MUHAMMED PÂRİSÂ

Evliyânın büyüklerinden. Adı Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd’dur. Lakabı Hâfız-ı Buhârî ve Pârisâ’dır. 1355 (H.756) senesinde Buhârâ’da doğdu. 1419 (H.822) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.

Medrese tahsiline başlayıp, hadis ve fıkıh ilminde yetişerek, bu ilimlerde ihtisâs sâhibi oldu. Daha sonra, tasavvuf ilimlerine yönelip, Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine talebe oldu. Onun sohbetlerine devâm edip, himmet ve teveccühüne kavuştu. Böylece tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Zâhir ve bâtın ilimlerinde zamânının bir tânesi oldu.

Pârisâ lakabını alması şöyle anlatılır: “Hocası Behâeddîn-i Buhârî’nin sohbetlerine devâm ettiği ilk günlerde, bir gün hocasının kapısına gelip, kapının eşiğinde beklerken, içeriye birisi girer. Behâeddîn-i Nakşibend hazretleri içeri girene, kapıda kim var? diye sorar, o da, pârisâ (zâhid) bir genç vardır, der. Dışarı çıkıp bakar ve; “Siz Pârisâ imişsiniz” buyurur.” Böylece ismi, Muhammed Pârisâ olarak kalır ve hep böyle söylenir. Hocası Behâeddîn Buhârî hazretleri; “Bizim varlığımızdan murâd, Muhammed Pârisâ’nın yetişip ortaya çıkmasıdır.” buyurmuştur. Kendisinden sonra, en yüksek talebesi olduğundan yerine vekîli olmuştur. Pekçok talebe yetiştiren Muhammed Pârisâ, Semerkand’dan ayrılarak Buhârâ’ya gitti. İki defâ hacca gitti. İlk hacca hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleriyle gitmişti. İkinci defâ ise ömrünün son aylarında gitti. Hacca ikinci gidişinde Buhârâ’dan ayrılırken, bu yolculukta vefât edeceğini işâret etti. Yolculuk esnâsında Herat, Tirmiz, Belh ve Câm şehirlerine uğrayarak sohbetlerde bulundu ve büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Bu ziyâret sırasında beş yaşında bulunan Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, onu görüp teveccüh ve ihsânlarına kavuştu. Câm’dan ayrıldıktan sonra Nişâbûr’a, oradan da Mekke-i mükerremeye gitti. Hac ibâdetini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, kabr-i şerîfini ziyâret etti. Zilhicce ayının yirmi üçüncü Çarşamba günü Medîne-i münevverede vefât etti. Cenâze namazını o sırada Medîne-i münevverede bulunan Molla Fenârî kıldırdı. Cennet-ül-Bakî’ kabristanında Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Abbâs’ın türbesi yanına defn edildi.

İlim, fazîlet ve kerâmet sâhibi olan Muhammed Pârisâ, kerâmetlerini gizlerdi. Yetiştirdiği talebelerinin en meşhûru oğlu Ebû Nasr Pârisâ’dır.

Buyurdu ki:

Üç kimse, Kur’ân-ı kerîm’in mânâsını anlayamaz. Birincisi Arabîyi iyi bilmeyen ve tefsir okumamış olan câhil. İkincisi büyük bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü îtikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabul etmeyen bid’at sâhibi. Çünkü bid’atin zulmeti kalbi karartır.

İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyler seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalpten çıkarmak lâzımdır. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak da bu düşünceleri arttırır. Kadın ve kadın resimlerine bakmak, şarkı, çalgı dinlemek bu düşünceleri kalbe yerleştirir. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması, uzaklaşması, lâzımdır. Allahü teâlâ çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmez.

İnsanlar, ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip ölü ruhları diriltmişler, talebelerinin ölü kalplerini diriltmeğe çalışmışlardır. Doğrusu da kalpleri, ruhları diriltmek yanında, ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur. Hattâ abes, yâni, faydasız şeylerle vakit kaybetmek olur. Çünkü ölüyü diriltmek ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalplerinin dirilmesiyse, sonsuz hayâta (ebedî saâdete) kavuşturur. Zâten Allahü teâlâya yakın olanların vücutları kerâmettir. İnsanları Allahü teâlâya dâvet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmettir. Ölü kalbleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür.

Eserleri:

Fusul-i Sitte, Risâle-i Kudsiyye, Tuhfet-üs-Sâlikîn, Tahkikât, Muhyiddîn-i Arabî’nin Fusus-ül-Hikem adlı eserine yaptığı Farsça şerh, Tasavvufa dâir, Fasl-ül Hitab li Vasl-il Ahbâb adlı eseri, Menâsik-ül Hac ve Menâkıb-ı Şeyh Behâüddîn-i Nakşibendi.

MUHAMMED REBHÂMÎ

Hindistan’da yetişen fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed Rebhâmî’dir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Hicrî dokuzuncu asrın sonlarında vefât ettiği, yazdığı eserinden anlaşılmaktadır.

Muhammed Rebhâmî’nin en meşhur eseri Farsça Riyâdü’n-Nâsihîn kitabıdır. Muhammed Rebhâmî bu eserini, çeşitli tefsirlerden, akâid, usûl, hadis, fıkıh, ferâiz, kırâat, tasavvuf, tıp, nasîhat kitaplarından faydalanarak yazmıştır. Faydalandığı eserlerin sayısının dört yüz kırk dört olduğu eserin ön sözünde bildirilmiştir. Bu kitap, 1895 (H.1313) senesinde Bombay’da; 1981 (H.1402) senesinde de İstanbul’da Hakîkat Kitâbevi tarafından tekrar basılmıştır.

MUHAMMED RÛCÎ

On beşinci yüzyılda Türkistan’ın Horasan bölgesinde yetişmiş olan evliyâdan. İsmi Muhammed, lakabı, Şemsüddîn’dir. Rûcî nisbesiyle meşhur olmuştur. 1417 (H.820) senesinde Horasan’ın Ruc köyünde doğdu. Muhammed Rûcî baba mesleği olan ticârete hiç rağbet etmedi. Küçük yaşından îtibâren akranlarından ve diğer insanlardan uzak kalmayı tercih etti. Çocuk yaşta iken Sevgili Peygamberimizi rüyâsında görüp, aldığı mânevî işâretle tasavvufa yöneldi. Herât’a giderek Zeynüddîn Hâfî’nin kabrini ziyâret etti. Sa’deddîn Kaşgârî hazretlerinin sohbetinde ve ilim meclisinde bulunup talebelerinden oldu. Ondan çok istifâde etti. Tasavvuf yolunda ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. Daha sonra Sa’deddîn Kaşgârî hazretlerinin halîfelerinden Mevlânâ Nûreddîn Abdurrahmân Câmî’ye (Molla Câmî) bağlanıp Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çalıştı. 1498 (H. 904) senesinde Herat’ta vefât etti. Hocası Sa’deddîn Kaşgârî hazretlerinin kabri yanına defnedildi. Kabri orada olup, ziyâret edilmektedir.

MUHAMMED SÂDIK

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birinci oğlu. 1591 (H.1009) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. 1616 (H. 1025)da yirmi dört yaşındayken, babasından önce, doğduğu yerde tâûn hastalığından vefât etti.

Tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişip, evliyâlığın yüksek derecelerine kavuşmuştur. Tâlim ve terbiyesiyle, önce dedesi Abdül-Ehad hazretleri meşgûl olup, onu yetiştirdi. Daha sonra İmâm-ı Rabbânî’nin hocası Muhammed Bâki-billah’ın sohbetinde bulunup, ondan feyz aldı. Yüksek kâbiliyeti ve yaratılışı sebebiyle henüz yedi-sekiz yaşında iken yüksek hâllere kavuştu. Bâki-billah hazretleri, kendi talebelerinin yetişmesini İmâm-ı Rabbânî’ye bırakması üzerine, o da babasına talebe oldu. Aklî ve naklî ilimlerde de çok kuvvetliydi.

Bir defâsında, Şiraz’dan Hindistan’a aklî ve naklî ilimlerde çok yüksek derecede olan bir âlim gelmişti. Muhammed Sâdık o âlimle derin ilimlere dâir biraz konuştu. Sözlerini bitirince, Şirazlı âlim; “Bu genci görmeyince Hindistan’daki talebelerden birinin aklî ilimlerdeki derin meseleleri böylesine idrâk etme kuvvetini anlayamamıştım” dedi.

Muhammed Sâdık ile görüşüp konuşan zenginler; “Bu genci gördüğümüz zaman dünyâdan soğuyoruz, dünyâya düşkün olmaktan kurtuluyoruz” derlerdi.

Daha küçük yaşta iken yerlerin ve kabirdekilerin hâlleri husûsunda üstün bir keşfe sâhipti. Bâki-billah hazretleri onu, mezarların başına götürür ve o mezarlarda yatanların hâllerinin nasıl olduğunu sorardı. O da hemen herbirinin hâlini gördüğü gibi anlatırdı. Bir defâsında amcası ticâret için bir sefere çıkacaktı. Amcasıyla birlikte dedesi Abdül-Ehad hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Kabrin başında bir müddet murâkabe ederek oturduktan sonra başını kaldırıp; “Dedem amcamın bu sefere çıkmasını istemiyor.” dedi. Amcası sefere çıktı, fakat gittiği yerde vefât edip, bir daha geri dönemedi.

Bulunduğu memlekette vebâ (tâûn) hastalığı yayılmıştı. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Bu tâûn biz gitmedikçe geçmez.” Kendisi tâûn hastalığına yakalanıp vefât etti. Oradaki tâûn hastalığı azaldı. Sonra da hiç kalmadı.

Babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât adlı eserinde bu oğluna ve diğer oğullarına yazdığı birçok mektup toplanmıştır.

MUHAMMED SAÎD-İ FÂRÛKÎ

Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ikinci oğludur. 1596 (H. 1005) senesinde Serhend’de doğdu.

Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayıp, önce babasından sonra da ağabeyi Muhammed Sâdık’tan ve Molla Tâhir-i Lâhorî’den ilim tahsil etti. Genç yaşta tahsilini tamamladı. Fen ve din ilimlerinde mütehassıs oldu. Babasının gayretli çalışmaları ve yardımları sâyesinde tasavvufta yetişip, yüksek derecelere kavuştu. Birçok kıymetli kitaba açıklamalar yazdı. Din ve fen ilimlerinde yetişip talebe yetiştirmek için babasından icâzet (diploma) aldı. Talebe yetiştirmekle meşgul oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri fıkıhla ilgili bir meseleyi araştırmak isteyince, Muhammed Saîd’e sorar, verdiği doğru ve sağlam cevaplardan çok memnun olurdu. İlim, fazîlet sâhibi ve kerâmetler hazînesi olan Muhammed Saîd-i Fârûkî, 1660 (H.1070) senesinin Cemâz-il-âhir ayının yirmi yedinci günü vefât etti.

Eserleri:

1. Mişkât-ül-Mesâbih Hâşiyesi: Hanefî mezhebi imâmlarının delîl olarak kullandıkları sahîh hadîsleri açık delillerle en kıymetli kitaplardan alıp bu kitaba yazmıştır.

2. Mektûbât-ı Saîdiyye: İçerisinde yüz mektup bulunan bu eser, bir cilttir.

3. Namazda otururken parmak kaldırmamak gerektiğini anlatan, Hanefî mezhebine göre bir risâle. Bu eserinde parmak kaldırmamanın daha iyi olduğunu isbat etmiştir.

Muhammed Saîd, babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi takva sâhibi, ilmiyle âmil, sünnete tam uyar, azîmetle amel ederdi. Tatlı sözlü, güler yüzlü olup, dünyâya düşkün değildi. Hadis, fıkıh ve tasavvuf ilminde yüksek derece sâhibiydi.

Muhammed Hâşim-i Keşmî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şöyle buyurduğunu nakleder: “Oğlum Muhammed Sâdık vefât edince, kendi kendime zâhir ilimlerde bu kadar fazîletli, kalp hâllerinde bu kadar yüksek oğlu nerede bulurum dedim. Allahü teâlâ ihsân ederek bu mübârek kardeşini (Muhammed Saîd’i) yüksek ağabeyinin vekîli eyledi. Bu ihsânından dolayı, Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun.”

Yine babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Muhammed Saîd, Ulemâ-i Râsihînden ve sâbikûndandır. Allahü teâlânın halîlidir (dostudur). O’nun rahmet hazînesidir. Yarın kıyâmet günü rahmet hazînelerinin taksimi ona verilir. Şefâat makâmından büyük payı vardır.” (Bkz. İmâm-ı Rabbânî)

MUHAMMED SIBGATULLAH (Kayyûm-ı Zamân)

On yedinci yüzyılda Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve Urvetü’l-Vüskâ Muhammed Ma’sûm-ı Fârûkî’nin büyük oğludur. İsmi, Muhammed Sıbgatullah’tır. Kayyûm-ı Zamân veya Kayyûm-ı Cihan isimleriyle de bilinir. 1624 (H.1033) senesi Rebiül-âhir ayında Serhend’de doğdu. 1710 (H.1122) senesinin Rebîül-âhir ayının dokuzuncu Cumâ günü Serhend’de vefât etti. Kabri babası Muhammed Ma’sûm-ı Fârûkî’nin türbesindedir.

Muhammed Sıbgatullah’ın doğduğu sırada dedesi İmâm-ı Rabbânî hazretleri vaktin sultanı ile birlikte Hindistan’ın büyük şehirlerinden Ecmir’de bulunuyordu. Babası Muhammed Ma’sûm-ı Fârûkî de babasını ziyâret için Ecmir’e gitmişti. İmâm-ı Rabbânî ve oğlu Muhammed Ma’sûm Ecmir’den dönerken oğullarının doğum haberini aldılar. Serhend’e gelince onun ismini Muhammed Sıbgatullah koydular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Muhammed Ma’sûm’a; “Senin bu oğlunda asâletten bir sıfat buldum.” diyerek büyük bir evliyâ olacağını müjdeledi.

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretleri oğlu Muhammed Sıbgatullah’ın terbiye ve tahsiline özel önem verdi. Babasının huzûrunda yetişen Muhammed Sıbgatullah zâhirî ve bâtınî ilimlerin ve kalbe âit ince mârifetlerin hepsini ondan öğrendi. Diğer talebeleri, hatta diğer oğulları arasında Muhammed Sıbgatullah’a husûsî iltifatlarda bulunan Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretleri birgün oğluna şöyle buyurdu: “Siz benim oğullarım arasında Eshâb-ı kirâma benzersiniz. Yâni siz babam Müceddîd-i elf-i sânîyi gördünüz ve onun zamânında bulundunuz. Diğerleri böyle değildir. Bu farkı az görme.”

Muhammed Sıbgatullah hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsilini ve tasavvuf yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra babasının emriyle talebe yetiştirmeye başladı. Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin talebelerinin ve halîfelerinin en büyüğü olan Muhammed Sıbgatullah hazretleri insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp pekçok talebe yetiştirdi.

Evliyâlığın en yüksek derecelerine ve üstün makamlara kavuşmuş olan Muhammed Sıbgatullah hazretleri hallerini çok gizlerdi, açıklamayı istemezdi. Hallerini o kadar gizler ve bu hususta o kadar titiz davranırdı ki, yüksek hallere kavuştuğunu kendisine müjdeleyen babasının mektuplarını kimseye göstermezdi. Hallerini bu kadar gizlediği halde kerâmetleri ve menkıbeleri anlatılagelmiştir.

Kayyûm-ı Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretlerinin bütün hareketleri sünnet-i seniyyeye yâni dînimizin her emrine uygun idi. Bir sünneti yerine getirememek endişesi, gözünde ve gönlünde dağ gibi büyük görünürdü. Yemekte, içmekte, oturmakta, giyinmede, yolculuk hâlinde, her zaman okunması îcâb eden duâlarda ve diğer duâlarda, dil ile ve kalple yapılan zikirlerde, namaz, oruç, zekât, hac, güzel ahlâk, ihsân, tevekkül, hilm (yumuşaklık) ilim, cömertlik, iyilik yapmak, sabır, tahammül ve diğer güzel huylarda pek ileride idi. Bu güzel huyların îcâblarını yerine getirmekte o kadar dikkatli idi ki, kıl ucu kadar gevşeklik ve ayrılık görülmezdi. Buna rağmen niyetlerini ve amellerini kâmil olmaktan uzak, ayıp ve kusurlu görürdü. Ömrünün sonlarına doğru Kur’ân-ı kerîmi çok yavaş sesle okurdu. Sebebini sorduklarında; “Okurken bütün varlıklar berâber okuyorlar ve bu fakîri yüksek sesle okumaya bırakmıyorlar.” buyurdu.

Muhammed Sıbgatullah hazretlerinin ömrünün sonlarına doğru Serhendlilerle kâfirler arasında bir harp olmuştu. Kayyûm-ı Zaman Muhammed Sıbgatullah da cihâda gitmek istediyse de yaşı çok ilerlemiş olduğundan gelmemesini ricâ ettiler. Muhârebenin her iki tarafta da şiddetlendiği bir gece idi. Muhammed Sıbgatullah hazretleri muhârebenin yapıldığı yere doğru gitti. Bunu gören hizmetçileri tâkip ettiler. Bir ara ayakları kayıp yere düştü. Yetişip, kendisini kaldırdıkları zaman vücudunda kılıç yarasına benzer bir yara gördüler. Anladılar ki, mâneviyat dünyâsında harp eden Müslümanlar arasına gitmiş ve orada yaralanmıştı. Daha sonra, kendine sorulmuş ise de ses çıkarmadı. Bu yarayı muhârebe meydanında almış olduğu anlaşıldı. Kâfirlerin pek kalabalık oldukları bu harpte, Müslümanların imdâdına yetişmiş ve onların zafer kazanmasında yardımcı olmuştu. Muhammed Sıbgatullah hazretleri bu yara ile altı ay kadar yattı. Acı ve ızdıraplar çekti. Sonra şehitlik mertebesiyle Allahü teâlâya kavuştu.

Muhammed Sıbgatullah’ın Şeyh Ebü’l-Kâsım, Muhammed İsmâil, Şeyhullah, Rahmetullah isimlerinde dört oğlu vardı. Oğullarının her biri babalarından icâzet ve hilâfet almış, olgun ve yüksek velî zâtlardı. Muhammed Sıbgatullah hazretlerinin oğullarından başka birçok halîfeleri de vardı. Bunlardan bâzıları; “Meyân Sefer, Ahmed, Şeyh Zeynel-Âbidîn (Meyân Fakirullah Burhângûrî ismiyle meşhûrdur), Mîr Azîz, Mîr Muhammed Ganî, Ebû Nasr Sultanpûrî, Muhammed Refî’ Kâbilî, Abdüllatîf-i Kâbilî, Şeyh Fakirullah, Hâfız Muhammed Nizâm Kâbilî, Sûfî Elif-i Belhî, Sûfi Muhammed Kâbilî’dir.

MUHAMMED ŞÂZİLÎ

On beşinci asırda Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed eş-Şâzilî el-Mısrî el-Hanefî, lakabı Şemsüddîn’dir. Hazret-i Ebû Bekr’in soyundandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1443 (H. 847) senesinde Mısır’da vefât etti. Berekât denilen yerdeki kabri ziyâret edilmektedir.

Küçük yaşta öksüz kalan Muhammed Şâzilî teyzesinin yanında büyüdü. Sanata verdiler. Fakat sanata devâm etmek istemeyince medreseye kaçtı. Meşhûr muhaddis ve büyük âlim İbn-i Hacer el-Askalânî ile birlikte ilim tahsil etti. Medresede okuduğu sırada, dersten çıkınca kitap satmakla geçimini temin etti. Ona bâzı kimseler uğrayıp; “Yâ Muhammed! Sen dünyâ için yaratılmadın” dediler. Bu söz üzerine kitap ticâretini terk edip, insanlardan uzak bir yerde halvete, yalnızlığa çekildi. Halvete çekildiği sırada on dört yaşında idi.Yedi sene müddetle insanlar arasına karışmadı. Yedi seneden sonra halvetten çıkıp insanlar arasına katıldı. Şâziliyye yolu büyüklerinden Nâsırüddîn bin Meylak’tan tasavvuf ilmini öğrendi. Halvette kaldığı sırada ve halvetten sonra tasavvuf yolunda ilerledi. Evliyâlıkta bütün makamları geçti. İlim, amel, zühd ve Allahü teâlâya muhabbette pek ileri oldu. Onun sohbetlerinde pekçok kimse hidâyete kavuştu. İslâm dünyâsının her tarafından onun huzûruna gelenler halledemedikleri meseleleri ondan sordular, tatmin edici cevaplar aldılar. Başka ülkelerden gelenlerle onların lisânı ile sohbet etti. Büyüklüğüne inanmıyanlar huzûruna geldiklerinde mahcup olurlar, tövbe edip talebesi olmak isterlerdi.

Muhammed Şâzilî çok pahalı ve kıymetli elbiseler giyerdi. Evliyânın halleri hakkında bilgi sâhibi olmayanlardan birisi, bundan dolayı ona kızdı ve şöyle dedi: “Evliyânın, sultanlara yakışacak böyle elbiseler giymekten uzak durması lâzımdır. Eğer bu zât gerçekten velî ise o elbiseyi bana verir, ben de onu satar, parasını çoluk-çocuğuma harcarım.” Muhammed Şâzilî toplantıdan ayrılınca, elbiseyi çıkardı ve; “Bunu filân kimseye verin. Satsın ve parasını çoluk-çocuğuna harcasın.” buyurdu. Adam onu aldı sattı ve; “Bu, Allah için verilen yardımdır.” dedi. İkinci toplantıya gelişinde o elbiseyi yine Muhammed Şâzilî’nin üzerinde gördü. Elbiseyi onu sevenlerden birisi satın almıştı. O zaman adam şöyle dedi: “Bu elbise Muhammed Şâzilî’den başkasına yakışmaz.” Bunun üzerine Muhammed Şâzilî elbiseyi yine aynı adama hediye etti.

Bir defâsında Mâlikî kâdılarından biri Muhammed Şâzilî hazretlerini imtihan etmek için gelmişti. Durumu kendisine bildirilince; “Ben fakirlerin seccâdesi üzerinde oturuyorum, gücü yeterse istediğini sorsun” buyurdu. Kâdı gelince Muhammed Şâzilî’ye soru sormağa başladı. Fakat bir iki soru sorup cevâbını tam aldıktan sonra sormak istediği soruları unuttu. Sonra sarığı çıkardı. İstiğfâr etti. Evliyâyı inkâr etmiyeceğine ve onlara itirâz etmiyeceğine dâir söz verdi.

Muhammed Şâzilî çok cömert olup, fakirlere tasaddukta bulunurdu. Sadaka verecek birşey bulamadığı zaman, sevenlerinden ödünç alır, sadaka verir, sonra da onlara öderdi. Bu şekilde aldığı borçlar 60 bin dirhem oldu. Bir gün birisi elinde büyük bir keseyle geldi ve; “Muhammed Şâzilî’de kimin alacağı varsa gelsin.” dedi. Bütün borçlarını ödedi. Hazır bulunanlardan hiçbiri bu kimseyi tanımadı. Muhammed Şâzilî’ye sordular. O da; “Kudretin tecellisidir. Allahü teâlâ bizim borcumuzu ödemek üzere gönderdi.” buyurdu.

Pek büyük kerâmetleri görülen Muhammed Şâzilî ömrünün sonuna doğru hastalandı. Yedi sene hastalık çekmesine rağmen “Ah” bile demedi. Ölüm hastalığı sırasında buyurdu ki; “Kimin bir hâceti olursa kabrime gelsin. Onu yerine getiririm. Çünkü sizinle benim aramda bir karış topraktan başka engel yoktur. Bir karış toprak onunla talebeleri ve dostları arasında engel olan kimse velî değildir.”

Muhammed Şâzilî buyurdu ki:

Sakın evliyânın kerâmetini inkâra kalkışmayın. Zîrâ kerâmet, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerle sâbittir. Âdet dışı hallerin olması velîler için câizdir. Ehl-i sünnet vel-Cemâat mezhebinin îtikâdı böyledir.

Velî, “Lâ ilâhe illallah” deyip bunun şartlarını yerine getiren kimsedir. Bunun şartları; Allahü teâlâyı ve O’nun Resûlünü sevmek ve dost edinmektir.

MUHAMMED ŞEYBÂNÎ

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin talebelerinin en büyüklerinden ve müctehid âlimlerden. İsmi, Muhammed bin Hasan bin Abdullah bin Tâvûs bin Hürmüz’dür. Künyesi, Ebû Abdullah olup, Benî Şeybân’ın âzâdlısı olduğu için Şeybânî nisbesiyle meşhûrdur. 752 (H.135)’de Vâsıt şehrinde doğdu. 805 (H.189)’da Rey’de vefât etti.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ile aynı soydan gelen Muhammed Şeybânî, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrenip, bir kısmını ezberledi. Zamânının ilim merkezlerinden olan Kûfe’ye giderek Süfyân-ı Sevrî, Abdurrahmân el-Evzâî gibi hadis âlimlerinden ders okudu. Daha sonra İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin ders halkasına katıldı. Ondaki ihlâsı ve samîmiyeti gören hocası, duâ ederek Kur’ân-ı kerîm’in hepsini ezberlemesini istedi. Nihâyet çok kısa bir zamanda Kur’ân-ı kerîm’i ezberleyerek, İmâm-ı A’zam’ın derslerine devâm etti ve fıkıh ilmini öğrenmeye başladı. İmâm-ı A’zam’ın vefâtına kadar dört sene ondan, vefâtından sonra da aynı usûl üzerine İmâm-ı Ebû Yûsuf’tan ders okudu. Fıkıh ilminde yüksek dereceye ulaştı. Bu hocalarından ve zamânındaki hadis âlimlerinden hadîs-i şerîf öğrendi. Fıkıh ilminde ihtisas sâhibi olup, yirmi yaşında Kûfe Câmiinde ders okutmaya başladı. Sonra Medîne’ye giderek üç yıl müddetle İmâm-ı Mâlik’ten Muvattâ’yı okudu; hadis ve fıkıh tahsil ederek Kûfe’ye döndü.

Varını yoğunu ilme sarf eden Muhammed Şeybânî, öğrendiği ilmi yaymaya, ders vermeye ve talebe okutmaya devâm etti. Pekçok kimse ondan ders alıyor ve evinde oturacak yer kalmıyordu. Uzun müddet Kûfe’de kaldıktan sonra Bağdat’a yerleşti. Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd’in iltifâtına kavuşup, bir müddet kâdılık yaptı. Aynı zamanda fıkıh ve diğer ilimleri öğretip kıymetli talebeler yetiştirdi. İmâm-ı Şâfiî başta olmak üzere, Ebû Süleymân Cürcânî, Ebû Hafs-ı Kebîr, Muhammed bin Mukâtil, Şeddâd bin Hâkim, Mûsâ bin Nâsır Râzî, Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm, İsmâil bin Nevbe, Ali bin Müslim Tûsî gibi pekçok âlim, onun tedris halkasında yetişti. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin bildirdiği Ehl-i sünnet îtikâdını ve Müslümanların ibâdetlerinde ve günlük hayatlarında uyacakları din bilgilerini yaymaya çalıştı. Hanefî mezhebini, kitaplar yazarak kendinden sonraki nesillere nakl etti. Mezhepte müctehid olup, fıkıh âlimlerinin ikinci tabakasında idi. İmâm-ı A’zam’ın koyduğu usûl kâidelerine göre ictihâdlarda bulundu. Halîfe Hârûn Reşîd, Horasan seyâhatine çıkarken İmâm-ı Muhammed ile, büyük nahiv (dil) âlimi Kisâî’yi de berâberinde götürdü. 805 (H.189)’de Rey’de iken her iki âlim de vefât etti. Cenâze namazlarında hazır bulunan Halîfe Hârûn Reşîd; “Bugün fıkıh ile Arabî’yi toprağa verdim” diyerek üzüntüsünü bildirmişti.

Güzel ahlâk ve yüksek ilim sâhibi olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, bir meclise girdiği zaman, güzel konuşmasıyla dinleyenleri doyurur, keskin zekâsı ve geniş ilmiyle en ince meseleleri çözerdi. Vaktini aslâ boş geçirmez, her gecenin üçte birinde yatar, üçte birinde namaz kılar, diğer üçte birinde de talebesine ilim öğretirdi.

Hanefî fıkhında Ebû Yûsuf ile birlikte İmâmeyn (iki imâm) ve Sâhibeyn (iki arkadaş) diye anılan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocası Ebû Hanîfe’nin ictihâd metoduyla hüküm verirdi. Hanefî fıkhına dâir hükümleri kitaplara geçirmek için birçok kitap yazmış; böylece İslâm hukûkuna en büyük hizmeti yapmıştır.

İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin kitapları iki kısma ayrılır:

1. Zâhir-ür-Rivâye kitapları:

a) El-Mebsût (El-Asl), b) El-Câmi-ul-Kebîr, c) El-Câmi-us-Sagîr, d) Es-Siyer-ul-Kebîr, e) Es-Siyer-us-Sâgîr, f) Ez-Ziyâdât.

Bu kitaplar tevâtür yoluyla nakl edilmiş olup, Hâkim-üş-Şehîd tarafından, El-Kâfî adı altında birleştirilerek şerh edilmiştir. Şems-ül-Eimme Serahsî de el-Kafî’yi şerh ederek El-Mebsût adını vermiştir.

2. Nevâdir kitapları:

a) El-Kîysâniyyât, b) El-Hârûniyyât, c) El-Cürcâniyyât, d) Er-Rukiyyât, e) Ez-Ziyâdât-üz-Ziyâdât.

Bu kitaplar, yukarıdaki altı kitap gibi açıkça ve sağlam gelmediğinden, bu haberlere nevâdir yâni zâhir olmayan haberler denir.

İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yukarıdaki eserlerinden başka; el-Hucce, el-Âsâr ve el-Emâlî gibi eserleri de vardır. Ayrıca İmâm-ı Mâlik’in Muvattâ’sının şerhi olan bir eseri daha vardır. Bu eserinde kendi mezhebinde delîl olan hadîs-i şerîfleri ve haberleri toplamıştır. Abdullah-ı Dehlevî rahmetullahi aleyh, Hanefî âlimlerinin bu kitabı mutlaka yanında bulundurmalarını tavsiye buyurmuştur.

Muhammed Şeybânî’nin hazretleri buyurdu ki:

Sâdık arkadaş, seni hayra teşvik edendir.

Bir mecliste ilim ve irfân bulunmazsa, onun yerine, o mecliste nefsânî hisler bulunur.

Kendi nefsini beğenmek kadar ahmaklık yoktur.

Affetmek aklın zekâtıdır. Güzel ahlâk, kötü nesebi örter.

Zâhid-ül-Kevserî’nin yazdığı Bülûğ-ul-Emânî fî Sîret-il-İmâm Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî adlı kitapta İmâm-ı Muhammed’in hayâtı ve menkıbeleri uzun anlatılmaktadır.

MUHAMMED TAPAR

Büyük Selçuklu Devleti sultanı. Sultan Melikşah’ın  oğlu olup, 1082 yılında doğdu. Babasının 1092’de vefâtıyla, Selçuklu sultanı olan ağabeyi Berkyaruk’un yanında yetişti. Sultan Berkyaruk ona Gence havâlisinin idâresini verdi. Muhammed Tapar, Gence’ye gelerek Arran’ı da hâkimiyeti altına aldı. Kumandanlarının kışkırtmaları ile ağabeyine karşı zaman zaman isyân etti. Yapılan andlaşmayla Âzerbaycan, Diyar-ı Bekir ve el-Cezîre kendisine verildi. Sultan Berkyaruk’un vefâtından (1104) sonra Bağdat’a gelerek sSelçuklu tahtına geçti (1105).

Muhammed Tapar önce amcasının oğlu Mengü Bars’ın isyânını bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden Bâtınîlere karşı mücâdele etti. 1107’de Bâtınîlerin merkezi olan Alamut Kalesi kuşatıldı ve çok sayıda Bâtınî öldürüldü. Birinci Haçlı Seferinden sonra, Haçlı ordularının tam hâkimiyeti altına giren Suriye’de Haçlı devletleri kurulmaya başlanmıştı. Sultan Muhammed Tapar Haçlılar üzerine ordular gönderdi. Ancak, kumandanlar arasında irtibat sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emir Mevdûd, Şam Câmiinde bir Bâtınî tarafından öldürüldü. Sultan Haçlılara karşı Aksungur Porsuki’yi kumandanlığa getirdi. Bu arada ikinci bir orduyu yeniden Alamut üzerine gönderdi. Kalenin kuşatıldığı sırada âniden rahatsızlanarak vefât etti (1118). Sultanın beklenmedik ölümü, Haçlılara ve Bâtınîlere karşı açılan savaşların duraklamasına sebep oldu. Ondan sonra Büyük Selçuklu Devleti dağılmaya yüz tuttu. Sultan Muhammed Tapar, Selçuklu Devletinin son büyük hükümdârı sayılmaktadır. Ebû Şücâ, Gıyâsüddünyâ ved-dîn, Kerîmü Emirü’l-müminîn ünvanlarıyla tanınırdı.

MUHAMMED TEVFİK BOSNAVÎ

On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da yetişen evliyâdan. Fâtih civârında bulunan Zeyrek hamamını işlettiği için Hamâmî, Unkapanı’nda konağı olduğu için Unkapânî, aslen Bosnalı olduğu için Bosnavî nisbeleriyle bilinir. 1785 (H.1200) senesinde Bosna’da doğdu. 1866 (H.1283) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri Üsküdar’da, İcâdiye semtindeki Nalçacı Halil Dergâhının bahçesindedir.

Çocukluğu ve gençliği hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmayan Muhammed Tevfik Efendi İstanbul’a gelerek Hüsrev Paşanın konağında kethüdâ oldu. Hüsrev Paşanın kethüdâsı iken İstanbul’da birçok zâttan ilim öğrendi. On birinci hocası olduğu söylenen Etyemez Dergâhının şeyhine hizmet ederken, kendisini bir cezbe hâli kapladı. Ona her gördüğü eşya, “Beni Allahü teâlâ yarattı” diyordu. Uzun müddet bu hâli devâm etti. Hüsrev Paşa onu Kuşadalı İbrâhim Halvetî’ye götürdü. Muhammed Tevfik Bosnavî başından geçenleri anlattı ve İbrâhim Halvetî’den kendisini talebeliğe kabûl etmesini istedi. Kuşadalı İbrâhim Halvetî onu talebeliğe kabul etti. Daha sonra tekrar Etyemez Dergâhına dönerek önceki hocasına hizmet etti. Uzun müddet hocasına hizmet eden Muhammed Tevfik Bosnavî, hocası vefât edince yerine geçti. Ömrünün sonuna kadar insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Talebe yetiştirdi. Onların dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşmaları için gayret etti.

Muhammed Tevfik Bosnavî yumuşak huylu çok cömert ve tatlı sözlüydü. Fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine yardım ederdi. Buyurdu ki:

“Kur’ân-ı kerîmi harflerin çıkış yerlerine, tecvîd kâidelerine uyarak ve elden geldiği kadar mânâ üzerinde düşünerek, hergün en az beş sayfa okumalıdır. Daha fazla olursa güzel olur. Kur’ân-ı kerîmi okurken ağlamalıdır.”

“Mürşid-i kâmil, insanları Allahü teâlâya ulaştıran ve ilimde yüksek mertebelere yükselten kişidir. Ayın parlaması güneşten kaynaklanır. Gerçek ay kalp ve rûhumuzdur. Güneş ise mürşid-i kâmilin kalbidir. Dünyâya çok rağbet ettiğimizden kalbimiz karardığı için mürşid-i kâmili göremez olduk. Onlar bu âlemde her zaman vardır.”

MUHARREM KARARNÂMESİ

(Bkz. Düyûn-ı Umûmiye)

MUHÂSEBE

Alm. Abrechnung (f), 2. Buchführung (f), Fr. 1. Réglement (m) des comptes 2. Comptabilité (f), İng. 1. Examining (balancing) accounts 2. Accountancy (bookkeeping). Hesaplaşmak. Hesap işiyle uğraşmak. Hesap işi gören makam. Bir işletmenin belirli bir hesap dönemindeki ekonomik ve finansal olaylara ilişkin para ile ifâde edilebilen bilgilerin toplanması, sınıflandırılması, kaydedilmesi, özetlenmesi, yorumlanması ve ilgililere sunulması görevlerini ifa eden, ilmî ve teknik yönleri olan bir ilim dalıdır.

İşletme faaliyetleri, yalnız bir hesap dönemine âit değildir. Bu faaliyetlerin hep devam edeceği farz ve kabul edilir. Bağımsız dönem olarak, takvim yılı, özel hesap dönemi veya işletme maksatlarına göre tesbit edilen bir hesap dönemi kullanılmaktadır.

Ekonomik olayların muhâsebeleştirilmesi için, her şeyden önce bilgilerin düzenli bir şekilde kaydedilmesi mecburiyeti vardır. Kayıtların, defterlere geçirilen bilgilerin özelliklerine göre sınıflandırılması, kolay anlaşılmasını sağlamak maksadıyla tablolar hâline getirilmesi, faaliyet sonuçlarının ve işletmenin finansal durumunun ilgililere sunulması, muhasebenin temel fonksiyonlarını teşkil eder.

Yıl sonunda para ile ifade edilen bilgilerin özetlenmesi; Gelir Tablosu, Bilanço, Nakit Akım Tablosu, Dağıtılmamış Kârlar Tablosu gibi tablolarla sağlanır.

Özet bilgilerin yorumlanması ile işletmenin ekonomik gücünün iyi veya kötü hangi istikâmete doğru gitmekte olduğu hakkında bilgi ve kanaat elde edilir.

Yorumlanan özet bilgiler; işletme içinde bulunan idârecilere, ortaklara ve çalışanlara; işletme dışında devlete, kredi veren bankalara, ortak olmak isteyenlere ve diğer ilgili kurum ve kuruluşlara sunularak, işletmenin gidişatı hakkında bilgi verilir.

Muhâsebenin sadece geçmiş hâdiselerle uğraştığı anlaşılmamalıdır. Zamânımızda bütçelerin bir mal yönetim aracı olarak kullanıldığı bir gerçektir. Bütçe, gelecekte -genel olarak bir yılda- yatırım ve işletme masrafları dikkate alınarak, gider ve gelir dengelerine göre hazırlanır. Bu bakımdan, işletmelerin muhâsebe servisleri, aynı zamanda bütçeleme faaliyetinin koordinasyonu ve yürütülmesiyle görevli bulunmakta, bütçelenmiş rakamlarla gerçekleşen rakamları mukayese ederek, faaliyetlerin ifasında mâlî bakımdan gâyeden ne derece sapma gösterdiğini tespit etmektedirler. Böylece, işletme yöneticileri, kararların verilmesinde tesirli olan mâliyet, hâsılat ve kârlılık hakkında bilgi sâhibi olmakta, işletmeye kredi vermiş veya verecek olan kişi, firma veya bankalar, verdikleri kredinin geri dönüp dönmeyeceği, gelecekte ödeme kabiliyetinin nasıl olacağı hususlarında endişelerini giderebilmektedirler.

Muhâsebe; kendi içinde iki ana gruba ayrılır: Genel muhâsebe (Finansal muhâsebe) ve Yönetim muhasebesi.

Genel muhâsebe: İşletmeyi etkileyen olay ve işlemlerin, para ile ölçülen sonuçlarını işletme dışındaki üçüncü kişilere bildirmeyi gâye edinen muhâsebe dalıdır. Bu muhâsebe dalında, milletlerarası düzeyde genel kabul görmüş muhâsebe prensip ve kâideleri geçerlidir. Zaman içerisinde çok az değişiklik gösterir.

Yönetim muhâsebesi: İşletme ve yöneticilerin, işletmeyi rasyonel biçimde yönetebilmek ve doğru karar almalarını sağlamak maksadıyla, kendilerinin ihtiyaç duydukları sayısal bilgileri sunma gâyesi güden muhâsebe dalıdır. Bu muhâsebe dalında yöneticilerin bilgi ihtiyaçları önem taşır, yönetim muhâsebesi bakımından bir işletmeden bir işletmeye önemli farklılıklar vardır. Yönetim muhâsebesi, ilmî, iktisâdî ve teknik şartlara uygun gelişme gösterir. Dinamik bir yapıya sâhiptir.

MUHSİN ERTUĞRUL

Tiyatrocu, yazar. 7 Mart 1892’de İstanbul’da doğdu. Öğrenimine Mekteb-i Tefeyyüz ve Dârüledep’te başlayıp, Toptaşı ve Soğukçeşme rüşdiyelerinde devam ettirdi ve Mercan İdâdisinde tamamladı. Tiyatroya Soğukçeşme Rüşdiyesinde iken ilgi duydu. Sahneye ilk defâ 1909’da Burhaneddin Tiyatrosunda çıktı. Oyuncu arkadaşlarının teklifi üzerine 1911’de tiyatro tahsili için Paris’e gitti. Ertesi sene yurda dönen Muhsin Ertuğrul, Hamlet’i Sahne-i Milliye-i Osmani’de sahneye koyarak, baş rolde oynadı. 1913’te bir süre sinema işletti. Tekrar Paris’e giden Muhsin Ertuğrul, Birinci Dünyâ Harbinin çıkması üzerine İstanbul’a döndü ve Ertuğrul Tiyatrosunu kurdu. Açılan imtihanı kazanarak Darülbedâyi’de yardımcı öğretmen oldu. Bu arada başta Fransa ve Almanya olmak üzere zaman zaman yurt dışına gidip geldi. 1927’de Darülbedâyî idareciliğine getirildi ve bu görevini 1949’a kadar sürdürdü. 1949’da Devlet Tiyatrolarının ilk genel müdürü oldu. Demokrat Partinin 1950 seçimlerini kazanmasından sonra bu görevinden ayrıldı. İstanbul’a giderek küçük sahneyi kurdu. 1954’te tekrar Devlet Tiyatroları genel müdürlüğüne tâyin edildi. 1958’de bu görevinden ayrıldı. Ertesi yıl İstanbul Şehir Tiyatrosu yöneticiliğine getirildi ve 1968’e kadar bu vazifede kaldı. 1968’den îtibâren İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsünde ve Özel LCC Tiyatro Okulunda ders verdi. 1974’te tekrar getirildiği İstanbul Şehir tiyatroları genel sanat yönetmenliğinden 1976’da yaş haddinden dolayı emekliye ayrıldı. Sanat hayâtının yetmişinci yılı kutlamalarına katılmak ve Ege Üniversitesinin verdiği onur doktorluk ünvanını almak için gittiği İzmir’de 29 Nisan 1979 günü öldü.

Muhsin Ertuğrul gerek kendi ismiyle, gerek Nabi Zeki ve Servet Moray gibi takma isimlerle Türkçeye birçok oyun çevirdi ve uyarladı. Hatıralarını İnsan ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim ismiyle yayınladı. Harbiye’de kendi adıyla kurduğu bir tiyatrosu vardır.

MUHSİN YAZICIOĞLU

Türk siyâset adamı. 1954 senesinde Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Elmalı köyünde doğdu. İlk ve orta öğrenimden sonra Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesini bitirdi. 1977-78 yıllarında Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı yaptı. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı danışmanlığı vazifesini yürüttü. 12 Eylül 1980’de tutuklanarak Mamak Askerî Cezâevine konuldu. Yedi buçuk yıl cezâevinde kaldıktan sonra tahliye edildi. Tekrar siyâsî hayâta atıldı ve 1988’de Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) Genel Sekreter yardımcılığına getirildi. 1991 genel seçimlerinde, milliyetçi ve muhâfazakar partilerin teşkil ettiği ittifaktan Sivas Milletvekili seçildi. 1992 Temmuz’unda beş arkadaşıyla birlikte MÇP’den ayrıldı. 29 Ocak 1993’te, MÇP’den ayrılan arkadaşlarıyla ve kendilerine katılanlarla birlikte Büyük Birlik Partisi (BBP)’ni kurdu. Bir müddet sonra bu partinin Genel Başkanlığına getirildi. Hâlen bu vazifeyi sürdürmektedir.

MUHTAR

Alm. Gemeindevorsteher, Vorstand (m), Fr. Maire (m) de village (de quartier), İng. Head man, elder. Davranış ve hareketlerinde serbest olma hâli. Köy veya mahallenin idârî işlerini yürütmekle görevli, seçimle iş başına gelen kimseye “muhtar” denir. Köy veya mahalle halkı tarafından beş yıl görev yapmak üzere seçilen muhtarlık için partiler aday gösteremez. Seçildikten sonra devlet memuru statüsüne tâbi olurlar. Muhtar seçilebilmek için; en az altı aydan beri o mahalle veya köyde oturmak, yirmi beş yaşını bitirmiş olmak, okur-yazar olmak, köy ve mahalle işlerinin müteahhidi, yardımcısı veya ortağı olmamak vasıfları istenir. Muhtarların vazifeleri; devletle ilgili ve muhtar olduğu bölgeyle ilgili olmak üzere ikiye ayrılır.

Mahalle muhtarının görevi daha az ve açık olup, aslî görevi, bölgesinde ikâmet edenlerin kânunlarla gösterilen nüfus, yer değiştirme, seçim gibi çeşitli işlerine bakmaktır.

Köy muhtarının görevleri daha fazla ve farklıdır. Köy muhtarının devletle ilgili görevleri sırasında; kânun ve hükümet emirlerini köylülere duyurmak, köy dâhilinde îtimat, dirlik ve düzeni sağlamak, salgın ve bulaşıcı hastalıkları hükümete haber vermek, köydeki doğum, ölüm ve evlenme gibi hâlleri hükümete haber vermek, köye gelen devlet memurlarına yardım etmek, okul çağına girenleri okula, askerlik çağına girenleri askere yollamak, evleneceklerin kânûnî muamelelerini yapmak vardır.

Mahalle muhtarları, nüfus kâğıdı örneği, ikâmetgâh belgesi verme gibi işler karşılığında il idâre kurulunca tesbit edilen bir ücret alır. 1977’den bu yana köy ve mahalle muhtarlarına genel bütçeden muhtarlık ödeneği verilmektedir.

Köy muhtarlarının 18 Mart 1924 târihli ve 442 sayılı kânun ve mahalle muhtarlarının da 15 Nisan 1944 târihli 454 sayılı kânun ile görev ve yetkileri belirlenmiştir.

Görev ve yetkilerini kötüye kullanan muhtarlar, aynı durumdaki devlet memurları gibi işlem görür ve muhâkeme edilirler (yargılanırlar). Statüleri anayasa ile teminât altına alınmıştır.

MUHTÂRİYET

Alm. Selbstverwaltung, Autonomie (f), Fr. Autonomie (f) (administrative), İng. Autonomy. Devletin bir veya birkaç bölgesinin, bâzı alanlarda, idârî bakımdan serbestiyet alması, özerklik. Kişinin kendi kendine serbestçe karar verebilmesi hakkı. Merkezî bir otoritenin içindeki bir kuruluşun, kendi kendini serbestçe idâre etme hak ve yetkisi.

Bölgesel idâre şekillerinden biri olan muhtariyette, bir ölçüde merkezî devlet otoritesine bağlılık varsa da, bu bağ zayıflamakta olan bir bağdır, uygun zaman ve mekân bulunduğu takdirde istiklâle dönüşebilir. Bilhassa ırk, din veya dil farkları bulunan devletlerde, bunlardan birinin baskısı sebebiyle, muhtar bir idâre şekline başvurulabilir. Muhtariyet, muhtar bölgeler, eyâletler veya kantonlar şeklinde ortaya çıkar.

İdârenin muhtariyetini bağımsızlıkla karıştırmamak gerekir. Misal olarak “mahkemeler bağımsızdır” denir. Buradaki bağımsızlık, “hâkimlere yargı yetkilerini kullanmalarında hiçbir kişi veya makam emir ve direktif veremez” mânâsındadır. Halbuki, muhtar kuruluşların üzerinde bir denetim vardır. Bu denetim, kamuda birlik ve berâberliğin sağlanması, kamu hizmetlerinin eşit şartlar altında yürütülmesini temin gâyesiyle idâre tarafından gerçekleştirilir.

18 Ekim 1982 târih ve 2709 sayılı T.C. Anayasasının 130, 131 ve 132 nci maddelerinde, yüksek öğretim kurumları, üniversite ve yüksek öğretim üst kuruluşları düzenlenmiş, bunların kamu tüzel kişiliğine ve ilmî muhtâriyete sâhip oldukları belirtilmiştir. Üniversiteler, kararnâmelerle tâyin edilen öğretim üyeleri tarafından yönetilir. Organları ise kendi aralarından seçilen öğretim üyelerinden teşkil edilmiştir. Üniversite bütçesi, “konsolide bütçe” içinde “katma bütçeli” kuruluşlara dâhildir. Bütçenin hazırlanması, Hükümete sunulması Türkiye Büyük Millet Meclisinde müzâkere edilerek kabulü, “katma bütçe” esaslarına göre yürütülmektedir. Üniversiteler ilmî sâhalarda araştırma geliştirme, diğer ülkelerin üniversite otoriteleriyle karşılıklı bilgi alış verişinde bulunmak, seminer ve sempozyumlar düzenlemek gibi hususlarda tam bir serbestlik içinde bulunmaktadır.

Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu da 1982 Anayasası ile muhtariyet ve tarafsızlık bakımından yeni bir şekil almıştır. Kurumun yönetim ve denetiminde yönetim organlarının teşekkülünde ve her türlü radyo ve televizyon yayınlarında “tarafsızlık” ilkesinin gözetilmesi esası getirilmiştir. TRT’nin Devletin yanında yer alması, toplumun huzurunu, genel ahlâkı koruyucu yayın yapması düzenlenmiştir.

Gerek üniversiteler ve gerekse TRT, kamu tüzel kişiliği vasfını taşıdıkları için 1982 Anayasasından önce, kendi görev alanlarını ilgilendiren kânun ve tüzüklerin uygulanması ile ilgili yönetmelikler çıkarabilmekte idi. “Yönetmelik yapma” yetkisi, yönetim kuruluşlarının muhtâriyete sâhip olmalarının başta gelen alâmeti sayılıyordu. Yeni anayasa ile, bu duruma son verilmiş, yönetmelik çıkarılması, sayıştayın vizesini müteakip, kararnâme ile yürürlüğe konulması esası düzenlenmiştir.

Belediyeler, köyler, il özel idâreleri de merkezin ve hükümetin hiyerarşik denetimine tâbi olmadığı, kamu tüzel kişiliğine sâhip bulundukları, müstakil olarak mal varlığı ve karar organları bulunduğu cihetle muhtardırlar. Ancak bu muhtariyet mutlak değildir. Bâzı bakımlardan merkezî idârenin denetimine tâbi bulunmaktadırlar.