MURÂD HAN-5
Otuz üçüncü Osmanlı sultanı. İslâm hâlîfelerinin doksan sekizincisidir. Babası, Osmanlı sultanlarından Abdülmecîd Han, annesi Şevkefzâ Kadınefendidir. 21 Eylül 1840 târihinde İstanbul’da doğdu. İyi bir eğitim ve öğretim gördü. Devrin büyük âlimlerinden ders görerek yetiştirildi. Devlet idâresi, fen ilimleri ve Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi. Okumayı çok sevdiğinden veliahtlığı devrinde yabancı ülkelerden de kitap getirtirdi.
Babasının 25 Haziran 1861’de vefâtından sonra Abdülazîz Han pâdişâh olunca, veliaht oldu. Nezâketi, kibârlığı, çağına göre bilgisi ve yumuşak huyluluğu ile sevildi. Amcası Abdülazîz Hanın 1863 Mısır ve 1867 Avrupa seyâhatlerine katıldı. Bu gezilerde davranışları ile Osmanlı hânedânının asâletini temsil ederek takdir topladı. Veliaht Murâd, 30 Mayıs 1876 târihinde Sultan Abdülazîz Hanın hal’ edilmesiyle Osmanlı Sultanı îlân edildi. 4 Haziran 1876’da Abdülazîz Hanın fecî şekilde şehit edildiğini ve annesi Pertevniyâl Sultana çok çirkin işkenceler yapıldığını işiten Sultan Murâd Hanın üzüntüden ve bu felâket yolunun sonunu düşünmekten aklı bozuldu. Üzüntüden hastalığının artmasında doktor Capoleone’nin câhilâne ve yanlış teşhis ve tedâvisinin mühim rolü oldu. Beşinci Murâd Han bu hasta hâliyle ihtilâlcilerin kuklası hâline getirilip, Avrupa’da belirli odakların devleti ve İslâmiyeti yok etmek için hazırladıkları yıkıcı plânları tatbik edilmek istendiyse de kardeşi İkinci Abdülhamîd Han bunların önüne geçti. 31 Ağustos 1876’da hal’ edilen ve doksan üç gün saltanat süren Beşinci Murâd Han, Osmanlı sultanlarının en az pâdişâhlık yapanıdır.
Saltanattan hal’inden sonra, âilesiyle Çırağan Sarayına yerleştirilen Beşinci Murâd Hanın hastalığı sonradan iyileşti.Vaktini okumak ve torunlarını okutmakla geçiren Murâd Han, kardeşi Sultan Abdülhamîd Hanın nâzikâne hatır sormasını, dâimâ teşekkürle cevaplandırırdı. 29 Ağustos 1904 târihinde vefât eden Beşinci Murâd Han, İstanbul’da Yeni Câmideki türbeye defnedildi.
İstanbul’da medfun en büyük üç evliyâdan biri. İsmi, Muhammed Murâd bin Ali bin Dâvûd Hüseynî Özbekî Buhârî Keşmirî’dir. 1644 (H. 1054) yılında Buhârâ’da doğdu. 1719 (H. 1132)’da İstanbul’da vefât etti.
Murâd-ı Münzâvî’nin babası Semerkand beldesinin nakîb-ül-eşrâfı (seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen makamda bulunan kişi) idi. Üç yaşında ayakları felç oldu. Kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyâyı dolaştı. Tahsil yaşına gelince, ilim, fazîlet ve kemâl (olgunluk) elde etmek için Keşmir’e gitti. Din ve fen ilimlerini tahsil etti. Sevenlerinin yardımıyla Kâbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti.Sonra Hindistan’a gitti. Aklî ve naklî ilimleri maddî ve mânevî kemâlâtı kendisinde toplayan silsile-i aliyye büyüklerinden evliyânın gözbebeği Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemâle geldi (olgunlaştı). İcâzet (diploma) aldı. Mürşîd-i kâmil (yetişmiş ve insanları yetiştirebilen) bir zât olarak tekrar Hicaz’a geldi. Daha sonra Bağdat, İsfehan, Buhârâ, Belh ve Semerkand’ı ziyâret edip hacca gitti. Hacdan sonra sıra ile, Mısır, Kâhire ve Şam’a geçti. Şam’da ikâmet edip evlendi. Osmanlı sultanlarından İkinci Mustafa Han kendisine Şam’da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhûrdur. Şam ve civârı Murâd-ı Münzâvî’nin bereketiyle mâmûr oldu. Zâlimler ıslâh olup zulmü terketti.
Murâd-ı Münzâvî, 1681 yılında otuz yaşındayken İstanbul’u teşrif etti. Eyüpsultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabr-i şerîfi civârında ikâmet etti. Bu arada tekrar dördüncü defâ hacca gitti. Hac dönüşü Şam’a gelip beşinci defâ Hicaz’a gitti. Bir müddet Mekke-i mükerremede tâliplere ilim ve edep öğretti. 1708 (H.1120) yılında ikinci defâ İstanbul’u şereflendirdi. Bu defâ, Yavuzselim’de Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murâd-ı Münzâvî bir ara Bursa’ya gitti. Dönüşünde Eyüp’te Reîsületibbâ Nuh Efendi yalısında kaldı. Eyüpsultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murâd Dergâhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep öğretip feyz saçtı. Kerâmetleri her yere yayıldı. Huzûruna gelenler her ne kadar inkarcı da olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hâl kazanırlardı.
1719 (H.1132) senesi Rebî’ul-evvel ayının on ikinci günü İstanbul’da vefât eden Murâd-ı Münzâvî’nin cenâze namazı büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışındaki, Münzâvî Câmii karşısında Sultan Birinci Mahmûd Hanın şeyhülislâmlarından Ahmed Ebü’l-Hayr Efendi tarafından yaptırılan medresenin dershânesine defnedildi.
Murâd-ı Münzâvî’nin (rahmetullahi aleyh) kabrini ziyâret edenler, orada rûhânî bir zevk ve lezzet duyarlar.
Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ insanın yüreğine rûh âleminden bir gönül yâni kalp yerleştirmiştir. Bu gönlün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi husûsiyetleri vardır. Meselâ bu gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı bilmek, O’nu sevmek, rızâsına kavuşmayı arzu etmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yolu olan Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) her bakımdan tâbi olmak, O’ndan başka her şeyden alâkayı kesmek, bu geçici dünyâda kalp huzûru içinde vakti Allahü teâlâya ibâdetle geçirmek ve Allahü teâlânın rızâsına muvâfık şekilde konuşmak lâyıktır.
Murâd-ı Münzâvî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) El-Müfredât-ül Kur’âniyye Tefsîri, 2) Silsilet-üz-Zeheb fis-Sülûkî vel-Edeb, 3) Risâle fit-Tasavvuf.
Türk siyâset ve devlet adamı. 1943’te Samsun’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da gördü. Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) nde bir yıl İngilizce hazırlık öğrenimi gördü. Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Mâliye bölümünü 1968 yılında bitirdi. İngiltere’de kalkınma ekonomisi üzerine master yaptı. Devlet Plânlama Teşkilâtında (DPT) çalıştı. Köy İşleri Bakanlığında Müsteşar Yardımcısı olarak vazife yaptı. TopluKonut sahasındaki çalışmalarıyla dikkat çekerek Kent-Koop Genel Başkanlığına seçildi. 1986’da İngiltere Veliaht Prensi Charles’ten Dünyâ Konut Yılı ödülünü aldı. 1986-87 yıllarında İskan Konseyi Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. 26 Mart 1989 mahalli seçimlerinde Sosyal DemokratHalkçı Parti (SHP) den Ankara belediye başkanlığına seçildi.
Belediye başkanlığı sırasında Ankara’nın belli başlı toplu konut projelerine imzâsını atan Murâd Karayalçın, 12 Eylül 1993 târihinde toplanan SHP Kurultayında parti genel başkanlığına seçildi. Tansu Çiller başkanlığındaki Doğru Yol Partisi (DYP) Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) koalisyon hükümetinde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak vazife alan Murâd Karayalçın hâlen Uluslararası Kooperatifler Birliğinin Yönetim Kurulu üyeliğini ve kısa adı Türk Kent olan Türkiye Kent Kooperatifleri Merkez Birliğinin Başkanlığını da yürütmektedir.
Fırat Nehrinin en büyük kolu. Van Gölü kuzeyindeki Muratbaşı olarak bilinen bölgedeki Kırkmenba kaynağı, ilk doğuş yeridir. Burada doğduktan sonra Karaköse’ye kadar Şirvan Çayı ve başka kolları da alarak beslenir. Göynük, Peri, Manzur sularını da alınca iyice büyüyüp, genişliği yer yer yüz metreyi bulur. Karasu ile birleşerek Fırat Nehrini meydana getirir. Bu noktaya kadar uzunluğu 722 km’dir. En kabarık zamânı yağmurlarla karların eridiği ilkbahar olmaktadır. Yaz sonundan güz ortalarına kadar azaldığında bile çok yerlerde geçit vermeyen Murâd Nehri, suyunun bolluğu ile bilinir.
Nehrin bulunduğu bölgede kışlar sert ve bilhassa kar yağışlıdır. Alçak bölgelerdeki karlar yağdıktan hemen sonra, yükseklerdeki kar ise yavaş yavaş eriyerek Murâd Nehrini devamlı besler. Nehrin bulunduğu bölgede çok yüksek dağların olması, çok kar yağması, ayrıca yağmurun bölgeye fazla düşmesi birçok gür su kaynaklarının çıkmasının bilinen sebepleridir. Bu gür kaynaklardan doğan çeşitli kollar, Murâd Nehrini besleyerek onun devamlı, güçlü bir akarsu olmasını sağlarlar.
Aktığı yol boyunca derin vâdilerden, dar boğazlardan geçen Murâd Nehri, Muş Ovasında düzlüğe ulaşır. Elazığ yakınlarında bu nehir üzerinde kurulan Keban barajı Murâd Nehrinin suyunu toplayarak Türkiye’nin en büyük sun’î gölünün meydana gelmesine sebep olmuştur.
On yedinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamlarından. Arnavut asıllıdır. Devşirme olarak yeniçeri ocağına alındı. Saksoncubaşı olarak Sultan Dördüncü Murâd’ın Bağdat Seferine katıldı. Şehrin 1638’de fethinden sonra zağarcıbaşı olarak orada kaldı. Daha sonra İstanbul’a dönerek 1645’te kul kethüdâsı oldu. 1646’da çıkılan Girit Seferinde Kisamo Kalesini fethetti. Sekbanbaşı rütbesiyle Hanya muhâfızı oldu. Nüfuzlu bir Yeniçeri ağası olarak İstanbul’a döndü. 1648’de Sultan İbrâhim’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan yeniçeri ayaklanmasını başlattı. Tahta geçen Sultan Dördüncü Mehmed tarafından yeniçeri ağalığına tâyin edildi. Çıkan sipâhi ayaklanmasını bastırdı. 1649’da Sofu Mehmed Paşanın yerine sadrâzam oldu. Kendi başlattığı anarşinin kendisine karşı da devamına tahammül edemeyip 1650’de sadrâzamlıktan çekildi ve Budin Beylerbeyliğine tâyin edildi. 1653’te kaptan-ı deryâ oldu. Venedik donanmasını Çanakkale’de bozguna uğrattı. Yeniçeri ayaklanması sonunda 1655’te tekrar sadrâzamlığa getirildiyse de Ocak ağaları ile anlaşmazlığın devam etmesi mâlî kriz ve Abaza Hasan Paşanın Anadolu’da isyân etmesi gibi sebeplerle hacca gideceği bahânesiyle sadrâzamlıktan çekildi. Beylerbeylikle vazîfeli olarak Şam’a giderken 1655’te Hama’da öldü.
Meşhur Osmanlı amirallerinden. Rodos’ta doğan Murâd Reis’in doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Genç yaşında Garp Ocağına dâhil olup, Barbaros’un emrine girdi. Barbaros’la çeşitli sefer ve akınlara katıldı. Gemi kaptanlığındaki sevk ve idâresi, cesâreti, yiğitliği onu Barbaros’la berâber İstanbul’a götürdü. Barbaros Hayreddin Paşa 1534’te Osmanlı donanmasının başına getirilince, Murâd Reis Haliç’te gemilerin hazırlanmasında büyük yardımlarda bulundu. Barbaros Hayreddin Paşanın Osmanlı Kaptan-ı Deryası olarak katıldığı bütün seferlere iştirâk etti.
25-26 Eylül 1538 gecesi Preveze’ye çıkarma teşebbüsünde bulunan Haçlı donanması üzerine kahramanca saldıran Murâd Reis, onların bu teşebbüsüne mâni oldu. Târihin sahifelerindeki altın zaferlerden biri olan 28 Eylül 1538 Preveze Deniz Savaşında kahramanca döğüştü.
1552 yılında Hint Kaptanlığına getirildi. Avrupa-Hindistan deniz yolunu ellerine geçirmek için uğraşan Portekizlilerle amansızca mücâdele etti. Hürmüz Savaşında kendisinden sayıca fazla, kuvvetli Portekiz donanmasına saldırdı. Gece karanlığına kadar cesâretle savaşan Murâd Reis, kalan gemileriyle Basra’ya çekildi. 1553 yılında Hint Kaptanlığından alındıktan sonra, Kıbrıs’ın fethi sırasında keşif ve emniyet filosu komutanlığına getirildi. 1570 Martında yirmi beş kadar gemiden ibâret filosu ile İstanbul’dan hareket ederek Girit-Rodos-Kıbrıs arasında karakol görevine başladı. Savaş ve nakliye gemileri Rodos yakınlarına varıncaya kadar bu görevine devam eden Murâd Reis, ana donanmaya katıldı. Kıbrıs’a yapılacak çıkartmada Murâd Reis’e Güney Ege’de karakol görevi verildi. Kıbrıs fethedilip, donanma İstanbul’a dönünceye ve alınamayan tek kale Magosa ele geçinceye kadar, Girit Adasındaki Venedik donanmasının yapması muhtemel bir harekâtına karşı görevine devam etti. Daha sonra da Osmanlı donanmasındaki hizmetlerine devam eden Murâd Reis, Anadolu-Mısır ticâret yolunu kesmeye uğraşan korsan gemilerle mücâdele etti. 1609’da Ege Denizine açıldığı sırada Türk ticâret gemilerinin yollarını kesmek için on gemiden müteşekkil bir Malta filosunun Kıbrıs açıklarında görüldüğünü haber aldı. Süratle gemilerin bulunduğu tahmin edilen yere doğru yol alan Murâd Reis onları yakaladı. Fresine adlı bir şövalyenin komuta ettiği filoya önce uzaktan, sonra da yakından isâbetli top atışları ile hücum etti. Maltalıların meşhur gemileri “Kızıl Cehennemi” armasından başlamak üzere âdetâ budadı. Sonunda yol alamıyan gemi teslim alındı. Maltalıların on gemisinden altısı Türkler tarafından zaptedildi ve esirler kurtarıldı. Bu savaşta yüz yaşında olmasına rağmen düşman gemilerine rampa edildiği zaman korsanlarla gemi güvertesinde çarpışan Murâd Reis ağır yaralandı. Bütün ömrünü devletine hizmet için denizlerde geçiren usta denizci, tecrübeli kaptan Murâd Reis’i, Kaptan-ı Derya Halil Paşa tedâvi için Kıbrıs Adasına çıkarttı. Fakat yarası çok ağır olan Murâd Reis kurtarılamayarak 1609’da şehit oldu. Vasiyeti üzerine Rodos Adasına defnedildi.
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Peygamberler içinde üstünlükleri olan ve kendilerine “ulü’l-azm” denilen altı peygamberin üçüncüsüdür. Allahü teâlâ ile konuştuğu için, “Kelîmullah” denilmiştir. Benî İsrâil’e gelmiştir. Yâkûb aleyhisselâmın soyundandır. Hârûn aleyhisselâmın kardeşidir. Babasının ismi İmrân’dır. Annesinin ismi Nüceyb veya Nâciye veya Yuhâbil’dir.
Hazret-i Yûsuf’tan sonra, Mısır’da, İsrâiloğulları iyice artıp çoğaldı. Bunlar hazret-i Yâkûb ve hazret-i Yûsuf’un bildirdikleri dîne inanıyorlar ve emirlerini yerine getiriyorlardı. Mısır’ın eski yerlisi Kıbtî kavmiyse yıldızlara ve putlara taparlardı ve İsrâiloğullarına hakâret gözüyle bakar, başlarında bulunan firavunlar onları esir gibi ağır işlerde kullanırlardı. Onların çoğalmasından endişe ederlerdi. Benî İsrâil, Kıbtî kavminin kötü muâmelelerinden ve firavunların ağır tekliflerinden bezmiş, usanmışlardı. Bu bakımdan dedelerinin eski yurtları olan Ken’ân diyârına gitmek isterlerdi. Fakat firavunlar onların Mısır’dan çıkmasına izin vermeyip, eziyetlerini artırırlardı. Mısır’ın idâresini elinde bulunduran ve firavun denilen krallar, kendilerine mezar olarak dağ gibi piramitler yaptırıyorlar ve bu piramitlerin yapımında binlerce insanı zorla çalıştırıyorlardı. Allahü teâlâyı inkâr edip, ilâhlık dâvâsında bulunuyorlardı. Bu zamanda falcılık, sihirbâzlık meslek hâline getirilmiş ve ülkenin her tarafında kâhinler, sihirbâzlar türemişti. Bu sırada Mısır halkının başında bulunan Firavun bir gece rüyâsında Kudüs tarafından çıkan bir ateşin Mısır’ın yerli halkı Kıbtîleri yaktığını, İsrâiloğullarına ise hiç zarar vermediğini gördü. Bu rüyâyı yorumlayan kâhinler, İsrâiloğullarından bir erkek çocuk dünyâya gelecek, senin saltanatını yıkacak ve sen helâk olacaksın, dediler. Bunun üzerine Firavun on iki kabîle hâlinde olan ve her bir kabîlenin başında bir idârecisi bulunan İsrâiloğullarının birleşmesinden de iyice endişelendi. İsrâiloğullarından doğacak erkek çocukların öldürülmeleri için kânun çıkardı. Bu hâdise karşısında İsrâiloğullarının sıkıntıları iyice arttı. Firavun’un emrine karşı gelenler topluca öldürülmeye başlandı. Bu sırada doğan Mûsâ aleyhisselâmın annesi onun da öldürülmesinden korkmuş ve çok endişelenmişti. Kur’an-ı kerîm’de onun kalbine meâlen şöyle ilhâm edildiği bildirilmektedir: “Mûsâ’nın annesine şöyle ilhâm ettik: Bu çocuğu (Mûsâ’yı) emzir; sonra öldürülmesinden korktuğun zaman onu suya (Nil Nehrine)bırakıver, boğulmasından korkma, ayrılmasından kederlenme. Çünkü biz, muhakkak onu sana geri vereceğiz ve kendisini peygamberlerden yapacağız.” (Kasas sûresi: 7)
Mûsâ aleyhisselâmın annesi onu bir sandığın içine koyup Nil Nehrine bıraktı. Nehir üzerinde akıp giderken akıntı onu Firavun’un sarayına doğru sürükledi. Firavun’un hanımı Âsiye, sandığı görerek yakalayıp saraya götürdü. Sandığı açıp içinde nûr topu gibi bir çocuk görünce onu cân u gönülden sevip; “Aman bunu öldürmeyiniz. Belki büyür de işimize yarar, yâhut onu oğul ediniriz...” dedi. Onu emzirmek için pekçok süt analar getirtti. Mûsâ aleyhisselâm hiçbirisinin memesini almadı. Annesi, çocuğunun Firavun’un sarayına alındığını ve süt annesi arandığını öğrendi. Süt annesi olabileceğini söylemesi için kızını yâni hazret-i Mûsâ’nın kardeşini gönderdi. Kardeşi saraya gidip; “Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim mi?” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmın annesini getirttiler. Mûsâ aleyhisselâm onun memesini aldı ve bunun üzerine Firavun’un hanımı Âsiye onu süt anneliğine kabûl etti. Böylece kimsenin haberi olmaksızın kendi oğlunu Firavun’un sarayında emzirip büyüttü...
Mûsâ aleyhisselâm Firavun’un sarayında büyüdükten sonra sarayı terkedip akrabâsının ve büyük kardeşi Hârûn’un yanına gitti. Bir gün gördü ki; İsrâiloğullarından biriyle bir Kıbtî kavga ediyor. Hazret-i Mûsâ aralarına girip ayırmak için Kıbtîyi itip hafifçe göğsüne vurdu. Kıbtî yere düşüp öldü. Hazret-i Mûsâ elinden böyle bir kazâ çıkmasına üzüldü. Firavun’un şerrinden çekinip, Mısır’dan ayrılarak Medyen’e gitti. Orada peygamber olan Şuayb aleyhisselâmla buluşup, on sene Medyen’de kaldı ve Şuayb aleyhisselâmın kızıyla evlendi. Daha sonra Mısır’a gitmek üzere Medyen’den ayrıldı. Tur Dağına geldiği sırada mekânsız olarak Allahü teâlâ ile konuştu. Kendisine ve kardeşi Hârûn aleyhisselâma peygamberlik verildi. Elindeki asânın yılan olması mûcizesi ve elini koynuna sokup çıkarınca bembeyaz olup, ışık yayması mûcizeleri verildi. Sonra da Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle vahyedildiği bildirilmektedir: “Bu iki mûcize Firavun ve adamlarına karşı Rabbinin iki delîlidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir. Firavun’a git, doğrusu o azmıştır.” (Kasas sûresi: 32-33)
Hazret-i Mûsâ Mısır’a varıp, kardeşi Hârûn aleyhisselâm ile görüşüp, durumu anlattı. Firavun’a gidip onu dîne dâvet ettiler. İsrâiloğullarını serbest bırakmasını istediler. Firavun ilâhlık dâvâsında bulunarak kabûl etmedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm elindeki asâsını yere bıraktı. Kocaman bir ejderhâ olup, hareket etmeye başladı. Elini koynuna sokup çıkardı, eli bembeyaz göründü. Bu mûcize karşısında şaşırıp kalan Firavun, durumu vezirlerine anlatınca, o sihirbâzdır dediler. Hazret-i Mûsâ; “Size gelen gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz. Bu, sihir değildir. Bu, her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlânın verdiği bir mûcizesidir.” diyerek onları îmâna çağırdı. Firavun ve adamları hazret-i Mûsâ’nın sözlerini dinlemediler. Gösterdiği mûcizelere inanmayıp, sihirdir diye ısrâr ettiler. Firavun; “Ey Mûsâ! Sihirbâzlığın ile bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin? Biz de sana sihir göstereceğiz. Bir vakit ve yer tâyin et.” diyerek ülkesindeki bütün sihirbâzları topladı. Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya duâ ederek, sihirbazlarla karşılaşmayı kabûl etti. Mısır halkı önünde sihirbazlarla karşı karşıya geldiler. Sihirbazlar ellerindeki ip ve sopaları yere attılar, göz bağcılık ile bir takım yılanlar geziyor gibi gösterdiler. Bu sırada Mûsâ aleyhisselâm elindeki asâsını yere bırakıverdi. Mûcize olarak dehşetli ve çevik bir ejderhâ olup, sihirbazların yere attıkları ve yılan gibi gösterdikleri şeyleri yuttu. Bunu gören sihirbazlar; “Bu mutlaka insan gücünün dışında bir mûcizedir.” dediler ve hazret-i Mûsâ’ya îmân ettiler. Bu hâdise karşısında Firavun iyice azgınlaşıp, baskı ve zulmünü arttırdı. Mûsâ aleyhisselâma inananları şehit ettirdi. Hazret-i Mûsâ’ya îmân etmiş olan kendi hanımı Âsiye’yi de şehit etti.
Firavun ve kavmi küfürde ve imansızlıkta ısrâr edince, Allahü teâlâ onlara çeşitli belâlar verdi. Önce şiddetli bir kuraklık oldu ve çetin bir kıtlığa tutuldular. Sonra su baskını, çekirge, haşarât ve kurbağa istilâsına uğradılar. Başlarına belâ geldikçe hazret-i Mûsâ’ya gidip belânın kaldırılmasını ve îmân edeceklerini söylediler. Fakat belâ kalkınca azgınlıklarına devâm ederek îmân etmediler. Tekrar belâlar başlarına geldi. Buna rağmen îmân etmediler. Firavun ve kavmine gönderilen bu belâlar Kur’ân-ı kerîm’in A’raf sûresinde bildirilmektedir.
Firavun ve kavmi, Mûsâ aleyhisselâmın gösterdiği mûcizeler karşısında İsrâiloğullarının Mısır’dan gitmelerine izin verdi. Mûsâ aleyhisselâm bir vakit tâyin ederek bir gece vakti bütün İsrâiloğullarını toplayıp Mısır’dan çıktı. Bunun üzerine Firavun izin verdiğine pişmân oldu. Derhâl askerini toplayıp, peşlerine düştü ve sabaha doğru onlara Kızıldeniz kenarında yetişti. Önlerinde denizi arkalarında düşmanı gören İsrâiloğulları endişeye kapıldılar. Bu sırada Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma meâlen; “Asân ile denize vur.” (Şuarâ sûresi: 63) diye vahyetti. Hazret-i Mûsâ bu emir üzerine asâsını denize vurdu. Deniz hemen ikiye ayrıldı her bir tarafı yüksek bir dağ gibiydi. Önlerine çok geniş ve kupkuru on iki tâne yol açıldı. On iki sülâle olan İsrâiloğulları bu yollardan yürüyüp karşıya geçtiler. Firavun, askerleriyle birlikte peşlerine düşüp denizde açılan yola dalınca, açılan yol kapanıp sular kavuştu. Firavun, askerleriyle birlikte boğuldu. Firavun boğulmak üzere iken “inandım” demişse de onun ye’se kapılarak söylediği bu sözü kabul olunmadı. Bu hususta Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle buyrulmaktadır: “İsrâiloğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla arkalarına düştüler. Firavun boğulacağı anda, “İsrâiloğullarının îmân ettiğinden (Allah’tan) başka bir ilâh olmadığına inandım, artık ben de Müslümanlardanım.” dedi.” (Yûnus sûresi: 90) Ancak Allahü teâlâ Firavun’un îmânını kabul etmedi ve ona Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla şöyle hitap buyurdu: “Şimdi mi inandın daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” (Yûnus sûresi: 91) “Biz de bugün seni cansız bedeninle denizden yüksek bir yere atacağız ki, arkadan geleceklere bir ibret olasın. Bununla berâber doğrusu insanlardan birçok kimseler âyetlerimizden (ibret verici mûcizelerimizden) gâfildirler.” (Yûnus sûresi: 92) Tefsîr âlimlerinden Zemahşerî bu âyeti şöyle tefsir etmiştir.
“... Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız... Cesedini tam, noksansız ve bozulmamış hâlde çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.”
Firavun’un cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından Kızıldeniz kenârında kumlar arasında bulunarak İngiltere’ye götürülmüştür. Hâdisenin olduğu zamandan bugüne kadar üç bin yıl geçmiş olmasına rağmen, Firavun’un vücudu bozulmamış, etleri dökülmemiş, tüyleri kaybolmamış hâliyle secde eder vaziyette Londra’daki meşhur British Museum’da sergilenmektedir. (Bkz. Firavun)
Mûsâ aleyhisselâm Kızıldeniz’i geçtikten sonra, İsrâiloğullarını Ken’an diyârına doğru götürdü. Yolda putperest bir kavmin yurduna uğradılar. Bu kavim öküz sûretinde yapılmış bir puta tapıyorlardı. Onların bu hâlini gören İsrâiloğulları onlara meyl ettiler. Hazret-i Mûsâ’ya; “Yâ Mûsâ! Onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap.” dediler. Hazret-i Mûsâ onlara; “Siz câhil bir kavimsiniz. Allahü teâlâ size nîmet ve kurtuluş verdi. Allahü teâlâya îmân ediniz, şirkten ve putlardan kaçınınız...” diye nasîhat etti.
Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma bir kitap indireceğini vâdetmişti. Tûr Dağına çıkması bildirildi. Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi Hârûn’u (aleyhisselâm) yerine vekil bırakıp, kendisi Tûr Dağına gitti. Kırk gün Tûr Dağında kalıp, ibâdet etti. Vâsıtasız olarak Allahü teâlânın kelâmını işitti. Bu sırada Tevrât kitâbı nâzil oldu.
Mûsâ aleyhisselâm Tûr’da iken, Sâmirî adında bir münâfık İsrâiloğullarının ellerindeki altınları topladı. Eriterek bir buzağı heykeli yapıp işte sizin ilâhınız budur diyerek İsrâiloğullarını aldatınca, buzağıya tapmaya başladılar. Hârûn aleyhisselâm her ne kadar nasîhat ettiyse de dinlemeyip, ona karşı çıktılar. Mûsâ aleyhisselâm Tûr’dan dönünce, bu hâle çok gadaplanıp Sâmirî’yi reddetti ve yaptığı buzağı heykelini yakıp denize attı. Sâmirî de insanlardan ayrı ve uzak, vahşî bir şekilde, başkaları ona yaklaşamadığı gibi, o da başkalarına yaklaşamaz hâlde yaşadı. Bu hâlde bulunan Sâmirî sahrâda perişan bir hâlde helâk oldu. Hârûn aleyhisselâma bu durumu sorunca; “Nasîhat ettim dinlemediler. Az kaldı beni öldüreceklerdi.” dedi. Böylece hazret-i Mûsâ’nın gadabı geçti. Onlara, kendisine Tevrât’ın indirildiğini bildirdi. İsrâiloğulları da Tevrât’ta bildirilen hükümlerle amel etmeye başladılar. Putlara tapmaktan vazgeçtiler. Şirkten kurtulup, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ettiler.
İsrâiloğulları Tih Sahrasında kaldıkları sırada Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiklerine uymayıp yine taşkınlık gösterdiler. Mûsâ aleyhisselâmdan çeşitli isteklerde bulundular. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâmın duâsı üzerine, Tîh Sahrasında susuz kalan İsrâiloğullarına su ihsân etti. Allahü teâlânın emriyle Mûsâ aleyhisselâm asâsını yere vurup, on iki tâne pınar fışkırıp İsrâiloğulları içtiler. Allahü teâlâ onlara “selva” denilen bıldırcın eti ve “men” denilen kudret helvası ihsân etti. Nihâyet; “Biz bunları yemekten usandık, bakla, soğan gibi hubûbat ve sebze isteriz” dediler. Bu nîmetlere karşı nankörlük yapan İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmın Ken’an diyârında bulunan Cebbâr (zâlim) kavimlerle harp etmeleri isteğini de kabul etmediler. Mûsâ aleyhisselâma; “Sen ve Rabbin cebbârlara karşı gidip savaş edin.” dediler. Mûsâ aleyhisselâmın akrabâlarından olan Kârûn, Mûsâ aleyhisselâma karşı iftirâda bulunduğu için malları ve servetiyle yerin dibine battı. İsrâiloğulları böyle taşkınlıklar gösterdikleri için Allahü teâlâ onları kırk sene müddetle Tîh Sahrâsında kalmakla cezâlandırdı. Kırk sene müddetle Tîh Sahrâsında şaşkın ve perişan bir hâlde dolaşan İsrâiloğulları, perişan hâlde telef oldular.
Nihâyet aradan epey bir zaman geçip İsrâiloğullarının çocukları itâatkâr ve savaşacak bir tarzda yetiştiler. Bu sırada Hârûn aleyhisselâm da vefât etti.
Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını alıp, Lût Gölünün güney tarafına getirdi. Buradan da hareket ederek Üç bin Unk adında zâlim bir kralın ordusu ile savaş yapıp gâlip geldiler. Böylece Şeria Nehrinin doğusuna sâhip oldular. Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıktılar. Buradan Ken’an diyârı gözüküyordu. Bu sırada yüz yirmi yaşında bulunan Mûsâ aleyhisselâm vefât etti. Mûsâ aleyhisselâmın nerede vefât ettiği ve kabrinin nerede olduğu husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Kudüs civârında veya Nebû Dağında olduğu bu rivâyetlerdendir. Hazret-i Mûsâ’nın şerîati (bildirdiği dîni) hazret-i Îsâ’nın gönderilmesine kadar devâm etti. İkisi arasında gelen peygamberler hep Mûsâ aleyhisselâmın şerîatı ile amel etmekle mükellef oldular. İsrâiloğulları daha sonra Tevrât’ı değiştirip hak dinden uzaklaşıp yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Bunlara Yahûdîler denilmiştir.
Mûsâ aleyhisselâmın mûcizeleri:
1. Asâsının ejderhâ (büyük yılan) olması.
2. Yed-i Beydâ: Sağ elini koynuna sokup çıkarınca, güneş gibi parlaması. Bu nûru gören düşmanları kaçışırlardı.
3. Kavmiyle Kızıldeniz’in kenarına gelince aasâsını vurup denizde yol açması.
4. Tîh Sahrâsında kavminin susuz kalıp, su istemeleri üzerine asâsını bir taşa vurup Benî İsrâil’in kabîleleri adedince, on iki pınar akıtması.
5. Firavun ve Kıbtî kavmi İsrâiloğullarına zulüm ettiği ve Mûsâ aleyhisselâma inanmayıp isyân ettiklerinde, Allahü teâlâ hazret-i Mûsâ’ya tûfân mûcizesini vermiştir. Çok şiddetli yağmur yağdı. Öyle bir karanlık ve fırtına oldu ki, kimse evinden dışarı çıkamadı. Ayın ve güneşin ışığı görünmez oldu. Kıbtîlerin evlerini su bastı. Ayakta durur oldular. Su boğazlarına kadar yükseldi. İsrâiloğullarının evlerine ise bir damla su girmedi. Firavun ve Kıbtî kavmi, bu belânın kaldırılmasını ve îmân edeceklerini söylediler. Kaldırıldı fakat yine îmân etmediler ve başka belâlara dûçâr oldular.
6. Kıbtî kavminin ekinlerini, meyvelerini ve giydikleri elbiselerini, evlerinin tavanlarını yiyen çekirge sürülerinin istilâsına uğramaları mûcizesi. Bu çekirgeler İsrâiloğullarına hiç dokunmayıp, Firavun’un kavmi Kıbtîlere musallat olmuştur.
7. Kumnel yâni bit ve ekin böceği denen haşeratın Mûsâ aleyhisselâmın mûcizesi olarak Kıbtî kavmine musallat olması.
8. Kurbağa mûcizesi. Kıbtî kavmi her belâya tutuldukça, belâ kaldırıldığında îmân edeceklerini söylemelerine rağmen, sözlerinden vazgeçmeleri üzerine üst üstüne belâya tutuldular. Kurbağaların istilâsına uğramaları da bu şiddetli belâlardan biridir. Kurbağalar, yiyeceklerine, içeceklerine düşer, kalırdı. Bir söz söylemek isteseler ağızlarını açarken birkaç küçük kurbağa ağızlarından mîdelerine girerdi. Geceleri üzerlerinde toplanan kurbağaların seslerinden uyuyamazlardı. Firavun, bu belâ kaldırıldığı taktirde, îmân edeceğini söylemesine rağmen, belâ kalkınca yine îmân etmedi.
9. Kan belâsı. Mısır’da bulunan bütün sular, Kıbtîlerin kaplarına doldurulurken kan hâlini alırdı. Böylece susuzluktan çâresiz kalmışlardı. İsrâiloğullarına ise böyle bir şey olmazdı.
10. İsrâiloğullarından biri öldürüldüğü vakit kimin öldürdüğü bilinemeyince, Mûsâ aleyhisselâmın duâsı ile dirilip, kendisini öldüreni haber vermiştir.
11. Mûsâ aleyhisselâm kavmiyle Tîh Çölüne geldiği zaman, kavminin yiyeceği kalmadığı için, Mûsâ aleyhisselâma gelerek çoluk-çocuğumuzla açlığa dayanamıyoruz, dediklerinde Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya duâ etti. Kudret helvâsı ve bıldırcın kebabı indi. Her ne zaman isteseler önlerinde hazır olurdu.
12. Hazret-i Mûsâ’nın duâsı ile kuraklıktan kavrulup kuruyan ekinler, otlaklar ve meyveler eski hâlini almıştır.
13. Hazret-i Mûsâ Tîh Sahrâsında bulunan İsrâiloğullarının durumunu merak edince bir kurt gelip onların hâllerini haber vermiştir.
14. Hazret-i Mûsâ’nın duâsıyla sarı dikenler altın olmuştur. Malı ve zenginliğiyle gururlanıp isyân etmesinden dolayı malı ve mülkü ile birlikte yere batırılan Kârun, bu mûcize karşısında âciz kalıp, hased ederdi.
15. Yolculukta hazret-i Mûsâ’ya uzun mesâfeler kısalır, kısa zamanda çok uzak mesâfeleri katederdi.
Kur’ân-ı kerîm’de Mûsâ aleyhisselâmdan 136 yerde bahsedilmektedir. Hakkında çok hadîs-i şerîf vardır. Yine Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde Hızır aleyhisselâm ile yaptıkları seyâhat bildirilmektedir. Vahyi tebliğ için Cebrâil aleyhisselâm ona dört yüz kere gelmiştir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyorlar ki:
Kendimi, peygamberler arasında gördüm. Mûsâ aleyhisselâm ayakta namaz kılıyordu. Esmerdi, saçları dağınık ve sarkık değildi. Zât kabilesinden bir yiğit gibiydi.
... Sonra bizi altıncı semâya doğru yükseltti. Cibrîl (aleyhisselâm) onun kapısını çaldı. Kim o! denildi. Cibrîl’dir dedi. Yanındaki kimdir? denildi. Muhammed’dir dedi. O’na “dâvet” gönderilmiş midir? denildi. Cibrîl O’na “dâvet”gönderilmiştir dedi. Onun üzerine bize açıldı. Ben orada Mûsâ (aleyhisselâm) ile karşılaştım. Bana merhabâ dedi ve hayır duâ eyledi.
Kuzey-Batı Afrika ve İspanya’yı fetheden İslâm kumandanı. 640 yılında Şam’da doğdu. Babası Nusayr, hazret-i Mâviye’nin yakınlarındandı. İyi bir tahsil gören Mûsâ bin Nusayr, Tâbiînden olmakla şereflendi. Eshâb-ı kirâmdan Temîm-i Dârî’den (radıyallahü anh) hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de Yezîd bin Mesruk el-Yahsubî hadîs-i şerîf rivâyet etti.
Hazret-i Muâviye zamânında yapılan Kıbrıs Seferine komutan olarak katıldı. Basra âmilliğinde bulundu. Mısır’a gitti. Halîfenin kardeşi ve Mısır Vâlisi Abdülazîz bin Mervan tarafından Kuzey-Batı Afrika Vâliliğine tâyin edildi. 705 yılında Afrikiyye’ye doğru yola çıktı. Kayrevân şehrini merkez yaptı. Berberîleri itâata alıp onlar arasında İslâmiyeti yaydı. Berberî gençlerinden otuz bin kişilik bir ordu teşkil etti. Sicilya’ya donanma gönderip ganîmet aldı. Bizanslı Julianus’un idâresindeki Sebte Kalesini itâata aldı. Atlas Okyanusu kıyısına kadar gitti. İspanya’dan giren güçlü bir ordunun İstanbul’dan Şam’a dönebileceğini anladı. Durumu halîfe Velîd’e bir mektupla bildirdi ve İspanya’nın fethi için izin aldı. Âzâdlı kölesi Târık bin Ziyâd’ı İspanya’nın fethiyle vazîfelendirdi. İspanya’ya çıkan İslâm ordusu ile İspanyol Kralı Roderich arasında 711’de yapılan savaş, Müslümanların zaferiyle netîcelendi. Zafer haberi üzerine Mûsâ bin Nusayr da 712’de İspanya’ya girdi. Târık bin Ziyâd ile birlikte Yarımadayı iki koldan fethettiler.
İspanya’nın Şuzûne, Karmûne, İşbiliyye, Marida, Reyyo, Gırnata, Tuleytula, Maide ve Mursiya gibi meşhur şehirleri fethedildi. Tulaytula’da birleşen İslâm ordusu Saragossa, Galiçya, Beşkens, Barselona, Arbune, Abinyün ve Ludun bölge ve kalelerini fethetti. İstanbul üzerinden Şam’a ulaşmaya kararlı olan Mûsâ bin Nusayr, askerin isteksizliği ve halîfe Velîd’in Şam’a dâveti karşısında geri dönmek mecbûriyetinde kaldı. İşbiliyye’yi merkez yapıp oğlu Abdülazîz’i vekil bırakarak Târık bin Ziyâd’la birlikte 714’te Afrika’ya geçti. Büyük oğlu Abdullah’ı Afrikiyye, diğer oğlu Abdülazîz’i Taner ve çevresi vâliliğine tâyin etti. Kendisi de yanında geri dönmek isteyenlerden başka esir ve ganîmetlerle birlikte yola çıktı. Mısır yoluyla 715’te Şam’a döndü. Halîfe Velîd’in iltifatlarına mazhâr oldu. Fakat kırk gün sonra Velîd vefât etti. Yerine geçen halîfe Süleymân, Mûsâ bin Nusayr’a gereken îtibârı göstermedi. 717 yılında Vâdil-Kura veya Medîne’de vefât eden Mûsâ bin Nusayr çok cesur, akıllı, cömert ve takvâ sâhibi idi. Kumanda ettiği ordusu hiç yenilmedi. Fethettiği yerlerde İslâm adâletini tatbik eder, herkesi dîninde serbest bırakır, kimseye zulüm edilmesine müsâade etmezdi. Ele geçirilen arâziyi sâhiplerinin ellerinde bırakır, İslâmiyetin emrettiği şekilde onlardan cizye ve harâc alırdı.
On iki imâmın yedincisi. Eshâb-ı kirâmın sohbetinde bulunmakla şereflenen Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve evliyânın büyüklerindendir. Câfer-i Sâdık’ın oğlu, İmâm-ı Ali Rızâ’nın babasıdır. Annesinin ismi Humeyde-i Berberiyye’dir. Resûlullah efendimizin torunu olup, hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma’nın neslindendir. Hazret-i Hüseyin’in çocuklarından olduğu için seyyiddir. Asıl adı, Mûsâ bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynelâbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir. Künyesi, “Ebü’l-Hasan” ve “Ebû İbrâhim”dir. Kâzım, Sâbır, Sâlih, Emîn gibi lakapları da vardır. En meşhuru Kâzım’dır. Hilminin (yumuşaklığının) çokluğundan, kötülük yapanlara kızmayıp bağışladığından ve gazabına hâkim olduğundan kendisine bu lakap verilmiştir. Mûsâ Kâzım, Mekke ile Medîne arasında Ebvâ denilen yerde 745 (H. 128) senesi Safer ayında doğdu. 802 (H. 186) senesinde Bağdat’ta hapishânede vefât etti. Bağdat’ın on km kuzey batısında Dicle Nehrinden beş km içerde olan Kâzımiyye mahallesine defnolundu. Büyük ve çok süslü bir türbesiyle yanında büyük bir câmi vardır. Müslümanların en çok ziyâret ettiği türbelerden biridir. İmâm-ı A’zam hazretlerinin türbesi de Dicle kenarındadır.
İmâmlığı yirmi beş sene üç ay süren Mûsâ Kâzım hazretleri, derin bir âlim ve büyük bir velîdir. Din bilgilerinde ictihâd derecesine yükselmişti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet ederdi. Gecelerini hep namazla geçirirdi. Bu hâllerinden dolayı, kendisine Sâlih kul adını vermişlerdir. Tasavvuf ilminde, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir.
Mûsâ Kâzım hazretleri, hadîs-i şerîf ilminde sikâ yâni güvenilir bir râvîdir. Büyük bir hadis imâmıdır. Oğulları Ali Rızâ ve İbrâhim, İsmâil, Hüseyin ile kardeşleri Ali ve Muhammed, ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûlullah’a kadar varan bir rivâyet ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Yemekten önce el yıkamak, fakirliği yok eder. Yemekten sonra yıkamak da, üzüntüyü giderir...”
Mûsâ Kâzım hazretlerinin yaşadığı devirde, Ehl-i beytten olanlara maalesef pekçok haksızlık yapılmıştır. Zamânın sultanları tarafından birkaç defâ hapse atılmış ve hapiste iken vefât etmiştir.
Mûsâ Kâzım’ın (rahmetullahi aleyh) hayâtı, fazîletler ve üstünlüklerle doludur. Sevdiklerine ibret veren ve yol gösteren kerâmet ve menkıbeleri ile rûhlara gıdâ olan sözleri çoktur. Menkıbeleri meşhurdur. Bâzı söz ve kerâmetleri kitaplarda yazılmış, bâzıları da şifâhî olarak dilden dile, gönülden gönüle akıp gelmiştir.
Mûsâ Kâzım hazretleri çok cömertti. Birisi ona devâmlı içinde dînâr bulunan keseler gönderiyordu. Bu keselerin içinde; bâzan üç yüz, bâzan dört yüz, bâzan da iki yüz dînâr bulunuyordu. Mûsâ Kâzım hazretleri, eline geçen bu dînâr keselerini yanında biriktirmez, onları Medîne-i münevvere fakirlerine dağıtırdı.
Hikmetli sözlerinden birinde buyurdular ki:
Arkadaşlık ettiğin biri, önceleri hâli hâline uyar, sonraları kalbine sıkıntı verirse, hemen kendine bak! Kendi eğriliğini anlarsan, hemen tövbe et. Doğru olduğunu anlarsan, bilesin ki, o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu durumda dur, biraz düşün. Hemen ondan ayrılma! Onu yalnız başına bırakma. Cenâb-ı Hak tarafından bir düzelme gelinceye kadar bekle.
Osmanlı devlet adamı. Münşeât ve divan sâhibi bir şâir olan Kırımlı Ebû Bekr Efendinin oğludur. İlk tahsili sonunda mâliye kalemlerine devam ederek yetişti. Hasib Paşaya kâtiplik yaptı. 1834’te Divân Hocalığına tâyin edildi. Hasib Paşanın yerine Bağdat ve Musul Kapıkethüdâsı oldu (1834). Cizye Muhassıllığı verildi. 1836’da evkâf-ı Hümâyun Nazırlığına tâyin edildi. 1839’da Hazain-i Amire Defterdarlığına 1840’ta Meclis-i Vâlâ âzalığına atandı. Aynı yıl Şam Defterdarlığına tâyin edildiyse de henüz görevine başlamadan, müşirlik ve vezirlik rütbesiyle Mâliye Nâzırlığına getirildi. Şam (1845), Cezâyir-i Bahr-i sefîd (1848), Kastamonu(1848), Ankara(1850), Cezâyir-i Bahr-i Sefîd (1851) vâliliklerinde bulundu. 1853’te Mâliye Nâzırı, 1854’te TicâretNâzırı, 1857’de tekrar Mâliye Nâzırı oldu. 1858’de Evkâf-ı Hümâyun Nâzırlığına tâyin edildi.
1859’da Meclis-i Vâlâ Başkanlığına tâyin olundu. 1861 yılında bu görevden ayrıldı. 1864 yılında vefât ederek Eyüpsultan Kabristanında defnedildi.
Adaletli ve hayırseverliğiyle tanınan Mûsâ Safvetî Paşa, Karaköy Hüseyinağa mahallesinde bir Nakşibendi dergâhı, câmi ve kütüphâne, Yenikapı’da Osman Reis Câmii bitişiğinde bir çeşme yaptırdı. Şam vâliliği esnâsında tanışıp görüştüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfesi Muhammed bin Abdullah el-Hanî’yi (v. 1862) İstanbul’a dâvet ederek evinde misâfir etmiş, Sultan Abdülmecîd Hanla tanıştırıp çeşitli devlet adamları ile görüştürmüştür. Mûsâ Safvetî Paşa ayrıca Sirkeci Ebüssü’ûd caddesinde kendi adıyla yaptırdığı mescit ve tekkeyle İstanbul’da Üçüncü Hâlidiye Dergâhının kurulmasını sağlamıştır. Bu mescit ve tekke, bugün ilkokul olarak kullanılmaktadır.
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Künyesi Ebû Muhammed olup, annesi ve babası tarafından Kureyş’in asil ve zengin bir âilesine mensuptu.
Mus’ab bin Umeyr hazretleri İslâmiyetin ilk yıllarında Müslüman oldu. Zengin bir âileden olduğu için gâyet rahat bir hayat süren Mus’ab bin Umeyr, çocukluğunda putlardan nefret ederdi. Annesi tarafından en iyi şartlar altında refah ve bolluk içinde yetiştirilmişti. Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke halkı ona gıpta ile bakardı. Peygamber efendimiz; “Mekke’de Mus’ab’dan daha zarîf, daha nârin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi.” buyurmuştur.
Bütün bunlara rağmen kalbinde büyük bir boşluk hisseden Mus’ab bin Umeyr, Peygamberimizin bir merkez olarak seçtiği, İslâmı anlattığı ve o zaman Mekke’de Müslümanların toplandığı Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın evine giderek Müslüman oldu. Mus’ab bin Umeyr’in âilesi durumu öğrenince, onu dîninden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan’ın yakıcı güneşi altında uzun müddet bırakarak ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar. Fakat Mus’ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebât göstererek aslâ İslâmiyetten dönmedi. İslâmiyeti kabul ettikten sonra Mekke’de sıkıntı ve işkencelere mâruz kalan Mus’ab bin Umeyr, müşriklerin ağır işkenceleri ve zulümleri sebebiyle Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Daha sonra dönüp, Peygamberimizin yanına geldi. Onun bu gelişini hazret-i Ali şöyle anlatmıştır: “Resûlullah ile oturuyordum. Bu sırada Mus’ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Resûlullah onun bu hâlini görünce, mübârek gözleri yaşla doldu. Çünkü o Müslüman olmadan önce servet içinde idi. Dîni uğruna bunların hepsini terketti.” Peygamberimiz onun hakkında; “Kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı şu kimseye bakın. Anne ve babasının onu en iyi yiyecek ve içeceklerle beslediklerini gördüm. Allah ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir.” buyurdu.
Birinci Akabe bîatında Müslüman olan Medîneliler, kendilerine dîni öğretecek bir öğretmen istediler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bu iş için Mus’ab bin Umeyr’i görevlendirdi. Bunun üzerine Medîne’ye gidip onların reisleri olan Es’ad bin Zürâre’nin evine yerleşti. Burada hem Kur’ân-ı kerîm öğretiyor hem de İslâmiyeti anlatıyordu. Onun bu hizmetiyle Medîne’de çok kimse Müslüman oldu. Medîne’de bulunan kabîle reislerinden Sa’d bin Muâz, Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Bunların durumu çevreyi etkiliyor, İslâmiyetin hızla yayılmasını engelliyordu. Bir gün Mus’ab bin Umeyr, bir bahçede, etrâfında bulunan Müslümanlara dîni anlatıyor, sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabîlesinin reislerinden olan Üseyd elinde mızrağı olduğu hâlde gelip, hiddetle konuşmaya başladı; “Siz bize niçin geldiniz, insanları aldatıyorsunuz! Hayâtınızdan olmak istemiyorsanız buradan derhal ayrılın!” dedi. Onun bu taşkın hâlini gören Mus’ab bin Umeyr; “Hele biraz dur, otur! Sözümüzü dinle. Maksadımızı anla, beğenirsen kabul edersin. Yoksa engel olursun...” diyerek gâyet yumuşak ve nâzik bir konuşmayla karşılık verdi. Üseyd sâkinleşip; “Doğru söyledin.” dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu. Mus’ab bin Umeyr onaİslâmiyeti anlattı ve Kur’ân-ı kerîm okudu. Kur’ân-ı kerîm’in eşsiz belâgatı ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd kendini tutamayıp; “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür. Bu dîne girmek için ne yapmalı?” diye sordu. Mus’ab bin Umeyr, ona kelime-i şehâdeti öğretti ve o da Müslüman oldu. Sevincinden yerinde duramayan Üseyd; “Ben gidip size birini göndereyim. Eğer o da îmâna gelirse bu beldede îmân etmedik kimse kalmaz.” diyerek oradan ayrıldı. Evs kabîlesinin reîsi Sa’d bin Muâz’ın ve kabîlesinin yanına varınca Müslüman olduğunu söyledi. Bunu gören Sa’d şaşırarak hiddetlendi ve Mus’ab bin Umeyr’in yanına koştu. Yanına varınca sert ve kızgın bir tavırla konuşmaya başladı. Mus’ab bin Umeyr ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlenmesini söyledi. Sa’d bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı. Mus’ab bin Umeyr ona da İslâmiyeti anlattı ve Kur’ân-ı kerîm’den bir miktar okudu. Kur’ân okunurken Sa’d’ın yüzü birden bire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve rahatlığın şevkiyle derhal kavminin yanına gidip onlara; “Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?” dedi. “Sen bizim büyüğümüz ve üstünümüzsün” cevâbını alınca; “Öyle ise Allah’a ve Resûlüne îmân etmelisiniz... Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!” dedi. Onun bu sözü üzerine kavminin hepsi İslâmiyeti kabul etti. O gün kavminden îmân etmedik kimse kalmadı. Mus’ab bin Umeyr’in büyük gayretleri ve üstün çalışmaları netîcesinde İslâmiyet Medîne’de süratle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş îmân etmeyen kalmamıştı.
Mus’ab bin Umeyr Bedir Savaşına katılıp sancağı taşıdı, büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Uhud Savaşında da sancağı taşıdı. Bu savaşta Sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından ayrılmayarak saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti, bu hâliyle Peygamber efendimize(sallallahü aleyhi ve sellem) benziyordu. Müşrik ordusundan İbn-i Kamia adında biri Resûl-i ekrem efendimize saldırırken Mus’ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik bir kılıç darbesiyle Mus’ab bin Umeyr’in sağ kolunu kesti. O da sancağı derhal sol eline aldı. İkinci bir darbeyle sol kolu da kesilince sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. Bu hâliyle kendini Peygamber efendimize siper yapan Mus’ab bin Umeyr’in üzerine hücum eden İbn-i Kamia, vücuduna bir mızrak sapladı ve Mus’ab bin Umeyr yere yıkılıp şehit oldu.
Hazret-i Mus’ab şehit olunca; onun sûretinde bir melek sancağı aldı. Mus’ab’ın (radıyallahü anh) şehit düştüğünden Resûlullah efendimizin henüz haberi olmamıştı. “İleri ey Mus’ab ileri!” diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimize; “Ben Mus’ab değilim.” diye cevap verince, Resûlullah, sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz sancağı hazret-i Ali’ye verdi.
Eshâbı kirâmdan Ubeyd bin Umeyr anlatır: Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Mus’ab bin Umeyr’i şehit olmuş görünce başı ucuna dikilerek Ahzab sûresinden, “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dâir yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu: “Allah’ın Resûlü de şâhittir ki, siz kıyâmet günü Allah’ın huzûrunda şehit olarak haşrolunacaksınız.” Sonra yanındakilere dönüp; “Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Hayâtın kudreti ile kâim olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kıyâmette bu aziz şehitler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir.” buyurdu. Daha sonra şehitler defnedildi. Mus’ab bin Umeyr’e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Vücûdu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek sûretiyle defnedildi.