MUHAMMED ALİ CLAY
Amerikalı Müslüman zenci boksör. Dünyâ ağır sıklet boks şampiyonlarından. Asıl adı Cassıus Marcellus Clay’dır. 17 Ocak 1942 senesinde Louisville Kentucky’de doğdu.
1960 senesinde Amatör Spor Birliği (AAU) ağır sıklet, Altın Eldiven ağır sıklet ve Olimpiyat Oyunları yarı ağır sıklet şampiyonluğunu elde etti. Kısa bir müddet içinde profesyonel boksör oldu. 25 Şubat 1964’te Miami Beach’te Sonny Liston’u yedinci rauntta nakavtla yenerek dünyâ ağır sıklet boks şampiyonluğunu kazandı. 1965-1967 seneleri arasında ağır sıklet dünyâ şampiyonluğu ünvânını, dokuz defâ başarıyla korudu. 6 Şubat 1967’de Houston’da Dünyâ Boks Birliği (WBA) şampiyonu Ernie Terrell’i on beş raund sonunda sayıyla yendi. Bu sırada İslâmiyete karşı ilgi duyup Müslüman oldu ve ismini Muhammed Ali olarak değiştirdi.
ABD’de zencilere karşı ikinci sınıf vatandaş uygulaması yapıldığı için askerlik vazifesini yapmayı reddetti. Bunun neticesinde Askerlik Yasasını çiğnemekten dolayı mahkûm oldu ve ringe çıkması yasaklanarak dünyâ şampiyonluğu ünvânı elinden alındı. Hakkında verilen mahkûmiyet kararı 1971’de ABD Yüksek Mahkemesince bozuldu.
8 Mart 1971’de 15 rauntluk bir maçtan sonra dünyâ ağır sıklet şampiyonu Joa Frazier’e yenildi. 28 Ocak 1974’te yaptığı maçta Frazier’i yenerek yeni dünyâ şampiyonu George Foreman’la karşılaşmaya hak kazandı. 30 Ekim 1974’te Zaire’nin başkenti Kinşasa’da 8. raundun sonunda Foreman’ı nakavt ederek, dünyâ ağır sıklet şampiyonluğu ünvânını yeniden elde eti. Bu ünvânını altı maçta koruduktan sonra 15 Şubat 1978’de Leon Spinks’e sayıyla yenildi. Fakat 16 Eylül 1978’de yaptığı maçta Spinks’i yenerek dünyâ şampiyonluğu ünvânını geri aldı. Böylece dünyâ ağır sıklet boks şampiyonluğunu üçüncü defâ kazanmış oldu. 1979 senesinde boksu bıraktığında yaptığı 59 maçtan yalnızca üçünde sayıyla yenilmiş, yenildiği üç rakibini de rövanş maçlarında yenmeyi başarmıştı.
Daha sonra tekrar ringe dönen Muhammed Ali Clay, Dünyâ Boks Konseyi (WBC) Şampiyonları Larry Holmes’le 1980’de; Kanadalı Trevor Berbick’le 1981’de dövüştüyse de her iki maçı da kaybetti. 1984’te rahatsızlanarak ringe vedâ etti.
Çok renkli bir kişiliği olan Muhammed Ali Clay, sporculuk yetenekleri yanında, canlı zekâsı, görüşlerindeki kararlılığı ve açıklamalarının uyandırdığı yankılarla döneminde büyük bir ün kazandı. “Kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım!” sözü, onun ringler dünyâsına âit orijinal bir özdeyişidir.
Türkistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve silsile-i aliyye denilen İslâm âlimlerinin on üçüncüsü. Râmiten ile Buhârâ arasında Semmas köyünde doğdu. 1354 (H. 755) de orada vefât etti. Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Râmitenî’den öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası kendisinden sonra irşâd makâmına Muhammed Bâbâ Semmâsî’yi seçti. Diğer talebelerine de ona tâbi olmalarını emretti.
Hocasının vefâtından sonra irşad makâmına geçen Muhammed Bâbâ Semmâsî çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makâma kavuşturdu. Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen Seyyid Emir Külâl gelmektedir. Bir talebesi de Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleridir. Behâeddîn Nakşibend hazretleri Kasr-ı Hindüvan’da doğdu. Henüz o doğmadan hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî onun doğduğu yerden geçerken; “Bu yerden büyük bir zâtın kokusu geliyor. Pek yakında Kasr-ı Hindüvan Kasr-ı Ârifân olur.” dedi. Bir gün yine oradan geçiyordu; “Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Umarım ki o büyük insan dünyâya gelmiştir.” buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behâeddîn Buhârî hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye getirince; “Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabûl eyledik.” buyurup talebelerine; “Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamânının rehberi ve bir tânesi olacaktır.” dedi. Sonra halîfesi Emir Külâl hazretlerine onun iyi yetiştirilmesini tenbih etti.
Behâeddîn Buhârî hazretleri anlatır: “Evlenmek istediğim zaman büyük babam beni Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerine gönderdi. Gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve duâ isteği kabardı. Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle duâ ettim: “İlâhî bana, belâlarına tahammül için kuvvet ve aşkın yüzünden doğacak mihnetlere karşı tâkat ver.” Sabahleyin hocamın huzûruna varınca; “Bir daha duâ ederken şöyle duâ et: “İlâhî senin rızân neredeyse bu kulunu orada bulundur!Eğer Allah dostuna belâ gönderirse, yine inâyetiyle o belâya sabır ve tahammülü de ihsân eder. Fakat Allah’tan ne geleceğini bilmeden belâ ister gibi duâ, doğru değildir.” buyurdu. Bâbâ Semmâsî’nin, bir gece evvelki hâlimi keşfetmekteki kerâmetini anladım ve ona tam bağlandım.
Yine Behhâeddîn Buhârî hazretleri anlatır: Bir defâsında Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî ile yemek yiyorduk. Yemek bitince bana bir ekmek uzatıp; “Al bunu sakla.” buyurdu. Yemek yediğimiz hâlde bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Bu sırada bana; “Faydasız düşüncelerden kalbi muhâfaza etmek lâzımdır.” buyurdu. Daha sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misâfir olduk. Misâfir olduğumuz evin sâhibinin sıkıntılı bir hâlde olduğu görülüyordu. Hocam ona; “Neye üzülüyorsun?” buyurdu. O da; “Bir kâse sütüm var, fakat ekmeğim yok ki, süte banıp da yiyeyim. Ona üzülüyorum.” dedi. Hocam bana dönüp; “İşte, acabâ ne için ayırıyoruz diye düşündüğün ekmek bu iş içindi. Ver sâhibine yesin.” buyurdu.
Dört halîfesi vardı. Biri Hâce Sofi Suhari, ikincisi kendi oğlu Hâce Mahmûd Semmâsî, üçüncüsü Mevlânâ Danişmend Ali, dördüncüsü de Seyyid Emir Külâl hazretleriydi.
On iki imâmın beşincisi. Hazret-i Hüseyin’in torunu ve İmâm-ı Zeynelâbidîn’in oğlu olup, Tâbiîndendir. 676 (H. 57) senesinde Medîne’de doğdu. 731 (H. 113)’de orada vefât etti. Medîne’deki Bâkî kabristanında babasının yanına defnedildi. Câfer-i Sâdık’ın babasıdır. Künyesi Ebû Câfer’dir.
Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Câbir ve hazret-i Enes ile görüşüp onlardan, ayrıca Tâbiînden olan büyük zâtlardan hadîs-i şerîf rivâyet etti. Muhammed Bâkır rahmetullahi aleyh, Medîne’nin büyük fıkıh âlimlerindendir. Zamânında, bütün dünyâdaki evliyânın feyz kaynağı oldu. Evliyâlık yolunda olanlara feyz, onun vâsıtası ile verilirdi. İmâmlığı on dokuz sene sürdü. Bütün ilimlere vâkıf olduğu için kendisine, ilimde ve fazîlette üstün mânâsına Bâkır denildi. Ebû İshâk es-Sebîî, Atâ bin Ebî Rebâh, Amr bin Dinâr, İbn-i Şihâb ez-Zührî, Rebî bin Heysem, Haccâc bin Ertad, Mekhûl eş-Şâmî, İmâm-ı Evzâî, İmâm-ı A’meş, Kâsım bin el-Fadl ve İbn-i Cüreyc, İmâm-ı Buhârî ile İmâm-ı Müslim ve başka âlimler kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
Muhammed Bâkır’ın (rahmetullahi aleyh) ilim ve hikmet dolu sözleri çoktur. Kerâmetleri meşhûrdur. Bir gün yanındakilere; “Bir kişi, bir sene sonra dört bin askerle Medîne’ye gelecek. Üç gün boyunca, çok kimseleri öldürecek. Bundan büyük zarar göreceksiniz. Ondan sakınınız!” buyurdu. Onun bu sözlerine Medînelilerden pek az kimse ile Hâşimoğulları inandı. Pekçok kimse inanmadı. Bir sene sonra kendisine inananları alarak Medîne’nin dışına çıktı. Nâfi bin Ezrak, ordusu ile geldi. Muhammed Bâkır’ın buyurduğu zararları yaptı. Artık Medîneliler; “Bundan sonraİmâm-ı Bâkır hazretlerinin her sözüne inanırız. Her sözü doğrudur. Çünkü o, Resûlullah efendimizin evlâdındandır.” dediler.
Henüz hiçbir şey yokken kendisinin, Devrekiye vâliliğini ve çok geniş topraklara sâhip olacağını, kerâmet olarak bildirdi. Gerçekten bir müddet sonra aynı yere vâli oldu.
Muhammed Bâkır, Halîfe Hişâm bin Abdülmelik’in evine uğradı; “Bu ev harap olacaktır. Hattâ toprağı başka yere nakledilip taşları açıkta kalacaktır.” buyurdu. Bu söze yanındakiler hayret ettiler. Halîfe Hişâm’ın evini kim yıkabilir ki, diye düşündüler. Nihâyet Hişâm vefât edince, yerine geçen oğlu Velid, bu evin yıkılmasını emretti. Hakîkaten ev yıkıldı, toprağını başka yere naklettiler ve taşları açıkta kaldı.
Talebelerinden biri şöyle anlatıyor: “Mekke’de idim. Muhammed Bâkır hazretlerini görmeyi çok arzu ettim. Medîne’ye vardığım gece, şiddetli yağmur ve soğuk vardı. Gece yarısı evinin kapısına geldim. Kapıyı vurayım mı yoksa sabahı bekliyeyim mi diye düşünürken, onun mübârek sesini işittim. Hizmetçisine; “Kalk dışarıda biri var, kapıyı aç! O bu gece yağmura tutulmuştur ve hava da soğuktur.” buyurdu. Kapı açıldı. İçeri girdim.”
İmâm-ı Muhammed Bâkır rahmetullahi aleyh buyurdu ki:
Bir kimsenin seni ne kadar çok sevdiğini anlamak istersen, senin o kimseyi ne kadar sevdiğine dikkat et. Yâni sen onu ne kadar seviyorsan o da seni o kadar seviyor demektir.
Bir kimsenin kalbinde ne kadar kibir varsa, aklında o kadar noksanlık var demektir.
Mîde ve nâmusunun iffetini korumak kadar fazîletli ibâdet yoktur.
Dünyâda insana en iyi yardımcı, din kardeşlerine iyiliktir.
İlmiyle insanlara faydalı olan bir âlim, bin âbidden daha efdaldir. Böyle bir âlimin vefâtına, şeytan; yetmiş âbidin vefâtına sevindiğinden daha fazla sevinir.
Evliyânın büyüklerinden. 1563 (H. 971) senesinde Kâbil’de doğdu. İnsanları Hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisidir. İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin hocasıdır. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zât idi. Annesi ise hazret-i Hüseyin’in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanım idi.
Muhammed Bâkî-billah’ın büyüklük hâli daha çocukluk zamanlarında sîmâsından belli olurdu. Yüksek bir zât olacağının işâretleri ve büyük faydalara sebep olacağının alâmetleri, işlerinden, çalışmalarından ve gayretinden anlaşılırdı. Daha çocukluk zamanlarında, bâzan bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne eğip sessizce oturur, tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsili için Kâbil’den Semerkand’a gidip aklî ve naklî ilimleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî’den öğrendi. Yüksek yaratılışı ve kâbiliyetiyle kısa zamanda, hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaştı.
Zâhirî ilimleri öğrenip yetiştikten sonra, tasavvufa, yönelerek bâtınî yâni kalp ilimlerini öğrenmek için, bu yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Zekâsının ve kâbiliyetinin üstünlüğü ile, ilimlerde yüksek bir dereceye ulaştı. Muhammed Bâkî-billah’ın, zâhirî ilimleri tahsil ettiği gençlik yıllarında, Nakşibendiyye yoluna karşı büyük bir muhabbeti vardı. Kendisini bu yolda yetiştirecek bir büyük arıyor, onun derslerinden ve sohbetlerinden feyz alıp faydalanmak istiyordu. Bu büyüklerin bulunduğu Mâverâünnehr’e giderek birçoğu ile görüşüp tanıştı. Sohbetlerinde bulunarak feyz aldı.
Tasavvufa karşı duyduğu aşırı istek ve arzu ile bir büyüğe tâbi olmak için dolaştı. İlk önce Hâce Ubeydullah hazretlerine daha sonra Semerkand’da bulunan Yeseviyye yolu ileri gelenlerinden İftihâr-ı Şeyh’e talebe oldu. Bir müddet sonra da Emir Abdullah Belhî’nin sohbetinde bulundu. Bir gece rüyâsında Şâh-ı Nakşibend Buhârî hazretlerinin huzûrunda tövbe ettiğini görüp tasavvufa karşı olan istek ve arzusu iyice fazlalaştı. Bir ara Keşmir’e gidip Baba Vâlî’nin sohbetine devâm etti. Baba Vâlî’nin vefâtından sonra bir hoca aramaya başladı.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, bir gece rüyâsında Mevlânâ Hâcegî İmkenegî hazretleri ona; “Ey oğul! Senin yolunu gözlüyordum” buyurdu. Mevlânâ Hâcegî İmkenegî’nin huzûruna kavuşup, çok yardım ve ihsânlar gördü. Hocası onun yüksek hâllerini dinledikten sonra, üç gün üç gece birlikte yalnız bir odada sohbet ettiler. Hâcegî İmkenegî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah’ı kısa zamanda tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, hocası Muhammed İmkenegî’nin sohbetinde yetişip icâzet aldıktan sonra, onun emriyle Hindistan’a gidip, bir sene Lâhor’da kaldı. Oradaki âlimler ve fâdıllar sohbetine gelip, istifâde ettiler. Sonra Delhi’ye gidip, vefâtına kadar orada kalarak, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddet irşâd makâmında bulunmasına rağmen, pekçok âlim ve evliyâ yetiştirdi. Yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra hâlifesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri yetişip kemâle gelince, Muhammed Bâkî-billah rahmetullahi aleyh bütün talebesinin yetiştirilmesini ona bıraktı. Bunlar arasında Hâce Ubeydullah ve Hâce Muhammed Abdullah adındaki oğulları da vardı.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, kırk yaşında iken, 1603 (H.1012) yılında Delhi’de vefât etti. Türbesi, Kutabrol denilen yerde bulunmaktadır. Etrâfı ağaç ve çiçeklerle süslü olan kabrini ziyâret edenler, bereket ve şifâ bulmaktadırlar.
Muhammed Bâkî-billâh hazretleri, dâimâ hâllerini gizlerdi. Çok tevâzu sâhibiydi. Suâl soranlara zarûret miktarınca, kısa cevap verirdi. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan aslâ kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere aşırı hürmetleri vardı.
Bir gün adamın birisi ona karşı haddini bilmeden edepsizlik yapıp, bağırıp çağırmaya başladı. O kimseye acıyıp yüzünden terini sildi ve birkaç altını da ona hediye etti. Adam sâkinleşti. Bu hâli görenler: “İşte o zaman yeryüzünde melek sıfatlı bir insan bulunduğunu gözümüzle gördük” demişlerdir.
Bir kadının üç-dört yaşındaki çocuğu yüksek bir yerden düşüp kulaklarından kan gelmişti. Zor nefes alıyordu. Annesi şaşkın bir hâlde çocuğunu Bâkî-billah hazretlerinin huzûruna getirip durumu anlatınca, bir tıp kitabı isteyip; “Anlıyorum ki bu çocuk ölmeyecek.” buyurdu. Orada bulunanlar, hayretler içinde kalıp netîceyi beklediler. Biraz sonra onun duâsı bereketiyle çocuğun eskisi gibi sağlam hâle geldiğini gördüler.
Bir gün talebelerinden birinin bir yorgana ihtiyâcı oldu. Hatırından hocasından istemeyi düşündü. Daha o istemeden; “Falan dervişe ve yorgana ihtiyâcı olanlara yorgan veriniz.” buyurdu.
Bâkî-Billâh hazretleri bir gün Yahûdîlerin tarlalarının bulunduğu bir köyden geçiyordu. Oradakiler onu görünce hayran hayran bakıp; “Bu nasıl bir insandır ki onu görünce Allah’ı hatırladık.” dediler.
Yemek pişirenin abdestli, hattâ huzur ve safâ sâhibi olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar, dünyâ kelâmı konuşulmamasını söylerdi. “Huzur ve ihtiyat sâhibi olmayanın yemeklerinden bir duman çıkar ki, feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine vesîle olan temiz ruhlar, kalp aynasının karşısında durmaz.” buyurmuştur.
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin mektuplarından kırk bir tânesi, Zübdet-ül-Makâmât kitâbının sonuna ilâve edilmiştir. Mektuplarından altıncısını Şeyh Tâceddîn’e göndermiştir. Bu mektubunda buyuruyor ki:
“Devamlı abdestli bulunmak; helâl yemeye dikkat etmek, bütün günahlardan, gıybetten, söz taşıyıcılıktan, mümini aşağılamaktan, Müslümana düşman olmaktan, kin tutmaktan, eli altında olanlara kızmaktan ve sert davranmaktan sakınmak lâzımdır. Bizim yolumuzun esâsı budur. Bunlarsız iş sağlam olmaz. Ama bu sayılanlarda arada bir gevşeklik olursa, bu işi, yâni büyüklerin verdiği vazîfeleri ve o yolun îcâblarını terk etmemeli, aksine tövbe ve istigfâr etmeli, aldığı ve yapmakta olduğu vazîfelere daha sıkı sarılmalıdır ki; “Muhakkak ki sevaplar, günahları götürür” meâlindeki âyet-i kerîmesinin sırrı ortaya çıksın. Doğru yolda bulunanlara selâm olsun!”
Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyurdular ki:
Kalbinde mârifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, arkadaşlık yapma. İlmini; mevkî, makâm ve övünmek için vesîle eden âlimlerden, aslandan kaçar gibi kaçın.
Oruç tutmak, Allahü teâlânın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zîrâ Allahü teâlâ, yemekten ve içmekten münezzehtir.
Müslümanlık; yapmak, yaşamak, ahkâm-ı ilâhiyeyi yerine getirmek demektir.
Muhammed Bâki-billah hazretlerinin hayâtı, menkıbeleri ve kerâmetleri Berekât, Hadarât-ül-Kuds ve Külliyat-ı Bâki-billâh kitaplarında uzun anlatılmaktadır.
Eserleri:
1) Külliyât-ı Bâkî-billah: Bir kitap hâlinde toplanmıştır. 2) Mektupları: Berekât kitabı içinde yer almaktadır. 3) Rubâ’iyyât: Bu eserini İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Şerh-i Rubâ’iyyât adıyla şerh etmiştir.
On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda Şam’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed Bedahşî’dir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1517 (H. 923) senesinde Şam’da vefât etti. Kabri Muhyiddîn-i Arâbî hazretlerinin kabrinin ayak ucundadır.
Muhammed Bedahşî Mevlânâ Nizârîzâde ismiyle meşhûr, arif ve fazîlet sâhibi bir zâtın sohbetlerinde bulundu. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebesi olup, tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirildi. Uzun seneler Şam’da insanların doğru yola kavuşmaları için çalıştı. Yavuz Sultan Selim Hana Ridâniye Seferi sırasında Şam’a uğradığı zaman Muhammed Bedahşî’den söz edilince, onun ismini daha önceden de duyduğunu ve hususî ziyâretine gideceğini bildirdi. Gittiği her memlekette, mukaddes makamları, ilim adamlarını ziyâret etmeyi ve tasavvuf büyükleriyle görüşmeyi ihmâl etmeyen Yavuz Sultan Selim Han, Muhammed Bedahşî hazretlerinin evine giderek ziyâret etti. Selim Hanın ilk ziyârete gidişinde aralarında hiçbir konuşma geçmedi. Sultan onun büyük bir evliyâ olduğunu anlayıp huzûrunda edeple oturdu. İkinci defâ ziyâretinde önce Muhammed Bedahşî konuşmaya başladı. Ve buyurdu ki: “Sultânım ikimiz de Allahü teâlânın seçkin kulları arasında bulunuyoruz. Boynumuzda kulluk bağı vardır. Allahü teâlânın huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb sûresi yetmiş ikinci âyetinde meâlen; “Biz emâneti (Allaha itâat ve ibâdetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan (bu emânetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor.” buyurulduğu üzere gökler ve yer yüklenmekten kaçındıkları halde biz emâneti ve mesûliyeti yüklendik. Omuzlarımıza ağır bir mesûliyet aldık. Siz ise Sultanım yükünüzü biraz daha ağırlaştırdınız. Saltanat yükü üzerine bir de hilâfeti (halîfeliği) yüklenerek taşınması güç bir yük altına girdiniz. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, benim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir. Diyebilirim ki, sizin yüklendiğinizi dağlar ve taşlar yüklenip çekemez. İnsanlar da bu yükü taşıyamaz. Ama sizin de bir mânevî gücünüz vardır. Ondan yeteri kadar faydalanıyorsunuz. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem); “Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız. Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz!Öğretmez iseniz, mes’ûl olacaksınız.” mübârek sözleri sizin rehberinizdir. Çok meşakkatli, külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ yardımcınız olsun.”
Yavuz Sultan Selim Han Muhammed Bedahşî hazretlerini büyük bir dikkatle dinledi ve tek kelime olsun karşılık vermedi. Sukût ve deep ile huzûrundan ayrıldı. Yanında bulunanlardan biri Yavuz Sultan Selim Hana; “Sultânım hiç konuşmadınız, hep dinlediniz?” diye sorunca dedi ki: “Büyük velîlerin meclis ve mahfelinde, onlar konuşurlarken, başkasının konuşması edep dışı sayılır. Bulunduğumuz makam edep makamı idi, bize sâdece dinlemek düşerdi. Nitekim biz de öyle yaptık. O esrar ve hikmet meclisinde ben sâdece bir zerre sayılırdım. Benim konuşmamı lâyık görmüş olsaydı, elbetteki böyle bir işârette bulunurdu.” Bu karşılaşmadan çok zaman geçmemişti ki, Muhammed Bedahşî hazretleri hastalanıp yatağa düştü. Bu hastalığı sırasında Şam’ın ileri gelenlerini toplayıp, Yavuz Sultan Selim Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ tarafından vazîfelendirildiğini, bilcümle evliyânın yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara ve olmayanlara sultanın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etti. Ayrıca; “Harameyn-i muhteremeyne (Mekke ve Medîne) hizmetleriyle başlara tâc olan sultana benden duâ ve selamlarımı ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin.” diye vasiyette bulundu.
Vehhâbîliğin kurucusu. “Şeyh-i Necdî” diye de bilinir. Bilindiği gibi bu lakab şeytanın da ismidir. Temim kabîlesine mensuptur. 1699 (H.1111) senesinde Necd Çölündeki Hureymile kasabasına bağlı Uyeyne köyünde doğdu. 1791 (H.1206) senesinde öldü.
Gençliğinde önce ticâretle uğraşan Muhammed bin Abdülvehhâb, Basra, Bağdat, İran, Şam ve Hindistan taraflarına gitti. Şam’da tahsil yaptı. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru bilgilere uymayan bozuk görüşler ileri süren İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okudu ve fikirlerinin tesirinde kaldı. 1730 senesinde Necd’e dönerek, köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara mûtezile ile diğer bozuk fırkalardan aldığı kendi düşüncelerini de karıştırdı. Fikirlerini önce kendi çevresinde yaymaya çalıştı. 1744 senesinde Riyâd yakınlarındaki Der’iyye kasabasına yerleşti. Der’iyye ahâlisi ve şeyhleri olan Muhammed bin Suûd buna tâbi oldular. Muhammed bin Suûd’la işbirliği yapan Muhammed bin Abdülvehhâb çevreden güçlü bir destek sağladı. Kendi düşünce ve görüşleri doğrultusunda hareket etmeyen Müslümanları doğru yoldan ayrılmış birer müşrik kabûl edip, bunların kanlarının ve mallarının helâl olduğunu bildirdi. Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem, başka peygamberleri ve evliyâyı vesîle ederek Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyâret etmeye şirk dedi. Böylece binlerce İslâm âlimine muhâlefet etti. Kendisine kâdı, Muhammed bin Suûd’a hâkim ismini vererek gelecekte çocuklarının bu makâma geçmelerini temin eden bir kânun hazırlattı. Başta kardeşi Süleymân olmak üzere, Ehl-i sünnet âlimleri Muhammed bin Abdülvehhâb’ın fikirlerinin bozuk olduğunu ve Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldığını bildirdiler ve kuvvetli vesîkalarla kitaplar yazarak Müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Gâyesi Hicaz ve Irak bölgelerini ele geçirip, ayrı bir devlet kurmak olan Muhammed bin Abdülvehhâb, 1765 senesinde ölen Muhammed bin Suûd’un oğlu Abdülazîz bin Muhammed’le işbirliği yaptı. Abdülazîz bin Muhammed, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın uygun görmesiyle hilâfetini îlân etti. 1791 senesinde ölen Muhammed bin Abdülvehhâb’ın İngilizler tarafından da desteklenen bu bozuk fikirleri daha sonra dînî ve siyâsî bir görüş olarak Arabistan yarımadasına hâkim oldu.
Muhammed bin Abdülvehhâb’ın gösterdiği bozuk ve çirkin birçok inanışlar varsa da başlıcaları üç tânedir.
1. Amel îmânın parçasıdır. Namaz kılmak farz olduğuna inandığı hâlde, tenbellikle bir namaz kılmıyanın îmânı gidermiş. Bir sene zekâtını vermiyen hasis bir kimse, kâfir olurmuş. Böyle olan Müslümanları öldürmeli, mallarını kendi görüşünde olanlara dağıtmalı imiş.
2. Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın rûhlarını vesîle etmek, korktuklarından kurtulup, umduklarına kavuşmak için duâ etmelerini onlardan istemek şirk imiş.
3. Kabirler üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak, orada hizmet ve ibâdet edenler için kandil yakmak ve ölülerin rûhlarına sadaka adamak caiz değil imiş. Bunların üçü deAllahü teâlâdan başkasına tapınmak imiş.
Muhammed bin Abdülvehhâb’ın görüşlerinin bozuk olduğunu kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb Es-Sevâik-i İlâhiyye fî Reddi ale’l-Vehhâbiyye, Mekke müftîsi Ahmed Zeyni Dahlan Hulâsât-ül-Kelâm, Dâvûd bin Süleyman Bağdâdî El-Minhaf-ül-Vehhâbiyye kitaplarında vesîkalarla isbât etmişlerdir.
Eshâb-ı kirâmın meşhurlarından. Yaklaşık olarak 588 yıllarında Medîne’de doğdu. 664 (H. 43) senesinde Medîne’de vefât etti. İslâmın ilk yıllarında Mus’ab bin Umeyr vâsıtasıyla Müslüman olmuştu. İslâmiyeti çok iyi öğrenen ve bilen Muhammed bin Mesleme, şeceatiyle de meşhur olup, Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerindendir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem savaşlara gittiğinde bâzan onu Medîne’deki günlük işleri yürütmek üzere emir olarak vazîfelendirdi. Bâzı savaşlarda ise öncü kuvvetlerinin kumandanlığına tâyin ettiler.
Muhammed bin Mesleme, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra Mekkeli müşriklerin ölüleri hakkında ağıtlar, şiirler söyleyerek müşrikleri kışkırtan, Peygamberimize ve Müslümanlara dil uzatarak fitne çıkaran, hattâ Peygamberimize suikast tertiplemeye kalkışan Yahûdî zenginlerinden Ka’b bin Eşref’i öldürmek üzere gönderilen fedâilerden biri de Muhammed bin Mesleme’dir. Bedir Savaşından sonra Benî Nâdir Yahûdîleri, Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) yurtlarına dâvet edip, suikast yapmak istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onların bu tutumunu öğrenip, Muhammed bin Mesleme’yi çağırarak; “Nâdiroğulları Yahûdîlerine git! Onlara, Resûlullah beni size; yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra buralarda sizden kim görülürse boynu vurulacak, emrini bildirmek üzere gönderdi, de” buyurdu. Bu emir üzerinde Muhammed bin Mesleme Nâdiroğulları Yahûdîlerinin yurduna varınca onlara; “Mûsâ peygambere Tevrât’ı indirmiş olan, Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed peygamber olarak gönderilmeden önce, Tevrât önünüzde iken, size geldiğim ve şu meclisinizde bana Yahûdîliği teklif ettiğiniz zaman; vallâhi ben aslâ Yahûdî olmam, dediğimi, sizin de buna karşılık; dînimize girmekten seni alıkoyan şey nedir? Yahûdî dîninden başka din yoktur. Senin anladığın, istediğin, duyup işittiğin Hanîf dîninin aynısıdır! Size gelecek peygamber, hem şerîat sâhibidir, hem savaşçıdır.Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrâma bürünecek, bedeni yumuşak ve kuvveti ve kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmet konuşacaktır, dememiş miydiniz?” dedi. Yahûdîler bunu îtirâf etmelerine rağmen İslâmiyeti kabul etmemişlerdi. Muhammed bin Mesleme de Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem emrini onlara bildirdi.
Muhammed bin Mesleme, Hudeybiye’de yapılan ve “Bîat-ı Rıdvan” olarak adlandırılan ve Eshâb-ı kirâmın müşriklerle savaşmaktan aslâ yüz çevirmeyeceklerine Allah ve Resûlü yolunda canlarını fedâ edinceye kadar cihad edeceklerine dâir söz vererek ağaç altında yaptıkları bîatte de bulundu. Bu bîatte bulunanlar hakkında Kur’ân-ı kerîm’de Fetih sûresi 19. ayetinde; “Hakîkaten Allah (Hudeybiye’de) ağaç altında sana bîat etmekte oldukları vakit, o müminlerden râzı oldu. Böylece kalblerinde olan sadâkatı bildi de, üzerlerine sekîne (mânevî huzur) indirdi. Kendilerine de yakın bir zafer (Hayber’in fethini) verdi.” buyrularak methedilenlerdendir. Hudeybiye Antlaşmasında şâhit olarak imzâ atan sahâbeden biri de Muhammed bin Mesleme’dir. Hayber Gazvesinde, Hayber kalelerine yapılan hücumlarda da en önde bulunuyordu.
Hicretin yedinci senesinde Umret-ül kazâda Mekke’ye giden Müslümanların keşif kuvvetlerinin kumandanlığını yapan, Huneyn Savaşında ve Vedâ Haccında bulunan Muhammed bin Mesleme radıyallahü anh hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliği sırasında mürtedlerle ve Suriye taraflarında yapılan savaşlara katılıp, fiilen malıyla, canıyla cihad etmiştir.
Hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında da zekât âmirliği ve vâlilerin teftişi gibi hizmetler yapmıştır. Hazret-i Osman ve hazret-i Ali’nin halîfelikleri sırasında artık ihtiyarlamış olduğundan, Medîne’de sâkin bir hayat yaşadı. Hazret-i Muâviye’nin halîfeliği sırasında yetmiş yedi yaşında iken, Medîne’de vefât etti. Bakî Kabristanına defnedildi. Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ikisi şöyledir:
Bir kimse, bir Müslümanın bir aybını örterse, Allahü teâlâ da onun dünyâda ve âhirette aybını örter. Bir sıkıntısını giderirse, Allahü teâlâ kıyâmet gününün sıkıntılarını ondan giderir. Kim Müslüman kardeşinin hâcetini görürse, Allahü teâlâ da onun hâcetini görür.
Bir kimse bir Müslümanın günâhını öğrenip de gizlerse Allahü teâlâ da kıyâmet günü onun günâhını örter.
Cezâyir devlet başkanlarından. 23 Haziran 1919 târihinde Cezâyir’in güneydoğusundaki M’sila şehrinde doğdu.
Fransız ordusunda vazifeliyken Cezâyir Halk Partisinin üyesi sıfatıyla Özel Teşkilâta katıldı. Ulusal Kurtuluş Cephesi FLN saflarında Fransa’ya karşı mücâdele verdi. 1950 yılında gıyâben mahkûm edildi. Üç yıl Fransa’da kaldıktan sonra Cezâyir’e döndü. 1954 senesinde Devrimci Birlik ve Eylem Komitesinin ileri gelen kimselerinden oldu. 1956 yılında Ahmed bin Bella ile birlikte yakalanarak Fransa’da hapsedildi. Daha sonra her ikisi de serbest bırakıldılar. 1958 yılında kurulan Cezâyir Geçici Devrim Hükümetinde önce devlet bakanı daha sonra başbakan yardımcısı olarak vazife aldı.
1962 senesinde bağımsızlığın kazanılmasından sonra Ahmed bin Bella arkadaşlarıyla görüş ayrılığına düştü. 1963 senesi Haziranında Cezâyir’in ilk devlet başkanı Ahmed bin Bella’ya darbe teşebbüsünde bulundu. Fakat bu teşebbüsü başarısızlıkla neticelenince tutuklandı. Aynı yılın Kasım ayında serbest bırakılınca, Fas’a sürgüne gönderildi. Fas’ta yirmi yedi sene süren sürgün hayâtı boyunca tuğla fabrikası idâreciliği yaptı.
Bumedyen’in ölümünden sonra devlet başkanı olan Şadli bin Cedid 1989 yılında tek parti sistemine son vererek yeni anayasayla çok partili demokratik rejimi benimsedi. 26 Aralık 1991 târihinde yapılan genel seçimlerde İslâmî Selâmet Cephesi (FİS) oyların % 85’ine yakınını aldı. Cezâyir ordusunda çoğu Fransız Mason Locasının yüksek dereceli mensubu olan yüksek rütbeli subayların baskısıyla seçim iptal edildi. İkinci tur seçim yapılamadı. Silahlı Kuvvetler örtülü bir darbeyle Devlet Başkanı Şadli bin Cedid’i vazifeden aldı. Bu sırada Cezâyir’e dönen Budiaf 16 Ocak 1992’de Cezâyir Yüksek Devlet Komitesi Başkanlığını üstlendi.
Budiaf ülkede Siyâsî faâliyetleri yasaklayıp, birçok İslâmî Selâmet Cephesi taraftarının îdâm edilmesine ve binlerce kişinin hapsedilmesine karar verdi. Büyük tepkilere sebep oldu. Bir kültür merkezini hizmete açmak için gittiği Annaba şehrinde 29 Haziran 1992 Pazartesi günü açılış konuşmasını yaptığı salonda güvenlik güçleri üniforması giyen bir kişi tarafından otomatik tabancayla vurularak öldürüldü.
Cezâyir Devlet Televizyonu, Budiaf’ın son dakikalarını görüntüledi. Bu görüntülerde Budiaf’ın son sözleri; “Hepimiz bilmeliyiz ki, insan ömrü çok kısadır. Hepimiz bir gün öleceğiz. Neden yetkililer bu kadar iktidar meraklısı. Diğer ülkeler bizi ilim ve teknolojide geçtiler...” oldu.
Budiaf’ın ölümünden sonra devlet başkanlığına, Cezâyir’de Fransa’ya karşı yapılan bağımsızlık savaşında albay olarak vazife yapan Yüksek Devlet Konseyi üyesi Ali Kâfî getirildi.
On iki imâmın dokuzuncusu. Künyesi Ebû Câfer, ismi Muhammed Cevâd bin Ali bin Mûsâ Kâzım bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Zeynel Âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir. İmâm-ı Takî lakabı ile meşhûrdur. 811 (H. 195) yılında, Receb ayının onunda Medîne’de doğdu. 835 (H. 220) yılında Zilhicce ayının altısında Bağdat’ta vefât etti. Kabri, dedesi Mûsâ Kâzım hazretlerinin kabrinin arkasındadır.
Muhammed Cevâd rahmetullahi aleyh, Resûlullah efendimizin torunu olup, hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma’nın evlâtlarındandır. Hazret-i Hüseyin’in torunlarından olduğu için seyyiddir. Muhammed Cevâd rahmetullahi aleyh, daha küçük yaşta, büyük ve derin bir âlim olmuştur. İmâmlığı on altı sene iki ay on dört gündür. Halîfe Me’mûn, kızı Ümmü Fadl’ı Muhammed Cevâd ile evlendirmiş, Medîne’ye yollamış ve her yıl on bin dirhem göndermiştir. Ali Nakî ve Mûsâ isminde iki oğlu, Fâtıma ve Ümâme isminde iki de kızı vardı. Muhammed Cevâd’ın menkıbeleri ve kerâmetleri çoktur.
Sevenleri kerâmetlerini şöyle anlatır:
Bir arkadaşla sefere çıkacaktır. İmâm-ı Takî hazretlerine izin ve vedâ için gittiğimizde; “Bugün gitmeyin, yarın gidiniz” buyurdu. Dışarı çıktığımızda arkadaşım; “Benim işim acele, bugün mutlakâ gitmem lâzım.” diyerek yola çıktı. Daha sonra öğrendim ki, o arkadaşı gece konakladığı yerde sel basmış, suda boğulup ölmüş.
Vâli, İmâm-ı Takî hazretlerinin sevdiklerinden birini hapse attırmıştı. Vâliye mektup yazdım. Bu adamın suçsuz ve İmâm-ı Takî hazretlerinin sevdiklerinden olduğunu, isterse bunu oradan kurtarabileceğini belirterek, salıverilmesini istedim. Vâli de aynı mektubun arkasına; “O şahsı bizim elimizden kim kurtaracak ise kurtarsın” diye yazıp geri göndermiş. Mektubu alınca çok üzüldüm. Bu söz bana çok ağır geldi. Ertesi gün o şahsı ziyâret için hapishâneye gittiğimde Vâlinin adamlarında bir telaş olduğunu gördüm. Ne oldu, telâşınız nedir? diye sorduğumda; “Vâlinin hapsettiği kimse, bütün dikkatimize rağmen, bulunduğu odanın kapısı açılmadan ortadan kayboldu. Vâliye şimdi ne cevap vereceğiz diye telâşlıyız” dediler.
Şam’da hazret-i Hüseyin’in başının defnedildiği mescidin bahçesinde namaz kılarken ansızın önümde bir şahıs gördüm. O şahıs beni dışarı çıkardı. Bir müddet yürüdük. Kendimi Resûlullah’ın mescidinde buldum, o şahıs yine namaza durdu. Ben de namaza durdum. Namazdan sonra tekrar yolumuza devâm ettik. Biraz daha yürüdükten sonra bu defâ da kendimi Mekke’de buldum. Kâbe’yi tavaf ettik. Tavaftan sonra dışarı çıktık. O şahıs gözümden kayboldu. Bir anda ben de kendimi Şam’da ibâdet ettiğim mescitte buldum. Bu hâle çok şaşırdım. “Allahü teâlânın hakkı için söyle sen kimsin?” diye sordum. “Ben İmâm-ı Takî, Muhammed bin Ali’yim.” dedi.
Halîfe Me’mun yakınları ile ava çıkmıştı. Yanında avı yakalamak için kullanılan doğan kuşları da vardı. Avda önlerine çıkan göle, doğanın birini saldı. Doğan birden kayboldu. Epey zaman sonra havadan geldi. Pençesinde küçük bir balık vardı. Balık yarı canlı idi. Me’mun bu işe çok hayret etti. Balığı avcuna aldı. Sonra da bir kabın içine koydu. Bir müddet sonra avdan geri döndüler. Yolda gelirken İmâm-ı Takî hazretlerine rastladılar. Me’mun, ona; “Kaptaki ne?” diye sordu. İmâm-ı Takî hazretleri; “Allahü teâlâ denizde küçük bir balık yarattı. Senin doğan kuşların da onu yakaladı. Bunu da bana Resûlullah efendimizin sülâlesi haber verdi” dedi. Me’mun hayret etti. Biraz daha İmâm-ı Takî hazretlerinin yüzüne bakıp; “Sen gerçekten İmâm-ı Ali Rızânın oğlusun.” dedi. Ve ona ihsân ve ikrâmda bulundu.
İmâm-ı Takî hazretleri buyurdu ki:
Zulm ile amel eden, zâlime yardım eden, zulme râzı olan, bu zulme ortaktır. Zâlimin, adâletle geçen günü; mazlûma zulm ettiği günden daha ağır gelir.”
Câhiller çoğaldığı için, âlimler garîb oldu.
İmâm-ı Takî hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz buyurdular ki: “İstihâre eden kaybetmedi, istişâre eden pişmân olmadı.”
On beşinci yüzyılda Kuzey Afrika’da yetişmiş olan hadîs âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Süleymân’dır. Künyesi Ebû Abdullah olup Cezûlî diye meşhur olmuştur. Peygamber efendimizin torunu hazret-i Hasan’ın soyundan olup, şerîflerdendir. Fas’ın Sûs şehrinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
Muhammed Cezûlî bir müddet memleketinde tahsil gördükten sonra Fas şehrine giderek Saffârin Medresesinde tahsîline devâm etti. Tahsilini tamamladıktan sonra tekrar memleketine döndü. Fakat mensûb olduğu kabile ile komşu kabile arasında çıkan bir anlaşmazlık sebebiyle memleketinden ayrılıp Hicâz’a gitti. Orada uzun bir müddet kaldı. Mekke, Medîne ve Kudüs şehirlerini dolaşarak pek çok âlimin sohbetlerinde ve ilim meclislerinde bulundu. Bir müddet sonra tekrar memleketine döndü. Tit şehrinde bulunan Ebû Abdullah Muhammed’in sohbetlerine katılıp tasavvufta Şâziliyye yoluna girdi. On dört sene halvete(yalnızlığa) çekildi. Şâziliyye yolunda ilerledikten sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, talebe yetiştirmeye başladı. Pekçok kimse onun sohbetlerine katılıp talebesi oldu. Delâil-ul-Hayrât ve Şevâriku’l-Envâr (Hayırlara Deliller ve Parlayan Nurlar) adlı selevât-ı şerîfe kitabını yazdı. Başka eserler de yazan Muhammed Cezûlî 1465 (H. 870) senesi Rebîul-evel ayının on altısında zehirlenerek şehit edildi. Fas’ın Fugal bölgesinde yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Şehîd edilişinden yetmiş yedi sene sonra kabrinin bulunduğu yer küffar eline geçince, talebeleri tarafından kabri nakl edilmek üzere açıldı. Kabri açtıklarında bedeninin, nasıl defnedilmişse o halde olduğunu gördüler. Oradan mübârek bedenini alıp, Merrâkûş’a getirip defnettiler. Kabrinin üzerine de bir türbe yaptırdılar. Türbesi günümüzde ziyâret edilmektedir.
Muhammed Cezûlî hazretlerinin Delâil-ül-Hayrât ve Şevâriku’l-Envâr adlı salevat-ı şerîfe kitabını Kara Dâvud Muhammed bin Kemâl İzmitîTürkçeye tercüme ve şerh etmiştir. Muhammed Cezûlî’nin bu eserinden başka eserleri de vardır. Bunlardan bir tanesi Hizbül-Felâh ve Hizbü’s-Sübhan Eddâim’dir.
Araştırmacı, gazete yazarı. Eskiden Avusturya’da, şimdi Polonya’da olan Lwov şehrinde 1900 yılında doğdu. Tahsil hayâtından sonra gazeteciliğe başlayan Esad, çeşitli yerlerde muhabir ve muharrir olarak çalıştı. 22 yaşında iken bir gazete muhabiri olarak, Arap memleketlerini ziyâret etti. Gittiği yerlerdeki Müslümanlarla teması netîcesinde İslâm dînine hayrân olarak, onu kabul ettiğini söyledi. Bütün İslâm devletlerini bu arada Hindistan ve Afganistan’ı da ziyâret ederek, intibâlarını dünyânın en büyük gazetelerinden biri olan Frankfurter Zeitung’da neşretti. Bir müddet bu gazetenin neşriyât müdürlüğünde bulunan Esad, Pakistan bağımsızlığa kavuşunca oraya dâvet edildi. Pakistan’da dînî tedrisâtın kurulmasında yardımcı olarak bu ülkeye gitti. Daha sonra da Pakistan’ı temsil için Birleşmiş Milletler merkezine gönderildi. İslâm Yol Kavşağında, Mekke’ye Giden Yol adlı iki eseri vardır. Kendisi Müslüman oluşunu şöyle anlatır:
“Ben koyu bir katolik âileden gelmiştim. Çocukluk hayâtım boyunca bana Müslümanların dinsiz oludğu, şeytana taptığı telkin olunmuştu. Müslümanlarla temas edince, bu sözlerin doğru olmadığını görerek, İslâm dînini incelemeye karar verdim. Bu hususta yazılı birçok kitap edindim. Bunları dikkatle incelemeye başlayınca, bu dînin ne kadar temiz, ne kadar derin bir din olduğunu hayretle gördüm. Fakat kendileriyle temas ettiğim bâzı Müslümanların hareket tarzı, benim okuduğum Müslümanlık esaslarına uymuyordu. Müslümanlık, her şeyden evvel temizlik, açık kalplilik, kardeşlik, merhamet, doğruluk, acıma, sulh ve selâmet telkin ediyor ve biz Hıristiyanların inandığı “insanların dâimâ günahkar olduğu” akîdesini reddediyor, bunun aksine, “Hayatta, kimseye zarar vermemek ve günah işlememek şartıyla zekv alınız” diyordu. Halbuki, ben bu kâidelere uymayan pis ve yalancı Müslümanlara da rastladım. Bu işi daha ziyâde kurcalamak için tercübe maksadıyla kendimi bir Müslüman yerine koydum ve kitaplarda okuduğum esaslara ayak uydurarak, İslâm âlemini incelemeye başladım. Şunun farkına vardım ki, İslâm âleminin gittikçe bozulması, zayıflaması, âdetâ inhitâta (çökmeye) uğramasının en büyük sebebi Müslümanların dinlerine, gittikçe ilgisiz kalmalarıdır. Müslümanlar, tam Müslüman oldukları müddetçe, dâimâ yükselmişler, Müslümanlığı bırakmaya başlayınca, aşağılara düşmüşlerdir. Halbuki bir memleketin, bir milletin, bir kitlenin yükselmesi ve yücelmesi için ne lâzımsa, Müslümanlıkta mevcuttur. Bütün medeniyet esasları onda vardır. İslâm dîni, hem çok derin, hem de çok pratiktir. Koyduğu esaslar, tam mantıkî ve herkes tarafından anlaşılabilen, içinde tabiata uymayan tek bir unsur bile bulunmayan kâidelerdir. İçinde lüzumsuz hiçbir şey yoktur. Diğer din kitaplarında bulunan anlaşılmaz yerler, mugâlatalar (yanıltmacalar), mantığa sığmayan mistik hususlar, İslâm dîninde yoktur. Bu hususları ben bütün Müslümanlarla tartıştım ve onları; “Niçin bu güzel dîninize daha fazla bağlanmıyorsunuz, niçin ona iki elle sarılmıyorsunuz?” diye azarladım. Nihâyet 1926 senesinde Afganistan’da bir vâli ile bu hususlar üzerinde görüşürken, O bana; “Siz Müslüman olmuşsunuz da haberiniz yok. Zîrâ, ancak hakîkî bir Müslüman İslâmiyyeti sizin gibi müdâfaa eder.” dedi. Vâlinin bu sözü üzerine beynimde bir şimşek çaktı. Eve döndüğüm zaman derin derin düşünceye daldım ve kendi kendime; “Evet, ben artık Müslüman oldum.” dedim. Derhal “Kelime-i Şehâdet” getirdim. O târihten beri Müslümanım.”
Muhammed Esad doğru yolun büyük âlimlerini tanıyamadığı onların eserlerinden istifâde etmediği için Peygamber efendimiz ve O’nun şanlı Eshâbının yolundan ayrıldı. Zamânımızdaki mezhepsizler kendisini büyük âlim tanıtmak gayretindedirler.