MUSTAFA HAN-2

Osmanlı pâdişâhlarının yirmi ikincisi ve İslâm halîfelerinin seksen yedincisi. Sultan Dördüncü Mehmed’in Râbia Gülnûş Sultandan oğlu olup 5 Haziran 1664’te İstanbul’da doğdu. Devrin âlimlerinden iyi bir tahsil gördü. Devlet idâresi ve harp oyunlarını öğrendi. Mahâretli bir okçu ve silahşördü.

İkinci Ahmed Hanın 6 Şubat 1695’te vefâtıyla tahta çıktı. Pâdişâh olduğunda, Osmanlı Devleti on iki yıldan beri Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venediklilerle harp ediyordu. Gayretli ve kahraman ruhlu bir hükümdar olan Sultan Mustafa Hân, tahta çıkışının üçüncü günü sadrâzama gönderdiği fermânda;

“Cenâb-ı Hak, bu âciz, bu günahkâr kuluna bir cihân pâdişâhlığı ihsân etti. Pâdişâhların hangisi zevk ve sefâya; kendi nefsinin râhatına düşmüş ise, eli altındaki memleketlerinin ve tebeasının huzûru ve râhatı kaçmıştır. Biz, bugünden zevki ve sefâyı kendimize haram kıldık. Düşmana karşı ceddim (Kânûnî) Sultan Süleymân gibi kendim sefere çıkmaya kat’î niyet ettim. Sizler ki vezîriâzamım, vüzerâ, ulemâ, vükelâ ve ocak ağalarısınız, cümleniz bir yere gelip, bu hatt-ı hümâyûnumu okuyup düşününüz, gazâya gitmem mi makbul, yoksa Edirne’de oturup, kalmamız mı münâsip? Din ve devlet ve halka hangisi faydalı, Allah için söyleşüp, doğruyu bana bildiriniz vesselâm...” buyurarak vazîfeye başladı. Bu Hatt-ı Hümâyûn devlet adamlarını, âlimleri, kumandanları, askerleri ve ahâliyi çok memnun edip coşturdu. Hocası Seyyid Feyzullah Efendiyi yanından ayırmayıp, sultanlığında da çok istifâde etti. Ordunun başında sefere karar verip, saltanatının ilk günlerinde sevindirici zaferler kazanıldı. 18 Şubat 1695’te Sakız Adasının Venedik İşgâlinden kurtarılmasını temin eden Koyun AdalarıZaferi kazanıldı.

Venediklilerin sekiz harp gemisi ve bir cephânesini zapt eden Koyun AdalarıZaferi kumandanlarından kalyonlar kaptanı Mezemorta Hüseyin Paşa, Kaptan-ı deryâlığa yükseltildi. Venediklilerin Sakız’a tekrar saldırmasıyla Mezemorta Hüseyin Paşa 15 Eylül 1695’te düşmanı çekilmeye mecbûr etti. Venedik, donanmasını tâkip edenHüseyin Paşa 18 Eylül 1695’te Midilli’nin Zeytinburnu açıklarındaki deniz muhârebesinde de parlak bir zafer kazanarak düşmanın on üç gemisini tahrip etti.

Sultan İkinci Mustafa Han, 30 Haziran 1695 târihinde Avusturyalıların işgâlindeki Macaristan’ı kurtarmak için ilk Avusturya seferine çıktı. Belgrad’da 9 Ağustos’ta topladığı Harp Divanında Janova-Lippa, Lugos ve havâlisinin işgalden kurtarılmasına karar verildi. 9 Eylül’de Lippa Kalesi feth edildi. 22 Eylül 1695’te Kırım Hanı Selim Giray’ın da iştirâk ettiği Lugos Muhârebesinde Osmanlı ordusu gâlip geldi. Lugos Zaferinden sonra Sultan Mustafa Han, sefer mevsimi geçtiğinden, 18 Kasım 1695’te İstanbul’a döndü.

Rus Çarı Deli Petro, Karadeniz’e inmek için Azak Kalesini üç aydan fazla kuşatmışsa da, muvaffak olamamıştı. 13 Ekim 1695’te elli bin ölü vererek Azak’tan çekilen Deli Petro, Kefe Beylerbeyi Mustafa Paşa ve Kırım Kalgayı Kaplan Giray’ın tâkibi sonucu daha da kayıp verdirilerek ateşli silahları zapt edildi. Azak yenilgisinin öcünü almak isteyen Deli Petro, Venedik, Avusturya, Hollanda ve Prusya’dan teknik eleman ve yardım olarak 1696’da kaleyi tekrar kuşattı. Azak Kalesini müdâfaa için bırakılan beş yüz kadar asker, Deli Petro’nun yüz binlik ordusuna karşı altmış dört gün dayanabildi. Yardıma gönderilen kuvetlerin zamânında yetişememesi üzerine Azak Kalesi 6 Ağustos 1696’da vire ile teslime mecbur oldu. Bu hal Sultan Mustafa Hanın ve bütün ülkenin büyük üzüntüsüne sebep oldu. Azak Kalesinin ikmâlini ihmâl eden ve yardıma memur edilip, zamânında yetişmeyen kumandanlar cezâlandırıldı. Kuban Nehri ağzına Açu’ya kale yaptırılarak, Moskof yayılmasını durdurma çâresi düşünüldü.

İkinci Avusturya Seferine 1696 baharında çıkan Sultan Mustafa Hân kumandasındaki Osmanlı ordusu, Saksonya Kralı Nalkıran Friedric ile General Heisler kumandasındaki düşman kuvvetleriyle 1696 yazında karşılaştı. 27 Ağustos 1696’da Olasch yakınlarında meydana gelen muhârebede şiddetli taarruzlar oldu. Düşman ordusu fazla dayanamayarak, yenildi. Tameşvar tekrar zaptolundu.

Muzaffer pâdişâh Avusturya’ya son ve kesin bir darbenin vurulması için yeni bir seferin lüzumuna inanıyordu. Ancak 17 Haziran 1697’de bu maksatla çıkılan sefer, sadrâzam Elmas Mehmed Paşa ile Tameşvar Muhâfızı Koca Câfer Paşanın Pâdişâh’ı yanlış yola sevketmeleri sonucu Zenta bozgununa sebep oldu. Savaşta Sadrâzam Elmas Mehmed Paşa ile on üç beylerbeyi ve binlerce asker şehit oldu. Sultan Mustafa Han süvâri kuvvetleriyle Tameşvar’a çekildi. Sadrazamlığa Amcazâde Hüseyin Paşayı getirdi.

Zenta bozgununun tesiriyle Osmanlı ordusunda disiplin kalmamıştı. Bundan faydalanan Avusturya kuvvetleri Sava Nehrini geçerek Bosna eyâletine kadar girdiler. Saray Bosna şehrine kadar olan sahalar tahrip edildi. Ancak Bosna beylerbeyliğine getirilen Daltaban Mustafa Paşa Bosna’da bulunan Avusturyalılara taarruz ederek onları memleketlerine kadar sürmeye muvaffak oldu.

Zenta Vak’ası Osmanlı devlet adamlarını sulha taraftar hâle getirdi. Avusturya da harbe taraftar olmadığı için İngiliz ve Flemenk (Hollanda) elçilerinin tavassut teklifi her iki devletçe de kabul edildi. Karlofça’da antlaşma görüşmeleri devâm ederken, Sultan Mustafa Han, hudut tecâvüzlerine karşı serdar tâyin edilen Sadrâzam Amcazâde Hüseyin Paşa kumandasındaki yüz bin Osmanlı ve otuz bin Kırım askerini Belgrad’a gönderdi. Akdeniz, Karadeniz ve Tuna donanmaları yeni gemilerle takviye edilerek, harekete hazır hâle getirildi. Semendre ve Belgrad önlerinde bekleyen Osmanlı ordusu, uzun süren görüşmeler üzerine Kasım 1698’de geri döndü. Uzun görüşmelerden sona Avusturya, Venedik ve Lehistan, 26 Aralık 1699’da Karlofça Antlaşmasını imzâladı. (Bkz. Karlofça Antlaşması)

Buna göre; Macaristan’la Erdel Avusturya’ya terk edilerek, Sava ve Unna nehirleri hudut kesildi. Mora, Dalmaçya ve Aya Mavri Adası Venediklilere Ukrayna ve Podolya Lehistan’a verildi. Rusya ile antlaşma 14 Temmuz 1700’de yapıldı. Azak Kalesi Ruslara bırakıldı.

Sultan Mustafa Han, Karlofça Antlaşmasından sonra askerî ve mâlî teşkilâtlarda ıslâhat hareketlerine girişti. Donanmada çektiri usûlünün kullanılması terk edilerek kalyon sistemine geçildi. Bahriyenin ıslahı ve ihtiyaçlarının giderilmesi için bir kânunnâme îlân edildi. Ancak bilhassa kapıkulu ocakları arasında yapılan ıslâhâtlar yeniçeri ve sipâhilerin hoşuna gitmedi. Bâzı devlet adamlarının tahrikiyle başlayan ayaklanma sonunda Sultan Mustafa Han 22 Ağustos 1703’te tahttan indirildi. Saraya geldiğinde kapıda kendisini feryâd ederek karşılayan Vâlide Sultanın elini öptükten sonra; “Kul beni tahttan indirmişler, yerime karındaşım Sultan Ahmed’i pâdişâh eylemişler. Allah mübârek eyleye, evlâtlarım kendisine Allah emâneti olsun.” sözleriyle kendisine ayrılan özel dâireye çekildi. Mustafa Han, hizmetleri ortadayken karşılaştığı bu durumdan dolayı çok müteessir oldu. İstiskâ hastalığından da muzdarip bulunan Sultan, nihâyet 20 Aralık 1703’te vefât etti. YeniCâmi yanında Vâlide Sultan Türbesine defnedildi. Babası Dördüncü Mehmed Han da bu türbededir.

Dokuz yıla yakın Osmanlı sultanlığı yapan İkinci Mustafa Han muktedir ve değerli bir pâdişâhtı. Orduların başında sefere giden son Osmanlı sultanıdır. Âlimlere ve hocasına karşı hürmeti çok fazlaydı. Edebiyâta meraklı olup Meftûnî veİkbâli mahlasıyla şiirler yazardı.

İkinci Mustafa Hanın devrinde devlet adamları ve âlimler kıymetli ilmî ve sosyal müesseseler yaptırmışlardır. Hocası Seyyid Feyzullah Efendi, Fâtih’te yaptırdığı medrese ile değerli ve nâdide kitapların toplandığı bir kütüphâne, Sadrâzam Amcazâde Hüseyin Paşa Saraçhâne’de bir medrese, kütüphâne ve çeşme, Sadrâzam Rami Mehmed Paşa Eyüp’te bir mektep ile çeşme, Dâmâd Ali Paşa bir kütüphâne yaptırmışlardır. Sultan Mustafa Hânın silâhtârı olan Çorlulu Ali Paşa tarafından tersâne içinde iki katlı câmi yapılmıştır. Mihrabı üstüne Kâbe taşı yerleştirilmiştir. İkinci Mustafa Hanın hanımı Sâliha Sultan, oğlu birinci Mahmûd Han zamânında Azapkapısı’nda sebil, çeşme, hamam ve mektep yaptırıp Arap Câmiini tâmir ettirerek genişletti. Câmide mevlid ve Kur’ân-ı kerîm okunmasını vakfiyesinde belirtmiştir.

MUSTAFA HAN-3

Yirmi altıncı Osmanlı sultanı. İslâm halîfelerinin doksan birincisidir. 28 Şubat 1717’de İstanbul’da doğdu. Babası Üçüncü Ahmed Han, annesi Mihrişâh Sultandır. Şehzâdeliğinde iyi bir eğitim ve öğretim gördü. Yüksek din ilimleri, edebiyât, târih, coğrafya, askerî bilgileri devrin meşhur âlimlerinden tahsil etti.

Üçüncü Mustafa Han, Üçüncü Osman Hanın vefâtıyla, 30 Ekim 1757’de hükümdâr oldu. Çalışkan ve azim sâhibiydi. Devlet işlerini iyi tâkip ederek, mâlî ve askerî sâhalarda ıslâhatlar yapmak istedi. Saltanatının ilk yılları sulh ve sükûn içinde geçti. İlk sadrâzamı Koca Râgıb Paşayı tahta çıkışından vefâtına kadar vazîfesinde tuttu. Avrupa devletleri arasında cereyân eden (1756-1763) “YediYıl Harbleri”nde müttefiklerden her biri Osmanlı Devletinin kendi safına katılmasını teklif etti. Prusya ve Fransa ittifaklarına katılmaları hâlinde, siyâsî, askerî ve mâlî vaadlerde bulundular. Teklifleri dikkatle tâkip eden Mustafa Han ve devlet adamları, ittifak sâhiplerinin menfaatkâr ve plânlı hareketlerini yerinde teşhis edip, onları ustalıkla oyaladılar. Süratle ordunun, donanmanın techizine ve yenilenmesine, mâliyenin iyice düzeltilip, takviyesine başlanıldı. Huduttaki Hotin, Bender ve Özü kaleleri ihtiyaten takviye kuvvetlerle tahkim edildi. İstanbul’da bulunan Baron de Tott, Tophâneyi tanzim etmekle vazifelendirildi. Baron de Tott, Tophâneyi ıslah ederek yeni toplar döktürdü. İstanbul ve Çanakkale boğazlarının tahkim ve müdâfaası için boğaz içindeki kalelerin plânlarının tanzimiyle Hasköy’de yeni bir top dökümhânesi yapılması, orduda kullanılan kayık köprü sisteminin tâdili ve top arabalarının yeni tertip üzere düzenlenmesi gibi yenilikler yapıldı. Üçüncü Mustafa Han yapılan işleri bizzat kontrol eder ve görürdü.

Avrupa’da Yedi Yıl Harpleri bitip, iki ayrı ittifaktan olmalarına rağmen, Prusya ve Rusya’nın anlaşmasıyla, Lehistan paylaşıldı. Rus işgâl ve zulmüne karşı hürriyet ve istiklâlin vazgeçilmez savunucusu Osmanlı Devletinden yardım isteyen Leh milliyetçileri (Polonezk) Osmanlı hudûdundan geçerek Balta’ya sığındılar. Bunları, Rus ordusunun tâkip etmesi ve tecâvüz ettikleri topraklarda Lehlilerle berâber Osmanlı ahâlisini de kılıçtan geçirip, kasabayı yakıp yıkmaları 18 Eylül 1739’da Belgrad’da kabul edilen süresiz Osmanlı-Avusturya-Rusya Antlaşmasının bozulmasına sebep oldu. Osmanlı Devletinin hükümranlık hakkını korumak, Rusya’nın Lehistan’a yerleşmesine engel olmak ve sahte beyânatlarla Lehistan işgâlini dünyâ kamu oyunda geçiştirmeye çalışıp dostu Kont Stanislaw Doniatowski vâsıtasıyla Balta da zulüm yaptıran Rus Çariçesi İkinci Katerina’ya haddini bildirmek için toplanan dîvanda Rusya’ya sefer için karar verildi. 8 Ekim 1768’de Rusya’ya savaş açıldı. Rusya’da bulunan Osmanlı ticâret heyetinin iâdesi için İstanbul’daki Rus sefiri Obreskoff Yedikule’de hapsedildi. Osmanlı Devletine tâbi Kırım Hanı Kırım-Giray’ın orduları 1769 Şubatında Güney Rusya’ya girerek Rusları yendi ve yüz binden çok esir alarak, döndü. Târihte ahlâksızlığı ile meşhur olan Çariçe Katerina Kırım-Giray Hanı, Bağçesaray şehrinde saray hekimi olan bir Rum doktoru vâsıtası ile zehirleterek öldürttü. 27 Mart 1769’da Serdar-ı ekrem vazîfesiyle Rus Seferine çıkan Sadrâzam Yağlıkçızâde Mehmed Emin Paşa, 1 Mayıs 1769’da ilk Hotin Zaferini kazandı.

Lehistan’ı himâye için girişilen savaşta Birinci Hotin Zaferinin ardından tekrar saldıran Ruslara karşı 12 Ağustos 1769’da Hotin’de ikinci bir zafer daha kazanıldı. Yağlıkçızâde’den sonra sadrâzamlığa getirilen Moldovanlı Ali Paşa, Rus Seferine serdar tâyin edildi. Ali Paşa, Turla Nehrinden orduyu geçirirken köprünün yıkılmasıyla büyük bir fâcia meydana geldi. Ayrıca Yeniçerilerin artan itâatsizliği ve muhârebelerden kaçması, ateşli silahların gereği gibi kullanılmamasından, Rus orduları Kırım Hanlığı topraklarına ve Romanya’ya girdi. 21 Eylül 1769’da Hotin Rusların işgâline uğradı. İngiltere ve Fransa’nın askerî yardım ve siyâsî desteğiyle, Baltık Denizinden gönderilen Rus Donanması Cebelitârık Boğazını geçerek Akdeniz’e girdi. Bununla, Çar Deli Petro(1682-1725) tarafından sistemleştirilen sıcak denizlere inme projesi Batıdan da destek ve yardım görmüş oldu. Bir Osmanlı Ülkesi olan Mora Yarımadasında ortodoksluğun hâmisi rolüyle slavlık propagandası yapan Rus donanmasındaki subaylar, Koron, Modon, Navarin, Patras, Anabolu, Tripoliçe, Kalamota ve Isparta’da âsi Rumlar ile işbirliğine girerek, buradaki Müslüman ahâliye müttefikleri Avrupa devletlerince de tepki gören vahşîce katliamlar yaptırdılar. Bunun üzerine Mora Serdarlığına tâyin edilen Kaptan-ı Deryâ Mandalzâde Hüsâmeddîn Paşanın Mora Çıkartmasıyla Rumlar geri çekilip, yetmiş bin kişilik Maynot-Rum ordusu, Tripoliçe’de 9 Nisan 1770’te bozuldu. Hüsâmeddîn Paşaya “Mora Fâtihi” ünvânı verilip, bölgedeki âsiler temizlendi. Ruslar geri çekildi.

Akdeniz’deki Rus donanması, Osmanlılar tarafından devamlı tâciz edildiyse de fırsatlardan istifâde eden Ruslar, İngiliz subaylarının da yardımı ile Çeşme limanındaki Osmanlı donanmasını yaktılar.

Osmanlı donanması yanarak imhâ olunca İngiliz amirali ve Rus donanma komutanı, Boğazları tehdit etmek istediler. Fakat tahkim ve müdâfaadan ürküp, cesâret edemediler. Çeşme fâciasından sonra, Tuna boyundaki Kartal Ovasında bulunan Osmanlı ordusu Yeniçerilerin itaatsizliği yüzünden 1 Ağustos 1770’te bozguna uğradı. 1771 yazında Kırım’ın işgâlinden başka General Tatloben idâresindeki Rus ordusu Ahıska bölgesinde bozguna uğrayıp, geri çekildi.

2 Ağustos 1771’de Özü (Kırım) 12 Eylül 1771’de Yerköyü (Romanya), 29 Haziran 1773’te Silistre (Romanya), 20 Ekim 1773’te Varna (Bulgaristan), zaferleri kazanıldı. Sultan Üçüncü Mustafa Han, beş yıldan beri devâm eden Rus Seferini netîcelendirmek için hazırlanırken, 21 Ocak 1774’te vefât etti. 1768-1774 Osmanlı-Rus Harbi, Birinci Abdülhamîd Han devrinde, zafer kazanılmasına bakılmaksızın, 21 Temmuz 1774’te imzâlanan Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla aleyhte netîcelendi. (Bkz. Küçük Kaynarca Antlaşması)

Üçüncü Mustafa Han devrinde, Osmanlı ülkesi içeride sulh ve sükûn içindeydi. 22 Mayıs 1766 İstanbul zelzelesinden başka tabiî âfet olmadı. Osmanlı Rus Harbi esnâsında, Mısır’da Kölemenli Cin Ali Beyin Suriye, Filistin ve Arabistan’daki isyânı, 1 Mayıs 1773’te Sâlihiyye’de mağlûbiyetiyle bastırıldı. Balkanlarda Rus yayılma siyâsetinde ortodoksluğun hâmisi rolüyle Mora’da Slavlık propagandası yapılıp, isyân çıkarıldı. Kısa zamanda bastırılıp, Osmanlı ordusunun 9 Nisan 1770 zaferiyle netîcelendirilerek, bölgede sulh ve sükûn sağlandı. Dış politikada, devletlerin büyük menfaatları karşılığı teklif ettikleri siyâsî ve askerî ittifaklar kabûl edilmedi. Osmanlı-Rus Harbinde de görüldüğü gibi ittifak tekliflerinin samîmiyetsizce ve menfaatkâr olduğu meydana çıktı. Lehistan (Polonya) milliyetçilerinin “Türk atları Vistül’de” sulanmadıkça Polonyalılara hürriyet yok.” sözü Osmanlılardan yardım istemelerinden kalmıştır.

Bütün Osmanlı sultanları gibi yüksek din ve fen ilimlerinde devrin en iyi hocalarından ders görerek yetiştirilen Üçüncü Mustafa Han, dindâr, âdil, çalışkan, azimli hamiyetli, metin, hassas ve ilme, âlimlere hürmetkârdı. Devrin âlimleri seviyesinde ilmi vardı. Güzel konuşur ve yazardı. “Cihângir” mahlasıyla yazdığı şiirleri vardır. Çok kitap okurdu. Dış ülkelerden yazılmış kitapları da getirtir, incelerdi. Doğu ve Batı kültürüne vâkıftı.

Yapılan icraatları bizzât yerinde kontrol ederdi. Askeri ve donanmayı teftiş etmeyi, tebdil gezmek, ata binmek, avlanmak ve gezi yapmayı severdi. Askerî, idarî ve mâlî birçok ıslahatlarda bulundu. Çok hayırseverdi. Âlimlere ve ahâliye cömertçe ihsânlarda bulunurdu. Süveyş’te kanal açmak, Sakarya Nehrini, Sapanca Gölü üzerinden İzmit Körfezine bağlamak gibi düşünceleri vardı.

Birçok hayır müessesesi, askerî ve sivil eser yaptırdı. Lâleli Câmii ve yanındaki türbesi, Çakmakçılar’da kendi adıyla bir câmi, Kadıköy’de İskele Câmii Paşabahçe’de İncirliköy Câmii, Üsküdar’da Ayazma Câmii ve zelzelelerde hasara uğraması üzerine yenilediği Fâtih Câmii, yaptırdığı eserlerden bâzılarıdır. 1773’te Deniz Harb Okulunun temelini teşkil eden Mühendishâne-i Bahr-i Hümâyûn ve teknik üniversite mâhiyetindeki Mühendishâne-i Berr-i Hümâyûn açıldı. Zamânında Tüfeklere süngü takıldı. Islahatçı bir hükümdâr olan Üçüncü Mustafa Hanın icraatlarını oğlu Üçüncü Selim Han (1789-1807) devâm ettirdi.

MUSTAFA HAN-4

Yirmi dokuzuncu Osmanlı Sultanı. İslâm halîfelerinin doksan dördüncüsüdür. Babası Birinci Abdülhamîd Han, annesi Âişe Sîneperver Vâlide Sultandır. İstanbul’da 8 Eylül 1779’da doğdu. Şehzâdeliğinde yüksek din ve fen bilgileri öğretilerek yetiştirildi. Amcası Sultan Selim Hanın ıslahat fikirlerine karşı çıkan bâzı devlet adamları yeniçerileri tahrik ettiler. Netîcede Kabakçı Mustafa’nın sevk ve idâresinde ayaklanan yamaklar Selim Hanı tahttan indirerek Şehzâde Mustafa’yı sultan îlân ettiler (29 Mayıs 1807).

Devlet idâresini ele geçiren âsiler, Nizâm-ı cedîd kuvvetlerini dağıttılar. İsyânın teşvikçisi Köse Mûsâ Paşa, Sultan Selim taraftarlarını birer birer ortadan kaldırdı. İstanbul’daki isyan, Rus cephesindeki ordunun disiplinini de bozdu. Orduda bulunan Selim Han taraftarları Ruscuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşanın yanına sığındılar. Bu hâdiseler üzerine Mustafa Han, Sadrâzam Hilmi Paşayı azlederek yerine ÇelebiMustafa Paşayı sadârete getirdi. Osmanlı ordusundaki bu karışıklıktan faydalanan Ruslar, Eflak ve Boğdan’da bâzı kaleleri ele geçirdiler. Ancak bu sırada Fransa İmparatoru Napoleon karşısında zor durumda kalmaları barış istemelerine sebep oldu. Rusya’nın Eflak, Boğdan ve diğer zaptettiği yerleri tahliye ederek çekilmesi şartıyla 20 Ağustos 1807’de mütâreke imzâlandı.

Dördüncü Mustafa Han, Rusya ile yapılan mütârekeden sonra İstanbul’da âsâyişi sağlayabilmek için harekete geçti. Bu sırada âsiler işi çığırından çıkararak halkın mallarını yağmalamaya, yeniçeriler de her işe karışmaya başlamışlardı. Mustafa Han, öncelikle âsilerin bir kısmını çeşitli bahâne ve vazîfelerle saraydan uzaklaştırdı. Ancak, zorbaları tamâmen sindirebilmek için büyük bir güce ihtiyâcı vardı. Bunun için Alemdâr Mustafa Paşanın İstanbul’a gelmesini istedi. Kendisine sâdık 16 bin kişilik kuvvetle harekete geçen Alemdâr, öncelikle Boğaz nâzırlığı yapmakta olan Kabakçı Mustafa’yı öldürttü. Kabakçı’nın öldürülmesi saray erkânı ve yeniçeriler arasında büyük telâşa sebep oldu. Daha sonra İstanbul’a giren Alemdâr, zorbaları ortadan kaldırmaya ve fesatçıları sürmeye başladı. Bu sırada Alemdâr’ın taraftarları Sultan Selim Hanı tekrar tahta çıkarmaları için tahrike başladılar. Onun bu niyetini sezen Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa kendisinden İstanbul’u terk etmesini istedi. Alemdâr Mustafa Paşa da bunun üzerine 28 Temmuz günü on beş bin kişiden fazla askeriyle Bâb-ı âliyi bastı. Sadrâzamdan mührünü aldı. Ancak Üçüncü Selim’in yeniden tahta çıkması hâlinde kendilerini öldürteceğinden korkan âsiler ve bâzı devlet adamları pâdişâhtan Üçüncü Selim ve Şehzâde Mahmûd’un öldürülmeleri için ferman çıkarttırdılar. Nitekim zorla saraya giren Alemdâr, Selim Hanın hançer darbeleriyle şehit edilmiş cesediyle karşılaştı. Hizmetkârlarının yardımı ile hayâtını kurtaran Şehzâde Mahmûd’u pâdişâh îlân etti (28 Temmuz 1808). Mustafa Han ise Topkapı Sarayına yerleştirildi.

Dördüncü Mustafa Han, 14/15 Kasım gecesi meydana gelen Alemdâr Mustafa Paşa Vak’ası sırasında yeniçerilerin saraya saldırmaları ve kendisini tekrar başa geçirmeye teşebbüs etmeleri üzerine İkinci Mahmûd Han taraftarlarınca öldürüldü (1808).

Mustafa Han, zekî ve tedbirli olmasına rağmen Üçüncü Selim Hanın tahttan indirilmesi netîcesinde tahta çıkarılmış olmasından dolayı isyancıların elinde kaldı. Yeniçerilerin tamâmının zorba bir güruh hâline gelmeleri sebebiyle eşkiyâyı bertaraf edecek bir kuvveti yanında bulamadı. Bu sebeple onların isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. Daha sonra âsileri sindirmek üzere çağırdığı Alemdâr Mustafa Paşanın Selim Hanı tekrar tahta geçirme teşebbüsü Mustafa Hanın aleyhte hareketine yol açtı. İkinci Mahmûd Hanın saltanatı döneminden ve ıslâhâtlarından memnun olmayan bâzı devlet adamları, yeniçerileri tahrik etmek sûretiyle kendilerine yakın gördükleri Dördüncü Mustafa’yı tekrar tahta geçirmek üzere harekete geçtiler. Bu durum netîcede Mustafa Hanın öldürülmesine yol açtı. Mustafa Hanın cenâzesi merâsimle kaldırılarak, Bahçe Kapısında babası Birinci Abdülhamîd’in türbesine defnedildi. Saltanat müddeti bir sene iki ay olup, vefât ettiğinde otuz yaşında idi.

MUSTAFA NÛRİ PAŞA

Osmanlı devlet adamı ve târihçisi. 1824 yılında İzmir’de doğan Mustafa Nûri Paşa, Müderris Mansûrizâde Mehmed Efendinin oğludur. Özel olarak yetiştirilerek Arapça ve Farsçayı çok iyi öğrendi. 1845’te Bursa vilâyet tahrîrât kâtipliğine girerek devlet hizmetlerinde çalışmaya başladı. Bir sene sonra İstanbul’a naklini yaptırarak memuriyet kademelerinde yükselmeye başladı. Dîvân-ı hümâyun büyükelçiliğiyle Deâvî Nezâretinde bulunduktan sonra, 1872’de Sadâret Müsteşârlığına getirildi. Daha sonra Defteri Hâkanî Emîni ve Vezir pâyesiyle 1882’de Maârif Nâzırı oldu. 1886’da Evkâf-ı Hümâyûn Nâzırı olunca, İstanbul’daki harap olmuş pekçok câmi, mescit, türbe, medrese, sebil, çeşme ve su yollarını tâmir ettirdi.

17 Ocak 1890 yılında vefât edince cenâzesi Süleymaniye Câmii haziresine defnedildi.

Mustafa Nûrî Paşa, Netâ’ic ül-Vukû’ât adlı dört ciltlik Osmanlı târihi ile tanınır. Zamânındaki târihlerin en kıymetlilerinden kabul edilen eserinin muhtelif târihlerde baskıları yapılmıştır.

MUSTAFA PAŞA (Kıbrıs Fâtihi)

(Bkz. Lala Mustafa Paşa)

MUSTAFA RÂKIM EFENDİ

Osmanlılar devrinde yetişen meşhur hattatlardan. Hattat Rakım Efendi diye de bilinir. Babası, Mustafa Kaptan’dır. 1757 (H.1171) senesinde Ünye’de doğdu. 1826 (H. 1241) senesinde İstanbul’da vefât etti.

Küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline başlayan ve medrese tahsili gören Mustafa Râkım Efendi, hattât (güzel yazı üstadı) olan ağabeyi İsmâil Zühdî Efendi gibi İstanbul’a geldi. Hüsn-i hat ve resme çalıştı. Hüsn-i hat tâlimlerini zamanın hat ustası Mehmed Râsim Efendinin talebelerinden Ahmed Hıfzı Efendi, Derviş Ali Efendi ve ağabeyi İsmâil Zühdî Efendiden aldı. Yazının her nev’inde, bilhassa celî sülüste mahâret kazandı. Genç yaşta hat icâzetini(diplomasını) aldı. Yine zamânın meşhur hat üstâdlarından Râtib Efendi, Mehmed Efendi ve Reşîd Efendide tâlim görerek hat sanatını ilerletti.

Reîsülküttâb Râtib Efendi aracılığı ile Sultan Üçüncü Selim Hana takdim edildi. Sultan Üçüncü Selim Han tarafından önce tasvîr-i hümâyûnun yapılması için, daha sonra da sikke-i hümâyûnun ressâmlığına ve tuğrây-ı hümâyûnun tanzimine memur edildi. Sultan Mahmûd’a şehzâdeliğinde hat hocalığı yaptı. Onun hocalığı sâyesinde Sultan İkinci Mahmûd Han hat sanatını çok güzel öğrendi ve pâdişahlar arasında önde gelen hattatlardan sayıldı.

Kendisine sırasıyla; müderrislik, İzmir, Edirne, Mekke-i mükerreme kâdılığı, 1233’te İstanbul, 1235’te Anadolu kazaskerliği pâyeleri verildi. 1238 yılında da Anadolu kazaskerliğine tâyin edildi. Hayâtının sonuna kadar himâye ve hüsn-i kabûl gördü.

Mustafa Râkım Efendi, hat sanatında önceleri hocası ve ağabeyi İsmâil Zühdî Efendinin yolunda yürüdü. Onun vefâtından sonra kendisine mahsus olan yazı üslûbu ile eser vermeye başladı. Târihler onun için “Celî hatta asrının yegânesiydi” ifâdesini kullanırlar.

Mustafa Râkım Efendi, gâyet güzel sülüs ve nesih yazılar yazdığı gibi, ta’lik hattıyla da yazmıştır. Uzun zaman yazdığı sülüs hattı varlığını; bir ekol olarak devâm ettirmiştir.

Mustafa Râkım Efendinin bıraktığı eserler arasında birçok mîmârî âbidelerle mezartaşı kitâbeleri, kıtalar ve türlü levhâlar vardır. Türk İslâm Eserleri Müzesinde çok latîf, hoş bir hilyesi (Hilye-i seâdet) vardır. Topkapı Sarayında SultanDördüncü Mustafa Han ve Sultan İkinci Mahmûd Han tuğraları devrinin süslemesiyle görülmektedir. Sultan İkinci Mahmûd Hanın annesi Nakş-ı Dil Sultan Türbesi kapılarında ve içinde bulunan kuşak yazılar Râkım Efendinin eserleridir. Ayrıca Tophâne’deki Nusretiye Câmiinin kuşak yazılarını, Fâtih Sultan Mehmed Hanın türbesindeki kitâbeyi ve içindeki yazıları, Gülhâne Parkı karşısındaki sokak içinde bulunan çeşmenin kitâbesini de o yazmıştır.

Mustafa Râkım Efendinin yazdığı yazılar âhenk içerisindeki harflerinin güzelliği ile gözlerden gönüllere ulvî ve tabiî bir zevk vermektedir. büyük hat üstâdı kazasker Mustafa İzzet Efendi, Mustafa Râkım Efendi hakkında; “Ne kadar cehd olunsa(uğraşılsa) da yazıda Râkım’ın derecesine varmak mümkin olmayacaktır” demekten kendini alamamıştır.

Hat sanatında erişilemeyecek bir dereceye ulaşan Hattat Mustafa Râkım Efendi, 23 Mart 1826 (H. 1241) târihinde İstanbul’da vefât etti. Vasiyeti üzerine FâtihKaragümrük’te Zincirlikuyu adı verilen yerde defnedildi. Sonradan hanımı Emine Hanım kabrinin üzerine bir türbe ve yanında da bir medrese yaptırdı. Mezar taşında kendi yazısıyla “1241 Ketebehü Mustafa Râkım” yazılıdır.

MUSTAFA SABRİ EFENDİ

Son devir Osmanlı âlimlerinden. Yüz yirmi yedinciOsmanlı şeyhülislâmı olan Mustafa Sabri Efendi. 1869 senesinde Tokat’ta doğdu. 1954’te Mısır’da vefât etti.

İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Kayseri’ye gidip, Kayseri Medresesinde Divrikli Hacı Emin Efendiden ilim öğrendi. Daha sonra İstanbul’a gelerek huzur dersleri mukarriri (pâdişâhın huzûrunda bir konuyu etraflıca anlatan) Ahmed Âsım Efendiden de ilim öğrenip icâzet (diploma) aldı.

1890 senesinde yapılan rüûs (dînî ilimlerde bir derece) imtihanını kazanarak, yirmi iki yaşında Fâtih Câmiinde ders vermeye başladı. Elliden fazla talebeye icâzet verdi. Beşiktaş Âsariye Câmii imâmlığı da yapan Mustafa Sabri Efendi, dördüncü rütbeden Osmânî ve Mecidî ilim nişanlarını aldı. 1900 yılında İkinci Abdülhamîd Hanın kitapçılığına getirildi, bir adet altın liyâkat madalyası ve dördüncü rütbeden Osmânî nişanı verildi. 1908’de Tokat mebusu seçildi. Bu aradaFâtih Câmii müderrisliği görevini de yürüttü.

İttihat ve Terakki Partisine karşı çıkıp, o zaman yayınlanan Beyân-ül Hak dergisinde baş yazar olarak yazılar yazdı. İttihat ve Terakki Partisine mensup olanların kendisini öldürme teşebbüsleri üzerine Romanya’ya giderek bir müddet orada kaldı. Daha sonra İstanbul’a dönüp Süleymâniye Medresesinde hadîs-i şerîf müderrisliği yaptı. 4 Mart 1919 târihinde şeyhülislâm oldu. Yedi ay süren bu vazîfesinden sonra görevden alındı. 1920 de yeniden şeyhülislâm olup iki ay daha bu vazîfede kaldı. 1922 yılında İstanbul’dan Kahire’ye giderek orada yerleşti ve Ezher Üniversitesinde müderrislik yaptı. Türkçe ve Arapça çeşitli eserler yazmıştır.

İlimde çok kuvvetli bir derecede olan Mustafa Sabri Efendi, Mısır’da Ezher Medresesinde bulunduğu sırada verdiği derslerde talebelere son derece faydalı oldu. Doğru yoldan ayrılarak kendi görüşüne göre sapık bir yol tutan Abduh ve ona aldananlarla yaptığı ilmi münâzaralarda, onların bozuk fikirlerini çürütürek sapıklıklarını ortaya koydu. Böylece birçok kimsenin bunlara aldanmasını önledi. Ehl-i sünnet îtikâdına saldıranların maskelerini indirdi. Mezhepsizlere karşı sağladığı başarıyı şöyle ifâde etmiştir: “Benim bu başarım hakkı müdâfaa etmiş olmamdandır.”

Mustafa Sabri Efendi Mevkıf-ul Akli vel İlmi adlı eserinde Abduh için şöyle demektedir: “Abduh’un tuttuğu bozuk yolun hülâsası şudur: Ehl-i sünnet îtikâdı üzere tedrisât yapmasıyla tanınmış olan Ezher Üniversitesini karıştırıp Ezherlilerin çoğunu adım adım dinsizlere yaklaştırmış, ama dinsizleri bir adım bile dîne, yaklaştırmamıştır. Hocası Cemâleddîn Efgânî vâsıtasıyla Ezher’e masonluğu sokan odur. Nitekim bir takım yanlış işlerin revaç bulması husûsunda Kasım Emînî’yi teşvik eden de odur...” (Bkz. Abduh)

Mes’eletü Tercemet-il-Kur’ân, Savm Risâlesi, El-Kavl-ül Fasl gibi birçok eseri vardır.

MUSTAFA SUBHİ

Türkiye Komünist Partisi (TKP) nin kurucusu ve ilk genel başkanı. 1883 senesinde Giresun’da doğdu. İlk öğrenimini Kudüs ve Şam’da, ortaöğrenimini Erzurum’da gördü. İstanbul Hukuk Mektebini bitirdikten sonra Fransa’ya gitti. Paris’te Siyasal Bilgiler Yüksek Okulunda toplumbilim ve ekonomi öğrenimi gördü. İstanbul’a döndükten sonra gazetecilik ve öğretmenlik yaptı. Önce İttihat ve Terakkiye girdi. Sonra, baskıcı tutumu yüzünden İttihât ve Terakki’ye muhâlefet etti. Ahmed Ferid (Tek) ve Yusuf Akçura’nın kurdukları Millî Meşrûtiyet Fırkasına girdi. Fırkanın yayın organı olan İfham Gazetesi’nde yazı yazdı ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Mahmûd Şevket Paşanın suikasd neticesinde öldürülmesinden sonra Sinop’a sürüldü. 1914’te birkaç arkadaşıyla birlikte Rusya’ya kaçtı. Siyâsî mültecî olarak bulunduğu Bakü’de Birinci Dünyâ Savaşına karşı çıkan yazılar yazdığı için, Çarlık idâresi tarafından Kaluga’daki esir kampına gönderildi, arkasından da Urallar’a sürüldü. Orada fikirlerini benimsediği Bolşevikler (Komünistler)le işbirliği yaptı. Ekim 1917 Bolşevik ihtilâlinden sonra Moskova’ya gitti. Tatar-Başkırt devrimcileriyle birlikte Yeni Dünya Gazetesi’ni çıkardı. Milliyetler Komiserliğine bağlı olarak kurulan Doğu Halkları Merkezi Bürosunun Türk Seksiyonu başkanlığını yaptı. Kırım’da, Türkistan’da, İdil-Ural bölgesinde, Odessa’da ve Âzerbaycan’da komünizmin yayılması için teşkilatçılık faâliyetlerini yürüttü. Âzerbaycan’ın Sovyetleştirilmesinden sonra Bakü’ye taşındı. Eylül 1920’de Üçüncü Enternasyonal’in Bakü’de düzenlediği Birinci Doğu Halkları Kurultayına katıldı. Burada yaptığı konuşmada; “Ayasofya Kubbesinde yükselen hilâlin bir gün yerinden koparılacağı ve orada bir daha hiç değişmemek üzere Kızıl Yıldızın parlayacağı”na dâir sözleri Rusya’daki Müslümanların infiâline sebep olmuştur.

10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan Türkiye Komünist Partisi (TKP) Birinci Kongresinde, sosyalistlerin birliğini sağlamaya yönelik faâliyetlerde bulundu. İstanbul’dan ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden gelen delegelerin de katıldığı kongrede TKP’nin başkanlığına seçildi. Mustafa Kemâl Paşa ile bir müddet mektuplaştı. 1920 yılı sonlarında, Türkiye Komünist Partisinin Anadolu’daki teşkilâtlanma çalışmalarını yürütmek için Ankara’ya gitmek üzere Bakü’den ayrıldı. 28 Aralık1920’de Kars’a geldi. Ankara’ya giderek Mustafa Kemal’le görüşmek istiyordu. Kars’tan Erzurum’a doğru yola çıkan Mustafa Subhi ve arkadaşları komünizme karşı olan Müslüman-Türk halkının protesto gösterileriyle karşılaştı. Erzurum’a giremeyen Mustafa Subhi ve arkadaşları Trabzon’a geçtiler. Gittikleri yerlerde muhâlefetle karşılaştıkları için motorla Batum’a oradan da Bakü’ye dönmek üzere Karadeniz’e açıldılar. Başka bir motorla arkalarından yetişen kayıkçılar kahyâsı Yahya’nın adamları tarafından 28/29 Ocak 1921’de on dört arkadaşıyla birlikte öldürülerek denize atıldı.

MUSUL MESELESİ

İstiklâl Savaşından sonra toplanan Lozan Konferansı sırasında Musul’un geleceğinin belirlenmesi husûsunda Türkiye ile İngiltere arasında ortaya çıkan ve üç yıl süren anlaşmazlık.

11 Ekim 1922’de imzâlanan Mudanya Mütârekesi sırasında İngiliz işgâli altında bulunan Musul’un durumu, Ocak 1923’te toplanan Lozan Konferansı sırasında önemli gündem maddelerinden biri olarak ele alındı. İsmet (İnönü) Paşa başkanlığındaki Türk heyeti Musul’un Türkiye’ye bırakılmasını, Lord Gürzon başkanlığındaki İngiliz heyetiyse var olan durumun korunarak Musul ve civârının İngiltere denetimindeki Irak sınırları içinde kalmasını ısrarla istediler. Türkiye ve İngiltere arasında meydana gelen bu anlaşmazlık sebebiyle Musul konusu Lozan Konferansı gündeminden çıkarıldı. Bu meselenin Türkiye ile İngiltere arasında yapılacak ikili görüşmelerle dokuz ay içinde çözüme bağlanması kararlaştırıldı. Lozan Antlaşmasının ilgili maddesi gereğince Türk-İngiliz görüşmeleri 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da başladı. Türk heyetinin bâzı tâvizleri kabul etmesi üzerine İngiliz heyeti Musul dışında başka yerlerin de İngiltere’ye bırakılmasını teklif etti. Bu teklifler sebebiyle anlaşmaya varılamadığı için İstanbul Konferansı 5 Haziran 1924’te dağıldı. Lozan Antlaşması hükümlerine göre ikili görüşmelerle halledilemeyen Musul Meselesi, Milletler Cemiyetine gönderildi. Milletler Cemiyetinde MusulMeselesiyle ilgili görüşmeler 20 Eylül 1924’te başladı.

Buradaki görüşmelerde Türk görüşlerini Fethi Bey (Okyar)açıkladı. Türkiye’nin Musul’da plebisit (halk oylaması) yapılmasından yana olduğunu belirtti. İngiltere ise bölge halkının oy vermeyle ilgili meseleleri bilmediğini ileri sürerek buna karşı çıktı. Cenevre’de görüşmeler devam ederken Musul bölgesinde İngiliz ve Türk askerî güçleri arasında yer yer çarpışmalar oldu. İngiltere 9 Ekim 1924’te bir ültimatom vererek Türk birliklerinin 48 saat içinde ültimatomda belirtilen sınırın gerisine çekilmesini istedi. Bunun üzerine Türkiye, Milletler Cemiyeti Meclisine başvurarak geçici bir sınır tesbitini istedi. Brüksel’de olağanüstü bir toplantı yapan Milletler Cemiyeti Meclisi geçici bir sınır tesbit etti. Teşkil edilen İnceleme Komisyonu Eylül 1925’te hazırladığı raporu Milletler Cemiyeti Meclisine sundu. Hiçbir araştırma yapılmadan peşin hükümle hazırlanan ve Musul halkının hiçbir tarafa katılmaksızın bağımsız kalmak istediği belirtilen raporda, Musul’un Irak’ın bir parçası sayılması ve 25 yıl süreyle İngiliz mandası altında kalması, Türkiye ile Irak arasındaki sınırın Brüksel’de tesbit edilen çizgi olması teklif edildi. Milletler Cemiyeti Meclisi 16 Aralık 1925’te İnceleme Komisyonunun tekliflerini tasdik eden bağlayıcı bir karar aldı. Daha sonra bu kararı temel kabul eden Türkiye, İngiltere ve Irak’la görüşmelere başladı. 5 Haziran 1926’da imzâlanan Ankara Antlaşması ile Musul Meselesi neticeye bağlandı. Antlaşmaya göre:Türkiye ile Irak arasındaki sınır Brüksel’de tesbit edilen sınır olacak, fakat Türkiye lehine bâzı küçük değişiklikler yapılacaktı. Musul üzerindeki haklarından vazgeçen Türkiye’ye 25 yıl süreyle Musul petrollerinden yüzde on pay verilecekti. Türkiye daha sonra 500.000 İngiliz sterlini karşılığında bu paydan da vaz geçti.

Birinci Dünyâ Savaşı ve İstiklâl Savaşı sonrasında savaşma gücünü büyük ölçüde kaybetmiş olan İngiltere’ye karşı tâvizkar bir tutum tâkip edilmiş, LozanKonferansı sırasında Musul Meselesi milletlerarası platformdan çıkarılmış, daha sonraki ikili görüşmeler sırasında İngiltere yeni tâvizler isteyerek görüşmeleri anlaşma zemininden uzaklaştırmış, Milletler Cemiyetine gönderilen Musul Meselesi oldu bittiye getirilmiş, tecrübesiz diplomatlarla sürdürülen temaslar sebebiyle cephede kazanılanların masada kaybedilmesi neticesinde, Musul Türkiye sınırları dışında kalmıştır.

MUSÛLÎ

(Bkz. Ammâr Mûsulî)