MUHTESİB

Fiyatları kontrol etmek, ölçü âletlerini muâyene edip, düzgün tartı yapmıyanları ve satışta hile yapanları cezâlandırmakla vazifeli memur. Lügat mânâsı olarak, bir kişinin yaptığı kötü fiili beğenmemektir. Muhtesiplik, dînî bir hizmet olarak da kabul edildiği için, bu memuriyete o şehrin Müslümanlarının en güvenilir olanı tâyin edilirdi.

Muhtesiplik, İslâmiyette en eski memuriyetlerdendir. Peygamber efendimiz zamanında vardı. Hazret-i Ömer, Saîd bin Saîd’i Medîne’ye, İbnül-Âs’ı ise Mekke’ye muhtesib olarak tâyin etmişti.

Aslında kâdıların (hâkimlerin), kazaî vazifeleri cümlesinden bir vazife gören muhtesibler, dînî hükümlere muhalif hareket edenleri tahkik ederek menetmek vazifesini görürlerdi. Bu cümleden olarak, hamalların ve nakil vasıtalarının aşırı yüklenmelerini önlemek, yıkılma tehlikesi olan binâları yıktırarak insanlara bir zarar vermesini önlemek, mekteplerde talebeyi döven hocaları cezâlandırmak gibi vazifelerinin yanında, yiyeceğe, içeceğe hile karışmaması, noksan tartı âletlerinin kullanılmaması gibi bugün belediye zabıtasının yaptığı vazifeleri yerine getirirlerdi. Bu işler kâdıların vazife sahasında olmasına rağmen, makamlarını bu tarz hadiselerin peşinde dolaşmakla terketmeleri esas görevlerini aksatacağından, ayrıca bir memura ihtiyaç duyulmuştur.

Osmanlı Devletinde, muhtesib yerine “İhtisap Ağası” tabiri kullanılmıştır. Son derece titizlikle yerine getirilen bu vazife, modern belediye teşkilâtının kurulmasıyla şehiremanetine (belediyeye) devredilmiştir.

MUHYİDDÎN İBNİ ARÂBÎ

Evliyânın büyüklerinden ve sofiyye-i aliyyeden. İsmi, Ebû Bekr Muhammed bin Ali’dir. Künyesi, Ebû Abdullah olup, İbn-i Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olmuştur. Muhyiddîn-i Arabî diye de bilinir. 1165 (H.560)te Endülüs’teki Mürsiyye kasabasında doğdu. 1240 (H.638)ta Şam’da vefât etti.

Küçük yaşından îtibâren ilim tahsil etmeye başlayan İbn-i Arabî, sekiz yaşındayken İşbiliyye’ye gitti ve pekçok âlimin meclislerinde bulunup ilim öğrendi. Zekâsı keskin, hâfızası pek kuvvetli, fesâhat ve belâgat sâhibiydi. Hadîs ilmini ve diğer aklî ve naklî ilimleri; İbn-i Asâkir, Ebü’l-Ferec İbn-ül-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvân, Câbir bin Ebî Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. Tefsîr, fıkıh, hadîs ve kırâat ilimlerinde büyük âlim oldu. Tasavvufa yönelip, Ebû Câfer el-Uryânî, Ebû Midyen Mağribî, Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû Abdullah Temîm, Ebü’l-Hasan’dan ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. İlminden ve feyzinden istifâde etmek için, mürâcaat edilen belli başlı büyük âlimlerden oldu. 1194’te Endülüs’ten ayrılarak Tunus’a, 1195’te Fas’a gitti ve karşılaştığı âlimlerle sohbet edip ilim meclislerinde bulundu. 1199’da tekrar Endülüs’e dönüp, Kurtuba’ya geldi. 1201’de tekrar Endülüs’ten Tunus’a geçti.

Hac yolculuğunda Mısır’a, sonra Kudüs’e uğradı, oradan da Mekke-i mükerremeye giderek hac farîzasını yerine getirdi. İki yıl kadar Mekke’de kalıp pekçok tasavvufî mârifetlere kavuştu. 1204’te Mekke’den ayrılarak Mısır, Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyâhat etti. Bir ara Konya’ya geldi ve Selçuklu sultânından çok ikrâm ve hürmet gördü. Sultanlar tarafından kendisine pekçok tahsisat tâyin edildiği hâlde, hepsini fakirlere dağıttı. Sofiyye-i aliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî’nin hocası ve üvey babası oldu. Bu seyâhati sırasında da birçok büyük zâtla karşılaşan İbn-ül Arabî, daha sonra Haleb’e gitti. 1215’te tekrar Konya’ya döndü. Aynı sene içinde Sivas’a, oradan da Malatya’ya gitti ve 1230’da Şam’a yerleşti. Tasavvuftaki yüksek derecesi sebebiyle sekr (şuursuzluk) hâlinde iken vahdet-i vücûd konusunda söylediği bâzı sözleri yanlış anlaşılıp iftirâya uğradı. Fakat zamânının devlet adamları tarafından himâye edildi. Ömrünün sonuna doğru sâkin bir hayât sürmeye başlayıp, Füsûs-ül-Hikem ve Muhtasar adlı eserlerini yazdı. 1240’ta yetmiş sekiz yaşına gelen İbn-i Arabî, Şam’da Muhyiddîn İbn-üz-Zekî’nin evinde vefât etti. Muhteşem bir şekilde cenâze namazı kılınıp, Kâsiyûn Dağı eteğine defnedildi. Şam halkı, büyüklüğünü anlayamadıklarından kabrini çöplük hâline getirdiler. Osmanlı Sultânı Yavuz Sultan Selim Han, Mısır Seferi sırasında Şam’a gelince bu duruma son verdi ve bu büyük zâtın kabrinin bulunduğu yerde bir câmi ile yanı başında bir dergâh yapılmasını emretti. Câmi ve dergâh ile birlikte İbn-i Arabî hazretlerinin kabri üzerine de bir türbe yaptırdı.

Evliyânın büyüklerinden olan İbn-i Arabî hazretlerinin pekçok kerâmetleri, onu sevenlerce nakl edilerek zamânımıza kadar gelmiştir. Kerâmetlerinden biri şöyledir:

Bir gün sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: “Avâmdan insanlar, hazret-i İbrâhim’in ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş her şeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır.” deyip bir takım sözler söyleyince Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; “Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz de: Ey ateş İbrâhim’e karşı serin ve selâmet ol! dedik.” buyurmaktadır.” dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle ateşi iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kaldı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadığını görünce iyice şaşırdı. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri ateşi tekrar mangala doldurup, filozofa; “Yaklaş ve ellerini ateşe sok.” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; “Ateşin yakıp yakmaması Allahü teâlânın dilemesiyledir.” buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkan telgrafın çalışma tekniğini bildirerek, Edison’u (1847-1931) dahî “Üstâdım” demek mecbûriyetinde bırakan İbn-i Arabî, Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethedeceğini, Yavuz Sultan Selim’in Şam’a geleceğini keşf yoluyla haber vermiştir.

İmâm-ı Süyûtî, Tenbîh-ül-Gabi kitabında Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbat etmektedir. Ebüssü’ûd Efendinin ve İbn-i Kemâl Paşanın fetvâlarında da ona dil uzatılmayacağı yazılıdır.

Bununla beraber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerinde yazdığı vahdet-i vücut bilgilerinin bâzıları ve velîlere mahsus bir hâl olan sekr (şuursuzluk) hâlinde iken söylediği sözleri hem âlimler, hem de ârifler arasında, yaşadığı zamanda ve daha sonra tartışılmış ve onun hakkındaki sözler farklı olmuştur. Tasavvufun kıymetli hâl ve mârifetlerinden olan Vahdet-i vücut (varlığı bir görmek) bilgilerini açıklamakta Muhyiddîn-i Arabî hazretleri çok yüksek derecelere ulaşmış, bu sâhada kendisine mahsus bir sistem kurmuştur. Ancak bu yüksek ve ince bilgiler uzun zaman zâhir âlimlerini ve velîlerin çoğunu tereddüt içinde bırakmış, nihâyet onun hâlini ulemâ-i râsihînin reislerinden ikinci binin müceddidi İmâm-ı Rabbânî (Bkz. İmâm-ı Rabbânî) ile oğlu Muhammed Ma’sûm (Bkz. Muhammed Ma’sûm), âlimlerin ve âriflerin anlayacağı şekilde Ehl-i sünnet îtikâdına göre îzâh etmişler, bu hususta şaşırmış kalmış olanlara doğru yolu göstermişler ve tereddütlere son vermişlerdir. İmâm-ı Rabbânî mektuplarında Muhyiddîn-i Arabî’nin, “Allahü teâlânın kudreti, âhirette görülmesi ve daha birçok sözlerinin Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymamasının çok şaşılacak bir şey olduğunu” yazdıktan sonra onun hâlini şöyle îzâh etmektedir:

“Muhyiddîn-i Arabî’nin bu hatâları, keşfinde, yâni kalbe doğan bilgilerde olduğu için, belki kabahat sayılmaz. İctihaddaki hatâlar gibi, bir şey söylenemez. Onun büyük olduğu ve hatâlarının kusur sayılamayacağını, yalnız bu fakîr söylüyorum. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i Sünnet âlimlerinin sözlerine uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim. Sofiyyundan bir kısmı, onu beğenmiyor ve çirkin şeyler söylüyor. Bütün ilimlerini yanlış ve bozuk biliyorlar. Bir kısmı da ona uyarak bütün ilimlerini yazılarını olduğu gibi alıyor. Hepsini doğru biliyor ve doğruluklarını isbat etmeye kalkışıyor. Bu iki kısım da, yanılıyor, adâletten ayrılıyor. Bir kısmı haddi aşıyor. Birisi de büsbütün mahrum kalıyor. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn-i Arabî, keşflerindeki hatâsından dolayı büsbütün red olunabilir mi? Fakat, Ehl-i sünnetin doğru bilgilerine uymayan, hatâlı bilgilerine uyulur mu ve her şeyi de kabûl olunur mu? Burada doğru yol, cenâb-ı Hakk’ın bize ihsân ettiği, iki tarafa sapmayan, orta yoldur. Vahdet-i vücut bilgisinde, sofiyyenin çoğunun Muhyiddîn-i Arabî ile berâber olduğu meydandadır. Kendisi burada husûsî bir yol tutmuş ise de, sözün esâsında ortaktırlar. Bu bilgileri de, görünüşte, Ehl-i sünnet îtikâdına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır ve ikisini birleştirmek mümkündür. Bu fakîr, cenâb-ı Hakkın yardımı ile, üstâdımın (Muhammed Bâki-billah hazretlerinin) Rubâiyyât’ını açıklarken, bu bilgileri, Ehl-i sünnet îtikâdı ile birleştirdim. Aradaki farkın yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu göstererek, her iki tarafın şüphe ettikleri yerleri, öyle bir aydınlattım ki, okuyanların hiç şüphesi kalmaz. Görünce anlaşılır.”

Muhyiddîn-i Arabî hazreleri buyurdu ki:

Peygamber efendimizin; “Hesâba çekilmeden evvel hesâbınızı görünüz.” emirlerine uyarak her gece işlediklerimle berâber düşündüklerimin de hesâbını görüyorum.

Belâlardan ve tehlikelerden, gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü, tâkat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak peygamberlerin âdetidir.

Osmanlı Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden İbn-i Kemâl Paşa, Muhyiddîn ibni Arabî hakkında sorulan bir soruya şu cevabı vermiştir: “Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ’ya sallallahü aleyhi ve sellem, O’nun ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olan Eshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar! İyi biliniz ki, Şeyh-i a’zâm, âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı Muhammed bin Ali ibni Arabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşid, hayret verici menkîbeler, garîb hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, İbn-i Arabî âlimler ve fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arâbî’yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında isrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeplendirmesi ve bu bozuk îtikâttan sakındırması lâzımdır. Zîrâ sultan iyiliği emredip, kötülükten sakındırmakla vazîfelidir.”

Aklî ve naklî ilimlerde yüksek derece sâhibi olan, Sadreddîn-i Konevî gibi büyük âlimleri yetiştiren, zamânındaki ve daha sonraki asırlarda yaşayan âlim ve evliyâullah tarafından üstünlüğü bildirilen Muhyiddîn-i Arabî’nin pekçok kıymetli eseri vardır. Bunlar:

Fütûhât-ı Mekkiyye 20 cilt, Et-Tedbîrât-ül-İlâhiyye, Tenezzülât-ül-Mûsiliyye, El-Ecvibet-ül-Müsekkite an Süâlât-il-Hakîm Tirmizî, Füsûs-ül-Hikem, El-İsrâ ilâ Makâmil Esrâ, Şerhü Hal’in-Na’leyn, Tâc-ür-Resâil, Minhâc-ül-Vesâil, Kitâb-ül-Azamet, Kitâb-ül-Beyân, Kitâb-üt-Tecelliyât, Mefâtîh-ül-Gayb, Kitâb-ül-Hak, Merâtibü Ulûm-il-Vehb, El-İ’lâm bi-İşâreti Ehl-il-İlhâm, El-İbâdet vel-Halvet, El-Medhâl ilâ Ma’rifetil-Esmâ, Künhü mâ lâ Büdde Minh, En-Nükabâ, Hilyet-ül-Ebdâl, Esrâr-ül-Halvet, Akîde-i Ehl-i Sünnet, İşârât-ül-Kavleyn, Kitâb-ül-Hüve vel-Ehâdiyyet, El-Celâlet, El-Ezel, Anka-i Mugrib, Hatm-ül-Evliyâ, Eş-Şavâhid, El-Yakîn, Tâc-üt-Terâcim, El-Kutb, Risâlet-ül-İntisâr, El-Hucb, Tercümân-ül-Eşvâk, Ez-Zehâir, Mevâkı-un-Nücûm, Mevâiz-ül-Hasene, Mübeşşirât, El-Celâl vel-Cemâl, Muhâdarât-ül-Ebrâr ve Müsâmerât-il-Ahyâr, Sırrü Esmâillah-il-Husnâ, Şifâ-ül-Alîl fî Îzâh-üs-Sebîl, Cilâ-ül-Kulûb, Et-Tahkîk fil-Keşfi an Sırr-is-Sıddîk, El-Vahy, El-Ma’rifet, El-Kadr, El-Vücûd, El-Cennet, El-Kasem, En-Nâr, El-A’râf, Mü’min, Müslim ve Muhsin, El-Arş, El-Vesâil, İ’câz-ül-Lisân fî Tercemeti an-il-Kur’ân.

MUHYİDDÎN İSKİLİBÎ

On beşinci yüzyılda Anadolu’da yetişmiş olan evliyâdan. Dedeleri Semerkand’dan gelip Anadolu’ya yerleşmişlerdir. İsmi Muhammed’dir. Babası Ali Kuşçu’nun kardeşi Mustafa İmâdî’dir. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendinin babasıdır. Şeyh Yavsı Muhyiddîn İskilibî diye meşhûr olmuştur. Doğum yeri ve târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1514 (H. 920) senesinde İskilip’de vefât etti. Kabri orada olup, ziyâret mahallidir.

Ali Kuşçu ve Molla Ali Tûsî’den ilim öğrenen Muhyiddîn İskilibî Şeyh Muslihuddîn’in derslerine de devâm etti. Daha sonra Şeyh İbrâhim Tennûrî Kayserî’nin sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasından ilimde ve tasavvufda icâzet (diploma) aldı. Hocasının emriyle insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Çok kerâmetleri görüldü. Hacca giderken Amasya’da Şehzâde Bâyezîd (İkinci Bâyezîd) ile görüşüp sohbette bulundu. Bu görüşmede Ona; “Hacdan dönüşte sizi pâdişâhlık tahtına oturmuş buluruz.” buyurdu ve öyle oldu.

Muhyiddîn İskilibî hazretleri hac dönüşünde İstanbul’a giderek ilmi ve âlimleri çok seven pâdişâhın taktir ettiği kimselerden oldu. Sultan İkinci Bâyezîd Hanla aralarında kuvvetli bir muhabbet bağı kuruldu. Bu sebeple kendisine “Hünkâr Şeyhi” lakâbı verildi ve öyle meşhûr oldu. Sultan İkinci Bâyezîd Han, Muhyiddîn İskilibî için İstanbul’da bir dergâh yaptırdı. Bu dergah için pekçok bina ve malı vakf etti. Muhyiddîn İskilibî’nin dergahı gelenlerle dolup taştı. Vezirler, beyler, kazaskerler onun ziyâretine gelip, dergâhında ilim ve edep öğrendiler.

Edirne’ye de giden Muhyiddîn İskilibî ömrü boyunca insanları hak yola dâvet etti. İslâmın güzel ahlâkını öğretti. Ömrünün sonuna doğru İskilib’e döndü.

Yüksek ilim ve güzel ahlâk sâhibi olan Muhyiddîn İskilibî dünyâ mal ve mevkiine önem vermezdi. Pâdişâhın veya devlet adamlarının iltifatlarına kavuşmuş olmasına rağmen hâlinde hiçbir değişiklik olmazdı. Her hâliyle doğruluğu halkın gönlünde yer etmişti. Birçok ilimde üstün derecede idi. Âlimler onun yanında konuşmaktan çekinirlerdi. Muhyiddîn İskilibî’nin en büyük fazileti Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi gibi, insanlara ve cinnîlere fetvâ veren bir oğul yetiştirmiş olmasıydı.

MUHYİDDÎN MAĞRİBÎ

Endülüs’te yetişen astronomi ve matematik âlimi. İsmi, Yahyâ bin Muhammed bin Ebî Şükr el-Mağribî el-Endülüsî olup, lakabı Muhy-il-mille ved-dîn’dir. Endülüs’te doğmuş olup, doğum ve ölüm târihleri belli değildir. On üçüncü asırda yaşadığı bilinmektedir. İlim öğrenmek için Sûriye’ye ve Merâga Rasathânesine gitti. Nasırüddîn Tûsî ile berâber rasatlarda bulundu. Burada Ebü’l-Ferec ile görüştü. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi yoktur.

Muhyiddîn Mağribî, çeşitli ilimlere dâir yazdığı birçok eseriyle tanınır. Bunlardan bâzıları şunlardır:

1) Kitâbu Şekl-il-Kattâ: En önemli eseridir. Nâsırüddîn Tûsî’nin aynı ismi taşıyan eserine izâfe edilmiş olup, kısmen ona dayandırılmıştır. 2) Hulâsat-ül-Macistî; Almagest’in özetidir. Ebü’l-Ferec’in isteği üzerine Merâga’da yazılmıştır. Muhyiddîn Mağribî, son gözlemlerine dayanarak ilâvelerde bulunmuştur. Eserde ekliptiğin meyli 23 derece 30 dakika olarak verilmektedir. Bugün zamanın son sistem teknolojiyle yapılmış olan ölçümlerde bu değerler 23 derece 32 dakika 19 saniye olarak tesbit edilmiştir. 3) Risâlet-ül-Hitâ’ vel-Uygur: Eserde Çin ve Uygurluların kronolojileri ve takvimleri incelenmektedir. 4) Kitâb-ül-Medhal-il-Müfîd fî Hükm-il-Mevalid, 5) Kitâb-ün-Nücûm: Yıldızlar hakkındadır. 6) Kitâb-ül-Hükm alâ Kirânât-il-Kevâkib fil-Burûc-ül-İsnâ Aşer, 7) Keyfiyyet-ül-Hükm alâ Tahvîli Sinîn-el-Âlem, 8) Kitâb-ül-Câmi-is-Sagîr, 9) Umdet-ül-Hâsib ve Gunyet-üt-Tâlib: Astrolojik gâyelere âit hazırlanan tablo ve kâidelerden meydâna gelmiş bir eserdir. 10) Tastîh-ül-Usturlâb.

MUÎNÜDDÎN SÜLEYMÂN PERVÂNE

(Bkz. Pervâneoğulları)

MUÎNÜDDÎN-İ ÇEŞTÎ

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İsmi, Hasan bin Gıyâsüddîn Hüseyîn el-Hüseynî’dir. Muînüddîn lakabı ile tanınmıştır. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. 1136 (H.531) senesinde Horasan’da doğdu. 1236 (H.634) yılında Ecmîr’de vefât etti. Kabri oradadır.

Horasan’da büyüyüp yetişen Muînüddîn-i Çeştî’nin babası Gıyâsüddîn Hasan, aslen Senceristanlı olup, sâlih ve müttekî bir zât idi. Üç evlâdı vardı. Müînüddîn on bir yaşında iken babası vefât edince, kalan mîrâs üç kardeş arasında taksim edildi. Bu taksimde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine bir bağ düştü. Bağla meşgûl olduğu bir gün İbrâhim Kandûzî adında bir evliyâ yanından geçiyordu. Ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına dâvet edip gölgeye oturttu, üzüm ikrâm etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip, koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Dişi ile biraz koparıp, Muînüddîn-i Çeştî’ye yedirdi. Ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nûr hâsıl oldu. Dünyâya bağlılıklarından tamâmen soğudu. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl oldu. Bundan sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka verdi. İlim öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Önce Horasan’a gidip orada Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand’a geçti. Irak’a gitmek için yola çıktı. Yolu Hârun kasabasına uğradı. Zamânının en meşhûr velîsi Osman Hârûnî hazretlerini tanımakla şereflendi ve talebesi oldu.

Senelerce onun derslerine ve sohbetlerine devâm edip, tasavvufta yükseldi ve bu hocasının halîfesi oldu. Bundan sonra Bağdat’a gitmek üzere yola çıktı. Yolculuğu sırasında Sincan kasabasında büyük âlim Necmeddîn Kübrâ ile tanışıp, onunla birlikte Bağdat’a gitti. Bir müddet orada kalıp, Hemedan’a geçti. Hemadan’da âlim ve kâmil Yûsuf Hemadânî’yi tanıyarak sohbetlerinde bulundu ve ondan çok istifâde edip, feyz aldı. Buradan da Herat’a ve Belh’e geçti. İlimde ve tasavvufta çok yükselip, birçok talebe yetiştirdi.

Yetiştirdiği talebeleri; Kutbuddîn Bahtiyâr Ûşî, kendi oğlu Hâce Ferîdüddîn, Hamidüddîn Nâgûri-i Sofi, Şeyh Vecihüddîn Sa’d bin Zeyd, Hace Burhâneddîn, kızı Bibi Hâfıza Cemal, Şeyh Muhammed Türk, Abdullah Beyâbânî gibi çok sayıda kıymetli kimselerdir.

Muînüddîn-i Çeştî, gittiği her beldede kabristanları ziyâret eder, orada bir müddet kalırdı. Vardığı yerde tanınıp meşhur olunca, orada durmaz, kimsenin haberi olmadan, gizlice çıkıp giderdi. Bu seyâhatlerinden biri de Mekke’ye olmuştur. Mekke-i mükerremeye gidip, Kâbe-i muazzamayı ziyâret etti. Bir müddet Mekke’de kalıp, oradan Medîne-i münevvereye gitti.Peygamberimiz server,i âlem Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bir müddet de Medîne’de kaldı. Bir gün Mescid-i Nebî’deyken, Ravda-i mutahheradan, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin türbesinden; “Muînüddîn-i çağırınız!” diye bir ses işitildi. Bunun üzerine türbedâr; “Muînüddîn!” diye bağırdı. Birkaç yerden “Efendim!” sesi işitildi. Sonra; “Hangi Muînüddîn’i istiyorsunuz?Burada Muînüddîn adında birçok kişi var.” dediler. Bunun üzerine türbedâr geri dönüp, Ravda-i mutahheranın kapısında ayakta durdu. İki defâ; “Muînüddîn-i Çeştî’yi çağır!” diye nidâ eden bir ses işitti.Türbedâr bu emir üzerine cemâate karşı; “Muînüddîn-i Çeştî’yi istiyorlar!” diye bağırdı. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri bu sözü işitince, bambaşka bir hâle girdi. Ağlayıp, gözlaşları dökerek ve salevât okuyarak Peygamberimizin türmbesine yaklaştı ve edeble ayakta durdu. bu sırada; “Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel!” diye bir ses işitince; kendinden geçmiş bir halde, Resûl-i ekremin türbesine yaklaştı ve Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı görmekle şereflendi. Peygamberimiz; “Sen benim dînime hizmet edicisin. Senin Hindistan’a gitmen gerekir. hindistan’a git! Hindistan’da Ecmîr denilen bir şehir vardır. Orada benim evlâdımdan (torunlarımdan) Seyyid Hüseyin adında biri var. Oraya cihâd ve gazâ niyetiyle gitmişti. Şu anda şehîd oldu. Orası kâfirlerin eline geçmek üzere, senin oraya gitmen sebep ve bereketiyle, İslâmiyet orada yayılacak ve kâfirler hakîr olacaklar, güçsüz ve tesirsiz kalacaklar.” buyurdular.Sonra ona bir nar verip; “Bu nara dikkatle bak ve nereye gitmek gerekiyorsa, görüp anla!” buyurdu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Server-i âlemin verdiği narı alıp, emredildiği gibi baktı, şark ve garbı tamâmen gördü. Gideceği Ecmîr şehrini ve dağlarını da görüp dikkatle baktı. Bundan sonra Peygamberimizi göremedi. Fâtiha okuyup duâ etti ve yardım dileyip, Ravda-i mutahheradan (Peygamberimizin türbesinden) ayrıldı ve Ecmîr’e geldi ve yerleşti. Burası Hinduların çok olduğu bir şehirdi. Muînüddîn-i Çeştî insanlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Îmân edenlerin sayısı gün geçtikçe arttı. Sâdece Delhi’de îmân edenlerin sayısı yedi yüze ulaşmıştı. Ömrünün sonuna kadar bu hizmete devâm edip, nice kimselerin Müslüman olmakla şereflenmesine sebep oldu ve Ecmir’de vefât etti. Dergâhının bulunduğu yerde defn edildi. Kabri önce kerpiçten, daha sonra taştan yapıldı. Önce Hâce Hasan Nâgûri tarfından tâmir ettirildi. Daha sonra Şihâbüddîn Muhammed Şâh Cihan tarafından türbesi yanına gâyet güzel bir mescit yaptırıldı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1623 senesinde Ecmîr’e gittiğinde Muînüddîn Çeştî hazretlerinin türbesini ziyâret etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Hâce hazretleri merhamet eyledi. İhsânda bulundu. Husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdi. Çok konuştuk, esrâr (sırlar) açıldı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun kabrini ziyâret ettiği sırada türbesine hizmet eden türbedarlar, kabri üzerindeki örtüyü ona hediye ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kabûl ederek; “Hâce hazretleri en yakın elbisesini bize ihsân etti. Bunu kefenim olması için saklayayım.” buyurdu. Bir sene sonra vefât edince o örtüyü kefen yaptılar. (Bkz. İmâm-ı Rabbânî)

Muînüddîn Çeştî’nin bir kerâmeti şöyledir: Bir gün talebelerinden biriyle bir yerden geçiyordu. Yolda yanındaki talebesinde alacağı olan biri gelip, talebesinin yakasına yapışarak alacağını istedi. Muînüddîn Çeştî son derece nezaketle birkaç gün daha mühlet vermesini istedi. Adam diretip; “Mâdem ona yardım etmek istiyorsunuz siz ödeyin.” diyerek, edepsizlik yaptı. Bunun üzerine cübbesini çıkarıp yere serdi ve cübbesinin altı altın ve gümüşle doldu. O adama; “Alacağın ne kadarsa onu al fazla alma” diye emretti. Fakat adam altınları ve gümüşleri görünce tamahkarlık ederek alacağı olan miktardan fazla aldı. Bunun üzerine hemen eli kuruyup, tutmaz oldu. Feryâd ederek; “Tövbe ettim, bana duâ ediniz, bu hâlden kurtulayım” deyip yalvardı. Muînüddîn Çeştî adamın bu hâline acıyarak ve lütfederek kuruyan eline, kendi elini sürdü. Adamın eli eski hâline gelip, tekrar sağlamlaştı.

Enîs-ül Ervâh adlı bir eseri vardır. Bu eserinde hocasının sohbetlerini yazmıştır.

Buyurdu ki:

Muhabbetin alâmeti itâat etmektir. Muhabbette gevşeklik olmaz.

Derviş o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrum etmez, ihtiyaçlarını karşılar.

Kurtuluş; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp yükselir.

MUKÂTAA

Hazînenin gelir kaynaklarından biri. Devlete âit bir arâzi veya vâridâtın (gelirin) bir bedel mukâbilinde kirâya verilmesi veya geçici olarak temlikidir.

İslâm devletlerinde mukâtaa usûlü eskiden beri kullanılmakta idi. Osmanlılarda mukâtaalar, devlete âit gelirlerin tahsili veya bir tekel hâline getirilen herhangi bir kuruluşun işletme hakkı veya yeraltı servetlerinden devlet payına düşen kısmı toplamak veya gerektiğinde bu kaynakları işletenlerden çıkardıkları mâdeni satın alma tekeli kurmak şekillerinde işletilen üretim birimleridir. Devlet, uygun gördüğü her türlü zirâî, ticârî ve sınâî kuruluşu, mukâtaa konusu edebilirdi. Kara ve deniz gümrükleri, darphâneler, mâdenler ve şaphâneler buna örnek verilebilir. Gelirleri çoğunlukla devlete âit olmakla birlikte, vakıflara tahsis edilen, ulûfe karşılığı veya ocaklık olarak verilebilen veya has olarak tahsis edilebilen mukâtaalar da vardı. Mukâtaa gelirlerinde ve bunların toplam bütçe gelirlerine oranlarında bâzı dalgalanmalar görülmüştür. Bunların bütçe içerisindeki payı yüzde 24 ile yüzde 37 arasında değişmiştir.

Devlete gelir getiren kaynakları kirâlayanlara ise “mültezim” ismi veriliyordu. Mukâtaanın önemine göre, mültezim, bir şahıs olabileceği gibi, bir ortaklık da olabilmekte veya birkaç mukâtaa topluca bir mültezime verilebilmekteydi.

Mukâtaalar genel olarak üç yıllık süreler içindi. Mukâtaa gelirlerinde fevkalâde bir artış olması durumunda, istendiği taktirde, mukâtaa daha yüksek bedel teklif eden bir başka mültezime verilebilirdi. Böylece devlet, mukâtaaları için daha kârlı bir teklif geldiği zaman, üç yıllık iltizâm süresini istediği yerde keserdi. Mültezim parasını peşin ödemişse, kalan dönem için olan miktârı kendisine iâde edilirdi. Mukâtaanın mültezime taksitle verildiği durumlarda hazîneye ipotekli sayılırdı. Bu durumda mültezimler tahvîl süreleri içinde hiçbir şeylerini satamazlar, başkasına devredemezlerdi. İltizâm bedelini zamânında ödemeyen mültezimlerin, gerekirse kefillerinin mallarına el konurdu.

Osmanlılar mukâtaaları işletmede üç usul kullanırlardı. Bunlar; iltizâm, emânet ve 17. yüzyılın sonlarından îtibâren mâlikânedir.

İltizâm usûlü mukâtaalar: Osmanlı Devletinde iltizâm usûlü kuruluş yıllarından îtibâren görülmüş ve timar sistemiyle bir bütünü tamamlayan unsur olarak varolmuştur. On altıncı yüzyılın ortalarına doğru iltizâm usûlü para ekonomisinin gittikçe değer kazanması sonucunda timar sistemini de içine alarak daha yaygın bir duruma geldi. Önceleri ticâret maddelerine konan resimler ve pâdişâh haslarının gelirleri, hâsılâtı nakit olarak temin etmek amacı ile iltizâma verilirken, sonraları bütün dirlik sâhipleri tasarrufları altındaki gelir kaynaklarını iltizâma vermeye başlamışlardı.

İltizâm usûlünde; mâden ocağı, tuzla, darphâne, gümrük, ispençe, dalyan vb. mukâtaaların yıllık gelirinin asgarî değeri, mâliye tarafından tesbit edilip, hazîne defterlerine kaydedilirdi. Sonra bu mukâtaaların muayyen bir yıl için temin edebileceği âzamî kıymeti de düşünülerek, arttırma usûlü ile peşin veya kısmen peşin, kısmen taksitle belli bir meblağ karşılığında satılacağı (iltizâma verileceği) umûmî efkâra îlân edilirdi. Bu gelirleri satın almak isteyen kişiler (mültezimler) artırma konusu olan mukâtaayı; getireceği gelir, sebeb olacağı masraf ve bırakacağı kâr hakkındaki yaptığı araştırmaların sonucuna göre, kıymetlendirdikten sonra, devlete yıllık olarak ödemeyi kabul edebilecekleri miktârı ihtivâ eden tekliflerini yaparlardı. Hazîne ise; öncelikle âdil, iyi tanınmış ve iyi bir terbiye ile yetişmiş olanları seçer, bunlar arasından da en yüksek teklifi yapan mültezime, genellikle üç senelik bir devre için o mukâtaayı vergilendirme hakkını devrederdi. Verilen bu süre içerisinde mültezim, devletin sağladığı mâlî, idârî ve adlî kolaylıklardan faydalanarak, kânunların çizdiği sınırlar içinde tam bir müteşebbis gibi hareket eder, arttırmada belirlenen miktârı hazîneye ödedikten sonra kalan kısmını kendi şahsî ve meşrû kârı olarak kazanırdı.

Emânet usûlü mukâtaalar: Devletin iktisâdî hayâtının istikrârsız olduğu yıllarda zarar ihtimâli bulunduğundan, mukâtaalar için mültezim bulma zorlaştı. Bu durumda Devlet, mukâtaaları kapatmaktansa emânet yoluyla işletmeyi tercih etti. Çoğu defâ böyle durumlarda işletme başına gelen kimseler, emin kalmak şartıyla belli bir meblağın ödenmesini üzerine alırlardı. Böylelikle iltizâm yoluyla emânet (emânet ber-vech-i iltizâm) adını alan karma bir düzen meydana getirilip, işletme başında bulunan kişi de kendinde memûriyetle özel teşebbüsü birleştirmiş olurdu. Emîn sıfatıyla maaşlı bir memûr, belli bir meblağı ödemeyi üzerine aldığından, işletmenin kâr veya zarârından sorumlu bir kişi olarak görünürdü.

Mâlikâne usûlü mukâtaalar: Muhtelif gelir kaynaklarının bir kimseye vâridâtından hayâtı boyunca istifâde etmek, lâkin satamamak şartıyla verilmesine denilmektedir. On yedinci yüzyılın başlarından îtibâren; mültezimlerin, vergi kaynaklarının korunması ile ilgilenmemeleri sonucunda, mukâtaalar iktisadî bünyeyi tahrib edici bir şekil almıştı. Bu sebeple gelecek yılların mâlî kaynaklarını yıpranmaktan korumak ve reâyânın güvenliğini sağlamak için bâzı mukâtaalar kayd-ı hayat şartıyla iltizâma verilmeye başlandı. Bu sistemde mukâtaa gelirleri bir miktar peşin (muaccele) ve her yıl ödenecek taksitler (müeccele) karşılığında özel kesime satılmaktaydı. Nitekim bu sistemin uygulanması ile reâyânın ve toprağın korunması, zirâî verimin artması sağlandığı gibi, savaş harcamaları için ek bir finansman imkânı da ortaya çıktı.

1695’ten başlayarak yüz-yüz elli yıllık Osmanlı mâlî ve iktisâdî târihinin gelir getiren önemli bir kaynağı olarak hayâtiyetini sürdüren mâlikâne sistemi, ilk olarak, ömür boyu zirâî iltizâmların öteden beri geçerli olduğu Mısır’a yakın Sûriye, Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulamaya kondu, zamanla yaygınlaştı ve eyâletlere mâlikâne verilmesine kadar genişledi. Nitekim 1746 yılında sırasıyla Adana, Trablusşam eyâletleri, Aydın muhâssıllığı (vergi tahsildârlığı), Rakka eyâleti, Kıbrıs ve Mora muhassıllıkları mâlikâne olarak özel şahıslara verilmişti.

Mâlikâne sistemi mâdenlerden esnaf kethüdâlığına, tuzlalardan damga resmine kadar; cizye ve avârız hâriç, devletin vergi aldığı bütün faâliyetlere yayılmıştı. Fakat kısa süreli iltizâm dönemlerinde, taahhüd ettiği iltizâm bedelini kârıyla çıkarmaktan başka şey düşünmeyen mültezimin, işletmesiyle ilgilenmesini, üretimi arttırmak ve çeşitli yatırımlar yapmasını sağlamak için uygulamaya konulan mukâtaa sistemi de istenilen şekilde uygulanamadı. Ömür boyu tasarruf etmek için mukâtaayı alan mâlikâneciler, işletmeleri başına gitmeyerek mâlikânelerini ikinci şahıslara iltizâma verme yoluna gittiler. Böylece mâlikâne sisteminde de bir iltizâm kademelenmesi ortaya çıktı ve mukâtaa sistemiyle düzeltilmesi düşünülen aksaklıklar giderilemedi.

Mukâtaadan hâsıl olan gelirler günü gününe tutulur, mukâtaa kâtipleri bunları mukâtaa defterine işlerler, sonra da rüznâmçe kalemine teslim ederlerdi. Mukâtaa defterleri kubbe altında bitişik binâda saklanırdı. Bunların muhâfazasından sır kâtibi sorumlu idi. İltizâma verilen mukâtaa beratları üzerine ise, kubbe vezirleri tuğra çekerlerdi.

Mukâtaa gelirleri 1826 yılında yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine, yerine kurulan Âsâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ocağının giderlerine ayrıldı. Tanzimâttan sonra 1858 yılında çıkarılan arâzî kânûnu ile mîrî arâzinin halka tapu karşılığı satılmasıyla, tımar ve zeâmet sâhipleri, mültezim ve muhâssıllar yerine resmî devlet memurları ikâme edilerek mukâtaa sistemi kaldırıldı.

MUKADDES EMÂNETLER

Alm. Heilige reliquen (f.pl.), Fr. reliques (f.pl.) benies, İng. Sacred Relics. İslâm dîni ve târihi bakımından büyük önem taşıyan, Peygamber efendimiz ve diğer din büyüklerine âit bâzı mübârek şahsî eşyâ ile hâtıralara verilen ad. İslâm târihinde, mukaddes emânetlerin toplanması ve muhâfazası Peygamber efendimiz zamânında başladı. Eshâb-ı kirâm ihtimâm ve hürmetle Resûlullah efendimize âit hâtıraları muhâfaza ettiler. Dört büyük halîfe devrinden sonra Emevî, sonra da Abbâsî halîfeleri; Peygamber efendimizden, ümmehât-ı müslimînden (Peygamber efendimizin mübârek hanımlarından) ve Eshâb-ı kirâmdan kalan her çeşit eşyâ ve hâtıraların toplanmasına ve saklanmasına çok îtinâ gösterdiler.

Mukaddes Emanetlerin Osmanlı Devletine  intikâli (geçişi) Yavuz Sultan Selim Hanın 1517 târihinde Mısır’ı fethedip halife ünvânını aldığı sırada olmuştur. Yavuz Sultan Selim Han, Kâhire’ye girdiği zaman, halîfe el-Mustansır billah’ın muhâfazasında bulunan ve daha önce Bağdat’tan Hülâgû’nun elinden kaçırılan Mukaddes emânetleri teslim aldı. Ayrıca Mekke-i mükerreme şerîfi Ebü’l-Berekât’ın oğlu Ebû Nümeyyâ ile gönderdiği mukaddes emânetleri de teslim alarak İstanbul’a gönderdi. Mısır’dan getirilen ve Sûriye, Filistin, İran’dan toplanan diğer emânetler ve teberrükât eşyâsı da önce iç hazîneye kondu, sonra hasodaya alındı. Hırka-i seâdet dâiresi kurulunca, bunların saklanması ve bakımları özel usûle bağlandı. Yavuz Sultan Selim Han, Mukaddes Emânetlerin muhâfazasını kırklar diye bilinen Hasodalılara vermişti. Kırk kişiden meydana gelen Hasodalılar, Hırka-i seâdet dâiresinde nöbet tutar, burada devamlı Kur’ân-ı kerîm okurlardı.

Mukaddes emânetler arasında, Peygamber efendimize âit olan hâtıralar şunlardır:

1. Hırka-i Saâdet: Mukaddes emânetlerin en mühimidir. Hâlen Sultan Abdülazîz Hanın yaptırdığı bir sandık içinde kıymetli kumaşlardan yapılı bohçalarla sarılı ayrı bir altın çekmecede muhâfaza edilmektedir. İçi krem renkli astarlı siyah yünlü bir kumaştan yapılmıştır. Hırka-i saâdet, Resûlullah efendimizin Ka’b bin Züheyr’e hediye ettiği hırka olup, Kasîde-i Bürde adıyla meşhur oldu. (Bkz. Ka’b bin Züheyr)

2. Seyf-i Nebevî (Peygamber efendimizin kılıçları): İki tânesi Topkapı Sarayında bulunmaktadır. Yer yer altın, birisi de kıymetli taşlarla süslüdür. Ayrıca Peygamber efendimize âit kamış cinsinden bir maddeden yapılan bir yay ile altın yaldızlı bir muhâfazası vardır.

3. Nâme-i Saâdet (Peygamber efendimizin mektûb-u şerîfi): Peygamber efendimizin Mısır (Kıpt) hükümdârı Mukavkıs’ı İslâmiyete dâvet için yazdığı mektuptur. Deriden olup, on iki satır yazısı ve altında mühr-i şerîfi vardır.

4. Mühr-i Saâdet.

5. Dendân-ı Saâdet (Peygamber efendimizin mübârek dişi): Uhud Muhârebesinde kırılan mübârek dişinin bir parçasıdır. Sultan Mehmed Reşâd tarafından yaptırılan taşlarla süslü altın bir mahfazada saklanmaktadır.

6. Lihye-i Saâdet (Sakal-ı şerîfleri): Hırka-i seâdet dâiresinde altmışa yakın Sakal-ı şerîf bulunmaktadır. Bunlardan 24 kadarı altın ve kıymetli taşlarla süslü muhâfazalarda veya sedef kakmalı kutularda saklanmaktadır.

7. Nakş-ı Kadem-i Şerîf: Altından yapılmış bir kapak ve çerçeve içinde yer alan, üzerinde Peygamber efendimizin mübârek ayak izi olan taşdır. Eyyûb Sultân, Sultan Üçüncü Mustafa ve Sultan Birinci Abdülhamîd Han türbelerinde de bunlardan birer tâne bulunmaktadır.

8. Sancak-ı Şerîf: Hırka-i Saâdet dâiresinde küçük bir sandıkta saklanan Ukab denilen siyah renkli sancaktır. Sonradan yeşil ipekten bir sancak yapılarak bunun üzerine Sancak-ı şerîften parçalar dikilmiştir.

9. Teyemmüm Taşı: Peygamber efendimizin teyemmüm ettiği yazılı taştır.

Bu mukaddes emânetlerden başka, Mûsâ ve Şuayb aleyhisselâma âit asâlar, Nûh aleyhisselâmın tenceresi, İbrâhim aleyhisselâmın kazanı, Yûsuf aleyhisselâmın gömleği, Dâvûd aleyhisselâmın kılıcı da bulunmaktadır.

Teberrukât eşyâsı arasında da Kâbe-i muazzamanın altın oluğu, Hacer-i esved çerçevesi, bâb-ı tövbenin bir kanadı, Makâm-ı İbrâhim’in gümüş kapağı vs. yer almaktadır. Bunlar, Kâbe-i muazzamadaki mukaddes makamların Osmanlı sultanlarınca zaman zaman tâmir edilmesi sırasında teberrüken gönderilmesi sûretiyle bir araya toplanmıştır. Ayrıca Kâbe’nin anahtar ve kilitleri, hazret-i Osmân, hazret-i Ali ve diğer din büyüklerine âit olan Kur’ân-ı kerîmler, cüzler, oklar, yaylar, kılıçlar, taç, hırka, sarık, tesbih ve bayraklardır.

Osmanlı Devletinde Emânât-ı mukaddese ile ilgili bâzı merâsimler düzenlendi. Hırka-i seâdet ziyâretinden başka sancak-ı şerîf çıkış ve giriş alayları, Miftâh alayları bunlardandır.

Miftâh alayı: Osmanlı Devletinde her sene yenilenen Kâbe örtüleri Mekke’ye gönderilince, eskileri Hırka-i seâdet dâiresine getirilir ve Emânât-ı mukaddese arasına alınırdı. Ayrıca, Kadem-i şerîf, kılıçlar vs. gibi eşyâlar da bunlar arasında yer alır ve bunların İstanbul’a getirilişinde Miftâh alayı denen merâsim yapılırdı. Osmanlı sultanları, Hâdim-ül-Haremeyn-iş-şerîfeyn ünvânını aldıkları günden beri, Kâbe örtüsünün hazırlanması, Mısır vâli ve kâdılarına bırakılmışken, iki defâ Sultan Birinci Ahmed Han, 1610 târihinde bu örtülerin İstanbul sanatkârlarınca hazırlanması ve eskilerinin de İstanbul’a getirilmesi için ferman çıkartmıştı. Böylece Osmanlı saray teşrifâtına yeni bir merâsim daha eklenmiş oldu. İstanbul’da ilk Miftâh alayı, 1613 târihinde Kâbe-i muazzamanın tâmiri üzerine gerek Mekke ve gerek Medîne’den getirilen müteberrikât eşyâsı münâsebetiyle yapıldı.

Müteberrikât eşyâsı şehre yaklaştığında, bütün dîvân mensupları, âlimler karşı çıkarak duâ ve tekbirlerle Hırka-i saâdet önüne getirilir; pâdişâhın huzûrunda muhâfazadan çıkartılarak her biri ayrılan yerlere konurdu. Merâsime katılanlara hil’atler giydirilirdi. İlk Miftah alayında getirilen eşyâ arasında; Peygamber efendimizin yayı, hazret-i Ebû Bekr’in kılıcı ile seccâdesi, Çihâr yâr-i güzînin (Dört büyük halifenin) kılıçları, Eshâb-ı kirâmdan Muâz binCebel, Şurahbil bin Hasene ve Ebû Talhâ’nın kılıcı ve Kâbe’nin değiştirilen örtüleri, eskiyen mizâbı (oluğu) ve ayrıca Hasan Paşanın Kâbe kerestesinin sağlam parçalarından, Sultan Ahmed için yaptırdığı bir de asâ vardı. Bu merâsimde, Kâbe mizâbından (oluğundan) su akıtılmış ve bu su ibriklere doldurularak hastalara şifâ olarak dağıtılmıştır. Miftah alaylarından bir diğeri de yine Mekke’den getirilen Kadem-i şerîf için yapılıp, Sultan Birinci Mahmûd Han tarafından Eyüp Câmiinde hazırlatılan yerine konulmuştur.

MUKOZA

Alm. Schleimhaut (f), Fr. Muqueuse (f), İng. Mucous membrane. Vücudun iç kısmındaki kanal ve boşluklarını döşeyen hücrelerden husule gelen zar tabaka. Mukoza döşeli olan iç boşluklar, dışarıya açılan vücut kanalları ile dış ortamla temastadır.

Bu sistemler şunlardır: Sindirim sistemi, solunum sistemi ve boşaltım sistemi. Ayrıca kadın üreme organları da mukoza ile döşelidir.

Sindirim sistemi: Ağızdan, anüse kadar devam eden sindirim borusunun çeşitli bölümlerinde, çeşitli tip mukozalar (epitel dokusu) bulunur. Ağız, yutak ve yemek borusunun sonuna kadar olan kısımda “çok katlı yassı epitel” dokusu, mukozayı yapar. Dildeki mukoza da bu çeşittir. Ancak dilde “papilla” denilen tat almak için özelleşmiş çıkıntılar bulunur. Mide ve barsakların mukozası “tek katlı silindirik” epitelden meydana gelmiştir. Bu hücrelerin arasında ayrıca sümüklü salgı yapan hücreler (kadehsi hücreler, goblet hücreleri) bulunur. Mîde mukozasında bundan başka asit salgılayan hücreler de vardır. Sindirim kanalının son kısmı olan “rektum”da yine çok katlı, yassı epitel dokusuna rastlanır.

Solunum sistemi: Bu sistemin organları olan burun boşlukları, soluk borusu, gırtlak vb. de bulunan mukoza “tek katlı titrek tüylü” epitelden meydana gelmiştir. Bu sistemle hava geçişi dolayısıyla alâkadar olan yutak çok katlı yassı epitel ihtivâ eder.

Ürogenital sistem: Böbrekten îtibâren, idrar boruları (üreterler), mesane ve uretra (idrar kanalı) da bulunan mukoza bu sisteme mahsus hasepitelden meydana gelmiştir. Buna çok katlı değişken epitel denir.

Erkek üreme organlarından olan meni borucukları ve kadın üreme organlarından uterus (rahim) ile yumurta kanalcıklarında “tek katlı titrek tüylü epitel” mukozayı yapar.

Diğer mukozalar: Göz kapaklarının altını ve gözün görünen beyaz kısmını döşeyen, “konjoktiva” adını alan mukoza çok katlı yassı epitelden meydana gelmiştir. Orta kulak döşemesini yapan mukoza tek katlı küçük epiteldendir. Aynı çeşit mukoza, beynin iç boşluklarını da döşer.

MUKTEZA

Mükelleflerin; vergi uygulamaları bakımından karmaşık, ihtilaflı ve tereddüte yol açan hususlarda, Mâliye ve Gümrük Bakanlığından veya Bakanlığın bu konuda yetkili kıldığı makamlardan aldığı yazılı cevaplar. Vergi Usul Kânununun 413. maddesinde düzenlenmiştir. Kendisine tebliğ edilen muktezaya göre işlemde bulunan mükellefe, bu işlem cezâyı gerektirse dahi cezâ kesilmez.

MULTİPL SKLEROZ (MS)

Alm. Sklerose (f), Fr. Sclérose (f), İng. Sclerosis. Merkezi sinir sisteminin; beyin ve omurilikte dağınık demyelinizasyon (miyelinin harabiyeti) plaklarının husûlü ile ve çok sayıda belirtilerle karakterlenen, alevlenme ve iyileşme dönemleriyle uzunca ve müzmin bir seyir gösteren iltihabî bir hastalığı.

Bu hastalığın sebebi bilinmemektedir. Mikrobik, toksik (zehirleyici), metabolik, vasküler, allerjik, hayvansal yağlara düşkünlük ve benzeri faktörler suçlanmış fakat hiçbirisi isbatlanamamıştır.

Multipl skleroz, bütün dünyâda görülebilen bir hastalıktır. Bununla berâber Avrupa ve Amerika’da daha fazladır. Beyaz ırkta daha çok görülmektedir. Çeşitli istatistiklere göre Avrupa ülkelerinde halkın 1/5000-1/10.000 oranında bu hastalığa yakalandığı bildirilmektedir.

Hastalığın ilk belirtileri, genellikle yirmi ile kırk yaşları arasında ortaya çıkmaktadır. İlk belirtiler çok değişiktir. Görme bozukluğu, idrar yapamama, göz kaslarının felci veya siyatik nevraljisinden dolayı doktora müracaat edenler vardır. Hastalığın birden bire kol ve bacaklarda karıncalanmalarla, dengesizlik ile, kuvvetsizlik ve buna bağlı yürüme zorluğu, yarım vücut felci veya saraya benzer nöbetlerle başlaması da sözkonusudur. Bu şikâyetler genellikle gelip geçicidir, ama birkaç hafta sonra tekrar başgösterir, tekrar iyileşir. Seneler geçtikçe iyileşme dönemleri sırasında belirtiler daha az geriler ve gittikçe daha fazla yerleşirler. Neticede tipik hastalık tablosu ortaya çıkar. Bâzı nâdir vak’alarda ilk belirtilerden sonra hastalık geçer, fakat yıllarca sonra yine nüks edebilir. Bâzı vak’alarda asıl belirtilerin ortaya çıkışından önce senelerce süren sinirsel ve romatizmal şikâyetler dikkati çeker. Bu durumdaki hastalar doktor doktor dolaşırlar, fakat teşhis konamaz.

Hastalık iyice yerleştikten sonra, hastaların yürüyüşleri, maskeli yüz ifadeleri, kesintili ve tutuk ve ezerek konuşmaları oldukça tipiktir. Bir iş yaparken elleri titrer. Görme sinirinin iltihabından dolayı bu hastalar herşeyi gri renkte gördüklerini veya gözlerinin önünde uçuşmalar olduğunu ifâde ederler, göz hareketleri de ağrılıdır.

Vak’aların yarısında nystagmus (göz kürelerinin kesik kesik ve gayri ihtiyari hareketleri) görülür. Gözü hareket ettiren sinirlerin felci neticesinde şaşılık görülür.

Çeşitli hareket bozuklukları, his kusurları, refleks bozuklukları, idrar ve dışkıyı tutamama, bazan inatçı ishal veya kabızlık, bâzı psişik bozukluklar görülebilir. Çabuk yorulurlar, ufak bir heyecanla ağlar ve gülerler. Hastalığın ilerlemesiyle ilginin azalması, unutkanlık ve bir takım bunama belirtileri görülür.

Çeşitli belirtiler görülebildiği multipl skleroz, sinir sisteminin hemen bütün hastalıklarını taklit edebilir.

Hastalığın akıbeti vak’adan vak’aya çok değişir. Elli sene devam eden vak’alar olduğu gibi, birkaç ayda ölümle bitenler de vardır. Fakat hastaların yarısında ilk belirtilerin ortaya çıkışı ile tam maluliyetin yerleşmesine kadar 25-30 senelik bir süre geçmektedir. Ölüm sebebi çok kez araya giren enfeksiyonlardır. Hastalığın özel bir tedâvisi yoktur, bununla berâber belirtilerin tedâvisiyle hastaları oldukça rahatlaştırmak mümkündür. Hastaya, hastalığın her şahısta başka gidişler gösterdiği, bâzı tedâvi tedbirleriyle hastalığın zararsız bir şekilde kalabileceği izah edilmelidir. Hastalığın alevli dönemlerinde yatak istirahati gereklidir. Müsekkinler, kortikosteroitler faydalı olabilir. Vitaminler de faydalıdır. İdrar yolu enfeksiyonları ile de mücadele edilmeli, hastanın morali yüksek tutulmaya çalışılmalı ve çok ilerlemiş vak’alarda bir tekerlekli sandalye tavsiye edilmelidir.