MUM

Alm. Wachskerze, Fr. chandelle (n), İng. Candle. Balmumu, yağ, parafin, stearik asit, pallustik asitle meydana getirilen karışımlardan yapılan, ortasında bir fitil bulunan, yandığı zaman parlak alev veren, genellikle silindir, kesik koni ve çeşitli dekoratif biçim verilmiş çubuk.

Parmak boyunda, renkli süslü mumlar olduğu gibi insan boyunda ve kalın olanları da vardır. Kullanılmaya başlandıkları zaman kesin olarak bilinmemekle berâber, yapılan araştırmalar mumların menşeinin çok eski târihlere dayandığını ortaya çıkarmıştır. Bulunan ilk örnekler, eski Mısır medeniyetine âit, koni şekilli, meşâle yerine kullanılan, saz fitil etrâfına balmumu sarılarak yapılmış irice mumlardır. Ortaçağ boyunca Avrupa’da aydınlatmanın en pratik yolu olan saz mumları, yağa batırılmış kalınca saz parçalarından imâl ediliyordu. Gerek balmumundan, gerekse yağlardan yapılan mumların kullanılması yaygınlaşınca arzu edilen incelikte îmâl yoluna gidildi. Ancak mum ortaçağın ilk yarısı boyunca iptidai usüllerle imâl ediliyor ve seri üretim sağlanamıyordu. On üçüncü yüzyılda Paris’te ilk mum imâl evi kuruldu. Bu şehirde balmumu ve yağdan yapılanlar olmak üzere iki ayrı kola ayrılan mum endüstrisi elli yıl kadar sonra Londra’da da aynı gelişmeyi gösterdi. Bu durum 15. asra kadar devam etti. Bu asırdan îtibâren ilk kalıpların kullanılmasına başlanmasına rağmen, elle mum yapma uzun süre ehemmiyetini kaybetmedi.

1820 senesinde Fransız mühendisi M. E. Chevrel, mum îmâlinde yağlarla birlikte yağ asitleri ve gliserini denedi. Bu maddeleri, yağları alkaliler ve sülfürik asit ile muâmeleye sokarak elde etmişti. Bu başlangıçtan îtibâren, mum îmâlinde hızlı bir gelişme görüldü.

Köpek balıklarının yumurtalarından yapılan spermeçet mumlarının üretilmesine ise 1860’ta İngiltere’de başlandı. Bu mumların, mum endüstrisinde standartlaşmaya önayak olması ve fotometrik ölçü kabul edilmesiyle büyük bir gelişme oldu. Bunlar aynı zamanda önceki mumlardan daha parlak bir ışık vermekteydiler.

Aynı senelerde İngilizlerin uzun süren çalışmalardan sonra petrolden parafin imâl etmeye muvaffak olması, 1859’da ABD’de petrol bulunması ile parafin de mum yapımında kullanılmaya başlandı. Parafin rafine edilmiş petrolün destilasyonu ile elde ediliyordu. Parafinin tek dezavantajı erime noktasının düşük olmasıydı. Bu problem parafinin stearik ve palmitik asitlerle birlikte kullanılmasıyla ortadan kaldırılınca, mum endüstrisinin en önemli hammaddesi parafin oldu. Bundan sonra mum yapımındaki gelişmeler, fitilin niteliği ile ilgili olup, mumun hammaddesinde çok az değişiklikler oldu.

İlk önceleri basit sicimlerden yapılan fitiller daha sonra W. Camba Ceréss’in 1825’te bulduğu bir usül ile boraks, potasyum nitrat, amonyum nitrat çözeltilerine batırılarak imâl ediliyor ve bu sayede fitilin daha uzun süre dayanması ve alevin daha parlak olması sağlanıyordu. Günümüzde yapı olarak bunlardan fark göstermeyen mumlar, ileri teknoloji sâyesinde daha hızlı olarak imâl edilebilmektedir.

İslâm kültür ve sanatı incelenirse mumun yerini kandilin aldığı görülür. Mum da kullanılmıştır. Ancak, emniyetli olması sebebiyle kandiller daha yaygınlaşmıştır. Buna karşılık batı, mumu âyin vasıtası olarak kullandığından bunun üzerinde çok çalışmışlardır.

Modern mum üretimi: Günümüzde kullanılan otomatik mum imâl makinaları, Joseph Morgan’ın 1834’te îmâl ettiği kalıp makinalarının gelişmiş şekilleridir. Bunlar, seri halde, standart mum üretmeyi temin ederler. Ticari mum imâlinde üç safha vardır.

1. Fitilin hazırlanması: İyi kalite pamuk veya benzeri bir lif, kıvrımlanarak ucu ilk ateşlemede tutuşacak şekilde hazırlanır. Fitilin kapillaritesi, yâni mum maddesini yanma bölgesine sızdırma kâbiliyeti, alevin hiç sönmemesini sağlayacak şekilde olmalıdır. Fitilin çeşitli metal tuzlarına batırılması hem bunu hem de alevin parlaklığını temin eder. Bu işlem yapılmazsa fitil âni olarak yanar, alev kısa sürede mumun içine gömülerek söner.

2. Mum maddesinin hazırlanması: Standart ticârî mumlar, dekoratif veya büyük mumların hepsinin bileşimi aynıdır. Bir mumun % 60’ı parafin, % 35 stearik asit, % 5’i de boya, cila ve benzeri maddelerdir. Bu miktarlar mumun kullanılacağı zeminin şartları ile kendi aralarında değişiklik gösterebilmektedir. Balmumundan yapılan mumlar ise saf balmumu ile balmumu parafin karışımına az miktarda stearik asit eklenerek yapılırlar. Balmumundan mâmül mumlar yumuşaktırlar, daha az dayanırlar.

Yapısı ne olursa olsun hazırlanan karışımlar çift dipli büyük kazanlara alınarak su buharı tatbikiyle ısıtılırlar. Bu ısıtma sırasında yapılacak küçük bir hatâ çok kötü sonuçlar alınmasına yol açar. Mum maddesi bu şekilde ısıtıldıktan sonra kristalleşmeye kadar bekleyince kalıplamaya hazır duruma gelir.

3) Kalıplama ve üretimin tamamlanması: Önce kalıpların ortasına fitil yerleştirilir. Kristalleşme durumunda madde üç bölümden meydana gelen kalıplara aktarılır. Genellikle demir döküm olan bu kalıpların ilk bölümü mumun silindir kısmını meydana getiren parça, ikinci bölümü de alttaki pistondur. Bu kalıplar soğuk su ile muâmele edilerek içindeki madde iyice soğutulur. Daha sonra alttaki piston hareket ederek mumlar dışarı çıkarılır. Etraflarındaki artıklar temizlenerek cilalama ve boyama işlemleri yapılır. Bütün bu işlemler tamamlanınca ambalajlanarak pazarlamaya hazır hâle getirilirler.

Daha önce de anlatıldığı gibi, mumların en eski ve genel gâyesi aydınlatmadır. Elektrik ışığının her yere girdiği günümüzde elektrik kesintilerinde aydınlatma vâsıtası olma özelliğini korumaktadır.

Mum, Hıristiyanlık ve Yahûdîlikte ve diğer bâzı bâtıl inançlarda ibâdet vâsıtası olarak da kullanılmaktadır. Meselâ Hıristiyanlar, noel yortularında (yılbaşında) âdetleri olarak çam ağaçlarını mum ile süslemektedirler. İslâmiyette mezarlarda mum yakmak, dinde yeri olmayan bir davranıştır. Eskiden elektriğin olmadığı zamanlarda, türbelerin aydınlatılması için burada vazifeli olan türbedarlara mum hediye edilirdi. Bu davranış, bir ibâdet olmayıp, yardım mâhiyetindeydi. Günümüzde elektrikle aydınlatmanın mümkün olması sebebiyle buna gerek kalmamıştır. Memleketimizin hemen her yerinde bol miktarda bulunan evliyâ, âlim ve diğer büyüklerin türbelerine mum adamak, İslâmiyette yasaktır. Türbelerin pencerelerinde mum yakmanın da türbedeki zâta ve mum yakana hiçbir faydası olmaz. İslâmiyette evliyânın rûhâniyetinden istifâde etmek ve onların yardımlarına kavuşmak için türbelere saygı gösterilerek ziyâret edilir, rûhları için Kur’ân-ı kerîm ve diğer duâlar okunur, Allahü teâlânın rızâsı için hayır ve sadaka yapıp sevabı onun rûhuna gönderilir. Mezarlara mum yakmak, aslında Hıristiyanların âdetidir. Müslümanlar bundan sakınır. Kilise, kullanacağı mumlarda % 30 oranında balmumunun olmasını bugün şart koşmaktadır.

MUM_

Alm. Kerze (f), Fr. Chandelle (n), İng. Candela. Işık şiddeti birimi. Bir Uluslararası mum saatte 7,8 gramı yanan bir spermecet mumunun yatay doğrultuda 1 m uzaklıkta meydana getirdiği aydınlatmaya eşittir. Bir yeni mum ise platinin erime sıcaklığındaki doğrultuda ve 1 m uzaklıktaki bir cisim üzerinde yaptığı aydınlatmanın 1/60’ı olup, Uluslararası mum’dan çok az farklıdır.

MUMÇİÇEĞİ (Hoya cornosa)

Alm. Wachsblume (f), Fr. Cérinthe; mélinet, İng. Waxflower; honeywort. Familyası: İpekotugiller (Asclepiadaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Salonlarda yetiştirilen bir süs bitkisi. Tabiî olarak yetişmez.

Kalın etli yapraklı ve çiçekli, güzel kokulu, şemsiye biçiminde ve beyaz-pembemsi renkli çiçekler açan sarılıcı bitkiler. Çelikten yetiştirilebilir. Çok suyu sevmediğinden az sulamalıdır. Güneşten korunmuş fakat aydınlık yerlerde iyi yetişir. Vatanı Çin ve Avustralya’dır.

MUMYA

Alm. Mumie (f), Fr. Momie (f), İng. Mummy. Çeşitli maddelerle bozulmadan uzun yıllar saklanabilecek duruma getirilmiş cesed.

Sun’î tahnitle veya tabiî metodlarla cesetlerin çürümesini önlemek, çok eski zamanlardan beri uygulanmıştır. M.Ö. 2600 yıllarında Mısır’da zenginlerin ölüleri, kumaş veya deriye sarılarak fazla derin olmayan mezarlara gömülürdü. Ayrıca bunlar ölünün fizîkî hayâta devam ettiğine inanırlardı. Bu sebeple ölünün en sevdiği nesneleri, yiyecekleri, hattâ sevdiği insanları öldürerek veya canlı olarak yanında gömerlerdi. Mezarlara konan bu maddeler çoğaldıkça, mezarı daha büyük yapmak ihtiyâcı doğdu ve netîcede cesetlerin toprakla temâsı kesildi. Bu durum eski Mısırlıları ölülerini geniş mezarlarda, tabiatın yardımı olmadan muhâfaza etmenin çârelerini aramaya sevketti.

Böyle bir teşebbüsün ilk kesin delilini, Mısır’da birinci sülâle tarafından kalma bir mumya ortaya koymaktadır. Üçüncü ve dördüncü sülâle zamânından kalma aynı şekilde mumyalara da rastlanmıştır. Beşinci sülâle zamânında ise, mumyalama metodu değiştirilip, geliştirilmiştir. Bu şekliyle mumyalamada; önce ceset düz olarak yatırılıp, gövde sol tarafından yarılarak iç organları çıkartılıyordu. Sonra meydana gelen boşluğa keten ve reçine doldurulmaktaydı. Vücudun dış kısmı vücudun biçimini aynen aksettirecek şekilde reçineli sargılarla sarılmakta, yüz biçiminin teferruatı ise boya ile gösterilmekteydi.

Orta krallık çağında mumyalamada bir gerileme görülür. Bu zamanda reçine daha az kullanılmış, kurutmaya daha fazla önem verilmiştir. Cesetleri tuzlu suda dinlendirme usûlü bu devirde ortaya çıkmıştır.

Yeni krallık çağında birçok yenilikler ortaya çıktı. Bunlardan biri, özel âletlerle burundan beynin çıkartılması oldu. Ayrıca geliştirilen bir kurutma usûlü, dokuların daha fazla korunmasına yardım etti. Mumyalamadaki en önemli gelişme bugün dahi kesin olarak muhteviyatı bilinemeyen reçineli koruyucu maddenin hazırlanışı ve tatbiki olmuştur.

Mezar hırsızlarının bütün tecâvüzlerine rağmen, sağlam kalmış, o devre âit kral ve kral âilesi fertlerinin mumyaları mevcuttur.

Her ne kadar daha az mâliyetli mumyalama teknikleri geliştirilmiş ve bu da mumyalamanın halk arasında yayılmasına sebep olmuşsa da esas îtibâriyle cesetleri mumyalatmak, zenginlere ve kutsal sayılan kedi, köpek, gibi hayvanlara münhasır kalmıştır.

Mumyalanacak ceset, önce özel bir yere alınırdı. Burada özel âletlerle burundan beyni, sol tarafı kesilerek, kalbi hariç, bütün iç organları çıkarılırdı. Cesedin içindeki boşluk yıkandıktan ve ceset minimum yer kaplayacak şekilde katlandıktan sonra, tuz veya soda eriyiği bulunan bir kaba konurdu. Burada su, cesedin ancak ensesine kadar gelirdi. Haftalarca bu eriyiğin içinde bekleyen cesedin yağlı maddeleri erirdi.

Eriyiğe batırılmayan baş kısmı durumunu muhâfaza ederdi. Tırnaklara özellikle dikkat edilir, korumak maksadıyla etrâfındaki etler önceden kesilir, hattâ tellerle bağlanırdı. Tuzlu veya sodalı suda dinlendirmeyi müteâkip, çıkarılıp, uzatılır ve kurumaya sevkedilirdi. Bundan sonra kafatası ve vücudun içindeki boşluklar koruyucu maddelerle doldurulur, geriye kalan vücudun dış kısımları ise reçine ve yağdan yapılmış bir mâcunla sıvanırdı. Bunun da üzerine, vücudun biçimini aynen aksettirecek şekilde, özel olarak hazırlanmış reçineli keten sargılar sarılırdı. Çıkarılan iç organlar ise, hâlen sırrının çözülemediği için, kurutma olmaktan öteye gidilemeyen ayrı bir muameleye tabi tutulurdu. Mumyalama işlemi yetmiş gün sürerdi. Mumyalama işleri Mısırda yirmi ve yirmi ikinci sülâleler zamânında teknik bakımdan en üstün seviyeye ulaştı. Yâni bu dönemde cesetler canlı görünüşüne daha yakın idi. Bu maksatla cesedin çeşitli yerlerinden açılan kesiklerden, deri ile kaslar arasına kum, çamur veya başka maddeler sevkediliyordu. Bu maddeler tamâmıyla vücûdun şeklini alıyor, böylece vücudu hayattaki şekliyle muhâfaza etmeyi sağlıyordu. Ayrıca sun’î gözler takılıyor ve boyanıyordu.

Bu dönemden sonra mumyalama sanatı gerilemiş; cesedin mumyalanmasından çok, dış sargısına önem verilmiştir. Ptolemaioslar döneminde bu şekilde yapılan mumyalar, vücudun dış yapısının bir kalıbı olmaktan öteye gidemedi. Mumyalama işi Hıristiyanlıktan sonra da devâm etti. Yalnız bunlar cesedi alelâde tuza gömüyor ve iyi muhâfaza ediyorlardı.

Mumyaların yapılıp tamamlanmasından sonra, icrâ edilen büyü törenlerinde, sihirli âletle ve büyülü sözlerle, ölüye tekrar hayâtî fonksiyonları kazandırılmaya çalışılırdı. Tören sonunda, fizikî hayâta döndüğü kabûl edilen mumyaya da maddî gıdâ sağlamak maksadıyla ziyâfet verilirdi.

Mısırlılar mumyalamada, günümüzdeki kimyâ tahlillerinden de anlaşıldığı gibi, kesinlikle bitüm (zift) kullanmamışlardır.

Mumyalamanın coğrafî yayılış alanı çok geniş olmakla berâber, Asya’da mumyalama pek bilinmez. Yalnız Tibet ve Birmanya’da ölülerini mumyalayan topluluklar vardır.

MURABBA

(Bkz. Nazım Şekilleri)

MURÂBITLAR (Mülessimîn)

Alm. Almorawiden (pl.), Fr. Almoravides (pl.), İng. Almoravides. Kuzey Afrika, İspanya ve Balear adalarına hâkim olarak, İslâm devleti kuran hânedân. Magrib’de kurulan devletin başşehri Merâkeş’dir. İslâm kaynaklarında “Murâbıtîn” veya “Mülessimîn” olarak geçen hânedâna, Avrupalılar, “Almoravides” derler. Kelimeler, hudut kalelerinde ikâmet edenler, peçeliler, Fransızca’da derviş mânâsındadır.

On birinci yüzyılın ilk yarısında Senhace Berberî Kabîlesi reisi Yahyâ bin İbrâhim, Hac için Arabistan’a gitti. Yahyâ bin İbrâhim, Kayrevân’da Faslı âlimlerden Ebû İmrân el-Fâsî ile görüşüp kabîlesine İslâm dîninin esaslarını öğretmek için, birini göndermesini istedi. O da talebelerinden Şerîf Ebû Muhammed Abdullah bin Yâsin el-Cezûlî’yi vazifelendirdi. Abdullah bin Yâsin, Senhâce Berberî kabîlesine büyük bir gayretle İslâm dînini öğretip yaymaya başladı. Lemtûne kabîle reislerinden Yahyâ bin Ömer ve kardeşi Ebû Bekir bin Ömer el-Lemtûnî ile ribat kurup, “Murâbıtûn” denilen talebe ve mücâhid yetiştirdiler. Büyük bir talebe grubuna ve bin kişilik mücâhide sâhip olan Şerîf Abdullah bin Yâsîn, Senhâce ve diğer komşu kabîlelere İslâm dînini öğretti. Berberî kabîleleri arasında ve Kuzey Afrika’da büyük bir mânevî otoriteye sâhip oldu.

Kabîle reislerinin idâresine ve askerî işlere karışmayan Şerîf Abdullah bin Yâsîn, onları mevkılerinde bırakarak, cihad yapmalarını istedi. Yahyâ bin İbrâhim, Yahyâ bin Ömer ve Bekr sâyesinde Sahrâ’da İslâmiyet yayılarak, kabîleler itâat altına alındı. Ebû Bekr el-Lemtûnî’nin Kumandanı Yûsuf bin Tafşin kumandasındaki Murâbitînler, Fas’a doğru ilerlediler. Cezâyir’e kadar Kuzey Afrika’yı fethettiler. Ebû Bekr el-Lemtûnî 1056’da Murâbıtînlerin reisi oldu. Şerîf Abdullah bin Yâsîn, Berberîler ile yapılan muhârebede, 1059’da şehit edildi. Emir ünvânını alan Ebû Bekr el-Lemtûni, 1060’ta yeni bir hükûmet merkezi plânlayarak, Merâkeş şehrinin inşâsını başlattı. 1062’de saltanatını, kumandanı ve amcaoğlu Yûsuf bin Tafşin’e bıraktı. Zenciler arasında da İslâm dînini yayan Ebû Bekr el-Lemtûnî, cihâd ederken, 1076’daki bir muhârebede şehit edildi. Merâkeş’i başşehir hâline getiren İbn-i Tafşin şehrin inşâsını tamamlatarak, câmi ile hayır ve sosyal müesseseler yaptırdı. Kuzey Afrika’da fetihlere devâm ederek, hâkimiyetini genişletti. Az zamanda büyük ülkelere sâhip olan İbn-i Tafşin İslâmî müessese ve devlet teşkilâtını Berberîler arasında tesis ederek, onları medenîleştirmeye çalıştı. Fetihlerdeki ganîmetler ve toplanan vergilerle Murâbıtlar Devleti zenginleşti. 1084’te Septe’yi ele geçiren İbn-i Tafşin, Murâbıtîn ülkesini Atlas Okyanusundan Tunus’a kadar genişletti. Endülüs Müslümanlarına yardım için, 1086’da Septe Boğazından İspanya’ya geçti. Batliyos yakınındaki Zallakâ’da Leon ve Kastil Kralı Altıncı Alfonso’ya karşı büyük bir zafer kazandı. Dört defâ İspanya seferine çıkan İbn-i Tafşin Endülüs Müslümanlarını Hıristiyanların saldırılarından korudu. 1103’te bütün Endülüs emirlerini toplayarak, oğlu Ebü’l-Hasan Ali’yi veliahtlığa getirdi. Endülüs’te on yedi bin asker ve hudutların emniyetini sağlamak için de Endülüslüleri vazîfelendirerek, Magrib’e döndü.

Yûsuf bin Tafşin devrinde Murâbıtlar Kuzey Afrika ve İspanya’ya hâkim oldular. Mısır’dan Atlas Okyanusuna Akdeniz’den Nijer Havzasına ve İspanya’da Ebro Nehrine kadar uzanan büyük bir devlet kuruldu. Abbâsî halîfelerinin mânevî nüfûzu altındaki Murâbıtlar Ehl-i sünnet olup, Mâlikî mezhebindeydiler. Murâbıtların İslâmiyete hizmetini takdir eden büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Yûsuf bin Tafşin’in ülkesini ziyâret etmek istedi. Mısır’a kadar gelen İmâm-ı Gazâlî rahmetullahi aleyh Tafşin’in vefât (1106) haberi üzerine geri döndü. İbn-i Tafşin’den sonra yerine oğlu geçti. Ebü’l-Hasan Ali devrinde, 1108’de Ucles Meydan Muhârebesinde Hıristiyanlara karşı büyük bir zafer kazanıldı (1108). Ebü’l-Hasan Ali’nin Endülüslü felsefeci İbn-i Rüşd’den fetvâ alması ve onun fikirlerinin yayılması, Murâbıtların îmânlarını bozdu. İç harpler başladı.

Devamlı gerilediler. Dinde reformcu İbn-i Tümart’ın fikirleri çok yayıldı. Ebü’l-Hasan Ali (1106-1142) Tafşin bin Ali (1142-1146) İbrâhim Ebû İshak (1146-1147) devrinde gerileme devâm etti. İbrâhim 1146’da vefât edince amcası İshak bin Ali, Kuzey Afrika’da yeni bir güç hâline gelen Muvahhidler tarafından öldürüldü (1147), Murâbıtların başşehri Merâkeş, Muvahhidlerin eline geçti. Endülüs’teki son Murâbıtîn valisi olan Yahyâ bin Gani 1148’de ölünce hâkimiyetleri son buldu. Murâbıtların Benû Ganiye kolu 1115’ten 1228 yılına kadar Majorka’da; buranın Aragon krallarınca işgalinden sonra da Minorka’da Aragon vassalları olarak 1286’ya kadar devam etti.

Kuzey Afrika’nın göçebe ahâlisine dayanan Murâbıtlar İslâm dînine sıkıca bağlanıp, cihad ederek, hâkimiyetlerini genişlettiler. Arapların üstün bir medeniyet kurdukları Endülüs’e hâkim olmalarıyla medenîleştiler. Teşkilâtlı bir devlet kurdular. Sahâbe-i kirâmın, meşhur İslâm kumandanlarının menkıbelerini okuyarak, yükselip meşhur kumandanlar yetiştirdiler. Hıristiyanlara karşı İslâmiyeti korudular. Endülüsteki Müslümanları kuvvetlendirdiler. Zaferlerin getirdiği şöhret, ganîmet ve toplanan vergilerle zenginleşen Murâbıtînlerin yıkılmalarına, felsefeci İbn-i Rüşd ve İbn-i Hazm’ın bozuk fikirlerinin yayılması, iç harplerin başlayıp gerilemeleri sebep oldu.

Murâbıtların başında “Emirü’l-müminîn” ünvanlı hükümdar vardı. Emir, orduların da başkumandanıydı. Emire devlet işlerinde yardımcı bir meclis bulunuyordu. Her hükümdar kendi veliahtını sağken seçip, devlet adamlarının da tasdikiyle meşrûluk kazanma yoluna giderdi. Veliaht, nâib olarak Gırnata, İşbiliye ve Kurtuba’da vazîfe yapardı. Vâliler aynı zamanda askere kumanda ederdi. Çoğu süvarilerden meydana gelen ordunun mevcudu, yüz bin civârında idi.

Murâbıtlar devrinden günümüze pek az eser ulaşabilmiştir. Büyük Cezâyir Câmii, Tlemsen Câmii ve Fas’taki câminin bâzı kısımları da bu döneme âit eserlerdendir. Murâbıtların topluma faydalı diğer çalışmaları arasında, Fas bahçelerini sulamak gâyesiyle açılan kanalları da belirtmek yerinde olur. Ayrıca Merâkeş yakınında Tensift üzerindeki köprü de onlardan bir yâdigârdır.

Murâbitîn sultanları:

Yahyâ bin İbrâhim

(?)

Yahyâ bin Ömer

(?)

Ebû Bekr el-Lemtûnî 

(1056-1061)

Yûsuf bin Tafşin)

(1061-1106)

Ebü’l-Hasan Ali

(1106-1142)

Tafşin bin Ali

(1142-1146)

İbrâhim Ebû İshak

(1146-1147)

İshâk bin Ali

(1147)

MURÂD DAĞI

Batı Anadolu dağlarından. Kütahya’nın 45 km güney batısındaki bu dağ, Batı Anadolu’daki dağlık eşik bölgenin en yüksek yeridir (2224 m). Bol yağış alan Murâd Dağı, çevresindeki pekçok akarsuyu besler. Batısından Murad Çayı adı ile çıkan su Gediz’in, güneyden çıkan sular ise Banaz Çayının başlangıç kaynağı olur. Kuzeyinde biriken sular da Porsuk Çayına katılırlar.

Kuzeye bakan tarafları çok sarp kayalık olan Murâd Dağının doruk kısmı hâriç her tarafı ormanlarla kaplıdır. Çam ve meşe ağaçları en çok rastlanan ağaç türleridir. Dağ, doğu-batı istikâmetinde 30 km’yi bulur. Eni ise 20 km kadardır. Afyon-Uşak demiryolu ve karayolu dağın güneyinden, Uşak-Kütahya karayolu ise kuzeyinden geçer.

MURÂD HAN-1 (Hüdâvendigâr)

Üçüncü Osmanlı sultânı. Birinci Murâd adıyla târihe geçti. 1326’da Bursa’nın fethinden sonra doğdu. Babası, Orhan Gâzi, annesi Nilüfer Hâtundur. İyi bir eğitim ve öğretim görüp, terbiye edilerek, yetiştirildi. Lalası Şâhin Paşanın yanında dînî, millî, idârî ve askerî kültürünü arttırdı. Ağabeyi Süleymân Şahın Rumeli fetihleri sırasında vefât etmesi üzerine Osmanlı tahtına veliahd tâyin edildi (1359). Kısa bir müddet sonra da babasının vefâtı üzerine Bursa’ya davet edilip Osmanlı tahtına geçti (1360).

Sultan Murâd Han, ilk iş olarak devletin başşehri Bursa’da lüzumlu tâyin ve icrâatlarda bulundu. Şehzâdeler meselesini halletti. Önce, Karadeniz Ereğlisi ve Ankara fethedildi. Lala Şâhin Paşayı ilk serdar ve sadrazam yaptı. Bursa kâdısı Çandarlı Halil Paşayı da kazasker tâyin etti. Devletin içişlerini hallettikten sonra, Anadolu’dan Rumeli’ye yöneldi. 1361’de Çorlu, Keşan, Dimetoka, Pınarhisar, Babaeski, Lüleburgaz ve 1362’de Edirne fethedildi. Bizans Devletinin İstanbul’dan sonra ikinci önemli şehri olan Edirne’nin fethi, Türkler’in Avrupa’ya kesin olarak yerleşmelerini temin etti. Trakya’da stratejik bir mevkide bulunan Edirne, Osmanlı Devletinin Rumeli’ndeki fetihlerinde bir askerî harekât noktası oldu. Her geçen gün şehrin îmar faâliyetleri artarak; genişledi. Ardından sıra ile; Gümülcine, Zağra, Yenice ve Filibe fethedildi. Rumeli’nde fethedilen Avrupa topraklarına, Osmanlı iskân siyâsetince, Türk-İslâm ahâlisi yerleştirildi. Bu arada Osmanlının âdil idâresinden memnun kalan Hıristiyan ahâli de seve seve Türklerin hâkimiyeti altına girdiler.

Ancak Haçlılar papalığın teşviki ile Osmanlılar aleyhine ittifâk kurdular. Haçlı ittifakını haber alan Sultan Murâd Han da yerinde ve zamânında tedbirler alarak, hazırlıklarını tamamladı. Fetihlerin genişlemesiyle asker ihtiyâcı arttığından, yaya ve müsellem teşkilâtlarına ilâveten, devrin âlimlerinden Karamanlı Molla Rüstem’in teklifi ve Kazasker Çandarlı Kara Halil’in fetvâsı ile, harpte esir alınan gayri müslim çocuklarından beşte birinden istifâde edilmek sûretiyle “Yeniçeri” adıyla bir asker ocağı kuruldu. (Bkz. Yeniçeri Ocağı)

Alınan esirler Anadolu’da Türk çiftçi âilelerinin yanında Türk-İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek, Yeniçeri Ocağına kaynak temin edildi. Ayrıca mâlî teşkilâtta düzenlemelere gidilip, gelirler arttırıldı.

Bu durum Bizans İmparatorunu Osmanlılarla antlaşma yapmaya mecbur bıraktı. Yapılan antlaşmaya göre İmparator Yuannis, Rumeli’ndeki Osmanlı fütuhâtını kabul ve tasdik etti. Bunları almak için hiçbir zaman Türk düşmanlarıyla birleşmeyeceğini ve Anadolu Beyliklerinden gelebilecek taarruzlara karşı Birinci Murâd Han yardımcı kuvvet isterse asker vereceğini bildirdi. Bu antlaşmanın, Bizans’ın Osmanlı Devletine tâbiliğini arz etmesi mâhiyetinde olduğu kabûl edilir.

Öte yandan Filibe’nin fethi üzerine Osmanlıların Balkanlarda ilerlemesini durdurmak için Papa Urban’ın çabaları ile meydana getirilen, Sırp, Macar, Bulgar, Ulah ve Bosnalılardan meydana gelen Haçlı ordusu, Edirne’ye doğru yürüdü (1364). Ancak Hacı İlbeyi komutasındaki Osmanlı öncü kuvvetleri, Haçlıları büyük bir bozguna uğrattılar. Düşmanın büyük kısmı Meriç sularında boğuldu. (Bkz. Sırpsındığı Muhârebesi)

Sultan Murâd Han, Rumeli’ne geçmeden önce Katalanların elindeki Biga’yı fethetti. Sırpsındığı Muhârebesinden sonra, Osmanlı başşehrini Bursa’dan Edirne’ye naklettirdi. Şehri kısa zamanda mescitler, câmiler, medreseler, saray dâhil bütün kültür ve sosyal müesseselerle îmâr etti. Türk-İslâm ilim ve sanat eserleriyle süslenen Edirne, İstanbul’un fethi sonrasına kadar Osmanlıya başşehirlik yaptı. Balkanlarda Osmanlı idâresi ve müesseseleri tesis edilerek, ticâret canlandırıldı. Adriyatik kıyısında küçük bir devlet olan Raguza Cumhûriyetiyle ticâret antlaşması yapılarak Osmanlı himâyesi altına alındı.

1366 târihinde Gelibolu, Bizans İmparatorunun dayısı Savua Kontu İtalyan Amedeo tarafından işgâl edilmişse de, bir yıl sonra tekrar Osmanlıların eline geçti. 1366’da Sultan Birinci Murâd Han, başlattığı Balkan fütuhâtıyla; Kırkkilise (Kırklareli) Vize, Aydos, Burgaz ve Tirebolu mevkılerini zaptedip, Karadeniz’e dayanmak istiyordu. Bu gâyesini gerçekleştirmek için, çok muntazam bir plân tatbik etti. Batı cephesi kumandanlığına Evrenos Paşayı tâyin ederek, Makedonya’nın fütuhâtıyla vazîfelendirdi. Kuzey cephesi kumandanlığını Kara Timurtaş Paşaya vererek, Tunca boyunun fethiyle vazîfelendirdi. Kuzeybatı cephesi kumandanlığını da Rumeli Beylerbeyi Lala Şâhin Paşaya verdi. Kara Timurtaş Paşa 1366’da Bizanslılardan Kızılağaç Yenicesi’ni, Bulgarlardan Yanbolu ve İslimyeli’yi aldı. Lala Şâhin Paşa Samaku ve İhtiman’a akın tertip etti. Sultan Murâd Han 1367’de başlattığı harekâtla Bulgarlardan Aydos, Karinâbad ve Tirebolu’yu, 1368’de de Bizanslılardan Hayrabolu, Pınarhisar ve Vize’yi alıp, elden çıkmış olan Kırkkilise’yi tekrar fethetti. Bulgaristan Kralı Yuvan Şişman, Osmanlılara karşı duramayacağını anladığından sulh yaparak kızkardeşi Prenses Marya’yı Sultan Murâd’a verdi. Buna rağmen daha sonra Bizans İmparatoru Beşinci Yuannis Paleoloğ’un teşvikiyle Sırp Kralı ile Osmanlılara karşı birleşti. 26 Eylül 1371 Cumâ günü Çirmen’de yapılan muhârebede müttefikler büyük bir bozguna uğradı. Bu savaşla Balkanlardaki mukâvemet kırılarak, Osmanlılara Makedonya kapıları açıldı.

Çirmen Zaferi sonunda ilk Makedonya fütuhâtı başlatılarak, Vezîriâzam Çandarlı Kara Hayreddîn Halil Paşa, Rumeli Beylerbeyi Lala Şâhin Paşa, Gâzi Evrenos ve Deli Balaban Beyler komutasındaki Osmanlı ordusu, İskeçe, Drama, Kavala, Zihne, Serez, Avrethisar-Vardar Yenicesi ve Karaferye mevkilerini fethetti. Osmanlıların Makedonya’yı zaptederek Köstendil’e gelmeleri üzerine, Yukarı Sırbistan Hükümdârı Lazar Grebliyanoviç, Sultan Murâd Han ile anlaşmak istedi. Vergi vermek ve gerektiğinde Osmanlı Devletine asker göndermek şartı ile antlaşma sağlandı.

Rumeli ve Anadolu’da fetihler devâm ederken bâzı mâlî, idârî ve askerî ihtiyaçları karşılamak için teşkilât yapılmıştı. Kara Timurtaş Paşanın tavsiyesiyle, tımarlı teşkilât, tâdil ve ihtiyâca göre ıslâh edildi. Yaya, müsellem ve yeniçerilere ilâveten Kara Timurtaş Paşanın tavsiyesiyle kapıkulu askerlerinden olarak maaşlı Süvâri ocağı kurulduğu gibi, seferlerde levâzımın muhâfazası ve süvârilerin hayvanlarına bakmak üzere Voynuk sınıfı teşkil olundu. (Bkz. Voynuk)

Sultan Murâd Han 1378’de oğlu Şehzâde Bâyezîd’i Germiyan Beyi Süleymân Şahın kızı Devletşah Hâtun ile muhteşem bir düğün yaparak evlendirdi. Süleymân Şah, Kütahya, Tavşanlı Emed ve Simav’ı, kızının çeyizi olarak verdi. Hamidoğlu Hüseyin Beyden seksen bin altın karşılığı; Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir ve Karaağaç alındı.

Birinci Murâd Han 1380’de Makedonya’da harekâta geçilmesini emretti. Rumeli Beylerbeyliğine tâyin edilen Kara Timurtaş Paşa, Vardar Nehri sâhilindeki İştip’i fethetti. 1382’de Vardar’ı geçerek Manastır ve Pirlepe’yi aldı. Manastır, Arnavutluk ve Kuzey Epir mıntıkalarına yapılacak harekât için üss oldu. 1384 bahârında Osmanlı akıncıları Bosna-Hersek akınını gerçekleştirerek, pekçok esir ve ganimet aldılar.1385’te Vezîriâzam Çandarlı Hayreddin Paşanın Ohri’yi fethi ile Osmanlılar, Arnavutluk hududuna yerleştiler. Kuzey Arnavutluk Prensi Balşa ile Drac ve Orta Arnavutluk Dükası Şarl Topia arasında meydana gelen muhârebede Drac Dükası, Hayreddin Paşadan yardım istedi. Çağrı üzerine Hayreddin Paşa Drac Prensine yardım ederek, Savra’da onun gâlibiyetini temin ettiği gibi bu muhârebede Prens Balşa da öldürüldü.

Osmanlı ordusunun Rumeli’nde bulunmasından istifâde eden Karamanlı Alaeddîn Bey, 1386’da Osmanlı hududuna taarruz ederek, Beyşehir ve havalisini zaptetti. Hudud tecâvüzünü haber alan Sultan Murâd Han, Rumeli’de Vezîriâzam Çandarlı Hayreddin Paşayı bırakarak, Karaman hududunu aştı. Karaman Ovasına gelen Osmanlı ordusu, Alaeddin Beyin kuvvetlerini mağlup ederek, sulh istemeye mecbur bıraktı. Sultan Murâd Hanın dâmâdı olan Alaeddin Bey, zaptettiği toprakları geri vermesi ve Osmanlı sultanının elini öperek özür dilemesiyle affedildi. Karamanoğullarının da Osmanlı hâkimiyetini tanıması, batıda olduğu gibi doğuda da, Sultan Murâd Hanın nüfûz ve itibârını arttırdı.

Sultan Murâd Hanın ve Osmanlı ordusunun Anadolu’da bulunmasından istifâde eden Balkan kral ve prensleri Türklere karşı ittifak kurup, taarruz planlıyorlardı. Bosna hududunda Lala Şâhin Paşa kumandasındaki akıncıların harekâtı, Bosna Kralı ve Sırp Despotu Lazar’ın otuz bin kişilik müttefik kuvvetlerle yaptığı karşı taarruzla karşılandı. 1378’de Ploşnik mevkiinde meydana gelen muhârebede, Lala Şâhin Paşanın yirmi bin kişilik kuvveti bozularak, çoğu şehit oldu. Ploşnik bozgunu, gizlice hazırlanmakta olan Hırvat, Leh, Macar ve bütün Balkan kral ve prenslerini Osmanlılar aleyhine harekete sevk etti. Denizci bir kavim ve devlet olan Venedikliler, Osmanlıları iyi tanıyıp, menfaatlendiklerinden, Haçlı ittifakına katılacaklarını beyan ettilerse de, tarafsız kaldılar. Lazar, Tvartko ve Arnavut Prensi Kastriyota’nın öncülüğünde, Hırvat, Leh, Macar, Bulgar, Sırp ve Arnavutların ittifakını haber alan Sultan Murad Han, vakârını muhafaza ederek, muvâzeneli ve plânlı bir şekilde hazırlıklarını tamamlamaya başladı. Balkan ittifâkına karşı Anadolu beylerinden yardım istendi. İttifâka dâhil olan Bulgarları büyük harpten önce saf dışı etmek gâyesiyle, Vezîriâzam Çandarlı Ali Paşayı vazifelendirdi. Osmanlı ordusu, Balkan dağlarını aşarak Pravadi, Şumnu ve Bulgar Krallığının merkezi Tırnova’yı aldı. Ali Paşa, Tuna boyu istikâmetinde harekâtı devam ettirerek, Ulah hâkimiyetindeki Silistre ve Niğbolu’yu zaptetti. Bulgar Kralı Şişman, Osmanlılar ile antlaşmaya mecbur oldu. Böylece Haçlı ittifakına katılmasına mâni olundu. Osmanlı beylerinin Balkanlardaki ileri harekâtı muhtemel büyük harp öncesi durdurularak, bütün kuvvetler Sultan Murâd Hânın kumandasında toplandı.

Bulgaristan harekâtını muvaffakiyetle tamamlayan Vezîriâzam Ali Paşa, Yanbolu’ya gelen Sultan Murâd Han ile görüşerek, durumu arz etti. Durum değerlendirmesi yapılıp ordu süratle Priştine’ye doğru harekete geçti. Yollarda yerli ahâlinin mal, mülk, can ve ırzına karşı hiç bir tecâvüz yapılmadan Kosova’ya gelindi. Yağma ve tahribâtın yapılmaması, Balkan milletlerini Osmanlının güzel ahlâkına ve adâletine hayran bıraktı. Üsküp ile Priştine arasındaki Kosova’da müttefik Haçlı ordusuyla karşılaşılıp muhârebe nizâmı alındı. 8 Ağustos 1389 muhârebe öncesi Kosova’da şiddetli fırtına vardı ve o gün Berât Gecesiydi. Akşam çadırına çekilen Sultan Murâd Han, Berât Gecesini ihyâ edip namaz kıldı. Kur’ân-ı kerîm kıraât ettikten sonra, seccâdesinin üzerinden kalkmadan târihe geçen şu duâyı okudu: “Ey Rabbim! Bu fırtına, şu âciz Murâd kulunun günahları yüzünden çıktıysa, mâsum askerlerimi cezâlandırma. Onları bağışla... Allahım... Onlar ki, buraya kadar, sâdece senin adını yüceltmek, İslâm dînini kâfirlere duyurmak için geldiler. Bu fırtına âfetini, onların üzerinden def eyle... Senin şânına lâyık bir zafer kazanmalarını nasip eyle. Onlara öyle bir zafer kazandır ki, bütün Müslümanlar bayram ede... Müslümanları mansûr ve muzaffer eyle. Ve dilersen o bayram gününde şu Murâd kulun sana kurbân olsun... Önce beni gâzi kıldın, sonra şehit et...”

Fırtına dinip, 9 Ağustos 1389 günü yapılan Kosova Meydan Muhârebesinde Birinci Murâd Han büyük bir zafer kazandı. (Bkz. Kosova Meydan Muhârebeleri)

Sırp Devletinin yıkılıp, Balkanların Türk hâkimiyetine geçişini sağlayan Kosova Zaferinden sonra, Sultan Murâd Han, devrin anânesince muhârebe meydanını dolaşmaya başladı. Bu sırada Miloş Obiliç adında yaralı bir Sırp âsilzadesi tarafından hançerlenerek şehit edildi. Kaçan düşmanı tâkip etmekte olan oğlu Şehzâde Yıldırım Bâyezîd, devlet adamlarının da ittifakıyla hükümdâr seçildi. Sultan Murâd Hanın cenâzesi Bursa Çekirge’de yaptırdığı türbesine gönderilip, defnedildi. Şehit edildiği yere de türbe yapılıp, “Meşhed-i Hüdâvendigâr” denildi.

Osmanlı Sultanı Murâd-ı Hüdâvendigâr Han, zaferden zafere koşmuş, Anadolu’da ve bilhassa Avrupa’da devletin hudutlarını çok genişletmiş ve babasından bir beylik olarak aldığı ülkeyi büyük bir devlet hâlinde oğluna bırakmıştır. İslâmın cihâd emrini yerine getirmek ve Osmanlının şânını yükseltmek için, târihî kaynaklarda otuz yedi gâza yaptığı yazılıdır.

Sultan Murâd Han; dindâr, âdil, merhametli, fazîletliydi. Azim ve irâde kudreti, vakar ve ciddiyeti, ahâlisine karşı şefkâtli oluşu, açık ve samîmi siyâsetiyle içte ve dışta istikrârıyla ve mühim askerî, adlî, mâlî ve idârî teşkilâtıyla Osmanlı Devletini sağlam temeller üzerine oturtmuştur. Güneydoğu Avrupa’ya Anadolu’dan Türk-İslâm nüfûsunun naklinde tatbik ettiği şuurlu sistem, Sultan Murâd Hanın dâhiyâne bir siyâsetidir. Fütuhâtla alınan Rumeli topraklarına iskân edilen Türk ve İslâm nüfûsu, Avrupa’da kalıcı bir hâkimiyetin ve emniyetin başlangıcı olmuştur. Anadolu’da, Rumeli’nde pekçok hayır müesseseleri, dînî, askerî ve idârî teşkilâtları kuran Sultan Murâd Han, târihte kazandığı zaferlerle olduğu gibi, yaptırdığı eserlerle de milletin kalbinde taht kurmuştur. Sultan Murâd Han, ihtiyaç ve lüzumunda eserler yaptırdığı gibi zaferlerin ardından da şükran ifâdesi olarak, mescit, câmi, medrese, mektep, imâret, han ve sosyal müesseseler inşâ ettirmiştir. 1364 Sırpsındığı Zaferi sonunda şükrân olarak; Bursa ve Bilecik’te birer câmi, Yenişehir’de bir imâret, Çekirge’de bir imâret, medrese ile kaplıca ve han yaptırmıştır.