurulan devletler, İslâm ülkelerine çenesi kuvvetli propagandacılar göndererek, Müslümanların zihinlerini karıştırmaya kalkıştılar. Bu propagandacılar, tek tek veya toplu olarak her yerde insanlara sapık fikirler aşılamaya çalıştılar. Memleketlerde anarşi çıkardılar, insanları ve zaman zaman devlet adamlarını öldürdüler. İslâm âlimlerinin İslâmiyeti doğru öğretmelerine mâni olmaya kalkıştılar. Bu sapıklara karşı tedbir olmak üzere ve sistemli bir eğitim ortaya koymak gâyesiyle bâzı İslâm devletleri medreseler açtılar. Bilhassa Büveyhîleri yıkarak Bağdat’ı kurtaran Selçuklular, daha önce yapılan propagandanın halk üzerindeki tesirini kaldırmak ve Ehl-i sünnet îtikâdını yerleştirmek için medrese adını verdikleri yeni eğitim kurumlarını vücûda getirdiler. (Bkz. Medrese)
Medreselerin gelir ve giderini karşılamak için vakıflar kurdular. Devlet adamları yanında, halktan da medrese kuranlar oldu. Onuncu asırdan îtibâren Mâverâünnehr ve Bağdat başta olmak üzere bütün İslâm âlemine yayılan medreselerde muhtaç talebenin geçimi sağlandı ve hocalara ücret verildi. Medreselerde ehil olmayan kimselerin ders vermesine mâni olmak için, hoca silsilesi Resûlullah efendimize kadar ulaşan ve hocasından ders verebileceğine dâir icâzet alanlar seçildi. Büyük Selçukluları tâkiben medreselerin kurulması Türkiye Selçukluları, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı Devletinde de artarak devâm etti.
Osmanlı Devletinde medreseyi bitiren talebe için ilmiye sınıfı dâhilinde iki meslek vardı. Bir kimse ya kâdılık mesleğini seçer veya müderrislik için mülâzemete başlardı. Kâdılık mesleğini seçen, en küçük kazâ merkezlerinden birinde görev alırken, müderrislik yoluna giren de en düşük gündelikli medreseye tâyin olunurdu. Tabiî ki, kâdılığın “nâiblik” devresi olduğu gibi, müderrisliğin de “mülâzemet” dönemi vardı. Her iki dalda da ilmiye mensupları gayret ve başarılarına göre yükselerek daha üst pâyeler elde ederlerdi.
Medreseler, okutulan kitaplara ve bahsedilen ilim dallarına göre kendi aralarında sıralanırken, kazâ merkezleri de nüfuslarına göre, sınıflandırılırdı. En yüksek pâyeli medreseler, sahn-ı semân medreseleriydi. Bu medrese müderrislerinin dereceleri de en yüksek dereceydi. “Mevleviyet kâdılıkları” denilen İstanbul, Bursa, Kahire gibi kâdılıklara da en üst pâyeye sâhip kâdılar tâyin edilirdi. Müderrisler ve kâdılar bu seviyede eşit pâyelere sâhip olurlardı. Bunların ikisinden en bilgili ve kâbiliyetlisi Anadolu kazaskeri olurdu.
Müderrisler, okuttukları derslerden herhangi bir konu üzerinde öğrencilerine münâzara yaptırırlar, sonunda iki taraf arasında hakem olup, görüşlerini söylerlerdi. Dânişmendler arasından ve en liyâkatli olanlardan seçilen yardımcılarına “Muîd” denirdi. Muîdler hem müderrisin derslerini tekrarlar, hem de danişmendlerin disipliniyle meşgul olurlardı. Sahn-ı Semân muîdleri ayrıca Tetimme medreselerinde ders verirlerdi.
Müderris tâyininde, vücud, zihin ve karakter özelliklerine bakılır; sîmâsının sempatik, akıllı, kültürlü, anlayışlı, adâletli, iffetli, cömert ve gözü gönlü tok olmasına dikkat edilirdi. Bunun yanında, hâl hareket ve huy güzelliğiyle talebelerine örnek olması arzu edilirdi.
Zamânın en ehil kimseleri arasından seçilen müderrisler, dersi talebelerinin anlayacakları seviyede tutarlardı. Bilmediği şeyler hakkında soru sorulduğu zaman, tereddütsüz “Bilmiyorum” demekten çekinmezlerdi. Talebesinin kendi kendine iş yapabilecek bir şahsiyet olarak yetişmesine çalışırlardı. Aç ve susuzken, tasalı, öfkeli, üzüntülü veya sıkıntılı zamanlarda ders vermezlerdi. Talebelerine eşit muâmele ederler iltimas ve ayırım yapmazlardı.
Müderrislerin, idâreciler ve halk arasında yüksek îtibârları vardı. Başlarına tülbentle sarılmış büyük sarıklar giyerler, ucunu iki omuzları arasından aşağı sarkıtırlardı. Daha çok beyaz cübbe giyerler, elbiselerinin temiz ve düzgün olmasına çok dikkat ederlerdi.
Müderrislerin derecelerinin ilerlemesi Fâtih devrinde beşer akçe ile sağlanırken, On altıncı asırda otuzlu pâyesine kadar beşer akçe, ondan sonra onar akçe ile olurdu. Bir müderris bâzan sâhip olduğu akçe ile yine o seviyedeki diğer bir medreseye tâyin edilirdi. Bir müderrisin bulunduğu seviyeden üst pâyedeki bir medreseye terakki etmesinde (ilerlemesinde) birden fazla istekli bulunursa aralarında imtihan açılırdı. İmtihanlar, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri huzûrunda ve çoğunlukla İstanbul’da Zeyrek, Ayasofya ve Vefâ câmilerinde yazılı ve sözlü olarak yapılırdı. Yazılı imtihan için bir risâle (tez) hazırlanır, mülâkatta umûmiyetle mûteber bir fıkıh kitabı olan Hidâye’nin bölümlerinden okutulup sorular sorulur ve üstün görülen seçilirdi. Fâtih’in Sahn-ı Semânına tâlip olanlar ise “Üç fenden” yâni fıkıhtan Sâdeddîn Teftâzânî’nin Telvîh adlı eserinden ve kelâmdan Kâdı Adûdüddîn-i Îcî’nin (Mekâvıf), belâgatta Sekkâkî’nin Miftâh’ul-Ulûm adlı eserinden imtihan olurlardı.
Hiçbir müderris, şart-ı vâkıf hilâfına, (işin ehli olmadan) medreseye tâyin edilmezdi ve vakfiyede müderrise yevmiye kaç akçe tesbit edilmişse ondan aşağısı verilmezdi. Ancak medresenin pâyesi yükseltilerek müderrise daha yüksek bir yevmiye verilebilirdi. Bu durumda yükselen yevmiye, vakfın geliri müsâitse ondan, değilse başka vakıfların zevâidinden veya devlet hazînesinden sağlanırdı.
Osmanlı medreselerindeki görevli müderrisler, aldıkları son akçe üzerinden tekâüde (emekliye) ayrılırlardı.
Osmanlı Devletinde başta pâdişâh ve devlet adamları, ilim sâhiplerine (âlimlere, sâlihlere velîlere) karşı büyük bir saygı ve hürmet duyuyordu. Çünkü âlimler Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde medh ü senâ edilmişlerdi. Bu saygı ve anlayış devâm ettiği müddetçe, devlet ve millet gelişip güçlendi, yükselmeye devâm etti. İlim adamları da âlimliğin şeref ve haysiyetini ayağa düşürecek hareketlerden sakındılar ve devlet adamlarına gereğinden fazla ve yersiz iltifâtlarda bulunmadılar. Ancak vazîfeleri îcâbı ihtiyaç kadar onlarla birlikte oldular. Diğer zamanlarda onlardan uzak durmayı ve ilimle meşgûl olmayı tercih ettiler.
Medrese ve müderrisler, insanı dünyânın esiri yapmadan onun fâtihi ve sâhibi yapma vazîfesini gördüler. Osmanlı da bu temeller üzerinde din ve devlet adamlarını en mükemmel bir şekilde yetiştirdi. Ferdî kâbiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programlardan daha mükemmel bir metod geliştirerek tatbik etti. Bugünkü modern pedegojinin de tavsiye ettiği bir tarzda, sınıf geçme yerine ders geçme yolunun seçilerek, mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağladı. Dolayısıyla medreselerde okuma süresi hoca(müderris) ve talebelerinin gayretine bağlı olarak uzayıp kısaldı. Zekî ve çalışkan bir talebe, tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olmuş, ancak devlet memuru olabilmesi için, belli bir yaş aranmıştır. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmemiştir. Bu durum, derslerin tekrarlarla karşılıklı soru ve cevaplarla daha iyi anlaşılma imkânını hazırlamış ve talebeye ufuklar açmıştır.
1924’te medreselerin kapatılmasıyla müderrislik, 1933’te yapılan üniversite reformu ile de müderris ünvânı kaldırıldı.
Osmanlı Devletinde yetiştirdiği âlimlerle meşhûr bir âile. Müeyyedzâdeler âilesinden yetişen âlimlerin en meşhûrları şunlardır:
1. Müeyyedzâde Abdurrahmân Efendi: İsmi Abdurrahmân olup, aslen Amasyalıdır. Ebû İshak Kâzerûnî neslindendir. Babası Ali Çelebi olup, bu âile daha sonra Müeyyedzâde lakabıyla tanındı. Abdurrahmân Çelebi’nin babası Ali Çelebi, Amasya’da Yâkut Paşa zâviyesinde vazîfeliydi. Abdurrahmân Efendi, İstanbul’un fethinden üç sene sonra 1456 senesinde dünyâya geldi. 1516 senesi Berat gecesinde vefât etti. Kabri, İstanbul’da Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesinin başucu tarafındadır.
Şehzâde Bâyezîd Amasya’ya sancak beyi tâyin edildiğinde babası Ali Çelebi, Şehzâde’nin nişancısı oldu. Bu sırada çocuk yaşta olan Adurrahmân Efendi babasının şehzâde Bâyezîd ile alâkası sebebiyle Bâyezîd’in yakın çevresine girdi. Babasından ve o zamanki Amasya âlimlerinden ilim tahsil etti. Nihâyet şehzâde Bâyezîd’in sohbet arkadaşı oldu.
Abdurrahmân Efendi yirmi iki yaşındayken Meklûk Devleti sınırları içinde olan Haleb şehrine gitti. Buradaki âlimlerle görüştü. İlmî toplantı ve derslerde bulundu. Büyük âlim Celâleddîn-i Devânî’ye talebe oldu. Yedi sene müddetle zamânın aklî ilimlerini tahsil etti, din ilimlerini de öğrendi. Büyük âlim Celâlüddîn-i Devânî ona icâzetnâme verip (ders okutması için) izin verdi.
Müeyyedzâde Abdurrahmân Efendi, Sultan İkinci Bâyezîd Hanın tahta geçmesiyle memleketi olan Amasya’ya geldi. Daha sonra İstanbul’a gidip oradaki âlimlerle tanıştı. Âlimlerin hepsi Abdurrahmân Efendideki ilim ve fazîlete hayran kaldılar. Zamânın âlimlerinden Hatîbzâde, Müeyyedzâde hakkında Sultana haber gönderdi. Bunun üzerine Müeyyedzâde Abdurrahmân Efendi İstanbul’daki Kalenderhâne Medresesine müderris tâyin edildi. Daha sonra da Fâtih Semâniye Medreselerine girdi. Burada sekiz sene ders okutup talebe yetiştirdi. 1493 senesinde Edirne kâdılığına getirildi. 1501’de Anadolu kazaskeri oldu. 1505 senesinde de Rumeli kazaskerliğine tâyin edildi. Altı sene kadar bu vazîfeyi yürüttükten sonra, 1511 senesinde ilmî ve hukûkî meselelere vukûfiyeti sebebiyle şeyhülulemâ (âlimlerin reisi) kabul edildi. 1511 senesinde emekli oldu.
Müeyyedzâde Abdurrahmân Efendi; Yavuz Sultan Selim Han devrinde 1513 senesinde tekrar Rumeli kazaskeri yapıldı. Çaldıran Savaşına katıldı. 1514 senesinde tekrar emekli oldu.
Müeyyedzâde Abdurrahmân Efendi, ilme ve kitaplara çok düşkün idi. Kütüphânesinde yedi bin cilt kitabı vardı. Arapça, Farsça, Türkçe şiirler yazdı. Şiirlerinde Hâtimî mahlasını kullandı. Hüsn-i hatta da çok mâhirdi. Amasya’dayken meşhûr hattat Şeyh Hamdullah Efendiden hat dersleri almıştı. İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan İbn-i Kemâl ve Ebüssü’ûd Efendi gibi âlimleri yetiştirdi.
Abdurrahmân Efendinin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Kadr Sûresinin Tefsîri, 2) Risâle fî Eşhüri Ma’lûmât, 3) Şerhi Miftâh Hâşiyesi, 4) Risâle fî Tahkîki Cüz’ü Lâ Yetecezzâ, 5) Şerh-i Mevâkıf Hâşiyesi, 6) Fetevâ, 7) Risâle fî Kurret-il-Müdahrece, 8) Kelâm ilmine dâir bir risâle: Bu eserinde kelâm ilminin zor anlaşılan meselelerini anlaşılır şekilde yazdı.
2. Müeyyedzâde Abdülhay bin Abdülkerîm Efendi: Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1543 (H.950) senesinde Amasya’da vefât etti.
Abdülhay Efendi, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. İstidâdının (kâbiliyetinin) fazla olması sebebiyle ilmî mertebesi günden güne artarak yetişti. Amasya Medresesinde müderris oldu. Daha sonra İstanbul’da bulunan Mustafa Paşa Medresesine naklolundu. Orada bir müddet vazîfe yaptıktan sonra müderrislikten ayrılıp, kâdılığa geçti. Çeşitli beldelerde kâdılık yaptı. Daha sonra bu vazîfeden de ayrılıp amcası Hacı Efendinin zâviyesine yerleşti. Yalnız kalmayı, dâimâ ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı tercih etti. Bir zaman sonra kendisine yapılan ısrarlâr sebebiyle önce Emed daha sonra Amasya vilâyeti baş kâdılığına tâyin edildi. Bir müddet hizmetten sonra kendi hânesine çekilip ibâdet ve tâat ile meşgûl oldu. Bu esnâda vefât etti.
Müeyyedzâde Abdülhay Efendi, ârif, fazîletler sâhibi üstün bir zât idi. Yaptığı işlerin Allahü teâlânın rızâsına uygun olmasına çok gayret ederdi. Her işinde tedbirli ve ihtiyatlı idi. Güzel ahlâk sâhibi olup, ihtiyaç sâhiplerine gâyet müsâmahakârdı. Kimseye sıkıntı vermez, hayır hasenât yapmaya can atardı.
Müeyyedzâde Abdülhay Efendi, Arabî ilimlerde tefsir, hadis ve fıkıhta mütehassıs idi. İlminin yüksekliğiyle birlikte hattatlıkta da mâhir olup, çok güzel yazı yazardı.Ömrünü dînine, devletine milletine hizmetle geçirip, çok talebe yetiştirdi.
3. Müeyyedzâde Abdülvehhâb Efendi: Babası Abdurrahmân Efendidir. 1514 (H.920) senesinde doğdu. Doğum yeri kesin olarak bilinmemektedir. 1573 (H. 970) senesinde vefât etti.
Abdülvehhâb Efendi, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanlarında yaşadı. Asrının âlimlerinden Molla Süleymân Rûmî, Abdüllatîf Efendi ve Pîrîzâde Muhammed Çelebi’nin hizmet ve sohbetlerinde yetişti. Ebüssü’ûd Efendiden ve Kemalpaşazâde hazretlerinden ilim öğrendi. 1532 senesinde tahsilini tamamlayıp, mülâzım stajyer) olmaksızın İstanbul’da İbrâhim Paşa Medresesine asâleten müderris tâyin edildi. 1533’te Dâvûd Paşa Medresesine, 1534’te Edirne Halebiye Medresesine nakledildi. Daha sonra Mekke-i mükerremeye gidip hac farîzasını edâ etti. Hac dönüşü İznik’te Orhan Gâzi Medresesinde ders okutmaya başladı. 1548’de Edirne Dârülhadîsine müderris oldu. 1558’de Bursa’da Murâdiye Medresesine tâyin edildi. Bu vazîfedeyken vefât etti. Şerh-i Tehâfüt-ül-Felâsife adlı eseri vardır.
4. Müeyyedzâde Abdürrahîm Çelebi: Müeyyedzâde Ali Efendinin oğludur. Doğum târihi bilinmemektedir. Kendisine Hacı da denilmiştir. 1537 senesinde İstanbul’da vefât etti. Kardeşi Müeyyedzâde’nin yanına, Eyüpsultan civârına defnedildi.
Abdürrahîm Efendi Kânûnî Sultan Süleymân Han devri âlimlerinden olup, Molla Sinan Paşa ve Hocazâde’nin yanında ilim öğrendi. Çok zekî ve gayretliydi. Din ve fen bilgilerinde mütehassıs oldu. Zâhirî ilimleri tamamladıktan sonra tasavvuf yoluna girdi. Büyük velî İskilipli Şeyh Muhyiddîn Efendinin hizmet ve sohbetinde bulundu. Abdürrahîm Efendi Sultan İkinci Bâyezîd Hanın Muhyiddîn Efendi için yaptırdığı zâviyede uzun seneler hizmet etti.Yüksek hâllere ve mânevî makamlara kavuştu.Hocasının kızıyla evlendi. Muhyiddîn ve Muslihiddîn Şîrâzî efendilerin vefâtlarından sonra Abdürrahîm Çelebi onların yerine geçip burada insanlara doğru yolu gösterdi. İslâmiyetin gösterdiği güzel ahlâkı öğretti.
Abdurrahîm Çelebi güzel ahlâk sâhibi olup, kerâmetleri görüldü. Meşhur vasiyetnâmesi şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Yanımda bulunan kişiler şâhit olsunlar. Fakîr Abdürrahîm bin Ali bin Müeyyed el-Kâtib’in vasiyeti:
Allahü teâlânın bir ve noksansız olduğuna, eşi, ortağı, benzeri olmadığına, hiçbir varlığa muhtâc olmadığına, doğurmadığına ve doğurulmadığına (ana, baba ve oğul olmadığına) kesin olarak inandım. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı bütün insanlığa, diğer peygamberleri de bâzı kavimlere gönderdi. Hepsinin bildirdikleri haktır ve gerçektir. Onların hepsi, kıyâmet gününün, Cennet ve Cehennemin, Mîzân ve Sırâtın, nîmet, azâb ve affın, kabir hayâtının hak olduğunu bildirdiler. Bu îmânla yaşadım ve bu îmânla vefât ediyorum.
Dostlarıma ve talebelerime şunları vasiyet ediyorum: Ben vefât ettikten snora, ilk gecede yetmiş bin defâ “Lâ ilâhe illallah” okusunlar. Sonra hepsi, Allahü teâlânın azâbından mutlak kurtuluşum için duâ etsinler. Allahü teâlânın her türlü azâbından, Muhammed aleyhisselâmın tebliğ ettiklerini tasdik etmemiz sebebiyle, duâlarının kabûl olacağı ümîdiyle kurtulabilirm.
Yine dostlarıma ve talebelerime, gerekli şekilde techiz, tekfin ve defn etmelerini, kabrim üzerine türbe ve ziyâretgâh yapmamalarını, cenâze namazımda bid’at işlenmemesini ve bid’at ehli kimseleri bulundurmamalarını, elbiselerimden derecelerine göre dostlarıma ve sâlih kimselere verilmesini vasiyet ediyorum. Beni böylece duâlarıyla, kardeş ve dost olarak hatırlamalarını istiyorum. Dînen kendilerine düşen vazifelerin yapılmasını sağlamaları böylece mümkün olur. Size söylediğimi hatırlayacaksınız. İşlerimi Allahü teâlâya havâle ediyorum. Muhakkak O, kullarını görür. Kendim ve sizin için Allahü teâlâdan magfiret diliyorum. Vasıyetimi, “Sübhâneke Allahümme ve bi-hamdike lâ ilâhe illâ ente estagfiruke ve etûbü ileyke fagfirlî verhamnî inneke entel gafûrurrahîm” diyerek bitiriyorum.
Yine dostlarıma ve talebelerime, namaz iskâtı, yemin ve oruç keffâreti için terekemden bin dirhem vermelerini ve borçlarımı ödemelerini vasiyet ediyorum.”
Alm. Müezzin (m), Fr. Müezzin (m), İng. Müezzin. Ezân okuyan, dâvet eden, çağıran, îlân eden kimse. Arapça ezân kelimesinden türemiştir. Ezân, lügatte herkese bildirmek, haber vermek, îlân etmek, çağırmak mânâlarına geldiği gibi müezzin de, bildiren îlân eden, çağıran kimse mânâlarına gelir. Dînî bir terim olarak, namaz vakitlerinin girdiğini ve namazın başladığını bildirmek için ezân ve kâmet okuyan kimseye denir. (Bkz. Ezân)
İslâm dîninde namaz için ezân okumak, sevabı çok ve mühim bir ibâdettir. Müzzin, insanları, Hayye alessalâh (haydin namaza) ve Hayya alel-felâh (haydin kurtuluşa) diyerek namaza ve bunun netîcesi olan saâdete, sonsuz kurtuluşa dâvet etmektedir. Günde beş kere tekrarlanan bu mühim dâvet, ilâhî bir tebligattır, Allahü teâlânın kullarını kendisine ibâdet etmeye çağırmasıdır. Dindeki bu mühim emri yerine getiren müezzin de çok sevap kazanmaktadır. Birçok feyizlere, üstünlüklere eriştiği Peygamber efendimiz tarafından bildirilen ve daha hayatta iken Cennetle müjdelenen dört halîfenin ikincisi olan hazret-i Ömer müezzinin ezân okurken kazandığı sevâbın çokluğunu ve bunun fazîletini, kıymetini anladığı için, “Halîfe olmasaydım, müezzin olmak isterdim” buyurdu. Çünkü Peygamber efendimiz sallalahü aleyhi ve sellem birçok hadîs-i şerîfinde, müezzinlik yapan kimseler için müjdeler bildirmişti.
Kıyâmet günü, insanların hesâbı bitinceye kadar üç kimse siyah miskten yapılmış bir tepe üzerinde oturur. Onlar için ne korku ve ne de hesap endişesi vardır. Bunlar;
1. Kur’ân-ı kerîmi yalnız Allah rızâsı için okuyan ve kendisinden râzı oldukları hâlde bir cemâate imâmlık yapan kimsedir.
2. Allah rızâsı için bir mescidde (câmide) müezzinlik edip, insanları ibâdete dâvet eden kimsedir.
3. Dünyâda mal ve servete sâhip olup, bu servet kendisini Allah’a kulluktan ve âhiret için çalışmaktan alıkoymayan kimsedir.
Müezzinin ezânını duyan cinler, insanlar ve her şey, kıyâmet günü onun lehine şehâdet edecektir.
Allahım, imâmları irşâd et (doğru yolda bulundur). Müezzinleri de mağfiret et (bağışla).
İmâm kefil, müezzin ise kendisine güvenilen bir emindir.
İslâmiyette mühim bir ibâdet olan ezân okumak, bir ehliyete sâhip olmayı gerektirir. Herkesin ezân okuması câiz ve uygun değildir. Müezzinde bulunması lâzım gelen bir takım şartlar vardır. Ezânı, sâlih, dînine bağlı bir Müslümanın, yüksek bir yere çıkarak, Peygamber efendimizin okuttuğu gibi okuması lâzımdır. Müezzin, Müslüman ve akıllı olmalı, namaz vakitlerini bilmeli ve sözüne inanılan, âdil (açıkça haram, günâh işlemeyen) bir kimse olmalıdır. İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri devamlı ve açıkça işleyenin ezân okumasının sahîh (uygun, doğru) olmaması, ibâdetlerde bunun sözü kabûl edilmediği içindir. Cünüp kimsenin ezân ve ikâmet (kâmet) okuması ve abdestsiz ikâmet okumak ve kadının, fâsıkın (açıkça günah işleyenin), sarhoşun akılsız çocuğun müezzinlik yapması, tahrimen mekruhtur, harama yakın günahtır. Akıllı çocuğun, âma yâni körün, vakitleri ve ezân okumasını bilen, fakat başka bilgisi olmayan sâlih, temiz bir kimsenin ezân okumasında dînen bir mahzur yoktur.
Müezzin olan kimsenin namazda, iki mühim vazîfesi vardır. Biri, namaz vakti girince ezân, ikincisiyse, farzı cemâatle kılarken ikâmeti (kâmeti) okumaktır. Bir de Cumâ günü hutbe okunmadan önce hatîbin yüzüne karşı câmi içinde ezân okumaktır. Bunun dışında, farzdan önce üç ihlâs okumak veya başka duâlar ile tesbih dualarını yüksek sesle bağırarak söylemeleri bid’at olup dinde önceleri olmadığı hâlde sonradan yapılmaya başlanmış şeylerdir. İslâm dîninde emîn kimseler denilerek târif edilen müezzinlerin, vazîfelerini sünnete uygun yapmamaları hâlinde uğrayacakları azâbın da çok şiddetli olacağı bildirilmiştir...
Kur’ân-ı kerîmi tefsir eden yüksek din âlimi. Tefsir, beyân etmek ve keşf etmek demektir; bildirmek ve açıklamaktır (Bkz. Tefsir). Kur’ân-ı kerîmin mânâsını anlayap, beyân eden, açıklayan din âlimine “müfessir” (tefsir âlimi) denir. Müfessir denilen din âlimi, Kur’ân-ı kerîmin tercümesini yapan, tefsir kitabı yazan demek değildir. Müfessir, kelâm-ı ilâhîden, murâd-ı ilâhîyi anlayandır. Yâni Allahü teâlânın sözünden, muradının maksadının ne demek olduğunu anlayıp açıklayandır.
Müfessir olabilmek için yirmi ana ilmi iyi öğrenmek lâzımdır. Bunların sekizi yüksek din ilimleridir ki, bunlar; tefsir, kelâm ve usûl-i kelâm, hadis, usûl-i hadis, fıkıh, usûl-i fıkıh, tasavvuf yâni ahlâk ilimleridir. Bu sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan âlet ilimleri on ikidir. Bunlar; sarf, iştikâk, nahv, kitâbet, iştikâk-ı kebîr, lügat, metn-i lügat, beyân, me’ânî, bedî’, belâgat ve inşâ ilimleridir. Din bilgileri, böylece yirmi olmaktadır. Bu ilimler, kolları ile beraber sekseni bulmaktadır.
Resûlullah efendimizin vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâmın her biri, Kur’ân-ı kerîmin mânâsını kendilerinden sonrakilere anlatmışlar, açıklamışlardır. Eshâbın hepsi müfessirdir. Fakat Peygamberimizin amcası hazret-i Abbas’ın oğlu Abdullah, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali, Übey bin Ka’b, Abdullah ibni Mes’ûd, Ebû Hüreyre, Abdullah bin Amr ibni Âs, Abdullah ibni Ömer, Abdullah ibni Zübeyr radıyallahü anhüm, Eshâbın tefsir konusunda önde gelenleridir.
Eshâb-ı kirâmın bildirdiği ve nakil yolu ile rivâyet edilerek nesilden nesile ulaşan tefsir bilgileri, hiç değiştirilmeden, bozulmadan müfessirler vâsıtasıyla zamanımıza kadar ulaşmıştır. Çeşitli İslâm ülkelerinde yetişen müfessirler sayılamayacak kadar çoktur. Bunların en meşhurlarından bazıları; İmâm-ı A’zam, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel... gibi mezhep sâhipleri, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Süyûtî, Necmeddin Ömer-i Nesefî, Fahreddîn-i Râzî, Kâdı Beydâvî, Seyyid Şerîf Cürcânî, Osmanlı şeyhülislâmlarından Ahmed ibni Kemâl Paşa, Ebüssü’ûd Efendi, Senâullah-ı Dehlevî, Molla Hüsrev, Molla Gürânî gibi müfessirlerdir.
Alm. Inspektor, Inspekteur (m), Fr. Inspecteur (m), inspectrice (f), İng. Inspector. Mensubu bulunduğu müessesenin, yetki alanı içindeki birimlerinde, en yetkili âmir adına (Bakan, Genel Müdür, Bölge Müdürü gibi) teftiş, tetkik ve soruşturma (tahkîkât) yapmakla görevli kimse.
Teftiş; Teşkilâtın, bütün faaliyetlerinin, personelin, idârenin öngördüğü hedeflere ve mevzûata uygunluk veya aykırılık derecelerinin tesbitiyle ilgili bir hizmettir. Teftişler tarama, yoklama(sondaj) veya konu incelemesi şeklinde yapılabilir.
Tetkik (inceleme): İdârenin yetki alanı içindeki faaliyet konuları üzerinde, araştırma niteliğinde, kuruluşun amaç ve hedefleri esas alınmak sûretiyle yapılan meslekî faaliyetlerdir.
Tahkîkat (soruşturma): Kânunların suç saydığı veya müesseselerin dâhilî mevzûatlarının disiplin cezâsı verdiği fiil ve muâmelelerin olup olmadığı, fâillerin tesbiti, ilgililerin kusur dereceleriyle sebebiyet verilen zararın tâyiniyle ilgili çalışmadır.
Genel olarak, müfettişliğe tâyin olabilmek için müfettiş yardımcılığı giriş imtihanını (yazılı-sözlü) kazanmak, üç yıllık yetişme süresi içinde refakatinde bulunduğu müfettişlerden (hepsi veya bir kısmından) ve teftiş kurulu başkanından müsbet olumlu sicil almak, bu sürenin sonunda yapılacak ehliyet (yeterlilik) imtihânını (yazılı-sözlü) kazanmış olmak şarttır.
Bâzı kuruluşlar, bu prosedüre tâbi tutmadan, doğrudan veya mülâkat sonucu, mesleklerinde yetişmiş yâhut idârecilikte temayüz etmiş personelini veya kuruluş dışında bu nitelikteki şahısları müfettiş veya teknik müfettiş olarak tâyin edebilmektedirler.
Müfettiş yardımcılığı seçme imtihanlarına girebilmek için, Devlet Memurları Kânunu’nun 48. maddesinde yazılı nitelikte, görevleriyle ilgili fakültelerden mezun, belirlenen yaş sınırını aşmamış (umumiyetle 30 yaş), sağlık durumları her mevsim ve durum içinde gezici hizmete müsâit olmak gibi şartlar aranmaktadır.
Müfettiş, âmir veya memur değildir, hiyerarşinin dışında bir personeldir. Müfettişler, adına teftiş, tahkikât ve tetkik yaptıkları makam ve teftiş kurulu başkanının dışında hiçbir makam ve merciden emir almazlar.
Müfettişler vazifelerini yaparken, görevlilerin yanlarındaki ve emirleri altındaki bütün evrak ve defterlerle, para ve para yerine geçen kâğıt ve senetlerle eşyâyı gizli de olsa, görmeye ve incelemeye yetkilidir.
Herhangi bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında, teftiş ve denetime tâbi personele emir veremezler, inceledikleri evrak ve defterler üzerinde, târih-imzâ hâricinde, açıklama ve düzeltme yapamazlar.Teftiş ve tahkikata gidecekleri ve yapacakları işleri açıklayamazlar, gizli yazılarını başkalarına yazdıramaz ve gösteremezler.
Doğrudan veya dolayısıyla, teftiş ve soruşturmalarla ilgili personelin yâhut sâir kişilerin özel hizmet ve alışılmış olmayan ikrâmlarını kabul edemezler, bunlarla iş münâsebetlerinden farklı bir münâsebet kuramazlar, borç veremezler, borç alamazlar ve bunlarla alışveriş yapamazlar. Görevin yapılması sırasında ve diğer resmî hâllerde nezaket kurallarına uygun hareket ederler. Giyim davranış ve yaşayışlarında saygı, îtibâr telkin etmek mecbûriyetindedirler. Teftiş ve soruşturmalarda memurlar, iş sahipleri, sanık ve şâhitlerle (tanıklarla), tarafsızlıklarından şüphe uyandıracak ilişkiler kuramazlar. Bunlarla olan münâsebetlerinde ağır başlı ve tarafsız davranmak, vazifelerinin icâbıdır.
(Bkz. Ef’âl-i Mükellefîn)
Fetvâ vermek ehliyetine sâhip olan büyük İslâm âlimi. Fetvâ, bir meselenin dindeki hükmünü öğrenmek için sual soran kimseye, müctehid olan bir İslâm âliminin verdiği cevap, bildirdiği dînî hükümdür (Bkz. Fetvâ). Müftî, İslâmiyeti iyi bilen, sorulan dînî bir meselenin hükmünü Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp beyan eden, açıklayan derin din âlimidir. Böyle olan İslâm âlimlerine “müctehid” denir (Bkz. Müctehid). Esasen usul-i fıkıh ilmi ıstılahında (terminolojisinde) müftî demek, müctehid demektir. Müctehid olmayıp, başka bir âlimin ictihâdına uyan ve bunun için mukallid sayılan bir fakihe (âlime) müftî denilmesiyse mecâzidir. Bu, müctehidlerin fetvâlarını nakl edip bildirmesi îtibâriyledir. Böyle olan kimse fetvâ veremez. İslâm ilimlerini öğrenmeden ve bilmeden, âyet-i kerîme veya hadîs-i şerîfleri okuyup da bunlara kafasına, kendi görüşüne göre mânâ verenlere, dînî mevzularda gelişi güzel hüküm verenlere, müftî, İslâm âlimi denmez. Böylelerinin fetvâlarını fıkıh kitaplarına uygun vermesi lâzımdır. Böyle olmayan fetvâları mûteber değildir.
İslâmiyetin tebliğ edilmeye başladığı ilk asırda, herkes müşkülünü Peygamber efendimize sorup hallediyordu. O’nun bildirdiği her dînî hüküm vahye dayanıyordu. “Vahy” bizzat Allahü teâlânın öğretmesi, bildirmesi demektir (Bkz. Vahy). Asr-ı seâdette, her şeyi Resûlullah efendimizden öğrenen Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi. Onlar hakkında Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Eshâbımın hepsi gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz.” buyurdu. Bunlar içinde fetvâları meşhur olanlar çoktu (Bkz. Mezheb). Bu devirden sonra yetişen âlimler arasında da müctehid olanlar vardı. Dört mezhep imâmı ve onların mezhebinde yetişen müctehid âlimler bunlardandır.
Dört büyük mezhebin, İslâm ülkelerinde yayılmasından sonra, müctehid olan müftî kalmayınca her müftî, bu mezheplerden birine uyarak fetvâ vermeye başladı. Müctehid olmayan bu müftîlerin kendilerine sorulan bir mesele hakkında fetvâ bildirirken uymaları gereken bir takım kâideler ve şartlar konulmuştur. Hanefî mezhebinde olan bir hâkim (kadı), kendisine sorulan bir meselede İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf’un sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin sözünü alır. Ondan sonra İmâm-ı Züfer’in, daha sonra Hasan bin Ziyâd’ın sözünü alır. Müctehid-i fil-mezhep (mezhepte müctehid) ve eshâb-ı tercîh olan müftîler, ictihâdlar arasında delilleri kuvvetli olanları seçerler. Müctehid olmayanlar, bunların tercih etmiş oldukları söze uyar. Böyle yapmıyan müftîlerin ve hâkimlerin sözü kabul edilmez. Demek ki, tercih ehlinin seçmemiş olduğu şeylerde, İmâm-ı A’zamın sözünü almak lazımdır. Görülüyor ki, müftînin müctehid-i fil-mezheb olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denilmez. Nâkıl yâni nakl edici, fetvâyı iletici denir. Nâkıller fetvâları, meşhur fıkıh kitaplarından alır. Bu kitaplar, meşhur olan mütevâtir haberler gibi kıymetlidirler.
“Müftî” tabiri, İslâmiyette esasen ilmî bir tâbir ve sıfattır. Hicrî birinci ve ikinci asırda yaşayan Müslümanlar arasında din bilgilerinde derinleşmiş, fetvâ makamına ulaşmış pekçok mütfî yetişmiştir. Bunlar devlet memuru değildiler. Çoğu ticâret veya bir meslekle meşgûl olurlardı. İslâmiyet devlet idâresinde ve insanlar arasındaki işlerin hükmünde de belli esas ve kâideler getiren mükemmel bir din olduğu için, târihte kurulmuş çeşitli İslâm devletlerinin idarecileri, işlerini dîne uygun yapabilmek için devlet bünyesinde din adamının bulunacağı bir makama da yer vermişler ve bâzılarında bu makamda bulunan din adamlarına müftî sıfatı verilmiştir. Böylece bu sıfat idârî bir tâbir olarak da kullanılmaya başlanmıştır.
Dinde bir âlimin müftîlik derecesine ulaşabilmesi için; devlet idâresindeki belli makamda bulunması şartı hiç gerekmediği gibi, târihte devlet idârelerinde yer almış müftî lakaplı, din adamlarının çoğu da ilmî bakımdan müftîlik derecesine ulaşabilmiş değillerdi. Bunlar; o derecedeki âlimlerin fetvâlarını naklederlerdi.
Osmanlı Devletinde müftî: Bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da, ilmiye sınıfına dâhil olan müftîler vardı. Müftîlere, “Reisül-ulemâ”, “Müftil-enâm” veya “Şeyhul-İslâm” gibi ünvanlar da verilmiştir (Bkz. Şeyhülislâm). Devletin merkezinde, vilâyet, sancak ve kazâlarında (ilçelerinde) halkın sordukları şer’î (dînî) suallere cevap veren müftîler tâyin edilmiştir. Osmanlılarda müftîlik ve kâdılık, ayrı ayrı iki sınıftı. Bâzan birleştikleri de olmuştur. İlk Osmanlı müftîsi (şeyhülislâmı) Molla Şemseddîn-i Fenarî idi (Bkz. Molla Fenârî). Osmanlı Devletinde din asıl, devlet fer’ı (ikinci derecede) kabul edilmiştir. Bu sebeple devletin temeli kabul edilen İslâmiyetin en büyük temsilcisi olarak müftî (şeyhülislâm), Osmanlı devlet protokolünde veziriâzamdan (sadrâzamdan) üstün tutulmuştur. Kânûnî SultanSüleyman Han devrinde Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendiden başlıyarak müftîler bütün ilmiye sınıfının başkanı olmuş, bütün müderrisler ve kâdılar (hâkimler) onun emrine verilmiştir.
Günümüzde müftî: Türkiye Cumhûriyeti Anayasasına göre genel idâre hizmetleri sınıfında yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, il ve ilçe müftüleri mârifetiyle, ilgili kânunun gösterdiği şekilde lâik devlet kuralları çerçevesinde kalarak, İslâmiyetin îtikât, ibâdet ve ahlâkî konularında halkı aydınlatmak görevini yürütmektedir.
Günümüz Türkiyesinde müftü sıfatı, devlet idâresinde belli bir makamın adıdır ve bu makamda bulunan devlet memurlarının ünvanıdır. Zamânımızda diğer İslâm ülkelerinde de durum aynıdır.
MÜHENDİSHÂNE-İ BAHRÎ-İ HÜMÂYÛN
Osmanlı donanmasına deniz subayı yetiştirmek için kurulan okul. On yedinci yüzyılın başından îtibâren dünyâ denizciliğinde büyük gelişmelerin ve keşiflerin ortaya çıkması ile Avrupalı devletler modern gemilere ve yetişmiş bir presonele sâhip olmaya başladılar. Bu sıralarda Osmanlı Devletinde duraklama devri göze çarpıyordu. 1774 Çeşme deniz mağlubiyetiyle Osmanlı Devletinde deniz muhârebe sanatında mâhir denizciye olan ihtiyaç açık bir şekilde ortaya çıktı. Bu sebeple 1734 yılında Sultan Birinci Mahmûd zamânındaÜsküdar’da kara ve deniz okullarına esas olan bir mühendishâne (askerî mektep) açıldı. Fakat bozulmuş olan yeniçerilerden çekinildiği için hemen kapandı.
Bilâhare 1776’da Kasımpaşa’daki tersânede Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn adıyla bir sınıf açıldı. Deniz Harp Okulunun kuruluş yılı bu târih olarak kabul edilmektedir. (Bkz. Harp Okulları)