MUHAMMED ESAD ERBİLÎ

Son devir din adamlarından. İsmi Muhammed Esad, babasının ismi Muhammed Saîd’dir. 1848 senesinde Musul’un Erbil kasabasında  doğdu. 1931’de Menemen’de vefât etti.

Bugünkü Irak Devleti sınırları içinde bulunan Mûsul’a bağlı Erbil kasabasında doğan Muhammed Esad Efendi küçük yaştan îtibâren ilim öğrendi. Erbil’deki Hâlidiyye Dergâhı postnişini olan babası Muhammed Saîd Efendinin terbiyesinde yetişti. Erbil ve Deyr’deki âlimlerden ilim öğrendi. 1870 senesinde 23 yaşında iken zâhirî ilimlerle ilgili icâzet (diploma) aldı. Tâhâ-i Harîrî’ye intisâb etti. 1875 senesinde Hicaz’a gitti. Tahâ-i Harîrî’nin ölümünden sonra onun yerine geçti. Zamânın Kâdirî şeyhlerinden olan Abdülhamîd er-Rıfkârnî’den de icâzet aldı. 1883 senesinde İstanbul’a gelerek Şehremini civârında Kelâmî Dergâhı postnişinliğine getirildi. Bir ara Halıcılar’da bulunan Feyzullah Efendi Dergâhına da devâm etti. Yazdığı bir eseri sebebiyle 1900 yılında Abdülhamîd Han tarafından memleketi Erbil’de ikâmete memur edildi. On yıl süreyle Erbil’de kaldı. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra İstanbul’a döndü. Üsküdar’daki Selîmiye Dergâhı şeyhliği boşalınca, bu görev Muhammed Esad Efendiye verildi. O da buraya vekaleten oğlu Mehmed Efendiyi tâyin ederek kendisi de ara sıra gidip geldi. 1914’te yeni kurulan Meclis-i Meşâyıha âzâ oldu. 1914 Mayısında, tekke ve zâviyelere bakan meclisin reîsliğine getirildi. 1915’te reislik vazifesinden ayrıldı. Kurtuluş Savaşından sonra tekkeler ve zâviyeler kapatılınca Erbil’deki emlâkini satarak İstanbul Erenköy’de bir köşk satın alıp, dostları ile oturdu.

İzmir Menemen’de vukû bulan hâdiselerle ilgisi olduğu iddia edilerek evinden alınıp Menemen’e gönderildi. Bir müddet hücre hapsinde tutuldu. Daha sonra rahatsızlığı sebebiyle askeri hastahâneye kaldırıldı. Rahatsızlığı giderek fazlalaştı. 3-4 Mart 1931’de Menemen’de vefât etti ve orada defn edildi.

Eserleri:

Şâirliği de olan Muhammed Esad Efendi divân edebiyâtını benimsemiş ve aruzu büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Muhammed Esad Efendinin, Kenzü’l-İrfan, Mektûbat, Risâle-i Esadiyye, Dîvan, Tevhid Risâlesi Tercümesi gibi eserleri vardır. Ayrıca Tasavvuf ve Beyanü’l-Hak mecmualarında neşr edilmiş yazıları vardır.

MUHAMMED HANEFİYYE

Hazret-i Ali’nin, ilmi ve kahramanlığı ile meşhur oğlu. Annesi, Havle binti Câfer bin Kays-ı Hanefiyye olduğu için, İbn-i Hanefiyye denilir. 641 (H.21) senesinde doğdu. Muhammed Hanif ve Muhammed-ül-Ekber de denir. İsmi Muhammed, künyesi Ebü’l-Kâsım’dır. Hazret-i Hasan ve Hüseyin’den sonra hazret-i Ali’nin oğullarının en üstünü idi.

Muhammed bin Hanefiyye, ilimde üstün derecelere sâhipti. Abdullah ibni Abbâs radıyallahü anh ile berâber, fıkıh, hadis, tefsir gibi ilimleri kitaplara yazdılar. Haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmakta ve güzel huyları kendinde toplamakta çok üstün olup, bu hâliyle mübârek babaları hazret-i Ali’nin husûsî muhabbet ve takdirlerine mazhâr olmuştu.

Muhammed ibni Hanefiyye, Cemel ve Sıffîn muhârebelerine karışmak istemedi ise de, babasının; “Babanın bulunduğu tarafın haklı olduğundan şüphen mi var?” sözü üzerine babasının yanında yer aldı ve onun sancağını taşıdı. Kahramanlık ve şecâatte eşsiz idi. Hazret-i Ali şehit olduktan sonra, Abdullah ibni Zübeyr ve Abdülmelik bin Mervân arasındaki hâdiselere karışmamak için, Kûfe’ye çekildi. Abdullah ibni Abbâs radıyallahü anh, Tâif’te 684’te vefât edince, cenâze namazını Muhammed bin Hanefiyye kıldırdı. Kûfe’deyken iki defâ hac yapmak istediyse de, siyâsî karışıklıklar sebebiyle yapamadı. Halîfe Abdülmelik bin Mervan’a bîat edip, Medîne-i münevvereye döndü. Bâki mevkiinde bir ev yaptırıp, oraya yerleşmek arzusunda olduğunu Halîfe Abdülmelik’e bildirdi. Halîfe derhal izin verip evi kendisi yaptırdı. Muhammed bin Hanefiyye âilesiyle berâber o eve yerleşti. 690 (H.71)’de Medîne’de vefât etti. Cenâze namazını hazret-i Osman’ın oğlu Eban kıldırdı. Abdullah, Hamza, Câfer, Hasan, İbrâhim, Kâsım, Abdurrahmân ve Rukayye adlarında sekiz çocuğu oldu.

Muhammed bin Hanefiyye rahmetullahi aleyh, babası hazret-i Ali’den şöyle bir hadîs-i şerîf rivâyet etti: Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ümmetime şefâat edeceğim. Hattâ Rabbim; “Yâ Muhammed! Râzı mısın?” diye nidâ edecek. Ben de; “Evet yâ Rabbî, râzıyım!” diyeceğim.”

Muhammed bin Hanefiyye hazretleri buyurdular ki:

Bir kimse seyyidleri ve âlimleri severse, günâhı ne kadar çok olursa olsun, Allahü teâlâ o kimseye sayısız ihsânlarda bulunur.

Kanâatkâr olup, elini ve dilini kötülükten muhâfaza edip, evinde oturan kimseye, Allahü teâlâ merhamet etsin. Allahü teâlânın sevdikleriyle görüşmek, onların sohbetlerine katılmak büyük bir nîmettir. Kim bu nîmete kavuşmuş olarak ölürse, şüphesiz Allahü teâlânın ihsânlarına ve Cennetine kavuşur ve orada sevdikleriyle berâber olur.

Allahü teâlânın rızâsı için olmayan her şey boştur, mânâsızdır.

Kimin nefsi ıslâh olmuş ise, onun nezdinde dünyânın zerre kadar kıymeti yoktur.

Allahü teâlâ, Cenneti nefslerinize karşılık kıldı. Nefsinizi, Cennet dururken, başka şeylere satmayınız.

MUHAMMED HÂŞİM-İ KEŞMÎ

Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerindendir. Bedahşân’ın Keşm kasabasındandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1645 (H. 1054) senesinde Burhanpûr’da vefât etti.

Önce Seyyid Mir Muhammed Nûmân hazretlerinin huzûrunda tövbe edip, ona talebe olan Muhammed Hâşim-i Keşmî, daha sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetine kavuştu. Muhammed Hâşim-i Keşmî, askerde kaldığı iki sene müddetince hep İmâm-ı Rabbânî’nin hizmetinde bulundu. Onun teveccüh ve ihsânlarına kavuştu. Tasavvuftaki yüksek derecelere ulaştı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ının üçüncü cildini topladı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocalarından ve talebelerinden meşhur olanların hâl tercümelerini ve kerâmetlerini Berekât veya Zübdetü’l Makâmât adıyla bilinen eserinde kaleme aldı. İmâm-ı Rabbânî tarafından Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatmakla vazîfelendirilerek ve hilâfet verilerek Burhanpûr’a gönderildi. Vefâtına kadar orada talebe yetiştirip, vâz ve nasîhatle meşgûl oldu.

Eserleri:

Berekât-ı Ahmediyye: Bu kitâbın bir ismi de Zübdet-ül-Makâmât’tır. Belâgât, fesâhat yönünden çok yüksek olduğu gibi, ihlâs ve muhabbetle kaleme aldığı bu eseri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden bir sene önce yazmağa başlamış, 1627 (H.1037) senesinde tamamlamıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin hocalarını, kendini ve onun talebelerinin meşhurlarını anlatan eser, İhlâs Holding A.Ş. tarafından Fârisî olarak İstanbul’da neşr edilmiştir.

MUHAMMED HUCCETULLAH

On yedinci yüzyılda Hindistan’da yetişen evliyâdan. İsmi, Muhammed Nakşibend, lakabı ise, Huccetullah’tır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve Urvetü’l-Vüskâ Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerinin ikinci oğludur. Tasavvufta Huccet ismi verilen pek yüksek makamların sâhibi idi. 1625 (H.1034) senesinde Serhend’de doğdu. 1703 (H. 1115)’de vefât etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Muhammed Huccetullah’ın doğumundan bir süre önce Muhammed Ma’sûm’a; “Bu yakınlarda doğacak oğlun yüksek ma’rifetlere ve sırlara kavuşacak, Zamânındaki insanlarının anlamaktan âciz olacakları bir insân-ı Kâmil olacaktır.” dedi. Hakîkaten kısa bir müddet sonra doğan çocuğa Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin ismini verdiler.

Babası Muhammed Ma’sûm Fârûkî, Muhammed Nakşibend’i küçük yaştan îtibâren iyi bir tahsile tâbi tuttu. Tefsir, hadis, fıkıh, bunların yanısıra zamânın fen ilimlerini en mükemmel şekliyle öğretti. Genç yaşta büyük âlim olan Muhammed Nakşibend, babasının kıymetli sohbetleri ve bereketli teveccühleriyle tasavvufta da yüksek mârifet sâhibi oldu. Evliyâlıkta en büyük derecelere kavuştu. Huccet ismi verilen makâmın sâhibi olup, lakâbına Huccetullah denildi.

Zamânın devlet reislerine, beylere, vâlilere, âlimlere ve sâlihlere nasîhatlerde bulunurdu. Bereketli sohbetlerinde pekçok âlim ve evliyâ yetişti. Uzak yerde olanlara da mektuplar yazarak İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Bu yazdığı mektuplar iki ciltlik kitap hâline getirildi. Birinci ciltte yüz yirmi sekiz, ikinci ciltte altmış sekiz mektup vardır. İki cilt bir arada 1963 senesinde Pakistan’ın Haydarâbâd şehrinde basıldı.

Muhammed Nakşibend hazretleri ömrünü İslâmiyeti öğrenmek, öğretmek ve yaşamakla geçirdi. Seksen bir yaşında 1703 senesinde Muharrem ayının yirmi dokuzuncu gecesi vefât etti. Serhend’de defn edildi. Üç oğlu vardı. Her biri de evliyâlıkta yüksek dereceler sâhibiydi. Bunlar; Ebû Ali, Muhammed ve Mûsâ Kâzım’dır.

Muhammed Nakşibend Huccetullah sevdiklerine yazdığı mektuplardan birinde buyurdu ki: “Azîz efendim! Çok zamandan beri sizden haber alamadım. Allahü teâlâ selâmet versin. Selâmeti, kurtuluşu ve tâatı Cenâb-ı Hakkı anmada biliniz. İş zamânı bugündür. Yarın, hesaplaşma, Cebbâr olan Allahü teâlâ iledir. Kulluk zamânı şimdidir. Yârın mahcûbiyet zamânıdır. Çeşit çeşit azaplar öndedir. Buna inanan nasıl râhat ve korkusuz durur. Râhatlık Rahmânı anmadadır. Cennete girmenin sebebi budur. Allahü teâlâyı zikretmek devâ ve şifâdır. Dünyâ bir saattir. Bizden istenen onda tâattir. Dünyâ bir gündür, bizden istenen onda oruçlu olmaktır. Tevfik Allah’tandır. Bizim nefsimiz belâmızdır. Allahü teâlâyı anmak ise en iyi ve en tatlıdır.”

Muhammed Huccetullah hazretleri bir başka mektubunda da buyurdu ki: “Allahü teâlâya hamd olsun. Seçtiği kullara selâm olsun. Mektubunuzla şereflendik. İhsânlarınız da geldi. Duâ etmemize sebep oldu. Hadîs-i şerîfte; “Duâ kapılarının kendisine açıldığı kimseye (yâni duâ nasîb olan kimseye) kabul kapıları ve Cennet yâhut rahmet kapıları da açılır.” buyuruldu. O halde duâda kusur etmemelidir. Kapalı kapıları duâ anahtarı ile açmalıdır. İhtiyaçlarını Allahü teâlâdan yalvararak ve O’na sığınarak istemeli, âhiret kurtuluşunu onlarda görmelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâdan istemeyene Allahü teâlâ kızar.” Yine buyuruldu ki: “Kazâyı ancak duâ geri çevirir, ömrü ancak iyilik uzatır. Allah katında âfiyet istemekten daha sevgili bir istek yoktur.” O halde çok istemeli, rahmet-i Rahmâna kavuşmak için çok dâ etmelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Duâ müminin silâhıdır. Dînin direğidir. Göklerin ve yerin nûrudur. Her şeyi Hak teâlâdan istemelidir. Ayakkabının bağı, yemeğin tuzu bile olsa.”

Duânın kabul olması için şart ve edepler vardır. Yemekte ve giymekte haramdan sakınmak, Allah’a karşı ihlâslı olmak, duâdan önce namaz veya benzeri sâlih bir amel işlemek, abdestli olmak, temiz olmak, kıbleye karşı diz çöküp oturmak, duâ ederken Allahü teâlâya hamd-ü senâ etmek, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) salevât-ı şerîfe getirmek, iki elini uzatıp omuzları hizâsına kaldırmak, elinde eldiven olmamak, isterken Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları ile istemek, meselâ Yâ Rabbel-alemîn, Yâ Ekram-el-ekramîn, Yâ Erhamerrâhimîn gibi, Avuç içleri açık olmak, edep üzere bulunmak, hudû ve huşû hâlinde olmak, kendini eksik, kusurlu, zavallı ve kırık bilmektir...” “... Allahü teâlâya duâ ederken Peygamberlerini ve sâlih kullarını da vesîle etmelidir. Duâ ederken sesini yükseltmemeli, kendisinin günâhkâr, kusurlu olduğunu îtirâf etmeli, samîmî kalple ciddi olarak istiyerek ve gönül huzûru ile duâ etmelidir. Ettiği duânın mânâsını bilmelidir. Yakınlarına, komşularına da duâ etmelidir. Duâyı tekrar tekrar etmeli. Duâ ederken ve dinlerken sık sık âmin demelidir. Olmayacak şey için duâ etmemelidir. Duâdan sonra iki elini yüzüne sürmelidir. Duânın kabulünde acele etmemelidir. Duâ ettim kabul edilmedi dememelidir. Sonra kabul edilebilir. Yâhut kabulü bir şeye bağlanır. Yâhut bir belâyı gidermiş olur. Bu sayılanlar duânın kabul kısımlarıdır.

Ana-babanın çocukları hakkında duâları, misâfirin duâsı, oruçlunun iftâr vaktindeki duâsı, Müslümanın Müslümana gıyâbında, yâni arkasından yaptığı duâ makbuldür. Allahü teâlânın ism-i a’zamı ile yapılan duâ kabul olunur...”

Muhammed Huccetullah’ın küçük ve büyük günahlar hakkında ve bir takım nasihatleri bildiren bir de risâlesi vardır.

MUHAMMED İKBAL

Pakistan’ın millî şâiri. 1877’de Pencap bölgesinin doğusundaki Siyalkut’ta doğdu. Dindar bir âilenin çocuğudur. Siyalkut ve Lahor’daki ilk, orta ve lisans öğretimleri esnâsında Arapça ve Farsça da öğrendi. 1905 yılında öğrenim için gittiği Avrupa’da üç yıl kaldı ve düşüncelerinde büyük değişiklikler oldu. Münih Üniversitesinde doktora yaptı. 1908’de Lahor’a dönerek Felsefe ve İngiliz Edebiyatı öğretmenliği yaptı. Bu arada hukuk üstüne çalışmalarda bulundu. 1923 yılında İngilizler tarafından kendisine “Sir” lük ünvanı verildi. Bir müddet sonra öğretmenliği bırakarak yalnız hukuk üstüne sürdürdüğü çalışmaları, 1934 yılına kadar devam etti. Bu yıllarda ses kesikliği ile başlayan rahatsızlığı, 1937’de gözlerine perde inmesiyle devam etti ve 21 Nisan 1938 de öldü.

Muhammed İkbal, doğunun yetiştirdiği bir şâir ve edebiyatçıdır. Âilesinden aldığı dînî bilgiler yanında Arapça ve Farsçayı da öğrendi. Ayrıca Pencap Üniversitesinde felsefede lisans üstü derecesini aldı. Bu dönemlerde meşhur şarkiyâtçı İngiliz Sir Thomas Arnold ile tanışmış, kurduğu yakın dostluk İkbal’in öğrenim hayâtını ve eserlerini etkilemiştir. Onun tavsiyesi üzerine Avrupa’ya gitmiş, burada meşhur felsefe profesörlerinden ders görmüştür. Bütün bunlar İkbal’in üzerinde büyük tesirler yaparak onun İslâmiyeti öğrenmek, anlamak ve anlatmakta asırlar boyunca Ehl-i sünnet âlimlerinin tuttuğu doğru yolu bırakıp batılı müsteşriklerin metod ve usûllerine kaymasına sebep olmuştur. İslâmiyet karşısında felsefe ve aklı ön plânda tutan bu metodlar, İkbal’in düşünce ve fikirlerini de şekillendirerek din konusunda kendine mahsus ve İslâm âlimleri tarafından reddedilen görüşler öne sürmesi neticesini de berâberinde getirmiştir. Nitekim İkbal’in İslâm’da Dînî Düşüncenin Yeniden Kuruluşu adı ile tanınan 1928 yılında Madras İslâm Derneğinin kurslarında yaptığı konuşmalar, sâhip olduğu reformcu anlayışın ifâdeleriyle doludur. Onun bu reformcu görüşleri, İslâmiyetin nakil yoluna ters oluşu sebebiyle kabul görmemiştir. Eserlerinde meşhur dinde reformculardan Mısırlı Muhammed Abduh ve Cemâleddîn Efgânî’nin fikirlerine genişçe yer verir.

Muhammed İkbal’in şahsiyetinin en önemli taraflarından biri de, bağımsız Pakistan’ın kuruluşu için yaptığı çalışmalardır. İkbal 1930 Aralık ayında bütün Hindistan Müslümanları Birliğinin Allahâbâd oturumuna başkanlık ederek Pakistan fikrini ilk defâ ortaya attı. 1931 ve 1932 yıllarında Londra’da yapılan yuvarlak masa toplantılarına delege olarak çağrıldı ve burada da aynı fikri destekler konuşmalar yaptı. Daha sonra çeşitli toplantılarda yaptığı konuşmalarda, yazdığı makâle ve mektuplarda da ısrarla aynı fikri işledi. 21 Haziran 1937 târihinde Kaid-i A’zam Cinnah’a yazdığı bir mektupta; İngiliz hükümetinin de Hindistan’daki Müslümanların Pakistan adı altında ayrı bir devlet olarak ayrılmalarını istediğini, Lord Lathian’ın hazırladığı bir plânın tatbik edilerek 25 yılda bunun sağlanacağını belirtmiştir. Onun bu çalışmaları, aynı şeyleri düşünen Pakistanlılar tarafından büyük bir takdirle karşılanmış, daha sonraları bağımsızlığın sembol şahsiyetlerinden biri sayılmıştır. İkbal’in ölümünden 9 yıl sonra 1947’de Pakistan bağımsızlığına kavuşmuş, böylece İkbal’in rüyâsı gerçekleşmiştir. Ancak bunun Hindistan’da bir türlü tam hâkimiyet kuramayan İngilizlerin, Müslümanları ayırarak hem Pakistan’a hem de Hindistan’a daha kolay hâkim olmak için tâkip ettikleri bir siyâset neticesinde vukû bulduğunun da unutulmamasını isteyen siyasî târihçiler vardır.

İkbal; edebiyat, felsefe, din, hukuk, iktisat ve diğer konularda pekçok eser yazmıştır. Bâzıları şunlardır: İlmül İktisat, İran’da Metafiziğin Gelişmesi, İslâm’da Dînî Düşüncenin Yeniden Kuruluşu, Müsâfir.

MUHAMMED KUDSÎ EFENDİ (Bozkırlı Hacı Memiş Efendi)

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Anadolu’da yetişmiş âlim ve velîlerden. İsmi, Muhammed bin Mustafa’dır. Konya’nın Bozkır kazâsının Aliçerçi köyünde doğduğu için Bozkırî nisbesiyle, hocası Ödemişli Hasan Kudsî Efendiye nisbetle Kudsî lakâbıyla meşhûr oldu. 1784 (H.1198) senesinde doğdu. 1852 (H.1269) senesinde Muharrem ayının on üçüncü Salı günü Seydişehir yakınlarındaki Çavuş köyünde vefât etti.

Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Muhammed Kudsî Bozkırî, önce yakın çevredeki âlimlerden ders aldı. Daha sonra Kayseri, İstanbul, Tırhala, Hâdim ve Antalya’ya giderek ilim öğrendi ve tahsilini tamamladı. Memleketine dönüp ilim öğretmekle meşgûl oldu. Bu sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Ödemişli Hasan Kudsî Efendi Konya ve havâlisini ziyâret ederken Bozkır’a da uğradı. Muhammed Kudsî Bozkırî, Hasan Kudsî Efendiyi misâfir ederek, hürmet ve iltifât gösterdi. Hasan Kudsî Efendiye talebe oldu. Onun sohbetlerinden istifâde etmek içinKonya’ya gitti. Beş ay müddetle sohbet ve hizmetinde bulunup, tasavvufta ve evliyâlık derecelerinde yükseldi. Hasan Kudsî Efendinin; “Memleketine git, irşâd ile halkı, Hakka dâvet et.” emri üzerine, memleketine döndü. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmakla meşgûl oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetine kavuşmak için Şam’a gitti. Kırk gün sohbetlerinde bulunup, bizzat Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin icâzetiyle şereflendi. Memleketine dönerek, insanları Hakk’ın rızâsına kavuşturmakla vazîfelendirildi. Bir müddet irşâda devâm etti. Onu çekemeyenlerin çıkardıkları dedikodular üzerine fitneye sebep olmamak için Seydişehir’e gitti ve Çavuş köyüne yerleşti. Bir süre sonra vefât etti ve buraya defnedildi. Kabri, onun büyüklüğünü bilenler ve sevenler tarafından ziyâret edilmektedir.

İlim, fazîlet ve kerâmetler sâhibi olan Muhammed Kudsî Bozkırî’nin yetiştirdiği pekçok halîfesi ve talebesi Doksanüç ve Balkan harbleri ile Çanakkale, Birinci Cihân ve İstiklâl savaşlarına katılıp, vatan din ve devlet için büyük kahramanlıklar gösterdiler. Birçokları bu uğurda canlarını fedâ edip, şehitlik derecesine kavuştular.

MUHAMMED MEHDÎ

On iki imâmın sonuncusu. İsmi Muhammed bin Hasan-ı Askerî bin Ali’dir. Künyesi Ebü’l-Kâsım, lakabı Mehdî, Kâim ve Muntazır’dır. 870 (H.257) senesi Ramazan ayının yirmi üçüncü günü Samarra’da doğdu. İlim, fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi bir zât olan Muhammed Mehdî, insanlardan uzaklaşıp, uzlete çekilince, ebdâl zümresine girdi. O zamânın kutbu Ali bin Hüseyin Bağdâdî vefât edince, İmâm-ı Muhammed Mehdî onun namazını kıldı ve onun yerine kutupluk makâmı ihsân edildi. 888 (H.275) senesinde vefât edip, Medîne-i münevverede defn olundu.

MUHAMMED MA’SÛM FÂRÛKÎ

Evliyânın meşhurlarından, büyük İslâm âlimi. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu. İnsanları Hakk’a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi dördüncüsüdür. Lakabı Mecdüddîn olup, Urvet-ül-vüskâ ismiyle meşhurdur. Urvet-ül-vüskâ; sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim demektir. 1599 (H.1007) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkiinde doğdu. 1668 (H.1079) senesinde Rebîul-evvel ayının dokuzuncu günü öğle vakti Serhend’de vefât etti.

Muhammed Ma’sûm hazretleri, bu ümmette gelmiş olan en yüksek evliyâdandır. O doğduğu zaman babası; “Muhammed Ma’sûm’un dünyâya gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından birkaç ay sonra yüksek hocamın (Muhammed Bâkî-billah’ın) huzûruna kavuştum. Ona talebe oldum. Gördüklerimi orada gördüm.” buyurmuştur. Kur’ân-ı kerîm’i üç ayda ezberledi. Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. On bir yaşında iken; zikr ve murâkabe yolunu babasından aldı. Tasavvufta yetişmesi ve makâmları aşması pek süratli oldu. Hâllere, yüksek makamlara, eşsiz vâridâta ve kemâllere kavuşunca, mübârek babası kendisine mutlak icâzet verdi. Babasını, zâhir ve bâtın ilimlerinde adım adım tâkip etti. Keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli olup, uzak memleketlerdeki talebesinin vilâyetin hangi mertebesinde olduğunu ve meşreblerinin ne hâlde bulunduğunu haber verirdi. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun için; “Bu oğlum sâbıkûndan (bu ümmetin büyüklerinden) dır” buyurdu.

Daha küçük iken, babası kendisinde tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarı ile ona yönelip, istidâdı altındaki gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki: “Hâl, ilimden sonra olduğundan, ilim okumaktan başka çâre yoktur.” Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma’sûm hazretleri, ilim tahsilinde bulundu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “Tahsilini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır.” buyurdu. Daha on dört yaşında babasına; “Ben kendimde bütün âlemi güneş gibi aydınlatan bir nûr görüyorum. Eğer o sönerse dünyâ karanlık ve zulmetli olur.” diye arzedince, babası; “Sen zamânının kutbu olursun.” buyurarak müjde vermiştir. Nitekim daha sonra bunu kendisi; “Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun. Vâd edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum.” diye haber vermiştir.

Muhammed Ma’sûm rahmetullahi aleyh, ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsili sırasında İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda şunları yazmıştır: “Bu günlerde oğlum Muhammed Ma’sûm, Şerh-i Mevâkıf’ı bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusûr ve hatâlarını iyi anladı. Faydası ve kârı çok oldu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun.” Ayrıca büyük ağabeyi Muhammed Sâdık’tan ve babasının halîfelerinden olan büyük âlim Muhammed Tâhir-i Lâhorî’den ve başka âlimlerden de ilim tahsil etti. Hadîs ilminde babasından icâzet (diploma) aldı.

On altı yaşında, bütün ilimlerin tahsilini bitirdi. Sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu.

Muhammed Ma’sûm, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vâz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı; ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onunki kadar yaygın bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup huzûrunda tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini velîlik mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil (tam ve olgun bir âlim) olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bâzan bir ayda, bâzan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Bâzılarını bir teveccühde, makâmların hepsine ulaştırırdı.

Başta kendi altı oğlu olmak üzere; Muhammed Sıbgatullah, Muhammed Nakşibend (hazret-i Huccetullah ismi ile meşhûrdur), Muhammed Ubeydullah (İslâmiyeti kuvvetlendiren mânâsında; “Mürevvic-üş-şerîat” lakabı ile meşhûrdur), Muhammed Eşref, Muhammed Seyfeddîn, Muhammed Sıddîk yetiştirdiği büyük âlim ve velîlerdendir.

Altı oğlu, kemâl mertebelerinin en yüksek derecelerine çıkmışlar ve yüksek babalarına mahsûs nisbetten pay almışlardır. Altısı da kutb-i zaman idiler. Her biri en yüksek halîfelerinden ve sır mahremlerinden idi. En önde gelen talebelerinden biri de torunu Şeyh Ebü’l-Kâsım olup, bunu da oğullarından saymıştır. Kardeşi Muhammed Saîd’in oğlu “Hazret-i Vahdet” ismiyle bilinen Abdülehad da meşhûr talebelerinden olup, çok sırlara ve yüksek derecelere mazhar olmuştur. Hâce Muhammed Hanîf Kâbilî de rahmetullahi aleyh, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin oğullarından sonra gelen en meşhûr talebelerinden olup, icâzet verilen halîfelerindendir. Bundan sonra, Hâce Muhammed Sıddîk Peşâverî rahmetullahi aleyh seçilmiş talebelerindendir. Bu on halîfesi, talebelerinin en seçkinleridir. Bunlarla berâber yedi bin halîfesi vardı. Halîfelerinden Ahmed-i Yekdest rahmetullahi aleyh, Hicaz’a gönderilmiş ve orada İstanbul’un Eshâb-ı kirâmdan sonra üç büyük evliyâsından biri olan Muhammed Emîn Tokâdî’yi (rahmetullahi aleyh) irşâd etmiştir. Diğer bir halîfesi Murâd-ı Münzavî rahmetullahi aleyh de, İstanbul’da yıllarca feyz saçmış, sohbetleriyle İstanbul halkını aydınlatmıştır. Eyüp Nişancası’nda medfundur. Hindistan’daki Bâbürlü Devletine elli sene hükümdârlık yapmış olan Âlemgîr Şâh da, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin halîfelerinden idi. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yetiştirdiği mürşid-i kâmillerden her biri, bulundukları yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak yolu anlattılar. Böylece onun feyz ve mârifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, îzâh edilemeyecek kadar umûmîleşti, yaygınlaştı ve asırlar sonrasına aksetti.

Muhammed Ma’sûm hazretleri vefât edince cenâzesini Ahmed Sücâdil yıkadı. Namazını en küçük kardeşi Şeyh Yahyâ kıldırdı. Mezârı, hayâtta iken; “Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur” buyurduğu yer oldu. Halîfesi ve Bâbür sultânı olan Âlemgîr Şâh, kabri üzerine yüksek kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, Serhend’de, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin makâmlarını, keşiflerini ve kerâmetlerini anlatan pekçok menkıbe vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Sa’dullah Hân, Şâh Cihân’ın yanındayken, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Birden bire hastalanmasının, Muhammed Ma’sûm hazretleri hakkında söylediği kötü sözler sebebiyle olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve Muhammed Ma’sûm hazretlerine beş yüz rupiyye (o zamânın parası) ve bâzı hediyeler göndererek; “Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin.” diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ bulması için suya okumasını istedi. Fakat Muhammed Ma’sûm hazretleri bunları kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca; “Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi.” buyurdu. Sa’dullah Hanın adamlarına da; “Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor.” buyurdu. Sa’dullah’ın adamları, utanarak geri döndüler. Sa’dullah Hana duyduklarını söylediler. Sa’dullah Han bu sözleri işittiği anda öldü.

Berekât-ı Ma’sûmî kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Bâbürlü hükümdârı Âlemgîr Şâhın oğlu, zamânın pâdişâhı, Muhammed Muazzam Şâhın meclisinde idim. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şâh dedi ki: “Babam Âlemgîr Şah, Keşmîr’e giderken, irşâd diyârı olan Serhend’den geçiyordu. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâhlığının beşinci yılı idi. Ben de babamın yanında idim. Muhammed Ma’sûm hazretleri, “Baban vefât ettikten sonra, pâdişâhlık sana geçecektir.” buyurdu. Kırk beş sene sonra bu müjdesi çıktı.” Âlemgîr Şahın pâdişâhlık müddeti elli sene idi.”

Birgün abdest alırken, ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Talebesi, verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü fakat gidip başka bir ibrik getirdi. “Acaba ne kusur etim” diye de düşünüp, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin hanımına gidip, durumu anlattı. O da, talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerine bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrâda, kana susamış bir arslana rastladı. O anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebemiz ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. Benim o anda elimde ve yanımda o ibrikten başka bir silahım yok idi. Bunun için ibriği o arslana fırlattım, o zavallıyı kurtardım.

Bu hâdiseyi arslandan kurtulan talebesi sonra şöyle anlattı:

“Âniden bir kızgın arslan gördüm. O anda hocam, İmâm-ı Muhammed Ma’sûm hazretlerini hatırladım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm-ı Ma’sûm hazretleri geldi, elinde olan ibriği o arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı. Sonra hocam gözümden kayboldu. Beni o arslandan kurtardılar. Bundan sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım. Hattâ hâlâ yanımda saklıyorum.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin menkıbelerini, makâmlarını, keşflerini, kerâmetlerini ve yüksek hâllerini anlatan pekçok kitap yazılmış olup, bunlardan altısı her memlekette yayılmıştır. Bu eserler şunlardır:

1) Zübdet-ül-Makâmât, 2) Hadarât-ül-Kuds, 3) Hadâik-ul-Verdiyye fî Hakâik-i Ecillâ-in-Nakşibendiyye, 4) Hadîkat-ül-Evliyâ, 5) Umdet-ül-Makâmât, 6) Yevâkît-ül-Haremeyn.

Bunlardan başka Muhammed Ma’sûm hazretlerinin üç ciltlik Mektûbât-ı Ma’sûmiyye adlı eseri vardır. Bu üç ciltte toplam altı yüz elli iki mektup bulunmaktadır. Son olarak 1976 (H.1396) senesinde Pakistan’ın Karaçi şehrinde bastırılmıştır. Fârisî olan bu mektuplar arasından yüz kırk bir adedi seçilerek; Müntehâbât-ı Ma’sûmiyye adıyla İhlâs A.Ş. tarafından İstanbul’da bastırılmıştır.

Buyurdu ki:

İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında hep âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebep olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar.

Muhammed Ma’sûm hazretleri, ikinci cilt 105. mektubunda buyuruyor ki:

“Resûlullah efendimize uymak nasıl olur? Bunlardan mühim olan birkaçını bildiriyorum. Günah işleyince hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günahların tövbesi gizli, açık işlenen günahların tövbesi açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. Rızkını helâldan kazanmalı, kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını helâldan kazanmak için çalışmalıdır. Bunun için ticâret, sanat yapmak lâzımdır. Helâl kazanmanın sevaplarını bildiren birçok hadîs-i şerîf vardır.

Yemekte, içmekte orta halli olmayı gözetmelidir. Gevşeklik verecek kadar çok yememeli, ibâdet yapamayacak kadar da perhiz etmemelidir. İbâdet, iyilik yapmaya yardımcı olan her şey iyi, mübârektir. Her işte niyete dikkat etmelidir. İyi niyet olmadıkça o işi yapmamalıdır. İyi kötü herkese güler yüz göstermeli, af dileyenleri affetmeli, herkese karşı iyi huylu olmalıdır. Münâkaşa etmemelidir. Herkese yumuşak söylemeli, sert söylememelidir. Evliyânın başka insanlardan nasıl ayırt edileceğini Muhammed bin Sâlim hazretlerinden sorduklarında; “Sözlerinin yumuşak olması, konuşurken îtiraz etmemesi, özür dileyenleri affetmesi ve herkese merhametli olması ile anlaşılır” buyurdu.

Az konuşmalı, az uyumalı, az gülmelidir. Çok gülmek kalbi karartır. Çalışmalı, fakat karşılığını yalnız Allahü teâlâdan dilemelidir. O’nun emirlerini yapmaktan zevk duymalıdır. Yalnız O’na güvenmelidir.

Yahyâ Mu’az-ı Râzî buyuruyor ki: “Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar da herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk ettiğin miktarda herkes sana yardımcı olur.”

Dünyâya düşkün olanlarla birlikte bulunmamalıdır. Her işinde sünnete uymalı, neşeli zamanlarında İslâmiyetin dışına taşmamalıdır. Sıkıntılı anlarda Allahü teâlâdan ümîdini kesmemelidir. Her güçlük yanında kolaylık bulunduğunu unutmamalıdır. Neşede ve sıkıntıda hâli değişmemeli, varlıkta ve yoklukta aynı hâlde olmalıdır. Hattâ yokluktan rahatlık duymalıdır, varlıkta sıkılmalıdır. Hâdiselerin değişmesi insanda değişiklik yapmamalıdır.”

Buyurdu ki:

Günah işleyince, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günahın tövbesi gizli, açık işlenen günahın tövbesi de açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. Kirâmen kâtibîn melekleri, günâhı hemen yazmaz. Tövbe edilmezse yazarlar. Câfer bin Sinan buyurdu ki: “Günâha tövbe etmemek, bu günahı yapmaktan daha fenâdır.” Hemen tövbe etmeyen de, ölmeden önce tövbe etmelidir. Verâ ve takvâyı elden bırakmamalıdır. Takvâ açıkça yasak edilmiş olan şeyleri, Verâ şüpheli şeyleri yapmamaktadır. Yasak edilenlerden sakınmak, emir olunanları yapmaktan daha faydalıdır. Büyüklerimiz buyurdu ki: “İyiler de, kötüler de iyilik yapar. Fakat, yalnız sıddîklar, iyiler, günahtan sakınır.”

Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevaplarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur.”

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin Mektubat’ından birinci cilt dördüncü mektubu şöyledir:

“Bu bir köşede unutulmuşu hatırlayarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile gönderdiğiniz mektup geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan cenâb-ı Hakk’a bağlılığınızı ve O’nun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı okuyunca, sevincimiz kat kat arttı. Bu âhir zaman fitne ve zulmeti içinde, Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleştirir ve kendi hicranı, ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük nîmettir. Bu nîmetin kıymetini bilip, şükrünü yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşkı ilâhînin en son derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlubdan (sevgiliden) başka hiçbir şeye gönül bağlamamalıdır. Muhabbet ateşi nefs-i emmârenin azgınlığından, yükselmesinden meydana gelen, benlik, izzet-i nefs perdesini tamâmen yakarak ezelî ve ebedî kemâlâtın nurları, kalbi aydınlatmalıdır. Kur’ân-ı kerîm’de; “Nîmetlerime şükr ederseniz, onları arttırırım” buyrulmuştur.

Ey mes’ûd ve bahtiyar kardeşim! Mâdem ki, Allahü teâlânın sevdiği kullarının yolunda yürümek arzusundasın, bu yolun şartlarını ve edeplerini gözetmelisin. En önce sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlanın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi, ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti, (yâni gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istiğfâr etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle düşüp kalkmayı aramalısınız. “İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir.” sözünü unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti (seâdet-i ebediyyeyi) istiyenlerin dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.

Zekâtı ve fıtraları, şerîatin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, şerîatin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal, zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.

İyi biliniz ki, namaz, dînin direğidir. Namaz kılan bir insan dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın, dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarında ve şartlarına ve edeplerine uygun olarak kılmalıdır. Bunlar, fıkıh kitaplarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı ve birinci tekbiri imâmla birlikte almaya çalışmalıdır. Birinci safta yer bulmalıdır. Bunlardan biri yapılmazsa, matem tutmalıdır. Kâmil bir Müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasip olur. Eğer nasip olursa, o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhirete girerek, burada nasip olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firak ateşiyle yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbudluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (sevgiliye kavuşmanın) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânın Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir mümin namaz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennette olan hûr-ı în onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder.”

MUHAMMED MAZHAR

On dokuzuncu yüzyılda Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed Mazhar olup, Ahmed Saîd-i Fârûkî hazretlerinin üçüncü oğludur. Hazret-i Ömer’in soyundandır. 1832 (H.1248) senesinde Hindistan’ın Delhi şehrinde doğdu. 1883 (H. 1301) senesinde Muharrem ayının on ikinci Pazartesi gecesi Medîne-i münevverede vefât etti. Babası Ahmed Saîd-i Fârûkî’nin kabri yanında medfûndur.

Muhammed Mazhar doğduğu zaman dedesi Mevlânâ Ebû Saîd hazretleri ona Mazhar-ı Muhammed adını verdi. Çok sevdiği bu torunu için; “Bu çocukta yüksek ilmin kokusu var. Yakın zamanda şânı her tarafta duyulacak ve herkes feyzinden istifâde edecektir” buyurarak onun büyük bir zât olacağını müjdeledi. Küçük yaştayken ilim öğrenmeğe başlayan Muhammed Mazhar, dokuz yaşında iken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Babası, Ahmed Saîd-i Fârûkî’den tasavvufu öğrendi. Zâhirî ve tasavvufî ilimlere dâir eserleri okudu. Kısa zamanda tahsilini tamamlayıp, kemâle geldi. Babasının emriyle, talebelere ders vermeye başladı. Hac ibâdetini îfâ etmek üzere Haremeyn’e (Mekke ve Medîne) gitti. Hac ibâdetini yapıp, Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Peygamber efendimizin mânevî iltifâtlarına kavuştuktan sonra sevinerek Delhi’ye döndü. Delhi’de bir müddet babasının hizmetinde bulunduktan sonra, babası ve diğer yakın akrabâlarıyla birlikte İngiliz fitnesinden korunmak için Hicâz’a hicret ettiler. Babası Ahmed Saîd-i Fârûkî vefât edince onun yerine geçen Muhammed Mazhar, Medîne-i münevverede talebe yetiştirmeye başladı. Vefâtına kadar feyz ve irşad kaynağı olarak vazîfesine devam etti. Bu hizmet yıllarında bir hac mevsiminde İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden asrının bir tânesi Silsile-i aliyye adı verilen büyük İslâm âlimlerinin otuz üçüncüsü olan Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleriyle Mekke-i mükerremede görüştü. Aynı yolun bağlıları olan bu iki büyük velî, muhabbetle birbirlerine sarılıp, kucaklaştılar ve sohbet ettiler.

Zamânındaki evliyânın büyüklerinden olan Muhammed Mazhar hazretleri aklî ve naklî ilimleri kendinde toplamış idi. Tevekkül sâhibi, kanâatkar ve cömertti. Dünyâ ile alâkalı her şeyle meşgûl olmaktan uzak idi. Eline geçen dünyâlıkları da o beldede bulunan fakir ve muhtaçlara tasadduk ederdi. Medîne-i münevverede Bâb-ü-Bakî denilen yerde sırf kendi gayretleriyle, gâyet büyük bir medrese yaptırmıştı. Birinci katı kütüphâne, ikinci katı dershâne ve üçüncü katı da sohbethâne olarak kullanılan bu medrese uzun müddet ilim ve edebe hizmet etti.

Muhammed Mazhar rahmetullahi aleyh, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem tam bir âşığı idi. Kerâmetler ve fazîletler hazinesi olup, çok ibâdet ve tâat yapardı. Kur’ân-ı kerîmi bir haftada hatmederdi. Belli günlerde oruç tutar. Hadîs, tasavvuf kitapları, bilhassa İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbat-ı şerîf’ini çok okumak ve okutmak onun güzel âdet ve edeblerinden idi.

MUHAMMED MURÂD KAZANÎ

On dokuzuncu yüzyılda Kazan’da yetişmiş âlim ve velîlerden. 1855 (H.1272) senesinde Rusya’da Kazan şehrinin Ufa kasabasında doğdu. İlk tahsile memleketinde başladı. İyi bir medrese tahsili gördükten sonra, Buhârâ’ya gidip, orada ve Taşkent’te bulunan meşhûr âlimlerden ders aldı. Daha sonra Hindistan’a ve hac için Hicaz’a gitti. Medîne’de Emin Ağa ve Mahmudiye medreselerine devâm ederek, çeşitli ilimleri öğrenip, icâzet (diploma) aldı. Burada Nakşibendî şeyhlerinden Şeyh Muhammed Mazhar’dan feyz alıp, kısa zamanda tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Mevlânâ Şeyh Allâme Abdülhamîd Dağıstânî ve Mevlânâ Seyyid Muhammed Sâlih Zevâvî gibi büyük zâtlardan da feyz aldı. 1933 (H.1352) senesinde vefât etti.

Muhammed Murâd Kazanî, yüzlerce velînin hayâtını ve menkıbelerini anlatan Reşahât kitabını Farsçadan Arapçaya tercüme etti. Kendisine icâzet ve hilâfet vermiş olan hocası Mevlânâ Muhammed Sâlih Zevâvî, yaptığı Reşehât tercümesini görüp; “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ını Farsçadan Arapçaya tercüme et, bu işte Allahü teâlâ büyük velîlerin hürmetine sana yardım eder.” deyince, hocasının emrine uyarak Mektûbât’ı Arapçaya tercüme etti. Bu tercümesine Dürer-ül Meknûnât adını verdi. Eserin birinci cildinin kenarına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını, ikinci cildinin kenarına da Mebde ve Me’âd adlı risâlesini Arapça olarak yazdı. Onun yaptığı bu tercüme, o zaman, Mekke’de Miriyye Matbaasında basıldı.

MUHAMMED ÖMER

On dokuzuncu yüzyılda Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed olup künyesi Ebü’s-Seâdet’tir. Ahmed Saîd-i Fârûkî hazretlerinin ikinci oğludur. 1828 (H.1244)de Delhi’de doğdu. 1880 (H.1298) senesi Muharrem ayında Rampûr’da vefât etti. Türbesi Rampûr’da Şah Cemâlullah’ın künbetine bitişik olup, batı tarafındadır.

Ahmed Saîd-i Fârûkî hazretlerinin Abdülhamîd isminde bir oğlu vefât ettikten sonra Muhammed Ömer ismindeki oğlu dünyâya geldi. Küçüklüğünde böbreklerinde taş teşekkül etmesi sebebiyle hastalandı. Bu sebeple çok zahmet çekti. Bir doktor ameliyat yaparak böbreğinden taşı aldı. Fakat bir müddet sonra taş yine meydana geldi. Babasının duâsı bereketiyle taş parçalanarak döküldü. Böylece bu sıkıntıdan kurtuldu.

Muhammed Ömer dokuz yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, mantık ve kelâm ilmini Şeyh Habibullah Mültânî’den, fıkıh, hadis, ahlâk ve tasavvuf ilimlerini amcası ve zamânının büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Şâh Abdülganî Ahmedî’den öğrendi. Babasından Makâmât-ı Ahmediye’yi okudu. Yirmi iki yaşına geldiği zaman babasından izin alıp, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin kabrini ziyârete gitti. Onun ruhâniyetinden istifâde etti. Daha sonra İngilizlerin fitnesinden kurtulmak için babası ve diğer akrabâlarıyla berâber Delhi’den Mekke-i mükerremeye gitti. Hac ibâdetini yerine getirdikten sonra Medîne-i münevvereye geçti. Sevgili Peygamberimizin kabrini ziyâret ederek, feyz ve bereketlerine kavuştu. Babasının vefâtından sonra Mekke-i mükerremeye giderek yerleşti. Burada pekçok riyâzetler ve nefs mücâdelesiyle uğraştı. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere ulaştı. Pekçok talebe okutup, ders verdi. 1862 senesinde bir gemi ile Cidde’den Mısır’a gitti. Kâhire, İskenderiye, Filistin ve çeşitli beldelerdeki mübârek yerleri ve İslâm âlimlerinin ve evliyânın kabirlerini ziyâret etti. Ömrünün sonlarına doğru Mekke-i mükerremeden Hindistan’a gitmek üzere, çoluk-çocuğu ve talebelerinden bâzıları ile deniz yolculuğuna çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra Kalküta şehrine vardı. Herkes onu karşılamaya geldi. Yollar insanlarla doluydu. Karşılayıcılar arasında Kalküta vâlisi de vardı. Vâli, Muhammed Ömer hazretlerine çok hürmet ve iltifatta bulundu. Daha sonra Rampûr’a gitti. Gittiği yerlerde insanlara İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını anlattı. Rampûr’da bulunduğu sırada vefât etti.

Muhammed Ömer hazretleri orta boylu, heybetli bir zâttı. Bütün ibâdetlerini tam bir kalp huzûru ile yapardı. Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem güzel ahlâkı ile ahlâklanmıştı. En meşhur talebesi, oğlu Ebü’l-Hayr idi. O da 1922 (H.1341) senesinde Delhi’de vefât etti. Onun oğlu Ebü’l-Hasan Zeyd-i Fârûkî Delhi’deki Abdullah-ı Dehlevî Dergâhında ilim ve feyz vermeğe devâm etmektedir (1993).

Eserleri: 1) Ensâb-üt-Tâhirîn: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kendi zamanına kadar olan oğullarından ve torunlarından bahs eder. 2) El-Cedvel-ül-Müntehabe min-en-Nehri’l-mâd minel-Enhâr-ı Erbea; Tasavvufa dâir olup, babasının yazdığı Enhâr-ı Erbea adlı eser üzerine yazdığı şerhtir. Ayrıca şiirleri de vardır.