MÛTE HARBİ
İslâm ordusu ile Bizanslılar arasında Hicret’in sekizinci (M.629) yılında yapılan savaş.
Mûte; Kudüs’ün güneyinde bir kasabanın adıdır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem etraftaki kabîlelere ve dünyâ hükümdârlarına İslâm dînine dâvet için elçiler gönderiyor, bununla ilgili bir de mektup veriyordu. Bu elçilerden biri de Eshâb-ı kirâmdan Hâris bin Umeyr Ezdî radıyallahü anh olup, Busra vâlisine gönderilmişti. Busra vâlisi Şurahbil bin Amrü’l-Gassânî Bizans’ın himâyesinde Hıristiyanlığı kabul etmişti. Şurahbil Mûte’de bulunduğundan, Peygamberimizin elçisi Hâris bin Umeyr’i radıyallahü anh Mûte’den geçerken yakalattı. Peygamberimizin elçisi olduğunu öğrenince öldürttü. Bu hâdise, Arabistan’da kabîleler arasındaki örf ve âdetlere, devletler arasındaki hukûkî prensiplere tamâmen aykırı idi. Peygamberimizin elçisinin öldürülmesiyle “Elçiye zevâl olmaz.” ilkesi açıkça ihlâl edilmişti.
Peygamberimizin elçilerinden şimdiye kadar hiçbiri öldürülmemişti. Peygamberimiz, Hâris bin Umeyr’in şehit edildiğini öğrenince çok üzüldü. Bunun üzerine hemen, Zeyd bin Hârise radıyallahü anh kumandasında bir ordu hazırlanmasını emrettiler. Hazırlanan üç bin kişilik ordu hareket etmeden önce Peygamber efendimiz; “Eğer savaşta Zeyd bin Hârise şehit olursa, kumandayı Câfer ibni Ebî Tâlib alsın, şâyet, Câfer de şehit olursa, kumandayı Abdullah bin Revâhâ alsın, şâyet o da şehit olursa aranızda birini seçin.” buyurarak sancağı Zeyd bin Harise’ye (radıyallahü anh) verdi. Orduyla birlikte Medîne’nin dışında Seniyyetü’l-Vedâ denilen bir tepenin yanına kadar gidip; “Hâris’in şehit olduğu yere kadar gidin. Orada kâfirlerden kim varsa onları ilk önce İslâm dînine dâvet edin, eğer kabul ederlerse İslâm dînini onlara anlatarak öğretin, yok; karşı gelirlerse Allahü teâlânın yardımını isteyerek onlarla savaşın.” buyurdu ve orduyu uğurladı.
İslâm ordusunun Medîne’den hareket ettiğini duyan Şurahbil bin Amrü’l-Gassânî harekete geçti. Kardeşi Sedûd bin Amr’ı elli bin kişilik kuvvetle öncü olarak gönderdi. Vâdi’l-Kura denilen yerdeİslâm ordusu ile karşılaştı. Burada yapılan kısa muhârebede Sedûd öldürüldü, askeri bozuldu. Şurahbil bunu duyunca çok korktu. Hemen yardım etmesi için Bizans İmparatoruna haber gönderdi. İmparatorun yardımıyla yüz bin kişilik kuvvetli bir ordu topladı.
İslâm askerleri Maan mevkiine geldiklerinde, Bizans ordusunun yüz bin kişilik kuvvetle üzerlerine doğru geldiğini haber aldılar. Bunun üzerine Maan mevkiinde iki gün kalıp istişâre ettiler. Düşman ordusunun 100.000 kişi olmasına karşılık, İslâm ordusu üç bin kişi olup sayıca çok az idi. Bu durum Eshâb-ı kirâma korku vermedi, ancak tedbir için Peygamber efendimize durumun bildirilmesi istendi. Zeyd bin Hârise ve Câfer bin Ebî Tâlib istişârede; “Peygamber efendimize durumu haber verelim ne buyurulursa o şekilde hareket ederiz.” dediler. Abdullah ibni Revâha radıyallahü anh ise orada şöyle bir konuşma yaptı:
“Ey cemâat! Biz buraya niçin geldik bilmez misiniz? Şüphesiz düşmanla harbetmek ve şehit olmak için geldik. Biz aslâ çoklukla zafer kazanmadık. Bedr günü askerimiz ve silahımız yoktu. Hak teâlâ bize nusretini (yardımını) müyesser etti. Şimdi harbe hepimiz ittifak hâlinde yürüyelim. Ya şehit oluruz veya zaferi kazanırız. Eğer şehit olursak doğruca Cennete gidip, bizden önce şehit olan arkadaşlarımıza kavuşuruz.” Bu konuşma üzerine Müslümanlar, hep bir ağızdan; “İbn-i Revâha doğru söylüyor, diyerek düşman üzerine hücum ettiler....
İslâm ordusunun kumandanı olan Zeyd bin Hârise radıyallahü anh bir elinde sancak, diğer elinde kılıçla düşmana hücum etti. Pekçok kahramanlıklar gösterdi. Sonunda bir mızrak darbesiyle şehit düştü. Sonra, sancağı Câfer bin Ebî Tâlib aldı. Elinde sancak düşman arasında savaşıyor ve devamlı ilerliyordu. Bu esnâda vücûdu birçok yerinden yara aldı. Asla yılgınlık göstermedi. Sağ kolu kesildi, sancağı sol eline aldı, sol kolu da kesilince sancağı iki pazusu arasına, bir rivâyette dişleri arasında sıkıştırarak tuttu. Daha sonra mübârek bedeni belinden ikiye biçilerek şehit edildi. Hazret-i Cafer’in şehit olduğu haberi, vücûdunda doksandan fazla yara olan Abdullah bin Revâhâ’ya üç günden beri ilk defâ yemek yerken geldi. Derhal yemeyi bırakıp; “Ey nefs, Câfer gitti sen hâlâ dünyâlık peşindesin.” diyerek koştu, sancağı eline aldı. Düşmana hücum etti, çok kahramanlıklar gösterdi. Harp esnâsında, parmağına kılıç darbesi isâbet etti. Deride sallanan parmağını basıp kopardı. Sonra; “Ey nefs, eğer hâtununa meylin varsa ben ona talak verdim (onu boşadım). Eğer kölelerine meylin varsa, ben onların hepsini âzâd ettim (serbest bıraktım). Eğer bağlarını bahçelerini özledinse, ben onları Resûl-i ekreme bağışladım. Bu dünyâda hiçbir şeyin kalmadı, ancak şehâdet kaldı.” deyip tekrar hücum etti ve şehit oldu. Sancak yere düşmesin diye Yüsrü’l Ensârî radıyallahü anh aldı ve Ehl-i İslâmdan kim komutan olursa ona verilmek üzere Sâbit bin Ekrem Aclânî’ye (radıyallahü anh) verdi. Sâbit hazretleri bir konuşma yaparak; “Aranızda bir emir seçin!” dedi. Onlar da; “Seni seçtik.” dediler. Sâbit binEkrem kabul etmedi. Abdullah ibni Revâha şehit olunca kumandasız kalan İslâm ordusunda bir an şaşkınlık oldu. Bu sırada Sâbit bin Ekrem, sancağı Hâlid bin Velîd’e (radıyallahü anh) verdi. Hâlid bin Velîd önce; “Sen buna daha lâyıksın. Sen Bedr Harbinde bulundun benden daha yaşlısın.” diyerek kabul etmediyse de; Sâbit; “Doğrudur, ancak, sen harp sanatını benden daha iyi bilirsin, şecâatta benden üstünsün.” dedi. Bütün İslâm askeri onun komutanlığını isteyince kabul etti. Bunun üzerine düşman üzerine şiddetli hücumlar yapılarak akşama kadar çarpışıldı. Bu çarpışma esnâsında Hâlid bin Velîd radıyallahü anh büyük kahramanlıklar gösterdi. O gün elinde dokuz kılıç kırıldı. Akşam olunca iki ordu ayrıldı.
Yüz bin kişilik bir ordu karşısında üç bin kişilik İslâm askerlerinin gösterdikleri mahâret ve kahramanlıklarına düşman askerleri hayret içinde kalarak gözleri yıldı.
Hazret-i Hâlid, sabah oluncaİslâm ordusuna yeni bir nizam verdi. Öndekileri arkaya arkadakileri öne, sağdakileri sola soldakileri sağa geçirdi. Düşman askerleri sabahleyin karşılarında yeni simâlar görünceİslâm ordusuna takviye asker geldiğini zannettiler ve korkup kaçmaya başladılar. Bu şaşkınlık üzerine hazret-i Hâlid, Bizans ordusu üzerine şiddetli bir hücum yaptı. Birçok Bizans askeri öldürüldü. On beş Müslüman da şehit oldu. kâfir ordusunun çokluğu karşısında İslâm ordusunu büyük bir tehlikeden mükemmel bir harp tekniğiyle kurtaran Hâlid bin Velîd, ordusunu yavaş yavaş geri çekti. Böylece İslâm ordusu Medîne-i münevvereye muzaffer olarak döndü. İslâm ordusu Medîne-i münevvereye gelmeden harp esnâsında meydana gelen olayları Peygamber efendimiz mescitte minberdeyken eshâbına bir mûcize olarak haber verdi. Harbin en kanlı olduğu zamanda Peygamberimiz; “Zeyd sancağı eline aldı, şimdi vuruldu şehit düştü. Sonra sancağı Câfer aldı, sağ kolu kesildi, sancağı sol eline aldı. Sol kolu da kesildi sonra şehit edildi. Allahü teâlâ kesilen iki kolunun yerine iki kanat vererek Cennete meleklerle berâber uçtu. Onu Cennette uçuyor gördüm.” buyurdu. Bunun üzerine ona Tayyar (uçan) lakabı verildi. “Câfer-i Tayyar şehit oldu. Câfer’den sonra sancağı Abdullah ibni Revâha aldı. O da şehit oldu.” (Resûlullah efendimiz bunları anlatırken dura dura anlatıyor gözlerinden yaşlar akıyordu.)
Daha sonra, Peygamber efendimiz “Sancağı Allah’ın kılıcı eline aldı ve zafer onun elinde müyesser oldu.” buyurdu. Bundan sonra Hâlid bin Velîd’e Allah’ın kılıcı anlamında “Seyfullah” dendi.
İslâm ordusu, Medîne’ye gelişinde başta Resûlullah efendimiz sallallahü âleyhi ve sellem olmak üzere şehirde bulunan Müslümanlar tarafından yolda karşılandı.
Mûte Savaşı, Bizansla yapılan siyâsî münâsebetler arasında, İslâma dâvet için elçi ve mektup gönderilmesinden sonra ikinci safhada yer almaktadır. Üçüncü safha ise Tebük Seferidir. (Bkz. Tebük Seferi)
Alm. Küche (f), Fr. Cuisine (f), İng. Kitchen. Lokantalarda, otellerde, evlerde, yiyecek ve içeceklerin saklanıp, hazırlandığı özel bir bölüm. Yemek pişirme yeri, matbah.
Çok eski zamanlardan beri var olan mutfak, bugün de evlerin ayrı bir önem taşıyan yeridir. Eskiden evlerin ve diğer yerleşim yerlerinin dışında veya zemin katında bulunan mutfaklar, bugün yerlerini geniş pencereli, bol ışıklı ve güneş alan, modern yemek odası ve salonlarına bırakmaktadır. Modern mîmârîde mutfağa büyük önem verilmektedir. Daracık pencereli, küçük mutfaklar yerine, ferah bol güneş alan geniş mutfaklar yapılmaktadır. Bu sistemde yapılan mutfaklar aynı zamanda yemek odası vazifesini de üstlenmektedir. Toplu meskenlerin yapımlarında ise mutfaklar genelde ev planlarının az güneş alan, kuzeye bakan, yani rüzgarlara karşı gelen tarafına yapılır. Bu durum mutfağın serin olmasını temin eder ve yemeklerin kısa zamanda bozulmasını önler.
Selçuklular ve Anadolu beyliklerinde, yemek çeşitleri az olmakla birlikte, mutfakları gâyet düzenli ve her türlü ihtiyaca cevap verebilecek bir şekilde idi. On beşinci yüzyıldan sonra, Osmanlı mutfaklarında yemek çeşitlerinin arttığı gibi, mutfak düzeni de değişmiştir. Topkapı Sarayında ikinci avlunun sağ tarafında boydan boya uzanan ve her türlü ihtiyâca cevap verecek şekilde yapılan saray mutfağı, bunun bir ispatıdır. Bu mutfak daha sonra Kânûnî Sultan Süleyman Han zamânında tâmir edilerek genişletildi. İkinci SelimHan zamânında meydana gelen bir yangından sonra da Mimar Sinan tarafından tâmir edilen mutfak, bugün hâlâ mevcuttur. (Bkz. Matbah-ı Âmire).
Günümüzde Anadolu’nun çoğu yerlerinde eski tarzda yapılan mutfaklar kullanılmaktadır. Bu tip mutfaklar, evlerden ayrı olup, yemek ve yufka ekmek pişirmek için ağzı yarım dâire şeklinde olan ocak, fırın, tandır gibi bölümleri mevcuttur. Bu tarz ocaklarda odun, çalı-çırpı yakılır. Elde edilen ateşle yemek ve diğer yiyecekler pişirilir. Ayrıca mutfakta kullanılan kapları koymak için, ocakların sağında ve solunda raflar ile, yemeklerin ve diğer kahvaltılıkların saklandığı tel dolaplar vardır.
Günümüzde yapılan bütün otel, lokanta ve evlerde mutfaklar, binanın içindedir. Her dâirenin bir mutfağı vardır. Bu tip mutfakların önemli kısımları şunlardır:
1. Yiyeceklerin temizlenip hazırlandığı lavoba ve musluk.
2. Yemek pişirmek için ocak ve fırınların konulduğu kısım.
3. Çiğ ve pişmiş bâzı yemeklerle araç ve gereçlerin konulduğu kapalı dolaplar.
4. Buzdolabı ve diğer eşyâların konulduğu bölüm.
Bunun yanında mutfaklar, yemeklerin rahat bir şekilde pişirilebileceği, sofra ve yemek takımlarının rahatça yıkanıp temizlenebileceği normal standartlara uygun küçük oda şeklinde yapılmaktadır. Bu tip mutfaklarda yukarda sayılan kısımlardan başka, ocağın üzerinde ve yemeklerden çıkan buhar ve yemek kokularının mutfak içerisine yayılmasını önleyecek davlumbaz, vantilatör, yiyeceklerin pişirilmeye hazırlanması için kullanılan küçük masa ile, mutfağı devamlı havalandırmaya yarayan küçük pencereler bulunur.
Mutfak, ev hanımlarının hayâtının önemli bir bölümünün geçtiği yerdir. Bu bakımdan evlerdeki mutfakların diğer odaları gibi temiz düzenli ve zevke göre döşenmesi, evin güzelliğini arttırır. Ev hanımının zevkle yemek yapmasını sağlar ve zaman kaybını önler.
Düzenli mutfak nasıl olmalı? Kullanılan günlük mutfak eşyâlarının açıkta durmaları doğru olmadığı gibi, sağlık bakımından da zararlıdır. Bu kaplar duvarlara sâbit bir şekilde yerleştirilmiş ağzı kapalı dolaplara muntazam bir şekilde konmalı ve dizilmelidir. Dolaplar devamlı temiz tutulmalı, havalandırılması ihmâl edilmemelidir. Mutfak çiçekli ve güzel resimlerle süslenmeli, zemini taş olan mutfaklar kilim veya hasırla döşenmeli, çöp tenekelerinin kapalı yerlerde ve ağzı açık olmamasına dikkat edilmelidir.
Mutfağın ferah, temiz ve aydınlıklı olduğu kadar duvarların boyası da çok önemlidir. Güneş gören mutfaklar, limon sarısı, açık mavi, açık kurşuni veya yeşil badana ve boyayla, Kuzeye bakan ve güneşi az olan mutfaklarda beyaz badana, kahverengi ile sarı karışım renklerin kullanılması idealdir. Mutfaklarda genelde beyaz ve kireç badana kullanılması tercih edilir.
Mutfağın ışıklandırılması da çok önemlidir. Orada çalışırken ışık yandan gelmeli, önden gelen ışıklar ve çıplak elektrik ışığı gözleri bozduğu gibi, yapılan işlerin de iyi görülmesini zorlaştırır.
Mutfağın temizlik yönünden düzenli olması gereklidir. Fırın ve ocaklar her yemekten sonra muntazam olarak temizlenmelidir.
(Bkz. Saâdet)
Alm. Almohaden (pl), Fr. Almohades (pl.), İng. Almohades. On ikinci ve on üçüncü asırlarda, Endülüs, Fas ve Tunus’a kadar bütün batı Müslüman ülkelerine hâkim olan hânedân. Muvahhidîn hânedânının kurulmasını Mesmuda Berberî kabîlesinden İbn-i Tûmart sağladı. İbn-i Tûmart, doğudaki İslâm ülkelerini gezerek, tahsil gördü. Bâzı hâl ve hareketlerinde ifrâd sâhibi idi. Ehl-i sünnet âlimlerini reddetti. Murâbıtlar sultânı Ebü’l-Hasan Ali bin Tafşin, İbn-i Tûmart’ı Merrakeş’ten uzaklaştırdı. İbn-i Tûmart, çok sarp bir mevkî olan Tinmel’e kaçıp, burasını merkez üssü hâline getirerek taraftar topladı. İslâmın temel kaynaklarının bir kısmını kabul etmeyip, Abbâsî halîfeliği aleyhinde propaganda yaptı. Kendi sapık fikirlerine inananların ileri gelenlerinden idârede söz sâhibi meclisler teşkil etti. Bunlara; Onlar, elliler, ve yetmişler meclisi dedi. Bunlardan sonra ulemâya, devletin kuruluşunda müessir olan kabîle reisleri ve halkın ileri gelenlerine yetkiler verdi. Makâm, mevki dağıtarak çevresini kandırdı. Bir şecere uydurup hazret-i Ali soyundan olduğunu iddiâ etti. Hazret-i Mehdî’nin yakın bir zamanda geleceğinden bahsedip sonraki plânları için hazırlıklar yaptı. Bir müddet sonra vaziyeti müsâit bulup beklenen Mehdî’nin kendisi olduğunu iddiâ etti.şeytânî zekâsı ve güçlü çenesi ile çevresindeki câhil Berberîleri kandırdı ve tesiri altına aldı. Zekî ve gayretli bir genç olduğunu keşfettiği Abdülmü’min’i ilim için doğuya gitmekten vazgeçirip kendi sapık fikirleriyle yetiştirdi. Onu, topladığı fedâilere kumandan tâyin etti. İlme ve ilim sâhiplerine karşı savaş açtı. Kuzeybatı Afrika ve Endülüs’te yaygın olan Mâlikî mezhebi ve mensuplarına saldırdı. Taraftarlarına Muvahhidîn dedi. Kuzey-batı Afrika ve Endülüs’e hâkim olan Murâbıtlara karşı silâhlı mücâdeleye başladı (1123). Abdülmü’min kumandasındaki ordusunu Murâbıtların başşehri Merrakeş üzerine gönderdi. 1130’da İbn-i Tûmart ölünce, halîfesi ve kumandanı Abdülmü’min, Muvahhidlerin reîsi oldu. Emîr-ül-müminîn ünvânını aldı. Saltanatı âilesine mirâs bıraktı.
Abdülmü’min’in reisliğindeki Muvahhidler, Tunus ve Fas’ı zaptedip, 1161 senesinde İspanya’ya geçtiler. İşbiliyye’yi başşehir yaptılar. Endülüs’deki sünnî Müslümanların tepkisini, Şiî Fâtımîler ve Hıristiyanlarla ittifâk kurarak bastırdılar. Abdülmü’min, 1163 senesinde, İspanya’ya sefer hazırlığı yaparken hastalanarak ölünce, tahta, oğlu Muhammed geçti. Ancak kırk beş gün sonra indirilerek yerine kardeşi Ebû Yâkub Yûsuf geçti. İbn-i Rüşd ve İbn-i Tufeyl gibi felsefecilerin bozuk fikirlerini ve İbn-i Tûmart’ın sapıklıklarını benimsemiş olan Ebû Yâkub zamânında, Belensiya emîri Muhammed bin Sa’d yeniden ayaklandı. Bunun üzerine Ebû Yâkub, İspanya’ya sefere çıktı. Muhammed bin Sa’d donanması ile Majorka Adasına kaçtı. İbn-i Sa’d’ın oğulları, Muvahhidlerle anlaşarak ellerindeki bölgeleri teslim ettiler. Böylece 1172 senesinde Muvahhidler, bütün Endülüs’e hâkim oldular. Bundan sonra Hıristiyanlarla harp, zaman zaman yapılan saldırılarla devâm etti. Ebû Yâkub, otuz yedi vâlinin komutan olarak katıldığı büyük bir ordu hazırlayarak 1184 senesinde Portekiz’e sefer düzenledi fakat, Portekiz’in Santarem şehri önünde ölünce, yerine Ebû Yûsuf geçti. Ebû Yûsuf, ordusu ile derhâl Merrakeş’e döndü.
Muvahhidlerin idâresinden memnun olmayanlar, Ali bin Raniye’nin etrâfında toplandılar. Ali bin Raniye, birbirini tâkip eden akınlarla Muvahhidlerin gücünü zayıflattı. Bu hareketler, 1188 senesine kadar sürdü. Şiî Fâtımîlerden de yardım alan Ebû Yûsuf, 1189 senesinde Murâbıtları kesin bir mağlûbiyete uğratarak, ortadan kaldırdı. Bütün Muvahhidîn hükümdârları gibi Ehl-i sünnet düşmanı olan Ebû Yûsuf, yaptığı bütün çalışmalara rağmen, Mâlikî mezhebinin halk arasında yaygın olarak tatbik edilmesini bir türlü hazmedemiyordu. Bu yüzden fırsat buldukça Ehl-i sünnet kitaplarını toplatıp meydanlarda yaktırırdı. Murâbıtları ortadan kaldırdıktan sonra 1190 senesinde, İspanya’da yeni saldırılar başlatan Hıristiyan krallıklara karşı sefer düzenledi. Birçok müstahkem mevkii ele geçirdi.Kastilyalı Sekizinci Alfonso’nun isteği üzerine antlaşma imzâlandı. Ebû Yûsuf, 1199 senesinde Merrakeş’te öldüğü zaman, devletin iç ve dış işleri henüz tam olarak hâlledilmemişti. Ebû Yûsuf’un yerine Muhammed Nâsır geçti. Müslümanların birliğini bozan, Ehl-i sünnet Müslümanlara hak tanımayıp, onlara her tarafta zulmeden Muvahhidler bu dönemden sonra İspanya’daki Hıristiyan hücumlarına karşı dayanamıyarak, devamlı gerilediler. 1212’de Avrupa Hıristiyanlarının müttefik ordusuna karşı Las Navas de Tolas’da uğradıkları mağlûbiyet, Endülüs’ten büsbütün çekilmelerine sebep oldu. Kuzey Afrika’daki hâkimiyetleri de; Abdülvâdiler, Hafsîler ve Merînîler tarafından sarsılmaya başladı. Tlemsan’da 1236 senesinde Abdülvâdi hânedânlığı kuruldu. Tunus ve Cezâyir de Hafsîler hânedânının eline geçti. Merrakeş’in 1269’da Merînîlerin eline geçmesinden sonra Muvahhidîn şeyh ve müridlerinin ortadan kaldırılmasıyla hânedâna son verildi.
Muvahhidler Devleti, kuruluşu îtibâriyle sapık bir ideoloji sâhibi olan İbn-i Hazm, İbn-i Rüşd ve İbn-i Tufeyl’in bozuk fikirlerini yaydıklarından, yıkılmaları, İslâm âleminin lehine oldu. Yoksa, sapık ideolojileri belki de din ve îmân hâlini alıp, insanlığın felâketine sebep olacaktı.
Kuzey Afrika’daki Berberî kabîlelerine dayanan Muvahhidler, hutbeyi halîfe adına değil, hükümdârları adına okurlardı. Devlet teşkilâtı ve idârede söz sâhibi; onlar, elliler, yetmişler meclisleriydi. Hükümdâra, en büyüğüne Hâcib denen on vezir yardımcı olurdu. Ordu umûmiyetle piyâde birliklerinden meydana gelirdi. Ordunun esâsı hassa kıt’alarına dayanırdı. Asker ihtiyâcı, Berberî kabîlelerinden seçilen gençlerden karşılanırdı. Kuvvetli bir donanmaya sâhiptiler. Sâhil şehirlerini kuşatmada, donanmalarından faydalanırlardı. Devletin gelirleri, harp ganîmetleri, haraç ile Afrika ve İspanya’da işletilen altın, gümüş mâdenlerinden sağlanırdı. Su kanallarına ve zirâate önem verip, yeni usûller uyguladılar. Zirâat, tabiî ilimler, tıp ve kimyâ ile sanat alanlarında ilerlediler. Muvahhid hükümdârları, Murâbıtlara düşman olduklarından, onların yaptırdığı eserleri yıktırarak, yeniden câmi, mektep, medrese ile idârî ve sosyal müesseseler inşâ ettirdiler. Stratejik mevkilere kaleler yaptırdılar. Bilhassa Abdülmü’min zamânında Merrakeş’te kurulan ve üç bin talebenin okuduğu medresede, İbn-i Tûmart’ın fikirleri doğrultusunda her sâhada hizmet gören memurlar yetiştirildi. İleri gelenlerin çocukları da, burada tahsil görürlerdi.
MUVAHHİDLER HÜKÜMDÂRLARI |
Saltanatı |
İbn-i Tûmart el-Mehdî |
? |
Abdülmü’min |
1130-1163 |
Birinci Ebû Yâkub Yûsuf |
1163-1184 |
Ebû Yûsuf Yâkub el-Mansûr |
1184-1199 |
Muhammed en-Nâsır |
1199-1214 |
İkinci Ebû Yâkub Yûsuf |
1214-1222 |
Birinci Abdülvâhid el-Mahlû |
1222-1224 |
Abdullah el-Âdil |
1224-1227 |
Yahyâ el-Mu’tasım |
1227-1229 |
Ebü’l-Alâ İdris el-Me’mûn |
1229-1232 |
İkinci Abdülvâhid er-Reşîd |
1232-1242 |
Ali es-Sa’îd el-Mu’tedid |
1242-1248 |
Ebû Hafs Ömer el-Murtaza |
1248-1266 |
Ebü’l-Ulâ el-Vâsık |
1266-1269 |
Namaz vakitlerini hesaplayan ve bunlarla ilgili âletleri kullanıp tâmir ve ayarını yapan kimse. Câmi ve mescitler, İslâmiyetin ilk zamanlarından beri ilim merkeziydiler. Burada namaz vakitleri dışında, bilenler tarafından halka çeşitli ilimler öğretilirdi. Medreselerin açılması ile ilim merkezleri buralara kaydıysa da önemini kaybettirmedi. Muvakkıt adı verilen memurlar, câminin hemen yanındaki muvakkithâne denilen yerlerde kalırlardı. Muvakkithâneler, küçük fakat buna mukâbil vaktin tâyini ve bulara âit âletlerin ayarı ile uğraştıkları için rasathâne gibi vazîfe yaparlardı. Bunlar, zamanlarında tatbikî olarak astronomi eğitimi yapılan birer okuldular. Astronomi ilminin ilerlemesine yardımcı olmuşlardır.
Muvakkit, inceleme, tetkik ve hesaplamada kullandığı usturlap, güneş saati, rubu’ tahtası, kıblenûma ve saat gibi âletleri kullanır, ayar ve tâmirlerini de çok iyi bilirlerdi.
Bugün radyo ve televizyonla belli zamanlarda saat ayarı verilerek bütün halkın saatlerinde berâberlik sağlanmaktadır. Zamanlardaki bu berâberliği, eskiden muvakkitler hesaplayıp îlân ederek sağlıyorlardı. Büyük şehirlerde herkesin görebileceği şekilde meydanlara konan saat kuleleri bu sebepten yapılmıştı. Ayrıca her gün gerekli hesaplamaların muvakkitler tarafından yapılarak akşam ezânının tam ezânî saate göre on iki de okunması, herkesin saatini ayarlamasına yardımcı olmaktaydı.
Alm. Banane (f), Fr. Banane (f), İng. Banana. Familyası: Muzgiller (Musaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Akdeniz bölgesi(Bilhassa Anamur, Alanya). Tropik ve subtropik bölgelerde yetişen veya yetiştirilen, ağaca benzeyen, 2-3 m boyunda, mor çiçekler açan, meyveleri lezzetli ve nişastaca zengin olan otsu bitkiler. Bitkinin yalancı gövdeleri, yapraklar kâidelerinden meydana gelmiştir. Gençken kapalı ve kıvrık olan yapraklar açılınca uzarlar ve yırtılırlar. Çiçek durumları büyüktür. Taban kısmında dişi çiçekler, daha üstte erdişi çiçekler, tepede erkek çiçekler bulunur. Ancak tabandaki çiçekler meyve verir. Muz meyveleri çekirdeksiz üzümde olduğu gibi dişi çiçeklerden döllenmeksizin meydana gelir. Meyveleri “hevenk” adını alan büyük salkımlar halindedir. Ağaçlarda bir hevenk üzerinde 50-100 kadar meyve bulunabilir. Muzlar olgunlaşmadan koparılır. Böylece bir müddet saklanabilmesi mümkün olur.
Muz ağaçları, tropikal bölgelerde serin ve rutubetli olan gölgeli yerleri severler. Muzun tropik bölgelerde yetiştirilen çeşitli türleri vardır. Bunlardan Musa paradisiaca ve Musa textilis en meşhurlarındandır.
Kullanıldığı yerler: Nişasta bakımından zengin olan meyveleri olgunlaştıktan (sarardıktan) sonra çiğ olarak yenir. Hindistan’da, muz yaprakları, kulübelerin üzerlerinin örtülmesinde, muz ağacının gövdesinden elde edilen lifler ise kâğıt yapımında ve dokumacılıkta ip imâlinde kullanılır. Fakat bu husustaki kullanış, pek fazla ticârî ehemmiyet taşımaz. Daha ziyade Filipinler’de yetişen Musa textilis türü, liflerinden en çok istifâde edilenidir. Bundan elde edilen lifler, “Manila keneviri” adıyla bilinir. Musa textilis’in yaprak kınlarından elde edilen lifler ince ve uzun olup, paketlemede kullanılır. Musa paradisiaca türünün meyveleri nişastaca çok zengindir. Çiğ olarak yenmeyen meyveleri, un imâlinde kullanılır.
Alm. musazeen, Bananengewächse (pl), Fr. Musacés (pl), İng. musaceae. Tropik ve suptropik bölgelerde yetişen, çoğunluk ağaca benzeyen büyük otsu bitkiler. Yaprakları saplı ve büyük, gövde yalancıdır. Gövde yaprak kınlarının sık bir şekilde birbirini tâkip etmesiyle meydana gelmiştir. Çiçekler erdişi veya tek eşeylidir, başak şeklinde durumlar teşkil ederler. Familyada 5 (beş) cins, 150 (yüz elli) kadar tür bulunur.
On dördüncü asırda, Güney İran’da hüküm süren hânedân. Şerâfeddîn Muzaffer tarafından kurulan hânedânın aslı, İslâm dînini yaymak için Arabistan Yarımadasından gelip Horasan’a yerleşenlere dayanır. Şerâfeddîn Muzaffer’in cesâreti ve muhâripliği, İlhanlı Sultanı Gazan Hanın dikkatini çekti ve kendisine, Emîr-i Hezârâ rütbesini verdi. 1294 senesinde Yezd civârındaki Meymûd şehri vâliliğine getirildi. 1303’te Kirmanşâh ve Herat ileMerv’den Abaşkuh’a kadar olan yolların emniyetini sağlamakla vazîfelendirildi. Bu görevi sırasında bölgeyi râfızîlerden temizledi.
Şerâfeddîn Muzaffer 1314 senesinde vefât edince on üç yaşındaki oğlu Mübârizüddîn Muhammed, İlhanlı sarayına alındı. İyi bir eğitim gördükten sonra Meymûd’a döndü. İki sene sonra Yezd şehrini ele geçirdi. Bir süre sonra Sîstân ahâlisi ayaklandı. Muhammed, ayaklananların başı Nevrûz’u mağlûp edip öldürdü. Âsiler tekrâr toplanarak Mübârizüddîn Muhammed’e saldırdılar. Mübârizüddîn âsilerin mukâvemetini kırabilmek için yirmi bir sefer yapmak mecbûriyetinde kaldı. İlhanlı Sultânı Ebû Saîd’in ölümünden sonra, ülke topraklarında büyük karışıklıklar çıktı. Mübârizüddîn, uzun mücâdeleden sonra, Kirmanşâh’ı fethederek hudutlarını genişletti. Mısır’daki Abbâsî halîfesine sadâkatini arz etti. İsfehan’ı aldı 1356 senesine kadar bütün Irak ve Fars’ın hâkimi oldu. Kâdı Adûdüddîn Îcî gibi büyük âlimler onun zamânında yaşadı. Oğlu Şâh Şücâ’ın, Kâdı Adûdüddîn Îcî’nin ilminden istifâde etmesini temin etti. İdâreciliği, kahramanlığı ve Ehl-i sünnete hizmetleriyle tanınan Mübârizüddîn, 1358 senesinde vefât etti.
Mübârizüddîn’in yerine oğlu Şâh Şücâ’ geçti. Şâh Şücâ’, tahta geçer geçmez, İsfehan vâlisi olan kardeşi Mahmûd ile mücâdeleye girdi. Bu mücâdele Mahmûd’un ölümüne kadar sürdü. Mahmûd, tahtı ele geçirmek için Muzafferîlerin eskiden beri düşmanı olan Celâyirlilerin yardımını sağlamaya çalıştı. İsfehan’ı ele geçiren Şâh Şüca’, Celâyirliler’den Hüseyin bin Üveys’e karşı Âzerbaycan’a bir sefer düzenledi. Tîmûr Hanın İran bölgesine ulaşması üzerine itâatini arzetti. Şah Şücâ’ın vefâtından sonra yerine geçenler devletin birliğini bozdular. Ülke toprakları 1393’te Tîmûr Hanın eline geçti.
(Bkz. Ef’al-i Mükellefîn)
İslâm dîninin kıymet verdiği geceler. Bütün insanların ve âlemin yaratıcısı Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki duâ ve tövbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine yâni imsak vaktine kadar olan zamandır. Yalnız Arefe ve üç kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece bu günleri tâkip eden gecelerdir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem zamânından beri Müslümanlar, kandil gecelerinde kazâ namazları kılarlar, Kur’ân-ı kerîm okurlar, duâ ve tövbe ederler, büyükleri ziyâret ederler, fakir fukarâya sadaka vererek onları sevindirirlerdi. Hiçbir zaman bu geceler, eğlencelerin yapıldığı, İslâm dîninde bulunmayan şeylerin âdet hâline getirildiği geceler olmamıştır. Günümüzde de kandil denince Allahü teâlâya boyun büküp ibâdetlerin ve duâların yapıldığı, Müslümanların birbirlerini tebrik ettikleri, hâli vakti yerinde olanların sadaka dağıttıkları günler ve geceler akla gelir.
Mevlid gecesi: Arabî aylardan olan Rebîulevvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gecedir. Dünyâdaki bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu gecedir. (Bkz. Mevlid Gecesi)
Berât gecesi: Şâban ayının on dördüncü günü ile on beşinci günü arasındaki gecedir. Peygamberimiz bu gece çok ibâdet ve duâ ederdi. (Bkz. Berât Gecesi)
Mîrac gecesi: Receb ayının yirmi yedinci gecesidir. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem beden ile göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü, bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan bir şekilde Allahü teâlâ ile görüştüğü bir gecedir. Bunun böyle olduğu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle sâbittir. (Bkz. Mîrâc Gecesi)
Regâib gecesi: Receb ayının ilk Cumâ gecesine Regâib gecesi denir. Regâib, ihsanlar, ikrâmlar demektir. Çeşidli hadîs-i şerîflerle Peygamberimizin övdüğü mübârek bir gecedir. (Bkz. Regâib Gecesi)
Kadir gecesi: Ramazân-ı şerîf ayı içinde bulunan bir gecedir. İmâm-ı Şâfiî, on yedinci, İmâm-ı Azam yirmi yedinci gecesi olması çok vâki olur dedi. Kur’ân-ı kerîmde medh edilen en kıymetli gecedir. Kur’ân-ı kerîm Resûlullah efendimize bu gece gelmeye başladı.
Arefe gecesi: Kurban bayramının birinci günü ile Arefe arasındaki gecedir. Zilhicce ayının dokuzuncu ve onuncu günleri arasındaki gecedir.
Kurban geceleri: Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinden sonraki gecelerdir. Bu üç güne “eyyâm-ı nahr” denir.
Muharrem gecesi: Muharrem ayının birinci gecesi Müslümanların yılbaşı gecesidir. Muharrem ayı, İslâm takviminin birinci ayıdır. Bu ayın birinci günü Müslümanların yeni yılının, yâni hicri yılın birinci günüdür. Hıristiyanlar bozulmuş olan kendi dinlerinin îcâbı, kendi yılbaşılarının birinci gününde akla gelmedik rezâletleri işleyerek eğlendiklerini ifâde etmektedirler. Müslümanlar ise kendi yılbaşıları olan bir Muharremde bayram gibi temiz giyinerek âlimleri, büyükleri, akrabâyı evlerinde ziyâret edip duâlarını alırlar. Fakirlere sadaka verirler yeni yılın bütün insanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler.
Aşûre gecesi: Muharrem ayının onuncu gecesidir. Muharrem ayı Kur’ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. Aşûre, bu ayın en kıymetli gecesidir. (Bkz. Aşûre Gecesi)
Mübârek gecelerden Mevlid, Berat, Mîrac, Regâib gecelerine kandil geceleri adı verilir. Mübârek gecelerle ilgili olarak Peygamber efendimiz buyurdular ki:
Berât gecesini ganîmet, fırsat biliniz! Çünkü, belli bir gecedir. Şâbanın on beşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyük ise de hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibâdet yapınız. Yoksa, kıyâmet günü pişman olursunuz!
Recebin ilk Cumâ gecesini ihyâ edene Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez: Fâiz alan veya veren, Müslümanları aşağı gören, anasına babasına eziyet eden, karşı gelen çocuk, Müslüman olan ve dîne uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve çalgıcılığı sanat edinenler, livâta ve zinâ edenler, beş vakit namazı kılmayanlar.
Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe, red olmaz. Fıtr ve kurban bayramının birinci geceleri, Şâbanın on beşinci (Berât) gecesi ve Arefe gecesi.
Allahü teâlâ ibâdetler içinde, Zilhicce’nin ilk on gününde yapılanları daha çok sever. Bu günlerde tutulan bir gün oruca, bir senelik oruç (nâfile oruç) sevâbı verilir. Gecelerinde kılınan namaz Kadir gecesinde kılınan namaz gibidir. Bu günlerde çok tesbih, tehlil ve tekbir ediniz!
Arefe gününe hürmet ediniz! Çünkü Arefe Allahü teâlânın kıymet verdiği bir gündür.
Arefe gecesi ibâdet edenler, Cehennemden âzâd olur.
Arefe günü oruç tutanların, iki senelik günahları affolur. Biri, geçmiş senenin, diğeri gelecek senenin günahıdır. (Arefe Zilhicce ayının dokuzuncu günüdür. Başka günlere Arefe denmez!)
Arefe günü bin İhlâs okuyanın bütün günahları affolur ve her duâsı kabul olur. Hepsini besmele ile okumalıdır.
MÜBÂREKDİKENİ (Cnicus benedictus)
Alm. Benediktenkraut (n), Fr. Chardon (m) benit, İng. Blessed Thistle. Familyası: Bileşikgiller (Compositae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Bütün Anadolu’da yetişmektedir. 50 cm boylarında, sarı çiçekli, tüylü, bir yıllık otsu bir bitki. Bitkinin gövdesindeki yapraklar sapsız, kenarları dişli ve dikenli, damarları belirgin, beyaz, yumuşak ve soluk yeşil renktedir. Şevketotu, Bostanotu gibi isimlerle de bilinir.
Kullanıldığı yerler: Bitki, tanen, acı maddeler ve uçucu yağ ihtivâ eder. İdrar arttırıcı, yatıştırıcı, tansiyon ve ateş düşürücü, iştah açıcıdır. Bitkinin çiçekli dallarından yapılan çay (% 5’lik) günde 1-2 bardak içilebilir.
Tâbîinin yâni Eshâb-ı kirâmı gören büyüklerin en meşhûr âlimlerinden. İsmi, Mücâhid bin Cebr, künyesi Ebü’l-Haccac’dır. Mahzûm kabilesine mensup olduğu için Mahzûmî nisbesiyle bilinir. 645 (H. 24) senesinde doğdu. 723 (H.104) senesinde namaz kıldığı bir sırada secdede iken Mekke’de vefât etti. Oraya defnedildi.
Tefsir, hadis, fıkıh ve kırâat ilimlerinde zamânının ileri gelen âlimlerinden olan Mücâhid bin Cebr’in en başta gelen hocası Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Abbâs’tır. Tefsir İlminde yüksek derece sâhibi olan ve tefsirde imâm olarak bilinen Mücâhid bin Cebr; Abdullah bin Abbas’tan tefsir, kırâat ve hadis ilmini öğrendi. Kırâat ilmini öğrenmek için İbn-i Abbâs’ın huzûrunda Kur’ân-ı kerîmi defâlarca hatmetti. Kur’ân-ı kerîmin her âyetinin tefsiri ve nüzûl (geliş) sebebi hakkında ayrı ayrı üçer defâ sorup îzâh etmek sûretiyle cevap aldı. Bu hususta kendisi şöyle buyurmuştur: “Ben Kur’ân-ı kerîmi otuz defâ İbn-i Abbâs hazretlerinin huzûrunda okudum. Her âyet-i okudukça, üzerinde durup îzâhını ve nüzûl sebebini sorup inceledim.”
Rivâyete dayanan ilk tefsir kitabını Mücâhid bin Cebr yazdı. Başta İbn-i Abbâs olmak üzere Abdullah bin Ömer, Ebû Hüreyre, Câbir bin Abdullah, hazret-i Ali, Sa’d bin Ebî Vakkas, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Amr, Rafî bin Hadic, Üseyd bin Zübeyr, Ebû Saîd-i Hudrî, Ümmü Seleme, Cüveyriye binti Hâris, hazret-i Âişe ve Ümmü Hânî’den (radıyallahü anhüm) hadîs-i şerîf rivâyet etti. Onun tefsire dâir rivâyetlerini kaleme alan Kâsım bin Ebi’l-Bez’dir. İbn-i Nüceyh, İbn-i Cerîr gibi âlimler de onun tefsirini rivâyet ettiler. Ayrıca kendisinden, Katâde bin Diâme, Hakem bin Uteybe, Amr bin Dinâr, Mansur el A’meş, Hammad binSüleymân ve daha çok sayıda âlim ondan ilim öğrendiler ve hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular.
İmâm-ı A’zâm veİmâm-ı Şafiî onun güvenilir bir âlim olduğunu belirttiler. Hadîs-i şerîf kitaplarının en başta geleni ve en kıymetlisi olan Sahîh-i Buhârî’de onun tefsirinden ve bildirdiği hadîs-i şerîflerden, çok sayıda rivâyetleri vardır. İbrâhim aleyhisselâmın öz babasının Târûh olup, putperest olan Azer’in ise üvey babası ve amcası olduğunu Abdullah İbn-i Abbâs’tan naklen senetleriyle bildirdi.
Mücâhid bin Cebr’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Dünyâda garip veya bir yolcu gibi ol. Kendini de ölmüş kabûl edip kabir ehlinden say.
Cebrâil aleyhisselâm bana komşuluk hakkıyla ilgili o kadar bahsetti ki, komşunun komşuya varis (mîrasçı) olacağını zannettim.
Dünyâ metâının (nîmetlerinin) en hayırlısı sâlihâ bir hanımdır.
Kıyâmet gününde insana dört şey sorulacaktır. Ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle nasıl amel ettiğinden, bedenini nerede yıprattığından ve malını nereden kazanıp nereye harcadığından.
Mücâhid bin Cebr rahmetullahi aleyh buyurdu ki:
Allah için birbirlerini seven Müslümanlar bir araya gelip güler yüz ve tatlı sözle konuştukları zaman, ağaçların kuruyan yapraklarının rüzgârda döküldüğü gibi günahları dökülür.
Bir mümin kalbini Allahü teâlâya bağlarsa, Allahü teâlâ insanları ona yardımcı kılar.
Ağzından çıkan her söz yazılır. Âhirette ona göre cezâ veya mükâfât görürsün.
Din kardeşinin gıybetini yapmanın keffareti, onu övmek ve ona hayır duâ etmektir.
Nefsini azîz eden dînini yıkar, nefsini zelîl eden kimse dînini aziz eder.
Asıl sabır musîbetin geldiği ilk anda yapılan sabırdır.
Unutulmuş olan din bilgilerini meydana çıkaran, dîni bid’at ve hurâfelerden (dinde sonradan ortaya çıkarılan şeylerden) temizleyen, dîni kuvvetlendiren. Müceddid lügatte yenileyici demektir.
İlk Peygamber hazret-i Âdem’den sonra, insanlara her bin senede yeni din getiren bir resûl (peygamber) gelir, evvelki dinde yapılan değişiklikleri bildirirdi. Her yüz senede ise bir nebî (peygamber) gelir, din sâhibi peygamberin getirdiği dîni değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Son peygamber Muhammed aleyhisselâm gelinceye kadar böyle devâm etti. O’nun getirdiği İslâmiyet son din oldu. Kur’ân-ı kerîmde Âl-i İmrân sûresi seksen beşinci âyetinde meâlen; “Muhammed’in (aleyhisselâm) getirdiğiİslâm dîninden başka din isteyenlerin dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabûl etmez. İslâm dînine arka çeviren, âhirette ziyan edecek, Cehenneme girecektir.” buyruldu.
İslâm dîni, kıyâmete kadar değiştirilmeyecektir ve yeni bir din de gönderilmeyecektir. Eski ümmetler zamânında, peygamberlerin yaptığı dîni kuvvetlendirme işini Ehl-i sünnet mezhebindeki derin âlimler yapacaklardır. Bu yüksek âlimler câhil halk tarafından Müslümanlar arasına sokulan hurâfeleri, bid’âtleri (dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan söz, yazı, usül ve işler), yanlış inançları ve işleri düzeltirler. Ehl-i sünnet inancına bağlı olan müctehidlerin, mezhep imâmlarının Eshâb-ı kirâmdan işiterek bildirmiş oldukları doğru bilgileri meydana çıkarırlar. Kendilerinden bir şey söylemezler. Bunların geleceğini ve İslâmiyete hizmet edeceklerini, hadîs-i şerîfler haber vermekte ve övmektedir.
Müceddid yeni bir din, inanç, ibâdet vs. getirmez. Dinde zamâna göre değişiklik, ekleme ve çıkarma yapmaz. Böyle yapanlar müceddid değil, reformcu veya felsefecidirler. Müceddid dîni aslı üzere anlatır, yayar.
İslâm dînini her asırda aslı üzere insanlara yeniden duyuran ve yayan çok müceddid gelmiştir. Peygamber efendimizin; “Benden sonra, her yüz senede bir âlim çıkar. Dinimi kuvvetlendirir.” ve “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.” hadîs-i şerîfleriyle bu müceddidler övüldü. İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî ve bunlar gibi mezhep imâmı olan mutlak müctehidler ve İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fâruk-i Serhendî ve her asırda gelen dört mezhepten birinde olan büyük âlimler ve ileride gelecek olan hazret-i Mehdî bu müceddidlerdendir.
Her asırda, yâni her yüz senenin başında gelen müceddidin alâmeti hadîs-i şerîfle açıklanmıştır. Kur’ân-ı kerîm’i ve hadîs-i şerîfleri kendi akılları, görüş ve düşünceleriyle açıklayıp, İslâm âlimlerinin kitaplarında bildirilen mânâları, doğru bilgileri kabûl etmeyen ve böylece Ehl-i sünnet mezhebinden ayrılanlara müceddid denmez. Bunlar bid’at ehli olup dalâlet fırkalarındandır, sapık yoldadır.
Müslüman görünerek, dîni islâh ediyoruz, ana kaynaklarını meydana çıkarıyoruz, ilk hâline getiriyoruz, gibi yaldızlı sözler söyleyerek, Kur’ân-ı kerîm’in ve hadîs-i şerîflerin doğru mânâlarını değiştirmeye, bozmaya çalışan kimselerin kendilerine müceddid demesi, İslâmiyeti yıkmak, hakîkî Müslümanları aldatmak, kandırmak içindir. Bunlar hakîkî İslâm âlimlerinin kıymetli kitaplarına bağlı olmayıp, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfleri işlerine geldiği gibi yorumlar. Bunlar müceddid değil, felsefeci ve dinde reformcudurlar. Yaptıkları iş toplumun düzenini bozmak ve millet birliğini parçalamaktır. Nitekim İngilizler Müslümanlardaki sünnî inanç birliğini yıkmak için Kâdıyânîlikten, Bahaîliğe kadar pekçok İslâm dışı yolların çıkmasında büyük rol oynamışlar ve gâyelerine ulaşmışlardır. Bugün bu durum yine batılı devletler ve Kilise tarafından desteklenmektedir.
İslâm âlimlerinin ve târihçilerin sözbirliğiyle bildirdiğine göre, ilk müceddid, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’tır (Bkz. Ebû Bekr-i Sıddîk). Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtlarından sonra, Arabistan Yarımadasında, mürted olanlara (İslâm dîninden ayrılanlara) büyük bir darbe vuran, yeni Müslümanlar arasında yayılmaya başlayan fitne ve fesâdı kaldıran ve İslâm birliğini sağlayan odur. Hicrî beşinci asrın müceddidi de Muhammed bin Muhammed Gazâli’dir (rahmetullahi aleyh). Yaşadığı asırda İslâm dînine yaptığı hizmeti ve yazdığı eserleri buna şâhittir. (Bkz. Gazâli)
Peygamber efendimizden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, bid’atlerden temizleyip asr-ı seâdetteki temiz hâline getirecek, İslâmiyetin zâhirî hükümleriyle tasavvuf bilgilerinde Peygamberimize tam vâris olan, âlim ve ârif bir zâtın gelmesi lâzım olmuştu. Çünkü insanların hallerinde çok değişiklikler meydana geldi. Birçok bid’atler ortaya çıktı. Peygamber efendimizden tam bin sene sonra İslâmiyeti ihyâ eden, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) olduğunda bütün âlimler ittifak ettiler (Bkz. İmâm-ı Rabbânî). En büyük âlim ve ârifler, onun hakkında“Müceddid-i elf-i sânî” yâni İkinci Bin Yılının Müceddidi ünvânını kullandılar. Mektûbât ve diğer eserleri bunu isbat etmektedir.
Bin yılda bir gelen müceddidler, yüz yılda gelenlerden üstündürler. Her asırda gelen müceddidin kim olduğunu, kendinden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri açıklamışlardır ve tasdik etmişlerdir. Hicretin dört yüz senesinden sonra, mutlak müctehid gelmediği gibi, bin dört yüz senesinden sonra da mürşid-i kâmil görülmez oldu. Mürşid-i kâmil olmayan evliyâ ve mutlak müctehid olmayan müceddidler, kıyâmete kadar yeryüzünde bulunacaktır. Bu müceddidler mürşid-i kâmillerin ve müctehidlerin kitaplarını her tarafa yayacaklar, unutulmuş olan hak yolunu, Ehl-i sünnet bilgilerini insanlara bildireceklerdir. Dünyâya yayılmış olan, bid’at sâhiplerinin, sahte tarîkatçıların, yollarını şaşırmışların ve fen ve din yobazlarının, yalanlarına, iftirâlarına cevap vereceklerdir. Bunların yazdıkları doğru kitapları bulup okuyanlar dünyâda ve âhirette saâdete kavuşacaklardır.