MUSÂHİPZÂDE CELÂL

Türk tiyatro ve oyun yazarı. Asıl adı Mahmûd Celâleddîn’dir. 1935’te çıkarılan Soyadı Kânunu gereğince Musâhipoğlu soyadını aldıysa da Musâhipzâde Celâl diye meşhur oldu. Babası Gazhâne Başkâtibi Musâhipzâde Ali Bey, annesi Fıtnat Ecibe Hanımdır. 31 Ağustos 1868’de İstanbul’da doğdu. İlk tahsilini Firûzağa Sıbyan Mektebinde gördü. Sonra Tophane’deki Feyziye Rüşdiyesini ve Süleymâniye Nümûne-i Terakkî İdâdîsini bitirdi. 1889’da Bâbıâli Tercüme Odasında kâtip olarak vazife aldı. Bu arada Hukuk Mektebine devam ettiyse de bitiremedi.

Tercüme Odasındaki memuriyeti sırasında tiyatroyla ilgilenmeye başladı. Çeşitli konaklarda çok defâ kendi aralarında arkadaşlarıyla ortaoyunları tertip etti. Pekçoğunda bizzat oynadı. Ermeni Mınakyan Tiyatrosunun temsillerini devamlı olarak tâkip edince oyun yazmaya karşı merakı arttı. Ahmed Vefik Paşanın Moliére çevirilerini inceledi. Sahne tekniği meseleleriyle derinlemesine ilgilendi. İlk eseri olan Köprülüler’i İkinci Meşrutiyetten sonra 1912 yılında 44 yaşındayken yazdı ve aynı yıl Mınakyan Tiyatrosunda sahnelendi. Bu piyesini, 1913’te İstanbul Efendisi, 1917’de Macun Hokkası, 1919’da Yedekçi, 1920’de Kaşıkçılar ve başka oyunları tâkip etti.

Çeşitli vazifelerde bulunduktan sonra Üsküdar Defterdarlığındaki vazifesinden 1923’te emekli oldu. Evkâf Müzesine girdi.Cumhûriyetin îlânından sonra daha çok imkanlara kavuşan Musâhipzâde Celâl tiyatro yazmaya devam etti. Arka arkaya târihî hiciv özelliğinde eserler kaleme aldı.

Hemen hemen bütün tiyatroları Dârülbedâyî’de ve İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynandı. Ayrıca çoğu bestelenip operet veya şarkılı komedi olarak sahneye konuldu. İstanbul Şehir Tiyatrolarında vazife alması ve oyunlarının basitliği, eserlerinin devamlı oynanmasına yol açtı. Böylece yaygın bir şöhret kazandı.

Musâhipzâde Celâl, güldürme gücünün ötesinde bir sanat değeri taşımayan eserlerinde, umûmî çizgisi îtibâriyle Şinâsî’nin açtığı yerli komedi çığırını devam ettirdi. Osmanlı Sarayının, bürokrasisinin, âile hayâtının, dînî müesseselerin, örf ve âdetlerin karikatürize edilmiş olan sahneleri, tiyatrolarının hemen hemen değişmez temasını teşkil etti. Osmanlı cemiyet hayâtını, temel dînî, târihî değerleri ve şahsiyetleri, hemen hemen hepsini yanlış ve münferit hâdiselere dayandırarak gülünç tavır, jest, kıyafet ve tiplerle sahneledi ve alay etti. Musâhipzâde Celâl, 18. yüzyıldaki bâzı idârî bozuklukları ve din sömürücülüğünü malzeme olarak kullandı. Bunları temelden bozuk göstererek Avrupa’nın töre komedisi geleneğine bağlı taşlama, yergi ve komedi unsurlarını kullanarak seyirci üzerinde duygu sömürüsünde bulundu. Dînî ve geleneksel değerlerle alay etmesi yüzünden, halkın tiyatroya karşı nefretini uyandırdı. Musâhipzâde Celâl’in tuttuğu bu yol; Türk tiyatro-sinema sahasında ve toplum hayâtımız üzerinde kapanması güç yaralar açtı. Kendi târihine, kültürüne, dînine ve geleneklerine düşman ve yabancı bir neslin yetişmesine sebep oldu.

Dil ve üslûp bakımından da edebî bir değeri olmayan Musâhipzâde Celâl’in eserleri dikkatsiz, aceleyle ve itinasız olarak kaleme alınmıştır. Bu eserlerde dilbilgisi hatâları ve cümle düşüklükleri pekçoktur.

Hayâtının son döneminde İstanbul Şehir Tiyatrosunun Kütüphânesinde vazife yapan Musâhipzâde Celâl’in (Son yıllarda yazdığı tiyatronun dışında) bir kitabı, önceki çalışmalarıyla kıyas edilirse, Osmanlı târihine daha objektif, hattâ daha bir sempatiyle yaklaştığını gösterir. Meselâ, 1946 senesinde yazdığı Eski İstanbul Hayâtı adlı hâtıra mâhiyetindeki kitabında Osmanlı örf ve âdetlerini kinden ve istihzâdan (alaydan) uzak bir kalemle dile getirmiştir. Üzerinde pek durulmamış ve unutulmaya bırakılmış bâzı Osmanlı örf ve âdetlerinin repertuvarı olan kitapta, Musahipzâde Celâl, bizzat yaşadığı veya büyüklerinden dinlediği son iki yüz yıllık Osmanlı âile, hayat, mektep, esnaf teşkilâtı ve âdetlerini günlük hayatın çeşitli tezâhürleri biçiminde işlemiştir.

13 Şubat 1952’de 40. sanat yılı jübilesi yapılan Musâhipzâde Celâl, 20 Ağustos 1959’da İstanbul’da öldü.

Eserleri:

Tiyatro türündeki eserleri şunlardır: Türk Kızı, Köprülüler, İstanbul Efendisi, Lâle Devri, Macun Hokkası, Yedekçi, Kaşıkçılar, Atlı Ases, Demirbaş Şarl, İtâat İlâmı, Moda Çılgınlıkları, Fermanlı Deli Hazretleri, Aynaroz Kadısı, Kafes Arkasında, Bir Kavuk Devrildi, Mum Söndü, Pazartesi... Perşembe, Gül ve Gönül, Balaban Ağa, Selmâ, Genç Osman.

1936’da iki ciltte toplanan 18 oyunundan geniş bölümler, Orhan Hançerlioğlu’nun incelemesiyle birlikte 1970’te Musahipzâde Celâl-Bütün Oyunları adıyla yayınlandı. Aynaroz Kadısı ve Bir Kavuk Devrildi oyunları İpek Film Şirketi tarafından sinemaya aktarıldı. 1958’de çıkan bir yangında Bir Kavuk Devrildi’nin filmi yandı. Hâtıra türündeki eseri ise “Eski İstanbul Hayâtı” adıyla neşredildi.

MUSAMMATLAR

(Bkz. Nazım Şekilleri)

MÛSEVÎLİK

Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına ve Kıbtîlere gönderdiği din. Bu dînin mukaddes (ilâhî) kitabı Tevrat’tır. Mûsâ aleyhisselâmdan Îsâ aleyhisselâma kadar gelen peygamberler Mûsevîlik dînini insanlara tebliğ ettiler. Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü nesh oldu, yâni yürürlükten kaldırıldı.

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma peygamberlik vazifesini bildirip, İsrâiloğullarını ve Mısır’ın yerli halkı olan Kıbtîleri hak dîne inanmaya ve Allahü teâlâya ibâdete dâvet etmesini emretti. Mûsâ aleyhisselâm mensûbu bulunduğu İsrâiloğullarını ve Kıptîleri hak dîne dâvet etti. İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmın dâvetini kabûl ettiler. Fakat Mısır’a hâkim olup insanları kendine taptıran ve Kıbtîlerin reisi olan Firavun ve ona tâbi olanlar Mûsevîliği kabul etmediler. Kıbtîler Mûsevîlik dînini kabûl etmedikleri gibi kabûl eden İsrâiloğullarına da zulüm ve işkence yaptılar. Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Mûsevîleri alarak Mısır’dan çıkardı. Böylece Firavun’un ve Kıbtîlerin zulmünden kurtardı.

Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti. İsrâiloğullarından bir kısmı hazret-i Mûsâ’nın İlâhî vahye dayanan bildirdiklerini bir türlü kavrayamadılar. Öküze tapanları görüp Mûsâ aleyhisselâma; “Biz de böyle tanrı isteriz!” dediler. Mûsa aleyhisselâm; “Allahü teâlâdan başka ilah yoktur. Allahü teâlâ sizi kurtardı!” dedi. Sonra Tih Çölüne düştüler. Yolu şaşırdılar. Aç ve susuz kaldılar. Mûsâ aleyhisselâma gelip pişman olduklarını bildirdiler ve Allahü teâlânın kendilerine nîmetler vermesi için duâ etmesini istediler. Mûsâ aleyhisselâmın duâsı üzerine Allahü teâlâ onlara gökten men (bıldırcın eti) ve selvâ (helva) indirdi. Mûsâ aleyhisselâm asâsıyla yere vurunca su çıktı. Men ve selvâyı yiyip, sudan içtiler. Bir müddet sonra hazret-i Mûsâ’ya gelip; “Biz helva ile etten bıktık. Bakla, soğan gibi şeyler isteriz!” dediler. Mûsâ aleyhisselâmı gücendirdiler. Bunun için kırk sene çölde kaldılar. Mûsâ aleyhisselâm kardeşi Hârûn aleyhisselâmı vekil bırakıp Tur Dağına gitti. Orada kırk gün ibâdet etti. Allahü teâlânın kelâmını işitti. Allahü teâlâ Tevrat kitâbını ve On Emr’in yazılı olduğu levhaları indirdi.

Mûsâ aleyhisselâm Tûr Dağındayken Sâmirî adında bir münâfık, herkesteki altınları, süs eşyâlarını toplayıp eriterek bunlardan bir buzağı heykeli yaptı; “Mûsâ’nın ilâhı budur. Buna tapınız!” dedi. Buzağı heykeline tapmaya başladılar. Hârun aleyhisselâmı dinlemediler. Mûsâ aleyhisselâm gelip onları bu halde görünce çok kızdı. Sâmirî’ye lânet etti. İsrâiloğullarından bir kısmı pişman olarak hazret-i Mûsâ’ya yalvardılar. Mûsâ aleyhisselâm Tevrât’ı ve On Emri tebliğ etti. Tevrât’a göre ibâdet etmeye başladılar. Sonra yine bozuldular.

Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler Mûsevîlik dîninin esaslarını anlattılar. Dâvûd aleyhisselâma gönderilen Zebûr kitabı Mûsevîlik dîninin hükmünü kaldırmadı. Hatta onu kuvvetlendirdi. Mûsâ aleyhisselâmın ve diğer peygamberlerin bildirdiği yoldan ayrılan İsrâiloğulları Tevrât’ı değiştirdiler. Mûsevîlik dîninin aslını bozdular. Allahü teâlâ onları cezâlandırmak için çeşitli azaplar gönderdi. Yaşadıkları beldeler düşman işgâline uğradı. İsrâiloğulları dağılıp perişan oldular. Kısmen bozulmuş olan Mûsevîlik zamanla asıl hüviyetini tamâmen kaybetti. İsrâiloğulları bozulmuş olan bu dîne Yahûdîlik adını verdiler. Daha sonra Talmud denilen din kitabı yazdılar.

Mûsevîlik dîninin hükmü Îsâ aleyhisselâm zamânına kadar devam etti. Îsâ aleyhisselâmın dîni Mûsevîliği nesh etti, yâni hükmünü kaldırdı. Bundan sonra Mûsevîlik dînine uymak câiz olmayıp Muhammed aleyhisselâmın dîni olan İslâmiyet gelinceye kadar Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat İsrâiloğullarının çoğu Îsâ aleyhisselama îmân etmeyip, Mûsevîliğin bozulmuş şekli olan Yahûdîliğe uymakta inat ve israr ettiler. Hazret-i Muhammed’in getirdiği İslâm dîni de Îsâ aleyhisselâma bildirilen Îsevîlik dîninin veİbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin hükümlerini kaldırdı. Bugün Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmek için bütün insanların İslâm dînine uymaları gerekmektedir. İslâm dîninin hükmü ise kıyâmete kadar sürecektir.

Bugün dünyâda Yahûdî olarak kalmış 15 milyon kadar insan olduğu, bunlar içinde hakikî Tevrât’a tâbi olan hiç kimse bulunmadığı milletlerarası bir istatistik olan “Britannica of the Year” almanağına göre bunların hepsinin dinlerinin müşterek olduğundan şüphe edildiği bildirilmiştir.

Mûsevîliğin hak kitabı olan Tevrât’ta Allahü teâlânın emir ve yasakları bildirilmiştir. Ayrıca Levhalar üzerinde yazılı olarak Mûsâ aleyhisselâma indirilen emirler kaynaklarda şöyle bildirilmiştir. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma hitâben buyurdu ki:

“Rahmân ve Rahîm olan Allahın ismiyle. Bu Melik ve Cebbar, Azîz ve Kahhâr olan Allah’tan, kulu ve resûlü Mûsâ bin İmran’a yazılmıştır. Beni tesbih ve takdîs et! Benden başka ibâdete lâyık olan ma’bûd yoktur. Yalnız bana ibâdet et! Bana hiçbir şeyi şerîk (ortak) koşma! Bana ve ana-babana şükret. Dönüş banadır. Âkıbet dönüp varılacak yer benim huzûrumdur. Sana temiz bir hayat veririm. Allah’ın sana haram ettiği hiç kimseyi öldürme. Yoksa göğü ve yeri sana dar ederim. İsmimle yalan yere yemin etme. Çünkü ben, ismimi tâzim etmeyeni temiz ve pâk etmem. Kulağınla duymadığın, gözünle görmediğin ve kalbinin vâkıf olmadığı şeye şâhitlik etme, çünkü ben, şâhitleri, kıyâmet günü, şâhitlikleri üzere durdururum ve yaptıklarından sorarım. İnsanlara verdiğim rızık ve nîmetlere haset etme. Çünkü hasetçi nîmetime düşmandır ve taksîmime râzı değildir. Zinâ ve hırsızlık etme. Yoksa vechimi (cemâlimi) senden perdelerim. Ettiğin duâlar makbul olmaz. Benden başkası için kurban kesme! Çünkü yeryüzünde kesilen kurbanlardan benim ismime kesilmiyenler, benim katıma çıkarılmaz. Bana inanan kullarım, komşunun hanımı ile zinâ etmesinler, çünkü katımda en kızdığım şey budur. Kendin için sevdiğini insanlar için de sev; sevmediğini, kendin için istemediğini onlar için de isteme.

Evâmir-i Aşere (On Emir) olarak meşhûr olan bu hususlar bugünkü Yahûdî kitaplarında şöyle yazılıdır:

1. Puta tapmayacaksın, tek Allah’ın varlığına inanacaksın.

2. Allah ismini hurmet ve muhabbetle zikredeceksin.

3. Altı gün çalışıp, yedinci gün dinleneceksin.

4. Kimsenin malını çalmayacaksın.

5. Adam öldürmeyeceksin.

6. Zinâ yapmayacaksın.

7. Anne ve babana hürmet, itâat edeceksin.

8. Yalan söylemeyeceksin.

9. Helâl yollardan olmayan, kazanmadığın parayı almayacaksın.

10. Haram olan kurbanı kesmeyeceksin.

Allahü teâlâ bu hususların hepsini İsrâ sûresinin 22-38. âyet-i kerîmelerinde ve Peygamber efendimiz de hadîs-i şerîfleriyle bildirmiştir.

MUSHAF

(Bkz. Kur’ân-ı kerîm)

MUSKA

Bâzı sıkıntı ve hastalıkları tedâvi etmek ve nazara karşı korunmak için, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilen âyetleri, duâları okumak, taşımak. Kur’ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîflerdeki duâlar yazılıp muska şeklinde de taşınabilir. Muska, Arapça bir kelime olup, aslı “mıska”dır. Doğru şekli “Nüsha”dır. Nüsha, lügatta yazılı şey mânâsınadır. Muska, âyet ve duâların bir kâğıda veya beze yazılıp, katlanarak, muşambaya veya buna benzer bir şeye sarılıp ve boyuna veya elbisenin uygun bir yerine asılır.

Peygamberimiz hastalıklardan tedâvi için, doktora gider, ilâç kullanırdı. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Hastalığınızı tedâvi ediniz! Çünkü Allahü teâlâ, ölümden başka her hastalık için devâ, ilâç yaratmıştır.”

Peygamberimiz hastalıklar için Kur’an-ı kerîm veya duâ okur, fen ile bulunan ilâçları kullanırdı. “Kur’ân-ı kerîmden şifâ beklemeyene şifâ nasip olmaz.” buyururdu.

Fâtiha sûresini okumanın, hastalıklara şifâ olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler, tefsir kitaplarında yazılıdır. Âyet-i kerîme ve duâ okumanın şifâ vermesi için şartlar vardır. Bu şartların gözetilmesi de lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması şarttır. Hastanın, zararlı olan gıdâlardan, şüpheli ilâçlardan perhiz etmesi, sıcaktan veya soğuktan sakınması, lüzumlu şeyleri yapması, haramdan, zulümden sakınması lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâyı unutarak, gafletle edilen duâ kabul olmaz.” buyruldu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz hasta olunca, Kur’ân-ı kerîmdeki Kul eûzüleri okuyup kendi üzerine üflerdi.

Âyet-i kerîme ile ve Resûlullah efendimizden gelen duâlarla muska yazmaya ve taşımaya Ta’viz denir. İslâm dîninde buna izin verilmiştir. İnanan, güvenen kimseye fayda verdiği tecrübe ile sâbittir. Hattâ böyle âyet ve duâların yazıldığı muskayı muşamba, naylon gibi su geçirmez şeylere sarılı olarak her zaman taşımaya izin verilmiştir. Mânâsı bilinmeyen veya dinden ayrılmaya sebep olan muskayı okumaya Efsûn denir. Bunu ve nazarlık denilen şeyleri kendi üzerinde taşımaya Temîme denir. Muhabbet (sevgi) hâsıl etmek için yapılan muskalara Tivele denir. Bir hadîs-i şerîfte; “Temîme ve Tivele şirktir (Allah’a ortak koşmaktır).” buyruldu.

Hakîkî Müslüman bâtıl inançlara inanmaz. Sihir, uğursuzluk, fal, efsun, Kur’ândan başka şeyler yazılı muska, kehânet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezarlara mum dikmeye, tel ve iplik bağlamaya ve kerâmet sâhibi olduğunu söyleyene ehemmiyet vermez. Bunların çoğu esâsen başka dinlerden bize aktarılmıştır. Bâzı din adamlarından kerâmet bekleyenlere büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh şöyle demektedir: “İnsanlar din adamlarından kerâmet beklerler. Bunların bâzılarının kerâmeti yoktur, ama diğerlerinden daha ziyâde Allah’a yakındır. Asıl kerâmet, İslâmiyeti iyi öğrenmek ve ona uygun yaşayabilmektir.”

Kur’ân-ı kerîmin hastalıklara şifâ olduğu İsrâ sûresi 82’nci âyetinde meâlen; “Biz Kur’ândan öyle âyetler indiriyoruz ki, müminler için bir şifâ ve rahmettir. Zâlimlerin ise (küfür ve yalanları sebebiyle) ancak hasârını, zarar-ziyânını arttırır.” buyurularak bildirilmiştir.

Hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki:

Ey Allah’ın kulları! İlâç kullanın!

Her hastalığın ilâcı vardır. Yalnız ölüme çâre yoktur.

İlâçların en iyisi Kur’ân-ı kerîmdir.

Allahü teâlânın bir nîmet vermesini ve bunun devamlı olmasını isteyen Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhı çok okusun!

MUSLİHUDDÎN EFENDİ (Dimitrofçalı)

On altıncı yüzyılda Rumeli’de yetişen evliyânın büyüklerinden. Sınır boylarında yaşıyarak Rumeli’de İslâmiyetin yayılması için gayret gösteren gâzî dervişlerdendir. Doğum yeri ve doğum târihi bilinmemektedir. 1575 (H.982) senesi Zilhicce ayının dokuzuncu, arefe günü Dimitrofça’da vefât etti. Kabri oradadır.

Küçük yaştan îtibâren ilim tahsil eden Muslihuddîn Efendi, ilim tahsilinden sonra memleketinde sanatla meşgul oldu. Bildiklerini insanlara anlatıp, yanlışlıkları düzeltmeye çalıştı. Garip ve kimsesizlere yardımda bulunup, herkese iyilik etti. Soğuk bir kış gününde kocası ölmüş olan bir kadınla yetim olan iki çocuğunun bir sıkıntısını gidermede yardımcı olduğu gece Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâsında gördü. Peygamber efendimiz tasavvuf yoluna yönelmesini işâret ettiler. Ertesi sabah gerekli yol hazırlığını yapıp, yanına bir arkadaş alarak Sünbül Sinân Efendinin halîfesi olan Saraylı Aynî Dede’nin yanına gitti. Yıllarca onun hizmetinde bulunup ilminden ve feyzinden istifâde etti. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Sofyalı Bâlî Efendiyi görmek için hocasından izin istedi. Ancak başka bir zâta gitmesine müsâde edildi. Hocasının bildirdiği zâta gitmek husûsunda istihâreye yattı. Rüyâda kendisine verilen mânevî işârete uyarak, arkadaşı ile birlikte gitmesi emr edilen zâtın bulunduğu Dimitrofça kasabasına gitti. Orada aradığı zâtı buldu fakat, o zat kısa bir müddet sonra Dimitrofça’dan ayrıldı. Bunun üzerine Dimitrofça’yı vatan edinip yerleşen Muslihuddîn Efendi, yıllarca orada kalıp insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşması için çalıştı.

Çevre kasaba ve köylerden gelen pekçok kimse onun hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Onu sevenler Velî Bey Câmii yakınında bir dergah inşa ettiler. Orada yüzlerce insan Muslihuddîn Efendinin ilim ve feyzinden istifâde etti. Kerâmetler sâhibi olan Muslihuddîn Efendinin duâları bereketiyle nice garibler ve dertliler dertlerinden kurtulup sıhhat ve âfiyete kavuştular. Yedilerin reisi olduğu da söylenen Muslihuddîn Efendiden pâdişahlar, paşalar, uç beyleri yardım isterler, o da gönlü cihâd aşkıyla yanan gâzilerin yardımına koşardı.

Kânûnî Sultan Süleymân Han Zigetvar Seferi esnâsında kaleyi kuşatınca Pertev Paşa da Küle Kalesini kuşatmıştı. Kaleyi top ateşine tuttuğu halde zafer müyesser olmamıştı. Muslihuddîn Efendi Dimitrofça’dan talebelerini toplayıp Küle’ye geldi. Onun yardımıyla kale fethedildi. Küle’nin fethinden sonra sevdikleriyle berâber pâdişâhla birlikte cihâd etmek üzere Zigetvar’a gitti. Kalenin feth edileceği müjdesini verip askeri coşturdu. Muslihuddîn Efendi Zigetvar’a vardıktan kısa bir müddet sonra hisar yanmaya başladı. Zigetvar kalesi feth olunup, İslâm sancağı kalenin burçlarında dalgalanmaya başladı.

Muslihuddîn Efendinin icâzet (diploma) verdiği talebelerin en meşhurları Temeşvarlı Veli Dede, Muslihuddîn Dede, Bâlî Dede, Hasan Hoca, Hüseyin Dede ve başka bir Hasan Hoca idi. Bu mübârek kimseler Temeşvar ve Belgrad gibi serhad boylarında gâzilere yardım ederler, ahâlinin Müslüman olması için gayret ederlerdi. Onlardan birinin varlığının asker tarafından hissedilmesi askerin cesâret ve mâneviyatının yükselmesine sebep olurdu.

Gazâlardan sonra ganîmet mallarından Muslihuddîn Efendiye ve talebelerine de gönderilir duâsı alınırdı. Vefâtından sonra da İslâm mücâhidlerinin imdâdına yetişip onlara yardım ettiği çok görülmüştür.

MUSSOLİNİ, Benito

İtalyan devlet ve siyâset adamı. Avrupa’nın ilk faşist diktatörü. 29 Temmuz 1883’te doğdu ve 28 Nisan 1945’te öldürülürdü. Babası sosyalist fikirli bir demirci, annesi de köy öğretmeniydi. Ona Meksikalı siyâsetçi Benito Juares’in ismini verdiler. On sekiz yaşında öğretmen olup, bir sene sonra yüksek tahsil için İsviçre’ye gitti. Burada ihtilalci sosyalistlerle giriştiği faaliyetler netîcesinde devâm ettiği Lozan Üniversitesinden kovuldu. İtalya’ya geri dönerek askerliğini yaptıktan sonra Avusturya İmparatorluğunun elinde bulunan Trento’ya giderek çeşitli sosyalist gazetelerde çalıştı. Bir süre sonra faaliyetleri sebebiyle Avusturya polisi tarafından sınırdışı edilince İtalya’ya döndü. Lotta di Classe (Sınıf Mücâdelesi) adlı gazetesini kurdu. 1911’de Grovanni Giolilti hükûmetinin Trablusgarb’ı işgâlini, sınıf savaşı teorisine inandığı için emperyalistlikle vasıflandırıp karşı çıktı. 1912’de İtalyan Sosyalist Parti’sinin (PSI) resmî yayın organı Avanti’nin (İleri) yayın yönetmenliğine getirildi. Burada savaş aleyhtârı bir tutum tâkip ederek gazetenin satışını iki katına çıkardı. Ama çok geçmeden savaş lehinde propagandaya girişince görevinden alındı. Avusturya’ya karşı savaşa girilmesini savunan bir yayımcının mâlî desteğiyle çıkan İl Popolo d’İtalia (İtalya Halkı) gazetesinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Gazetedeki yazılarında faşist görüşlerini ortaya koyunca Sosyalist Partiden ihraç edildi. 1915’te İtalya savaşa girince orduya katıldı ve yaralanıp geri döndü.

Büyük ümitlerle Birinci Dünyâ savaşına katılan İtalya, savaştan sonra beklediğini bulamamanın hayal kırıklığı ve tatminsizliğiyle karşılaştı. Sömürge dağıtımından pay alamadığı gibi, ekonomik hayâtı da felce uğradı. Sosyalizm, komünizm ve sendikalizm gibi fikir cereyanları, liberal demokrasinin yanında güçlenmeye başladı. Bu sırada Mussolini, 23 Mart 1919’da Milano’daFasci di Combattimento ismiyle ilk faşist hareketleri başlattı. Paris Barış Konferansında küçük düşürülen İtalyan milletine parlak bir gelecek vaadiyle komünist ve sosyalistleri de hedef alan kesif bir propaganda faaliyetine girişti. Akdeniz’e “bizim deniz” (mare nostrum) diyerek, eski Roma İmparatorluğunu yeniden canlandırmaya çalıştı. 1921 seçimlerinde parlamentoya otuz beş milletvekili soktu ve faşizm giderek cemiyetin bütün kesimlerinde taraftar topladı. Birinci Dünyâ Savaşının ülkelerde doğurduğu düzensizlik ve istikrarsızlık, disiplin taraftarı rejimlerin modasını kuvvetlendirirken İtalyan halkı da, Faşizmin otoriter rûhuna sarıldı. “Kara gömlekliler” askerî birlikler şeklinde teşkilâtlanmaya başladılar. Mussolini, 30 Ekim 1922’de Napoli’den Roma’ya yürüyüşe geçerek hükûmet darbesine hazırlandı. Bunun üzerine İtalya Kralı tarafından başbakanlığa getirildi.

Mussolini iktidâra geçince bütün yetkileri kendisinde toplamak maksadıyla yavaş yavaş demokratik müesseseleri işlemez hâle getirdi. Uygulamaya koyduğu yeni seçim sistemiyle gösterdiği adaylardan başkası, seçime giremez oldu. İçişleri, Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarını üstlenerek, çevresine zayıf kimseleri topladı. Böylece düşüncelerini tatbikâta daha rahat koyarak İtalya’da diktatörlüğünü tesis etti. Faşizm, gizli polis ve askerî birliklerce korundu.

Ateist (Allah’a inanmayan) mağrûr, son derece ihtiraslı ve kalabalıklar karşısında gösteriş meraklısı olan Mussolini, milletlerarası her sâhada, her imkânı kullanarak emperyalist bir politika tâkip etmeye başladı. 1924’te Yugoslavya’ya baskı yaparak Fiume’yi aldı. Kral Zogo’nun iktidara geçmesini sağlayarak Arnavutluk’ta himâye rejimini kurdu. Akdeniz’de, Kuzey-Doğu Afrika’da ve Arnavutluk vâsıtasıyla Balkan ülkelerinde varlığını hissettirmeye başladı. İtalyan donanmasını güçlendirdi, ancak İkinci Dünyâ Savaşında Almanlar Akdeniz’e ağırlıklarını koydular. Mussolini’nin Doğu Akdeniz ve Anadolu’yu yayılma sâhası olarak görmesi, Bulgaristan ile Macaristan’ın bâzı vaadlerle İtalya’ya yaklaşması, 1934 yılında Balkan Paktının kurulmasında mühim rol oynadı. Avusturya Cumhûriyeti de İtalya’nın himâyesini kabul etti, ancak Hitler, savaş başlamadan Avusturya’yı işgal ettiği gibi, Bulgaristan ve Macaristan’ı da kontrol altına aldı. Mussolini sâdece Slovenya ve Dalmaçya’nın bir bölümüne sâhip olabildi.

Mussolini, İtalya’nın tabiî kaynakları zayıf olması sebebiyle endüstrisi için gereken ham maddenin temini ve kırk milyon nüfusluk İtalya’da hızlı nüfus artışına çâre bulmak için el değmemiş zenginliklere sâhip Habeşistan’ı 1936 yılında işgal etti. Uluslararası platformda İtalya’nın prestijini arttıran bu durum, Türk-İtalyan münâsebetlerinde güvensizliği arttırarak Türk-İngiliz yakınlaşmasına sebep oldu.

1936 yılından îtibâren İspanya İç Savaşında General Franko’yu destekledi. Gönüllü asker silâh ve malzeme gönderdi. 1939 Mayısında Almanya ile askerî işbirliği antlaşmasını imzâladı ve bu durum İkinci Dünyâ Savaşının sonlarına kadar devâm etti.

İkinci Dünyâ Harbinin başlarında tarafsız kalacağını îlân eden Mussolini, Almanların kazandığı ilk başarılar üzerine parsa toplamak niyetiyle 10 Haziran 1940’ta Fransa ve İngiltere’ye savaş îlân ederek tarafsızlığını bozdu. Ancak idâredeki bozukluklar, savaşın başından beri uğradığı başarısızlıklar sebebiyle 1943’te İtalya işgâl edilme tehlikesine mâruz kaldı. Mussolini 24 Temmuz’da Büyük Faşist Konseyinin on saatlik bir toplantısı netîcesinde görevden alınıp tevkif olundu. Ponza’ya sürüldü. Oradan da Abruzzes Dağlarında bir otele hapsedildi. Buradan Alman paraşütçüleri tarafından kaçırılarak Almanya’ya götürüldü ve Hitlerle görüştü. Bu görüşmeden sonra Hitler’in desteğiyle Kuzey İtalya’da (Salo) kurduğu kukla İtalyan Sosyal Cumhûriyetinin başına geçtiyse de teşebbüsleri başarısızlıkla netîcelendi. Alman askeri kılığında İsviçre’ye kaçmaya çalışırken yakalanarak metresi Clara Petacci ile berâber 28 Nisan 1945’te kurşuna dizildi.

MUSTAFA ABDÜLCEMİL KIRIMOĞLU

Kırım Tatar Millî Meclisi başkanı. Türk kamuoyunda Mustafa Cemiloğlu veya Mustafa Cemil Kırımoğlu diye de tanınan Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun babasının ismi, Abdülcemil, annesinin ismi Mahfüre’dir.

Stalin döneminde zengin âile çocuğu oldukları gerekçesiyle Urallar’a sürülen anne ve babası İkinci Dünyâ Savaşı sırasında gizlice Kırım’a dönerek Çöl bölgesinde Bozköy’de yerleştiler. Bu sırada 13 Kasım 1943’te Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu dünyâya geldi. Altı aylık bebekken âilesiyle birlikte vatan hâini damgasıyle Mayıs 1944’te Kırım’dan sürgün edildiler. Özbekistan’ın Andican bölgesine sürgün edilen Mustafa’nın çocukluğu burada geçti. 1955’te Taşkent yakınlarında bir kasabaya göç ettiler. Bu arada Rus dilinde orta öğrenimini tamamlayan Mustafa, Taşkent Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümüne girmek için mürâcaat etti. Ancak; “Sovyetlere sâdık olmayan bir milletin mensuplarını bu fakülteye almıyoruz.” diyerek reddetmeleri üzerine bir fabrikaya işçi olarak girdi. 1961 yılında Kırım Tatar Millî Gençlik Teşkilâtını arkadaşlarıyla birlikte kurdular. Birkaç hafta sonra teşkilâtın liderleri tutuklandığı gibi Mustafa işten çıkartıldı. 1962 yılında Taşkent Zirâat Mekanizasyon ve Sulama Enstitüsüne girdi. Üç yıl sonra Sovyet gizli haber alma teşkilâtı KGB’nin isteği üzerine, Komünist Parti ve Sovyet Devleti aleyhinde propaganda yaptığı gerekçesiyle okuldan atıldı.

Enstitüden atıldıktan sonra askere çağrıldı. Fakat o; “Mâdem ki bu ülkede Kırım Tatarlarının hiçbir vatandaşlık hakları yok, öyleyse askerlik borcumuz da yoktur. Vatanından vahşice sürülmüş ve vatanı olmayan bir insan, bu devlette neyi müdâfaa edecek? Bana güvenmeyen bir devlete sâdık kalacağıma dâir askerlik yemini edemem.” diyerek askere gitmeyi reddetti. Bunun üzerine bir buçuk yıl hapse mahkûm edildi. Kırım Tatarlarının durumu ve onların hakları hakkında mektuplar ve makaleler yazarak Sovyetler Birliği’nin siyâsetini lekelediği, Sovyet Kızıl Ordusunun 1968 yılında Çekoslovakya’yı işgalini bir grup aydınla birlikte protesto ederek Sovyet Devletinin aleyhinde faaliyette bulunduğu iddiasıyla 1969 yılında ikinci defâ tutuklandı ve üç yıl hapse mahkum edildi. 1974 yılında üçüncü defâ tutuklanan Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, 1 yıl müddetle Sibirya’da ağır şartlı çalışma kampına sürgün edildi. Cezâsının bitimine üç gün kala kamp arkadaşlarına ve akrabâlarına yazdığı mektuplarla Sovyetlere karşı propaganda yapmak, iftirâ etmek gibi suçlamalarla hakkında yeni bir dâvâ açıldı. Bunun üzerine açlık grevine başlayan Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu 303 gün müddetle grevi sürdürdü. Bu açlık grevi esnâsında ünlü fizikçi Andrey Saharov, General Pyotr Grigorenko gibi Sovyet aydınları ve insan hakları savunucuları, onun serbest bırakılmasını istediler. Bu maksatla Birleşmiş Milletlere, Dünyâ Kamuoyuna, İslâm Dünyâsına, İnsan hakları kuruluşlarına yazdıkları mektuplarla, Mustafa Cemil Kırımoğlu’nun adı ve uğrunda mücâdele verdiği Kırım Türklerinin millî meselesi dünyâ ve Türkiye kamuoyuna duyuruldu. O yıllarda Türkiye’de Mustafa Cemiloğlu’nun öldüğüne dâir duyulan bir haber üzerine yürüyüşler, gösteriler ve toplantılar tertip edildi.

Açlık grevine ve Dünyâ kamuoyunun tepkilerine rağmen Sovyet makamları onu 2,5 yıl ağır şartlı çalışma kampı cezâsına çarptırdılar. Kırımoğlu cezâsını çekmek üzere Çin sınırı yakınlarındaki Primorski çalışma kampına gönderildi. Mahkûmiyet müddetini tamamladıktan sonra Taşkent’e getirilerek göz altında tutuldu. Taşkent şehrini terk etmesi yasak edildiği gibi, akşam saat 20.00’den sabah 06.00’ya kadar evden çıkması, halkın toplu halde bulunabileceği yerlere gitmesi de yasak edildi. Açık nezâret şartlarını ihlâl ettiği gerekçesiyle beşinci defâ tutuklandı. Dört yıl müddetle mahkûm edilerek Yakutistan’da Ziryanka kasabasına sürgün edildi.

Cezâsı bitip Yakutistan’dan döndükten sonra âilesiyle birlikte yerleşme gâyesiyle Kırım’a geldi. Fakat üç gün sonra tekrar Özbekistan’a sürgün edildi. 1983 yılı Kasım ayında altıncı defâ tutuklanarak, üç yıl ağır şartlı çalışma kampı cezâsına mahkûm edildi ve Magadan şehrine 45 km uzaklıktaki kampta cezâsını tamamlamasına az bir zaman kala aleyhinde yeni bir dâvâ açıldı. 1986 yılı Aralık ayında Magadan’da yargılanarak üç yıl hapse mahkûm edildi. Ancak bâzı diplomatik temaslar neticesinde beş tâne insan hakları savunucusuyla birlikte serbest bırakıldı. 1987 senesi yazında arkadaşlarıyla birlikte Moskova Kızıl Meydan’da Kırım Tatarlarının dünyâda büyük yankılar uyandıran gösterilerini organize etti.

Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, 1989 Mayısında Taşkent’te toplanan Kırım Tatar Millî Hareketi teşebbüs grupları genel toplantısı neticesinde kurulan Kırım Tatar Millî Hareketi Teşkilâtının başkanlığına seçildi. Bu teşkilâtın teşebbüsleri neticesinde 1991 yılında yapılan seçimlerle 26 Haziran 1991’de Kırım’ın Akmescid şehrinde Kırım Türklerinin İkinci Millî Kurultayları toplandı. Bu kurultay, Kırım Türklerinin bağımsızlığını îlân etti. Kırım Türklerinin en üst yetkili organı olarak 33 kişilik Kırım Tatar Millî Meclisini seçti. Meclis başkanlığına da Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu seçildi. Defâlarca Türkiye’yi ziyâret eden Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu evli ve üç çocuk babası olup halen Kırım’ın Bahçesaray şehrinde yaşamaktadır.

MUSTAFA BEHÇET EFENDİ

Osmanlı Devletinde modern tıbbın kurucularından. 1774’te İstanbul’da Eyüpsultan’da doğdu. Hâcegândan Mehmed Emîn Şükûhî Efendinin oğlu olup, Üçüncü Mustafa Han devri hekimbaşılarından Büyük Hayrullah Efendinin kızı tarafından torunudur. Yine hekimbaşı Abdülhak Mollanın ağabeyi, şâir Abdülhak Hâmid’in amcasıdır.

Süleymâniye Tıp Medresesini bitiren ve hekim olan Mustafa Behçet Efendi, birkaç yabancı dil öğrenerek bu dillerdeki tıp kitaplarından tercümeler yaptı. 1800’lerde bir fizyoloji kitabı ile Bouffon’un Histoire Naturelle adlı eseriniTürkçe’ye tercüme etti. Bu faaliyetleri o devir Osmanlılarında hâkim olan tıp ve biyoloji anlayışı dışına çıkma temâyülü gösteren ilk çalışmalar oldu. 1803’te Mes’ûd Efendinin yerine hekimbaşı tâyin edildi. Hacca giden Müslümanlar için sağlık rehberi niteliğindeki Tertîb-i Eczâ adlı esere bir bölüm ekleyerek, 1817 yılında Türkçe basılan ilk tıp kitabını ortaya koydu. Mustafa Behçet Efendi, 22 Aralık 1826’da Sultan Birinci Mahmûd Hana, yeni kurulan ordunun hekim ve cerrah ihtiyâçlarının karşılanması için, bir tıp okulu açılmasını teklif etti. Teklifinin uygun bulunması üzerine, 14 Mart 1827’de Şehzâdebaşı’nda yeniçerilerden boşalan Tulumbacıbaşı konağında Tıphâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Âmire adlı iki bölümü bulunan bir tıp okulu açıldı. Okulun Tıphâne bölümünde İtalyanca, Cerrahhâne bölümünde Türkçe öğretim yapılıyordu. Mustafa Behçet Efendi, bu okulun nâzırlığına tâyin edildi. O sıralarda mikrobu henüz keşfedilmemiş olan kolera hakkındaki epidemiyolojik müşâhadelerini 1831 yılında yayınladı. Bilhassa epidemilerin çıkış noktası hakkındaki gözlemleri dikkati çektiğinden, bu risâlesi Almanca’ya tercüme edildi.

Jenner’in Aşı Risâlesi’ni, Yukan’ın Ameliyât-ı Tıbbiye’sini, Burne’nin Hikmet-i Tabiiyye’sini Türkçe’ye tercüme eden Mustafa Behçet Efendi, Risâle-i Rûhiye’yi yazmış ve Bouffon’un Mârifet-i Arz ve Tercüme-i Hayvânât adlı eserlerini dilimize kazandırmıştır. Yine Risâle-i İllet-i Efrenc de tıpla ilgili tercüme eserlerindendir. Avrupa dillerinin yanında Arapçayı da çok iyi bilen Mustafa Behçet Efendi, Mısır ulemâsından Şeyh Abdurrahmân Cebertî’nin Mazhar-üt-Takdîs bi-Hurûc-i Tâifet-il-Fransis adlı, Fransızların Mısır’ı işgâlini anlatan eserini de Türkçe’ye tercüme etti.

Üçüncü Selim ve İkinci Mahmûd Han zamânında iki defâ hekimbaşılık yapan Mustafa Behçet Efendi, 1832 yılında vefât ederek Üsküdar’daki Nasûhî dergâhına defnedilmiştir.

MUSTAFA DAĞISTANLI

Dünyâ ve Olimpiyat şampiyonlukları kazanmış olan Türk güreşçi. 3 Kasım 1932’de Samsun’un Çarşamba ilçesinde doğdu. Küçük yaşta güreşe başladı. Karakucak güreşte kendini yetiştirdi. Askerliği sırasında ise minder güreşine başladı. 1951 senesinde 57 kiloda yaptığı güreşte Nasûh Akar’ı yenerek Türkiye Şampiyonu oldu. 1953 senesinde ilk olarak millî mayoyu giydi. Milletlerarası ilk başarısını 1954 senesinde Tokyo’da yapılan Dünyâ Şampiyonasında elde etti. Serbest stilde kilosunda Dünyâ Şampiyonu oldu. 1955’te Barselona’da yapılan Akdeniz Oyunlarında grekoromen stilde birincilik kazandı. 1956 Olimpiyat Oyunları birincisi ve İstanbul’da Dünyâ Kupası birincisi oldu. 1957’de 62 kilo Dünyâ Şampiyonu oldu. 1958’de Sofya’da hiç yenilgi almadan Dünyâ ikincisi oldu. 1959 senesinde Serbest Stil Dünyâ Kupası ve Melbourne Olimpiyat Oyunları Şampiyonu oldu. 1960 senesinde RomaOlimpiyat Oyunlarında altın madalyayı, arkasından Balkan Şampiyonluğunu kazandı. Aynı yıl güreşi bıraktı. Güreşi bıraktıktan sonra antrenörlük ve Güreş Federasyonu üyeliğinde bulundu. Ayrıca otobüs işletmeciliğiyle uğraştı. AP’den Samsun milletvekili seçilerek 1973-1980 yılları arasında iki dönem TBMM’de vazife yaptı.

Hâlen (1993) hayatta olan Mustafa Dağıstanlı kısa dönem içinde en fazla milletlerarası şampiyonluk kazanan en teknik güreşçilerden biri olarak kabul edilir. Güreş hayâtı boyunca yurt içinde ve yurt dışında yaptığı toplam 393 karşılaşmadan 389’unu kazandı. Türkiye’de yaptığı 320 güreşten 319’unu milletlerarası karşılaşmalarda yaptığı 73 güreşten 70’ini kazandı. Serbest stilde hiç yenilgi almayan Mustafa Dağıstanlı, güreştiği dönemde dünyânın en iyi güreşçilerinden biri olarak kabul edildi.

MUSTAFA HAN-1

Osmanlı pâdişâhlarının on beşincisi ve İslâm halîfelerinin seksenincisi. 1591 senesinde Manisa’da doğdu. Her şehzâde gibi iyi bir eğitim gördü. Ağabeyi Birinci Ahmed Hanın vefâtı üzerine 22 Kasım 1617’de ilk defâ ekberiyet kâidesine göre, yâni hânedânın en yaşlı mensûbu olarak zorla tahta çıkarıldı.

Sultan Mustafa Han, devlet meseleleriyle ilgilenmediğini ifâde ederek saltanatı kabul etmediyse de bu hâl devlet erkânınca göz önüne alınmadı. Ancak çok geçmeden devlet işlerinde Sultânın yabancı kalması ve işlerin karışması üzerine, durumun böyle devâm edemeyeceğini anlayan devlet adamları hal’ine fetvâ aldılar ve 26 Şubat 1618 günü Sultan Mustafa’yı tahttan indirerek yerine Genç Osman’ı çıkardılar.

Ancak yenilik taraftarı olmayanların tahrikleri netîcesinde isyân eden yeniçeriler 19 Mayıs 1622’de Genç Osman’ı tahttan indirdiler. Bu durum Sultan Mustafa’nın ikinci defâ tahta geçirilmesine yol açtı. Bu sırada Sultan Osman Hanın vezîriâzam Kara Dâvûd Paşa tarafından şehit ettirilmesi büyük karışıklıklara sebep oldu. Sultan Mustafa Han, Dâvûd Paşayı azlederek yerine Mere HüseyinPaşayı getirdiyse de, isyanlar son bulmadı. Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa başkaldırarak, bölgesindeki yeniçerilerin bir kısmını öldürttü. “Genç Osman’ın intikâmını alacağım” diye and içen Abaza, İstanbul’a gelmek için yola çıktı. Bursa’yı muhâsara ettiyse de alamadı. Kış geldiği için Niğde’ye çekildi.

Anadolu’daki isyanlar ve Genç Osman’ın şehit edilmesi olayına adı karışan sipâhiler, halk nezdinde kazandıkları nefreti silmek için bir dîvân toplantısı sırasında ayaklanarak Sultan Osman Hanın kâtillerinin bulunmasını istediler. Bunun üzerine Kara Dâvûd Paşa ve Kalenderoğlu denilen kişiler yakalanarak îdâm edildiler.

Diğer taraftan Osmanlı Devletinin iç karışıklıklarından istifâde etmek isteyen Lehistan kazakları, daha önce imzâlanan antlaşma şartlarına uymayarak, şayka adı verilen yüz elli civârında küçük gemiyle Osmanlı kıyılarına saldırdılar. Kazakların üzerine gönderilen Karadeniz serdârı Dâmâd Receb Paşa, kazakları tâkip ederek Kilgra önünde bir çok gemilerini batırdı ve 21 gemiyi zabt ederek beş bin esirle İstanbul’a döndü.

İstanbul’da vukûbulan karışıklıklar ve Anadolu’da meydana gelen isyanlar, Osmanlı Devletinin başında daha kudretli, azimkâr ve zekî bir pâdişâhın bulunmasını gerekli kılıyordu. Bu sebeple 1623’te sadârete getirilen Kemankeş AliPaşa, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve diğer devlet erkânı toplanarak Sultan Mustafa’nın artık makâm-ı saltanatta kalmaması gerektiği husûsunda karara vardılar. Nitekim verilen fetvâ ile 10 Eylül 1623 günü Sultan Mustafa, ikinci defâ tahttan indirildi ve yerine Dördüncü Murâd Han geçti.

Sultan Mustafa Han, zayıf ve nârin vücutlu idi. Yüzü her zaman solgun olup, üzüntülü bir görünüşü vardı. Son derece dindârdı. Sık sık türbeleri ziyâret eder ve çokça sadaka dağıtırdı. Saraydaki hayâtını ibâdet içinde, dînî eserler ve Kur’ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi. Saltanatta gözü olmadığı için her iki hal’inde de en küçük bir memnûniyetsizlik göstermemiş, tahttan sevinçle inmiştir.

20 Ocak 1639 günü Topkapı Sarayında vefât eden Sultan Mustafa Han, Ayasofya Câmii karşısındaki türbesinde medfundur.