MUHAMMED ALEYHİSSELÂM

Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu. Allahü teâlânın yarattığı varlıkların en şereflisi Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlânın resûlü, son peygamberidir. Allahü teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği hâlde, O’na “Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine yaratmıştır. Allahü teâlâ kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için çeşitli kavimlere zaman zaman peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinlere gönderdi. Bunun için Peygamberimize “Hâtem-ün-nebiyyîn” ve “Hâtem-ül-Enbiyâ” denilmiştir.

Her peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse hiçbir bakımdan O’nun üstünde değildir. Allahü teâlâ her şeyden önce Muhammed aleyhisselâmın nûrunu yarattı. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Câbir radıyallahü anh; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ her şeyden evvel neyi yaratmıştır, bana söyler misin?” deyince, Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel senin peygamberinin yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ’ (gökyüzü), ne arz (yeryüzü), ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.” Âdem aleyhisselâm yaratılınca Arş-ı a’lâda nûr ile yazılmış “Ahmed” ismini gördü. “Yâ Rabbi! Bu nûr nedir?” diye sorunca Allahü teâlâ; “Bu, ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed olan senin zürriyetinden bir peygamberin nûrûdur. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.” buyurdu. Âdem aleyhisselâm yaratılınca alnına Muhammed aleyhisselâmın nûru kondu ve o nûr onun alnında parlamaya başladı. Âdem aleyhisselâmdan îtibâren babadan oğula intikal ederek asıl sâhibi Muhammed aleyhisselâma ulaştı.

Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene evvel Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha karşı, Mekke’de doğdu. Târihçiler, bu günün Mîlâdi sene ile 571 senesinin nisan ayının yirmisine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (yetimlerin incisi) lâkâbı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in yanında kaldı. Dedesi de vefât edince, amcası Ebû Tâlib O’nu yanına aldı. Yirmi beş yaşındayken Hadîcet-ül Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü’l-Kâsım yâni Kâsım’ın babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında mîrac vukû buldu. 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Yirmi yedi defâ muhârebe yaptı. 632 (H. 11) senesinde rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında vefât etti.

Soyu:

Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âdem aleyhisselâmdan itibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek gelmiştir. Kur’ân-ı kerîmde Şu’ârâ sûresi 219. âyetinde meâlen; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.” buyrulmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini (Arabistan’da) seçti. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır.” buyurmuşlardır.

Yaratılan ilk insan olan Âdem aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için alnında O’nun nûru parlıyordu. Bu zerre hazret-i Havvâ’ya, ondan Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da, zerre ile birlikte alınlardan alınlara geçti. Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve ona salevât okurlardı. Yâni; “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed.” derlerdi. Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki: “Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et! Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti yerine getirip, en asîl, en kibâr kız ile evlendi. Nûr, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek sâhibine ulaştı. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabîle iki kola ayrılsa Muhammed aleyhisselâmın soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda onun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O’nun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek güzel ve nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında belli olur, içinde bulunduğu kabîle başka kabîlelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Âdem aleyhisselâmdan beri evlâttan evlâda geçerek gelen bu nûr İbrâhim’e ondan da oğlu İsmâil’e aleyhimüsselâm geçmiştir. Onun da alnında sabâh yıldızı gibi parlayan nûr, evlâdlarından Adnan’a, ondan Me’ad ondan Nizâr’a intikal etmiştir. Nizâr doğunca babası Me’ad, oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük ziyâfet vermiştir. “Böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şey.” dediği için de oğlunun adı Nizâr (az bir şey) kalmıştır. Bundan sonra da nûr sıra ile intikal ederek asıl sâhibi olan sevgili Peygamberimize ulaşmıştır.

Sevgili Peygamberimiz; “Ben, Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Mudrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’ad, Adnân oğlu Muhammed’im. Mensup olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben, câhiliyyet ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdem’den babama ve anneme gelinceye kadar, hep nikâhlı anne babadan geldim. Ben ana ve baba îtibâriyle en hayırlınızım.” Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Allahü teâlâ, İbrâhim oğullarından İsmâil’i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdülmuttalib oğullarını eçti. Abdülmuttalib oğullarından da beni seçti.” buyurdu.

Peygamberimiz Kureyş kabîlesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası Abdullah’dır. Abdullah’ın babası Abdülmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amr’dır. Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin hâkimi ve Arapların şeref îtibâriyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabîlesine mensuptu. Abdülmuttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûr yüzünden iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdülmuttalib ise, O’nu her yönüyle O’na denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine; güzellik, ahlâk ve neseb îtibâriyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdullah ile birkaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdülmuttalib, Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: “Ey amcam oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüyâ gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş, aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda dedemiz İbrahim’i gördüm. Bana; “Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Onu sen de kabûl et.” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.” Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden“Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Nihâyet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.

Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, hanımına intikal etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de bu yanlıştır. Regâib gecesi, Receb ayının ilk cumâ gecesidir. Muhammed aleyhisselâmın nûru ise hazret-i Âmine’ye Cemâzilahir ayında intikal etmiştir. Câhiliyye devrinde Arapların harbi haram saydıkları aylarda harp etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri yâni Cemâzilahir ayına o sene Recep demeleri sebebiyle halk içinde bu yanlışlık yayılmıştır. Gerçekte bunun dînen ve ilmen bir kıymeti yoktur. O halde Nübüvvet yâni peygamberlik nûrunun Âmine vâlidemize intikali, şimdiki Cemâzilahir ayındadır, Regâib gecesinde değildir. Âmine’nin Muhammed aleyhisselâma hâmile olduğu sırada Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olmuştu. Kureyş çok sıkıntı içinde idi. Muhammed aleyhisselâmın ana rahmine düşmesiyle birlikte, O’nun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabîlesinin bağ ve bahçelerine, mahsûllerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye “Senet-ül feth ve’l ibtihac” yâni sevinç ve bolluk yılı dediler. Âmine Hâtun Sevgili Peygamberimize hâmile iken kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medîne’ye geldiği sırada dayılarının yanında vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu (Bkz. Abdullah bin Abdülmuttalib). Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbas radıyallahü anh şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin babası Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler; “Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı.” dediler. Allahü teâlâ da; “O’nun koruyucusu ve yardımcısı benim.” buyurdu.”

Âmine Hâtun şöyle anlatmıştır: “Ben altı aylık hâmile iken, bir gece rüyâmda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: “Ey Âmine, bilmiş ol ki, sen âlemlerin en hayırlısı olan kimseye hâmile oldun. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açmayıp, gizli tut!” Başka bir rivâyette de; “İsmini Ahmed koy.” şeklinde bildirilmiştir.

Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil vak’ası meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâbe’yi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımıylaSan’a’da büyük bir kilise yaptırdı ve insanların burayı ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâbe’yi ziyâret etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç îtibar etmediler. Hattâ hakâret gözüyle baktılar. İçlerinden biri kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusunda önde yürütülen, zaferin kazanılmasında en büyük payı alacağı tahmin edilen Mahmud adında bir fil vardı. Ebrehe Kâbe’ye saldırmaya başlayınca bu fil yere çöktü ve Kâbe yönünde yürümedi. Yönü Yemen’e çevrilince koşarak geri dönüyordu. Böylece Mekke’ye yaklaşıp hücum etmek istediği halde hücum edemeyen Ebrehe ve ordusu üzerine Allahü teâlâ ebâbil (dağ kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebâbil kuşlarının herbiri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere, nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin ordusu üzerine bıraktılar. Taş isâbet eden her asker, ânında yere düşüp öldü. Ebrehe kaçmak istedi. Taşlardan ona da isâbet edip, kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Fil sûresinde bildirilmektedir. Böylece Kureyş kabîlesi doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Âdem aleyhisselâmdan îtibâren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş, doğması yaklaşınca da birçok haber ve müjdeler verilip alâmetler ortaya çıkmış, çeşitli hadiseler meydana gelmiştir.

Doğumu:

Muhammed aleyhisselâm Hicret’ten 53 sene evvel Rebîulevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Haşimoğulları mahallesinde, Safâ Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu gün, Mîlâdî 571 yılına ve Nisan ayının yirmisine rastlamaktadır. O gün henüz güneş doğmadan âlem nûr ile doldu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlâda intikal edegelen nûr asıl sâhibine ulaştı.

O’nun doğumunu annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada çok hâtun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onların biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. O’nu kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağripden meşrıka kadar her yerde gezdirin. Tâ ki cümle âlem onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed’i bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü...” Bundan başka birçok hâdiseye şâhit olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi.

Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. O’nu kundağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu...”

Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de Allah’a yalvarıp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere Muhammed ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini, övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koydu.

Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada ve doğduktan sonra pekçok hâdise meydana geldi.

Muhammed aleyhisselâmın dünyâya geldiği gece bir yıldız doğdu. Bunu gören Yahûdî bilginleri Muhammed aleyhisselâmın doğduğunu anladılar. Eshâb-ı kirâmdan Hassân bin Sâbit anlatır: “Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahûdînin biri, hey Yahûdîler! diye çığlık atarak koşuyordu. Yahûdîler ne var, ne yırtınıyorsun diyerek yanına toplanınca şöyle söyledi: “Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyâya geldi...”

Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece Kâbe’deki putlar yüz üstü yere yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşten bir cemâatin bir putu vardı. Yılda bir defâ onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanına vardıklarında onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı. Bu hal üç defâ tekrarlandı. Bunun üzerine etrâfına iyice destek verip diktikleri sırada şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu yer yüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalbleri titredi.” Bu hâdise tam Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceye rastlıyordu.

Medâyin şehrindeki İran Kisrâsının sarayının on dört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı yine kendilerinden bâzı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyaları tâbir ettirdiklerinde bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anladılar.

Yine o gece Mecûsîlerin yâni ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta olan kocaman ateş yığınları âniden söndü. Ateşin söndüğü târihi not ettiler. Kisrânın sarayından burçların yıkıldığı geceye isâbet ediyordu.

O zaman insanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü de yine o gece bir anda suyu çekilip, kuruyuverdi.

Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave Nehrinin vâdisi de, o gece, su ile dolup taşarak akmaya başladı.

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden îtibâren şeytan artık Kureyş kâhinlerine vukû bulacak hâdiselerden haber veremez oldu. Kehânet sona erdi...

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gece ve daha sonra o zamâna kadar görülmemiş bu hâdiselerden başka pekçok hâdise vukû buldu, bunların hepsi son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın dünyâyı teşrif ettiğine işâret olmuştur.

İsimleri ve Künyeleri:

Peygamber efendimizin en çok söylenilen ismi “Muhammed”dir. Bu isim, Kur’ân-ı kerîm’de Âl-i İmrân sûresi 144. âyette, Ahzab sûresi 40. âyette, Fetih sûresi 29. âyette ve Muhammed sûresi 22. âyetinde olmak üzere dört defâ geçmektedir. Saf sûresi 6. âyetinde ise Îsâ aleyhisselâmın ümmetine Ahmed ismiyle haber verdiği bildirilmektedir. Kur’ân-ı kerîm’de Muhammed ve Ahmed isminden başka, Resûl, Nebî, Şâhid, Beşîr, Nezîr, Mübeşşir, Münzîr, Dâ’i-i ilallah, Sirâcen Münîr, Raûf, Rahîm, Musaddık, Müzekkir, Müdessir, Abdullah, Kerîm, Hak, Mübîn, Nûr, Hâtemün-Nebiyyîn, Rahmet, Ni’met, Hâdi, Tâhâ, Yâsîn... diye anılmıştır. Bundan başka yine bâzıları Kur’ân-ı kerîm’de ve bâzıları da hadîs-i şerîflerde bir kısmı da daha önceki peygamberlere gönderilen mukaddes kitaplarda geçmiştir. Daha önceki peygamberlere indirilen kitaplarda geçen isimlerin çoğu, sıfat olup, mecâzen isim sayılan kelimelerdendir. Bunlardan bâzıları da şöyledir. Dahûk, Hamyata, Ahid, Paraklit, Mazmaz, Müşaffah, Münhamennâ, Muhtar, Rûhûl-Hak, Mukimüssünneh, Mukaddes, Hırz-ul-Ümmiyyîn, Mâlum... Peygamberimizin ismi İncîl’de “Ahmed” (Paraklit), Tevrât’ta ise “Münhamenna” olarak geçmiş olup, Süryanicede Muhammed ismi karşılığıdır. İncîl’de Peygamberimizin geleceği müjdelenip Paraklit kelimesiyle de ifâde edilmiştir ki, Ahmed ve Muhammed mânâsınadır. İncîl tahrif edilince bu kelimeler kasten değiştirilmiştir.

Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinde ise Mâhi, Hâşir, Âkıb, Mükaffi, Nebüyyür-rahme, Nebiyyüt-Tevbe, Nebüyy-ü Melâhim, Kattâl, Mütevekkil, Fâtih, Hâtem, Mustafa, Ümmî, Kusem (her hayrı kendinde toplayan) isimleri geçmektedir. Bir hadîs-i şerîfte Sevgili Peygamberimiz; “Bana mahsus beş isim vardır: “Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im, ben Mâhi’yim ki, Allah benimle küfrü yok eder. Ben, Hâşir’im ki halk, kıyâmet günü benim izimce haşrolunacaktır. Ben, Âkıb’ım ki benden sonra peygamber yoktur.” buyurdu.

Peygamberimizin hazret-i Hadîce’den doğan ve küçük yaşta vefât eden oğlu Kâsım’dan dolayı kendisine Ebü’l-Kâsım künyesi verilmiştir. Yine peygamberliğinden önce O’ndaki doğruluk, îtimâd, emîn, güvenilir olması gibi sayılamayacak kadar üstün meziyetlerden dolayı Kureyş kabîlesi ona “El-Emîn” ismini vermiştir.

Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Gerçekten Allah ve melekleri, Peygambere salât ederler. Ey îmân edenler! Siz de O’na salât edin(Allahümme salli alâ Muhammed, deyin) ve gönülden teslim olun.” (Ahzâb sûresi: 56) buyrulmaktadır.

Resûl-i ekrem efendimizin ismini söyleyince, işitince, yazarken ve okurken O’na salevât getirmek hürmete ve sevap kazanmaya sebep olmaktadır. Salevât getirmek; “Aleyhisselâm”, “Sallallahü aleyhi ve sellem”, “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed”, “Esselâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah”, “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, Kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhim, inneke hamidün mecîd”, “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn”, “Aleyhisselâtü vesselâmü vettehıyye”, “Aleyhi ve alâ cemî’i minessalevâti etemmühâ ve minnettehiyyâti eymenühâ” gibi duâları söylemekle olur. Bunlardan başka salevât getirmek için okunacak duâlar “Delâil-i Hayrât” ve “Câliyet-ül Ekdâr” kitaplarında geniş olarak bildirilmektedir.

Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:

Vefâtımdan sonra, kim bana salâtü selâm gönderirse, Cebrâil (aleyhisselâm) bana der ki: “Yâ Resûlallah! Ümmetinden falan kimsenin sana selâmı var! Cevap olarak derim ki: “Benden de ona selâm olsun! Allahü teâlânın rahmet ve bereketi onun üzerine olsun!

Cebrâil (aleyhisselâm) gelip; “Zelîl olsun, yanında hazret-i Nebiyyi ekremin ism-i şerîfi söylendiğinde salevât getirmeyen, zelîl olsun!” dedi. Ben de; “amin.” dedim.

Bir kimse yazdığı bir şeyde, bana da salevât yazarsa, benim ismim o kitapta (yazılan yerde) kaldığı müddetçe, melekler onun için istiğfâr ederler. (İstiğfâr, günahların bağışlanmasını Allahü teâlâdan istemektir.)

Yer yüzünde dolaşan (seyâhat eden) melekler, ümmetimin selâmını bana tebliğ ederler.

Ümmetimin salevâtı bana hediyedir. Benim ümmetime hediyem, kıyâmet günü onlara şefâatimdir.

Çocukluğu:

Sevgili Peygamberimiz doğduktan sonra dokuz gün kadar annesi Âmine Hâtun tarafından emzirildi. Sonra Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hâtun onu günlerce emzirdi. O zaman Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri âdetti.

Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslim edince de çok ücret ve hediyeler alırlardı.

Peygamberimizin doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabilesinden bir çok süt anne Mekke’ye gelip herbiri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Benî Sa’d kabilesi Mekke civârındaki kabileler arasında şerefte, cömertlikte mertlik ve tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta meşhur olduğundan Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri çocuklarını, daha çok, bu kabîleye vermek isterlerdi. O sene Benî Sa’d kabîlesinin yurdunda şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olduğundan ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını gidermek üzere, her senekinden daha çok süt annesi Mekke’ye gelmişti. Bilhassa zengin âilelerin çocuklarını alıyorlardı. Gelen kadınların herbiri birer çocuk almışlardı. Peygamber efendimiz yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, henüz O’na tâlib olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, hilmi (yumuşaklığı), hayâsı ve yüksek ahlâkıyla tanınmış Halîme Hâtun da vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için Mekke’ye ötekilerden geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin âilelerin çocuklarının alınmış olduğunu görmüşler, eli boş dönmemek için bir çocuk aramaya başlamışlardı. Nihâyet görünüşü ile hürmet celbeden, sîması çok sevimli bir zat ile karşılaştılar. Bu, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere anlaştılar. Abdülmuttalib, Halîme Hâtunu Âmine’nin evine götürdü. Halîme Hâtun şöyle anlatır: “Çocuğun baş ucuna vardığımda O’nu, yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyur gördüm. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda O’na öylesine ısındım ki uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüne koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim, emmeye başladı. Sol mememi verdim, emmedi. Abdülmuttalib bana dedi ki: “Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nîmete kavuşan olmadı.” Âmine Hâtun da bana çocuğunu verdikten sonra şöyle dedi. “Ey Halîme, üç gün evvel bir nidâ işittim ki: “Senin oğluna süt verecek kadın Benî Sa’d kabîlesinden Ebû Züeyb soyundandır.” diyordu.” Ben de dedim ki; “Ben, Benî Sa’d kabîlesindenim ve babamın künyesi Ebû Züeyb’dir.”

Halîme Hâtun yine şöyle anlatmıştır: “Âmine Hâtun bana daha nice vakaları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Ey Halîme! Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyâyı kimseye anlatma, gizle!” denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gâibden; “Sana müjdeler olsun ey Halîme, o parlak nûru emzirmek sana nasip olacak” diye seslenilirdi.” Halîme Hâtun şâhit olduğu daha nice hâdiseleri anlatmıştır.

Halime Hâtun der ki: “Muhammed’i alıp Âmine’nin evinden ayrıldım. Kocamın yanına gelince kocam O’nun yüzüne bakıp kendinden geçti: “Ey Halîme! Bugüne kadar böyle güzel yüz görmedim” dedi. O’nu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de; “Ey Halîme, bilmiş ol ki, sen çok mübârek bir çocuk almışsın.” dedi. Ben de; “Vallahi, ben de zâten böyle dilerdim” dedim.”

Halîme Hâtun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı alıp Mekke’den ayrıldıkları andan îtibâren O’nun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kâfile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar.

Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duâsına giderken O’nu yanlarında götürüp duâ ederek O’nun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular.

Sevgili Peygamberimiz süt annesi Halîme Hâtunun sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da süt kardeşine bırakırdı. İki aylıkken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylıkken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylıkken yürüdü, altı aylıkken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylıkken her tarafa gider oldu. Sekiz aylıkken anlaşılacak şekilde, dokuz aylıkken gâyet açık konuşmaya başladı. On aylıkken ok atmaya başladı. Halîme Hâtun şöyle anlatmıştır: “İlk konuşmaya başladığında, “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemîn.” dedi. O günden sonra “Bismillâh” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey yemezdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara “Biz, bunun için yaratılmadık.” derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut dâimâ birlikte hareket eder ve O’nu gölgelerdi. Bir gün Halîme Hâtun farkında olmadan süt kardeşi Şeymâ ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Halîme Hâtun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu. Şeymâ’ya, “Niçin sıcakta dışarı çıktınız?” dedi. Şeymâ; “Anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut O’nu dâimâ gölgeliyor.” dedi.

Yine bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip; “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Halîme Hâtun ile kocası Hâris, süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki rengi değişmiş, semâya bakıyor ve tebessüm ediyor.“Sana ne oldu yavrucuğum?” diye sorduklarında şöyle anlattı: “Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular.” dedi. Bu hâdiseye “Şakk-ı sadr” (göğsünün yarılması) denir. Bu, Kur’ân-ı kerîm’de İnşirah sûresi ilk âyetinde bildirilmektedir.

Muhammed aleyhisselâma peygamberlik verildikten sonra Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; “Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz?” deyince; “Ben ceddim İbrahim’in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rüyâsıyım. O bana hâmileyken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü. Ben Sa’d bin Bekr oğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.” buyurdu.

Halîme Hâtun, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdülmuttalib, Halîme Hâtuna çok büyük hediyeler verip ihsânda bulundu. Halîme Hâtun O’nu Mekke’ye bırakınca; “Sanki canım ve gönlüm de O’nunla birlikte kaldı.” demiştir. (Bkz. Halîme Hâtun)

Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi, Ümmü Eymen adındaki câriye (hizmetçi) ile birlikte akrabâlarını ve babası Abdullah’ın mezârını ziyâret için Medîne’ye gittiler. Medîne’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Benî Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Sırtındaki nübüvvet mührünü ve diğer bâzı alâmetlerini gören Yahûdî âlimlerinden bir kısmı; “Bu çocuk âhir zaman Peygamberi olacak!” demişlerdir. Onların bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu Âmine’ye haber verince Âmine Hâtun O’na bir zarar gelmesinden çekinerek, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde hazret-i Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:

Eskir yeni olan, ölür yaşayan,

Tükenir çok olan, var mı genç kalan.

 

Ben de öleceğim tek farkım şudur:

Seni ben doğurdum şerefim budur.

 

Geride bıraktım hayırlı evlad,

Gözümü kapadım, içim pek rahat.

 

Benim nâmım kalır dâim dillerde,

Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.

Biraz sonra vefât etti. Orada defnedildi (Bkz. Âmine). Ümmü Eymen, Muhammed aleyhisselâmı Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalib’in yanına bıraktı. (Bkz. Ümmü Eymen)

Muhammed aleyhisselâmın babası ve annesi İbrâhim aleyhisselâmın dîninde idi. Yâni mümin idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm peygamber olduktan sonra da O’nun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehâdeti işittiklerini ve söylediklerini, böylece O’nun ümmetinden olduklarını bildirmişlerdir.

Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdülmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idâre eden bir zât olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömertti. Fakirleri doyurur, hattâ aç, susuz kalan hayvanlara bile su ve yiyecek verirdi. Allah’a ve âhirete inanan, kötülüklerden sakınan, câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zâttı. Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misâfirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira Dağında inzivâya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat sahibi olan Abdülmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. O’na büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâbe’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde O’nunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere; “Bırakın oğlumu, O’nun şânı yücedir!” derdi. Sevgili Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymen’e, O’na iyi bakmasını önemle tembih eder; “Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak, diyorlar.” derdi. Ümmü Eymen demiştir ki: “O’nun çocukluğunda açlıktan ve susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde; “İstemem, tokum.” derdi.“Abdülmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, O’ndan başkasının yanına girmesine müsâade etmezdi. O’nu dâimâ öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır, dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun hakkında nice rüyâlar görüp birçok hâdiseye şâhit oldu. Bir defâsında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalib, gördüğü bir rüyâ üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutup Ebû Kubeys Dağına çıktı ve; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.” diyerek duâ etti. Duâsı kabul olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şâirler bu hâdiseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir.

Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’nin yanında otururken, Necranlı bir râhip yanına gelip onunla konuşmaya başladı. Bir ara; “Biz İsmâiloğullarından en son gelecek olan peygamberin sıfatlarını kitaplarda buldu. Burası (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymağa başladığı sırada, Peygamberimiz yanlarına geldi. Necranlı râhip, O’nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla; “İşte, O budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalib; “Oğlumdur!” deyince, Necranlı râhip; “Kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması lazım!” dedi. Abdülmuttalib; “O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hâmile iken ölmüştü” deyince, râhip; “Şimdi doğru söyledin.” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib oğullarına; “Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!” dedi.

Abdülmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin” diye sordu, Resûl-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebû Tâlib’in kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de O’nu oğlu Ebû Talib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefât etti.

Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun himâyesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdülmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zât idi. O da Peygamberimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyuyamaz, bir yere gitmez ve; “Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!” derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce O’nun başlamasını isterdi. Bâzan da ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünden nur saçıldığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu ve âilesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhisselâmı himâyesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vukû bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu Kâbe’nin yanına götürüp duâ etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.

Ebû Tâlib bir defâsında Şam’a ticâret için giderken Muhammed aleyhisselâmı da dokuz veya on iki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hıristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râhip vardı. Önceden Yahûdî âlimlerindenken sonradan Hıristiyan olan bu bilgili râhibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şey ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defâlarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmeyen ve her sabah manastırın damına çıkıp kâfilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey bekleyen râhib Bahîra’ya bu defa bir hâl olmuş ve heycanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiği ve onların yanına oturduğu ağacın üstünde durduğunu görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekte idi. Kervan konunca Muhammed aleyhisselâmın altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini görerek iyice heyecanlanan râhip, hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de dâvetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeğe dâvet etti. Kervanda bulunanlar Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözcü olarak bırakıp râhip Bahîra’nın yanına gittiler. Ona defâlarca buradan gelip geçtikleri hâlde şimdiye kadar kendilerini dâvet etmeyip de bugün dâvet etmesinin sebebini sorarlarken, Bahîra gelenlere dikkatle bakıp; “Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?” diye sordu. “Evet, bir kişi var.” dediler. Râhip Bahîra ısrarla, O’nun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle O’na bakmaya, incelemeye başlayan Bahîra, yemekten sonra hallerine, işlerine dâir birçok soru sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsinin, âhir zamanda gelecek peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührüne baktı ve Ebû Tâlib’e; “Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Ebû Tâlib; “Oğlum” deyince Bahîra; “Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.” dedi. Bu sefer Ebû Tâlib; “O benim kardeşimin oğludur.” dedi. “Babası ne oldu?” deyince de, O’nun doğumuna yakın öldüğü cevâbını alan Bahîra; “Doğru söyledin, annesi ne oldu?” dedi. Ebû Tâlib; “O da öldü.” deyince yine; “Doğru söyledin.” dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi: “Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. O’nu, hasetçi Yahûdîlerden koru! Vallahi Yahûdîler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi fark ederlerse, O’na bir zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük bir hâl ve şan vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacaktır. Getireceği din bütün yeryüzüne yayılsa gerektir. Sakın bu çocuğu Şam’a götürme, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve misak olmuştur.”

Ebû Tâlib “Mîsak nedir?” diye sorunca, Bahîra; “Allahü teâlâ bütün peygamberlerden ve en son da Îsâ aleyhisselâmdan ümmetlerine âhir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır.” dedi. Ebû Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti ve mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebû Tâlib, Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed aleyhisselâmı daha da çok sevip ömrü boyunca O’nu korudu ve her işinde O’na yardımcı oldu. Her hâliyle fazîletler ve güzellikler sâhibi müstesnâ bir insan olarak büyüyen Muhammed aleyhisselâm, on yedi yaşına ulaştığı sırada Yemen’e ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice hârikulade (olağanüstü) halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde O’nun bu halleri anlatıldı ve Kureyş kabîlesi arasında; “Bunun şânı pek yüce olacak” diye söylenmeye başlandı.

Gençliği:

Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, daha gençliğinde Mekke halkı arasında, diğerlerinden farklı olarak, çok sevilmiştir. Güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sâkinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün halleri, insanlar arasında fevkalâde farklılığı ile herkes O’na hayran olmuştur. Mekke halkı, O’nda gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı da O’na El-Emîn (her zaman kendisine güvenilen) dediler ve gençliğinde bu isimle meşhur oldu.

Peygamberimizin gençliği sırasında, Araplar koyu bir câhiliyyet devri yaşamakta olup, aralarında puta tapmak, içki, kumar, zinâ, fâiz ve daha birçok çirkin iş yaygınlaşmıştı. Muhammed aleyhisselâm onların bu bozuk hallerinden son derece nefret eder, her kötülüklerinden dâimâ uzak dururdu. Bütün Mekke halkı O’nun bu hâlini bilirler ve hayret ederlerdi. Daha çocukluğunda O’nunla birlikte Kâbe’yi tavâf eden dedesi Abdülmuttalib ve amcası Ebû Tâlib, O’nun putlardan nefret ettiğini iyi bildikleri için tavâf sırasında O’nu Kâbe’nin çevresindeki putlara yaklaştırmazlar ve bozuk işlerin yapıldığı mahallerden uzak tutarlardı. Nitekim amcası Ebû Tâlib ile ticâret için Şam’a gitmek üzere yola çıkıp Busra denilen yerde konakladıklarında, kendisinde peygamberlik alâmetleri görerek Lât ve Uzzâ putları adına yemin verip, bâzı şeyler soran râhip Bahîra’ya; “Bana Lât ve Uzzâ adına yemin vererek bir şey sorma! Vallahi, ben, o putlardan duyduğum nefreti hiçbir şeyden duymam.” demiştir. Putlardan şiddetle nefret ettiği için aslâ yanlarına yaklaşmazdı.

Çocukluğunda ve gençliğinde kendine âit koyunları güder geçimini böyle sağlardı. Bir taraftan da çok bozulmuş olan cemiyetten bu münâsebetle uzak dururdu. Bir defâsında Eshâb-ı kirâma; “Koyun gütmeyen hiçbir peygamber yoktur.” buyurmuştur. “Yâ Resûlallah, sen de güttün mü?” denince; “Evet ben de güttüm.” buyurdu.

Muhammed aleyhisselâm yirmi yaşlarında bulunduğu sıralarda Mekke’de âsâyiş tamâmen bozularak zulüm son derece yaygınlaşıp mal, can ve nâmus emniyeti kalmamıştı. Mekke’nin yerli halkından fakir olanların yanında ticâret için ve Kâbe’yi ziyâret maksadıyla gelen yabancılar da haksızlığa ve zulme uğruyorlar, haklarını almak için mürâcaat edecek bir merci bulamıyorlardı. Bu sırada ticâret maksadıyla Mekke’ye gelen Yemenli bir tüccarın malları, Âs bin Vâil adında bir Mekkeli tarafından zorla elinden alınıp gasb edilmişti. Bu hâdise üzerine Yemenli, Ebû Kubeys Dağına çıkıp feryâd ederek hakkının alınması için kabîlelerden yardım istedi. Artık zulmün had safhaya ulaştığını dile getiren bu tip hâdiseler üzerine Hâşim ve Zühre oğulları ve diğer kabîlelerin ileri gelenleri Abdullah bin Cedân’ın evinde toplandılar. Yerli yabancı hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasına, zulme mâni olmaya ve haksızlığa uğrayanların haklarını almaya karar verdiler. Bu maksatla bir de adâlet cemiyeti kurdular. Muhammed aleyhisselâmın genç yaşta katıldığı ve kuruluşunda çok tesirli olduğu bu cemiyete, daha önceden Fadl adındaki iki kişi ile Fudayl adında biri tarafından kurulup zamanla unutulan böyle bir cemiyeti de hatırlatmak bakımından, Fâdılların yemini mânâsında Hilf-ul Fudûl Cemiyeti denildi. Bu cemiyet, zulmü önleyip Mekke’de bozulan âsâyişi yeniden kurdu. Tesiri uzun müddet devâm etti. Muhammed aleyhisselâm kendisine peygamberlik verildikten sonra bu olayı Eshâb-ı kirâma anlatıp: “Abdullah bin Cedân’ın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o yeminleşme kırmızı tüylü develere (servete) sâhip olmaktan daha sevimlidir. Şimdi de böyle bir meclise çağrılsam icâbet ederim.” buyurdu.

Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşarak geçimlerini sağlarlardı. Muhammed aleyhisselâmın amcası Ebû Tâlib de ticâretle uğraşıyordu. Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşında bulunduğu sıralarda Mekke’de geçim sıkıntısının iyice artması üzerine Mekkeliler Şam’a gitmek üzere büyük bir ticâret kervanı hazırlamıştı. Ebû Tâlib yeğeni Muhammed aleyhisselâma bu kervana katılmasını tavsiye etti. Amcası Ebû Tâlib’in bu tavsiyesi üzerine Mekke’de üstün ahlâkı ve meziyetleriyle tanınan ve Tâhire (çok temiz) lakabıyla anılan hazret-i Hadîce’nin mallarını götürüp satmak üzere bu ticâret kâfilesine katıldı. Bu işe büyük bir memnuniyet gösteren hazret-i Hadîce kölesi Meysere’yi de O’nun yanına yardımcı olarak vermişti. Bu sefer sırasında bir bulut devamlı üzerinde dolaşarak Muhammed aleyhisselâmı gölgeledi. Kuş şekline giren iki melek sefer bitinceye kadar O’nunla birlikte hareket etti. Yolda yürüyemeyecek derecede yorulup kervandan geri kalan iki deve Muhammed aleyhisselâmın ayaklarını eliyle sığamasından sonra, birden süratlenerek yola devâm ettiler. Üç ay süren bu sefer boyunca Muhammed aleyhisselâmın daha nice hârikulâde hallerine şâhit olan kervandakiler, O’nu son derece sevip şânının çok yüce olacağını anlamışlardı. Busra denilen yere vardıklarında, daha önce amcası Ebû Tâlib’le ticâret için geldiklerinde konakladıkları manastırın yakınında bir yerde bu seferde de konakladılar. Gördüğü birçok alâmetten O’nun son peygamber olacağını anlayıp söyleyen râhip Bahîra ölmüş, O’nun yerine Nastura adında başka bir râhip geçmişti. Manastırın yakınına gelip konan Kureyş kervanını seyreden râhip Nastura manastırın yakınında bulunan kuru ağacın altına birinin oturmasıyla birlikte yeşermesini görerek koşup geldi. Bir elinde bulunan sahifede yazılı olanlara, bir de Muhammed aleyhisselâmın yüzüne bakıyor, baktıkça da hayrete düşüyordu. Nastura bildiği, duyduğu ve okuduğu alâmetleri aynen görüp, Muhammed aleyhisselâmı göstererek; “Îsâ aleyhisselâma İncîl’i indiren Allah hakkı için bu zât son peygamber olacaktır. Ne olaydı ben O’nun peygamber gönderilerek emrolunduğu zamâna ulaşsaydım!” dedi. Muhammed aleyhisselâm Busra pazarında Hadîce Hâtunun mallarını satarken de O’nunla pazarlık yapan bir Yahûdî inanmadığı için; “Lât ve Uzzâya(iki put ismi) yemin et ki inanayım.” deyince Muhammed aleyhisselâmın; “Ben o putlar adına aslâ yemin etmem! Onların yanından geçerken yüzümü başka tarafa çevirerek geçerim.” demişti. O’ndaki diğer alâmetleri de gören Yahûdî; “Söz senin sözündür. Vallahi bu zât peygamber olacak bir kimsedir ki, âlimlerimiz kitaplarda bunun vasfını bulmuşlardır.” diyerek hayranlığını açıklamıştı.

Kureyş kervanı ticâretini tamamlayıp Mekke’ye dönünce, kervanda bulunan Hadîce Hâtunun kölesi Meysere Muhammed aleyhisselâm hakkında işittiklerini ve gördüklerini Hadîce Hâtuna bir bir anlattı. Hadîce Hâtun mallarını satmak üzere teslim ettiği Muhammed aleyhisselâmın iyi kâr getirdiğini görerek çok memnun olmuştu. Fakat o bundan ziyâde kervanı karşıladığı sırada Muhammed aleyhisselâmı gölgeleyen iki meleği görmesi ve sefer sırasında vukû bulan hârikulâde hallerin, kölesi Meysere tarafından teker teker anlatılması üzerine hemen amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e gitti. Varaka bin Nevfel putlara tapmayan, okumuş ve çok bilgili, yaşlı bir Hıristiyandı. Daha önceden rüyâsında; gökten ayın inerek koynuna girip, koltuğundan çıktığını ve bütün âlemi aydınlattığını anlatan Hadîce Hâtuna Varaka bin Nevfel; “Âhir zaman peygamberi vücûda gelmiştir. Sen O’nun hanımı olursun. Senin zamânında O’na vahiy gelir. O’nun dîni bütün âlemi doldurur. Sen O’na en önce îmân eden olursun. O peygamber Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan olacak...” demişti. Hadîce Hâtun bu defâ kölesi Meysere’nin anlattıklarını Varaka bin Nevfel’e söyleyince, hayrete düşüp; “Bu söylediklerinden anlaşılıyor ki, şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberi olacak. Ben zâten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve O’nu bekliyordum. Bu zaman O’nun tam zamandır.” dedi. Böylece hazret-i Hadîce’nin sevgisi ve îtimâdı daha da arttı.

Muhammed aleyhisselâm 12 yaşındayken amcası Ebû Tâlib ile ticâret için Busra’ya kadar, 17 yaşındayken amcası Zübeyr ile Yemen’e ve 25 yaşındayken hazret-i Hadîce’nin mallarını satmak üzere Şam’a olmak üzere üç defâ seyâhate çıktı. Bunların dışında hiçbir yere seyahat yapmadı.

Evlenmesi:

Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşındayken ilk olarak hazret-i Hadîce ile evlendi. Hazret-i Hadîce, Kureyş kabîlesinin Esedoğulları kolundan kırk yaşında ve dul bir hanım idi. Fakat, malı, cemâli, aklı, ilmi, şerefi, nesebi, iffet ve edebi pek fazla idi. Yüksek ahlâkı ve üstün vasıfları sebebiyle Kureyş arasında “Tâhire” (çok temiz) İslâmiyet geldikten sonra da “Hadîce-tül-Kübra” ismiyle meşhur olmuştu. Hadîce Hâtun mallarını Şam tarafına götürüp Busra’da satan Muhammed aleyhisselâmı; adâleti, üstün ahlâkı ve hakkında duyup şâhit olduğu hadiseler sebebiyle son derece takdir etti. Bu hâdiseden kısa bir süre sonra, yakınlarının da kabul etmesiyle evlenmeleri kararlaştırıldı. Nikâh meclisi hazret-i Hadîce’nin evinde kuruldu. Ebu Tâlib ve Varaka bin Nevfel tarafından takdim konuşmaları yapıldı. Nikâhı Varaka bin Nevfel kıydı. Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri de nikâh şâhidi olarak bulundular. Zamânının emsalsiz bir kadını olan Hadîce vâlidemiz evlilik hayâtı boyunca Muhammed aleyhisselâma dâimâ hizmet edip yardımcısı oldu. Muhammed aleyhisselâmın bu evliliği, onun vefâtına kadar on beş senesi peygamberlikten önce onu da Peygamberlikten sonra olmak üzere yirmi beş sene sürdü. Muhammed aleyhisselâm, ilk zevcesi hazret-i Hadîce hayattayken başkası ile evlenmedi. Muhammed aleyhisselâmın hazret-i Hadîce’den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere Kâsım, Zeyneb, Rukayye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib) adlarında altı çocuğu oldu. Peygamberliği sırasında evlendiği hazret-i Mâriye’den de İbrâhim adlı oğlu olmuştu. Diğer zevcelerinden çocuğu olmadı. Zeyneb, kızlarının en büyüğü idi. En küçük kızı Fâtımâ babasının en sevgilisiydi. Hazret-i Fâtımâ Peygamber efendimiz kırk yaşındayken doğdu. Erkek evlatları küçük yaşta vefât ettikleri gibi hazret-i Fâtımâ’dan başka bütün kızları da O’ndan önce vefât ettiler. Hazret-i Fâtımâ da Muhammed aleyhisselâmdan altı ay sonra vefat etti. Hazret-i Ali ile evlenmişti. Muhammed aleyhisselâmın soyu hazret-i Fâtımâ evlâdı, hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin ile devâm etti.

Resûl-i ekrem efendimiz ikinci defâ olarak, elli beş yaşında iken, Ebû Bekr’in (radıyallahü anh) kızı Âişe radıyallahü anhâ ile evlendi. Bunu, Hadîce-tül-Kübrâ’nın vefâtından bir yıl sonra, Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişti. Ölünceye kadar, sekiz sene onunla yaşadı.

Diğerlerini, hep hazret-i Âişe’den sonra, dînî, siyâsî sebeplerle veya merhamet ve ihsân ederek Allahü teâlânın izniyle nikâh etti. Bunların hepsi dul olup, çoğu yaşlı idi. Meselâ, Mekke’deki kâfirlerin, Müslümanlara eziyet ve zararları dayanılamayacak bir dereceye gelince Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişti. Habeş Pâdişâhı Necâşi Hıristiyan idi. Müslümanlara çeşitli sorular sorup, aldığı cevaplara hayran kalarak îmâna geldi. Müslümanlara çok iyilik yaptı. Îmânı zayıf olan Ubeydullah bin Cahş, fakirlikten kurtulmak için, papazlara aldanıp mürted olmuş, dînini dünyâya değişmişti. Resûlullah efendimizin halasının oğlu olan bu mel’un, karısı Ümmü Habîbe’yi de (radıyallahü anhâ) dinden çıkıp zengin olmaya cebr ve teşvik etti ise de, o, fakirliğe ve ölüme râzı olacağını fakat Muhammed aleyhisselâmın dîninden çıkmayacağını söyleyince, bunu boşadı. Sürünerek, sefâletten ölmesini bekliyordu. Fakat, az zamanda kendi öldü. Ümmü Habîbe, Kureyş’in (Mekke’nin) o zamanki başkumandanı Ebû Süfyân’ın kızı idi. Peygamber efendimiz o zamanlarda, Kureyş orduları ile, çok çetin muhârebelerde bulunuyordu ve Ebû Süfyân, İslâmiyeti yok etmek için son gayretiyle çarpışıyordu. Peygamber efendimiz ÜmmüHabîbe’nin dîninin kuvvetini ve başına gelen bu acı hâli işitti. Necâşi’ye mektup yazıp; “Oradaki Ümmü Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra kendisini buraya gönder!”şeklinde talepte bulundu. Necâşî daha önce Müslüman olmuştu. Mektuba çok hürmet edip, oradaki Müslümanları sarayına dâvet ederek, ziyâfet verdi. Hicretin yedinci yılında nikâh yapılıp, hediye ve ihsanlarda bulundu. Bu sûretle, Ümmü Habîbe, îmânının mükâfâtına kavuşarak, orada zengin ve râhat oldu. Onun sâyesinde, oradaki Müslümanlar da rahat etti. Cennet’te, kadınlar kocalarının yanında bulunacakları için, Cennet’in en yüksek derecesiyle müjdelenmiş oldu ki, dünyânın bütün zevk ve nîmetleri, bu müjde yanında pek küçük kalır. Bu nikâh, Ebû Süfyân’ın ilerde Müslüman olmakla şereflenmesini hazırlayan sebeplerden biri oldu. Görülüyor ki, bu nikâh, kâfirlerin iftirâlarının ne kadar yanlış ve çürük olduğunu bildirdiği gibi, Resûlullah’ın aklının, zekâsının, dehâsının, ihsânının ve merhametinin derecesini de göstermektedir.

İkinci misal; hazret-i Ömer’in kızı Hafsa radıyallahü anhâ dul kalmıştı. Hicretin üçüncü yılında; Ömer radıyallahü anh, Ebû Bekire ve Osman’a (radıyallahü anhümâ) kızımı alır mısın dedikte, düşüneyim, demişlerdi. Bir gün, Resûlullah efendimiz, her üçü ve başkaları yanında iken; “Yâ Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?” diye sordu. Bir şişedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah efendimiz de, herkesin düşüncesini, bir bakışta anlardı. Lüzum görürse sorardı. O’na, hattâ herkese doğru söylememiz farz olduğundan hazret-i Ömer de; “Yâ Resûlallah, kızımı Ebû Bekr’e ve Osman’a teklif ettim, almadılar.” cevâbını verdi. Resûlullah efendimiz en çok sevdiği üç eshâbının üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için, hemen buyurdu ki: “Yâ Ömer! Kızını, Ebû Bekr’den ve Osman’dan daha iyi birisine versem ister misin?” Hazret-i Ömer şaşırdı. Çünkü, Ebû Bekr’den ve Osman’dan daha yüksek ve daha iyi kimse olmadığını biliyordu. “Evet, yâ Resûlallah!” dedi. “Yâ Ömer, kızını bana ver!” buyurdu. Bu sûretle, Hafsa radıyallahü anhâ, Ebû Bekr’in ve Osman’ın ve bütün müminlerin anneleri oldu ve bunlar, ona hizmetçi oldu ve Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân radıyallahü anhüm birbirlerine daha yakın ve daha sevgili oldular.

Üçüncü bir misal, hicretin beş veya altıncı senesinde, Benî Mustalak kabîlesinden alınan yüzlerce esir arasındaki Cüveyriye radıyallahü anhâ kabîlenin reisi olan Hâris’in kızı idi. Bunu satın alıp âzâd ederek, kendilerine nikâh edince, Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) hepsi, biz, Resûlullah’ın âilesinin, annemizin akrabâsını câriye ve hizmetçi olarak kullanmaktan hayâ ederiz dedi. Hepsi, esirlerini âzâd etti. Bu nikâh, yüzlerce esirin âzâd olmasına yol açtı. Cüveyriyye radıyallahü anhâ bu hâli her zaman söyleyerek öğünürdü. Âişe radıyallahü anhâ Cüveyriyye’den daha hayırlı, daha bereketli bir kadın görmedim.” derdi. (Bkz. Cüveyriyye)

Resûlullah efendimizin çok evlenmesinin mühim bir sebebi de, şeriati yâni İslâm dîninin emir ve yasaklarını bildirmek içindi. Hicab âyeti gelmeden, yâni kadınların örtünmeleri emrolunmadan önce, kadınlar da Resûlullah efendimize gelip, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. Resûlullah efendimiz birinin evine gitse, kadınlar da gelir, oturur, dinler, istifâde ederlerdi. Hicâb âyeti gelip, kadınların yabancı erkeklerle oturmaları, konuşmaları yasak edilince, yabancı kadınları kabul etmedi, onların bilmediklerini, mübârek zevcesi hazret-i Âişe’den sorup öğrenmelerini emir eyledi. Gelip soranların çokluğundan, hazret-i Âişe, hepsine cevap yetiştirmeğe vakit bulamıyordu. Bu mühim hizmeti kolaylaştırmak ve onun yükünü hafifletmek için lâzım olduğu kadar hanımı nikâh etti. Kadınlara âit yüzlerce nâzik bilgileri, Müslüman kadınlarına, mübârek zevceleri yolu ile bildirdi. Zevceleri bir olsaydı, bütün kadınların ondan sorması güç ve hattâ imkânsız olurdu. Allahü teâlânın dînini tam olarak bildirmek için, çok evlenmek yükünü de omuzlarına aldı.

Muhammed aleyhisselâm hazret-i Hadîce ile evlendikten sonra da Mekke’de ticâretle meşgûl oldu. Ticâreti Saib bin Abdullah ile ortaklık şeklinde yürütürdü. Kazançlarıyla misâfirleri ağırlarlar, yetimlere ve fakirlere yardım ederlerdi. Muhammed aleyhisselâm yine bu sıralarda hazret-i Hadîce’nin kölesi Zeyd’i himâyesine alıp onu kölelikten âzâd etti (Bkz. Zeyd bin Hârise). O zaman küçük yaşta bulunan hazret-i Ali’yi de yanına alıp evladı gibi yetiştirdi.

Otuz beş yaşındayken Kâbe hakemliği yaptı. O zaman yağmur ve seller sebebiyle Kâbe’nin duvarları iyice yıpranmış, bir yangın sebebiyle de tahribâta uğramıştı. Bu durum üzerine Kureyş kabîlesi Kâbe’yi İbrâhim aleyhisselâmın yaptığı temele kadar yıkıp yeniden yapmaya başlamıştı. Her kabîleye bir bölümünü vererek duvarları yükselttiler. Bu işin büyük bir şeref olduğunu bilen kabîleler, Hacer-ül-esved taşını yerine koyma husûsunda anlaşamadılar. Her kabîle böyle bir şerefe sâhip olmak istediğinden aralarında gittikçe artan büyük bir anlaşmazlık çıktı. Dört beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle neredeyse kan dökülecekti. Bu sırada Abdülmuttalib’in dayısı ve yaşlı bir zat olan Huzeyfe’nin; “Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında hüküm vermek üzere şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın.” diyerek Benî Şeybe kapısını işâret etti. Oradakiler bu teklifi kabûl edip, Benî Şeybe kapısına bakarak ilk girecek ve işin en nâzik ânında bu işi halledecek kimseyi beklemeye başladılar. Nihâyet kapıdan, doğruluğunu, üstün ahlâkını son derece takdir ettikleri ve El-Emîn (her zaman güvenilir) dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. “İşte El-Emîn! O’nun hükmüne râzıyız.” dediler. Durum Muhammed aleyhisselâma anlatılınca bir örtü istedi. Hacer-ül-esved’i örtü üzerine koyup “Her kabîleden bir kişi bir ucundan tutsun.” dedi. Taşı konulacağı yere kadar kaldırttı. Sonra da kendisi taşı kucaklayıp yerine koydu (Bkz. Hacer-ül-esved). Mekke’de çıkmak üzere olan büyük bir harbin böylece önlendiğini gören kabîleler, O’nun bu hareketinden çok memnun oldular. Sonra da yarım kalan duvarları yapıp tamamladılar. (Bkz. Kâbe)

Peygamberliği:

Muhammed aleyhisselâm daha otuz yedi yaşında iken gâibden “Yâ Muhammed” diye nidâ olunduğunu duyardı. Otuz sekiz yaşında iken de bir takım nûrlar görmeye başladı. Bu hâlini sâdece hazret-i Hadîce’ye anlatırdı. Muhammed aleyhisselâma peygamberliğin verilmesinin yaklaştığı bu sırada, o zamânın meşhur ediblerinden Kus bin Sâide, Ukaz Panayırında deve üzerinde büyük bir kalabalığa karşı okuduğu hutbede O’nun geleceğini müjdelemişti. Bu hutbeyi dinleyenler arasında Muhammed aleyhisselâm da bulunmuştu. Kus bin Sâide bu meşhur hutbesinin bir bölümünde şöyle demiştir: “Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız, yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur... Kulak veriniz iyi dinleyiniz? Gökte haber var, yerde ibret alacak şeyler var... Allah’ın indinde bir din... Ve Allah’ın gelecek olan bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakın oldu. Gölgesi başınızın üstüne düştü. Ne mutlu o kimseye ki, O’na îmân edip de O dahi ona hidâyet eyleye. Vay O’na isyân ve muhâlefet eden bedbahta! Yazıklar olsun ömürleri gafletle geçen ümmetlere!..” (Bkz. Kus bin Sâide)

Muhammed aleyhisselâm otuz dokuz yaşında iken sâdık rüyalar görmeye başladı. Rüyâsında ne görürse aynen çıkardı. Bu hal altı ay devam etti. Bundan sonra yalnızlığı sevip insanlardan uzaklaşarak Hira Dağında bir mağarada tefekküre dalardı. Bâzan Mekke’ye gelir Kâbe’yi tavâf ettikten sonra evine giderdi. Evinde bir müddet kalıp yanına biraz yiyecek alarak yine Hira Dağındaki mağaraya gidip tefekkür ve ibâdetle meşgul olurdu. Bu hâlini gören Mekkeliler; “Muhammed Rabbine âşık oldu.” demişlerdi.

Muhammed aleyhisselâm kırk yaşında iken yine bir Ramazan ayında Hira Dağındaki mağaraya çekilmiş ve tefekküre dalmıştı. Ramazanın 17. Pazartesi gecesi, gece yarısından sonra kendisini adıyla çağıran bir ses işitti. Başını kaldırıp etrafa baktığı sırada ikinci defâ bir ses işitti ve her tarafı birden bire bir nûr kapladığını gördü. Sonra Cebrâil aleyhisselâm karşısına geldi. “Oku!” dedi. “Ben okumuş değilim.” dedi. O zaman melek Muhammed aleyhisselâmı tutup tâkatı kesilinceye kadar sıktı ve; “Oku!” dedi. Yine; “Ben okuma bilmem.” cevâbını verdi. İkinci defâ sıktı ve; “Oku!” dedi. “Ben okuma bilmem.” dedi. Cebrâil aleyhisselâm üçüncü defâ tutup sıktı ve sonra bıraktı ve; “Oku! Her şeyi yaratan Rabbinin ismiyle ki O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı! Oku, Allahü teâlâ büyük kerem sâhibidir. O, kalemle öğretir, bilmediklerini öğretir.” meâlindeki Alak sûresinin ilk beş âyetini getirdi. Muhammed aleyhisselâm da onunla berâber okudu. İlk vahiy bu sûretle başladı ve bütün cihânı aydınlatan İslâm güneşi doğdu.

Muhammed aleyhisselâm Peygamberlik vazîfesinin mesuliyetini düşünerek büyük bir ürperti ve heyecanla Hira Dağındaki mağaradan çıkıp aşağıya inmeye başladı. Dağın ortasına geldiği sırada bir ses duydu. Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed, Sen Allah’ın resûlüsün; ben de Cibril’im.” diyordu. Cebrâil’in sesini duyduğu gibi kendisini de gördü. Cebrâil aleyhisselâm burada Peygamberimize abdest almasını gösterdi. Peygamber efendimiz evine dönünceye kadar yanından geçtiği her taşın, her ağacın «Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah» dediğini işitiyordu. Bundan sonra evine gelip; “Beni örtünüz.” buyurarak ürpermesi geçinceye kadar bir miktar yattı. Biraz istirâhat ettikten sonra gördüklerini hazret-i Hadîce’ye anlattı. O da; “Biliyorum ki sen doğru sözlüsün... Emânete riâyet edersin... Güzel huylu ve iyi ahlâklısın... Senin bu ümmetin peygamberi olacağını umarım...” dedi. Sonra bu durumu sormak üzere Varaka bin Nevfel’e gittiler. İbraniceyi bilen, çok kitap okumuş ve dinler hakkında bilgi sâhibi olan Varaka bin Nevfel’e durumu anlattılar. Varaka Muhammed aleyhisselâmın anlattıklarını dinledikten sonra; «Müjde yâ Muhammed! Allah’a yemin ederim ki sen Îsâ’nın (aleyhisselâm) haber verdiği son peygambersin!Sana görünen melek, senden evvel Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gelen Cebrail’dir. Ah! ne olurdu!Genç olaydım. Seni Mekke’den çıkardıkları zamâna yetişeydim de sana yardım etseydim.» dedi.

Muhammed aleyhisselâma ilk vahiy geldikten sonra üç sene vahiy gelmedi. Bu arada Mikâil aleyhisselâm adındaki melek gelip bâzı şeyler öğretti. Fakat vahiy getirmedi. Bu sırada Peygamber efendimiz üzüldükçe Cebrâil aleyhisselâm gözüküp; “Ey Muhammed! Sen Allah’ın peygamberisin!” der, üzüntüsünü giderirdi.

İlk vahyin gelmesiyle peygamberliği başlayan Muhammed aleyhisselâmın tebliğinin 13 senesi Mekke, 10 senesi de Medîne’de geçti.

Mekke devri:

Muhammed aleyhisselâm vahyin bir müddet kesilmesinden sonra yine Hira Dağına çıkmıştı. Dağdan aşağı inerken bir ses duydu. Başını kaldırıp baktığında Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Mübârek kalbi çarparak ve ürpererek evine dönüp; “Beni örtünüz.” dedi ve örtündü. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm Müddessir sûresinin; “Ey örtüye bürünen (Muhammed aleyhisselâm)! Kalk da (kâfirleri Allahü teâlânın azâbı ile) korkut. Rabbini tekbir et, tâzim et!Giydiklerini temiz tut! Haram edeceğim şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabin için sabret! Sûra üfürüldüğü zaman kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür. Onlara kolaylık yoktur...” meâlindeki ilk âyetlerini getirdi. Bundan sonra vahiy aralıksız devâm etti. Kur’ân-ı kerîm âyetleri, 22 sene 2 ay 22 gün süren bir müddet içerisinde vahyedilip tamamlandı.

Muhammed aleyhisselâm, “ümmî” idi. Yâni kitap okumamış, yazı yazmamış, kimseden ders görmemişti. Mekke’de doğup büyüyüp, belli kimseler arasında yetişip, seyâhat etmemişken, Tevrat’ta ve İncil’de, Yunan ve Roma devirlerinde yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber verdi. İslâmiyeti bildirmek için, hicretin altıncı senesinde Rum, İran ve Habeş hükümdârlarına ve diğer Arap pâdişahlarına mektuplar gönderdi. Hizmetine altmıştan ziyâde yabancı elçi gelmiştir. Bu husûsu Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle bildiriyor: “Sen bu Kur’ân-ı kerîm gelmeden önce, bir kitap okumadın. Yazı yazmadın. Okur yazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi.” (Ankebut sûresi: 48). Hadîs-i şerîfte de; “Ben ümmî peygamber Muhammed’im... Benden sonra peygamber yoktur.” buyruldu. Yine Kur’ân-ı kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:

O (Muhammed aleyhisselâm) kendiliğinden konuşmamaktadır. O’nun sözleri, O’na bir vahy ile bildirilmekte, öğretilmektedir. (Necm sûresi: 3-4)

Peygamber efendimize vahyin gelmesinden sonra ilk îmân eden hazret-i Hadîce oldu. Cebrâil aleyhisselâm ilk vahyi getirdiği sıralarda Peygamberimize abdestin nasıl alınacağını öğretti. Sonra da O’nunla birlikte iki rekat namaz kıldı. Muhammed aleyhisselâm Cebrâil aleyhisselâmdan öğrendiği gibi abdest almayı ve kıldıkları iki rekat namazı hazret-i Hadîce’ye de öğretti. Ona imam olup bu iki rekat namazı kıldırdı. Bu sırada henüz beş vakit namaz emredilmemişti. Sâdece sabah ve ikindide iki vakit namaz kılınıyordu. Onları bu şekilde namaz kılarken gören hazret-i Ali de Müslüman oldu. Peygamber efendimiz insanları İslâma dâvet işine önce yakınlarından ve samîmî dostlarından başladı. Hazret-i Hadîce’den ve hazret-i Ali’den sonra âzâtlı kölesi Zeyd bin Hârise, eski dostu ve yakın arkadaşı hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Osman, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebi Vakkâs, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Ubeydullah Müslüman oldular. Hazret-i Hadîce’den sonra Müslüman olan bu sekiz kişiye “Sâbıkûn-i İslâm”, yâni ilk Müslümanlar denir.

Muhammed aleyhisselâm, insanları İslâma dâvet et emrinden sonra halkı gizlice İslâma dâvet etti. İnsanlar birer ikişer Müslüman oluyordu. Bu ilk yıllarda Müslümanların sayısı ancak otuza ulaşmıştı.

Bir müddet sonra; “Yakın akrabânı Allah’ın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır.” âyet-i kerîmesi gelince, Muhammed aleyhisselâm akrabâsını dîne dâvet etmek üzere hazret-i Ali vâsıtasıyla onları Ebû Tâlib’in evine çağırdı. Önlerine, bir kişiye yetecek kadar bir tabak yemek ve bir tas süt koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabâsını buyur etti. Gelenler kırk kişi kadar olmasına rağmen o yemek ve süt Muhammed aleyhisselâmın mûcizesi olarak hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi. Gelenler bu mûcize karşısında şaşıp kalmışlardı. Yemekten sonra Muhammed aleyhisselâm, akrabâlarınıİslâma dâvet etmek için söze başlamak üzereyken amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek; “Biz bugünkü gibi bir sihir görmedik. Akrabânız sizi bir sihirle büyüledi.” dedi. Sözlerine hakâretle devâm edince, dâvetliler dağıldılar.

Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra akrabâsını tekrar dâvet etti. Ali radıyallahü anh yine hepsini çağırdı. Önceki gibi yine önlerine yemek kondu. Muhammed aleyhisselâm yemekten sonra ayağa kalkıp; “Hamd, yalnız Allah’a mahsustur. Yardımı ancak O’ndan isterim. O’na inanır, O’na dayanarım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah’tan başka tanrı yoktur. O birdir, O’nun eşi ve ortağı yoktur.” dedikten sonra sözlerine şöyle devâm etti: “Size aslâ yalan söylemiyorum ve doğruyu bildiriyorum... Sizi bir olan ve O’ndan başka ilâh olmayan Allah’a îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben O’nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfât, kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar da ya Cennet’te ebedî kalmak veya Cehennem’de ebedî kalmaktır. İnsanlardan, âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.”

Ebû Tâlib bu sözleri dinledikten sonra; “Sen emrolunduğun şeye devâm et! Seni korumaktan geri durmayacağım. Fakat eski dînimden ayrılmak husûsunda nefsimi bana boyun eğer bulmadım.” dedi. Ebû Leheb hâriç, orada bulunan diğer amcaları ve akrabâsının hepsi yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb; “Ey Abdülmuttaliboğulları, başkaları O’nun elini tutup mâni olmadan önce siz O’na mâni olun!” gibi daha birçok çirkin sözler söyledi. Onun bu sözleri üzerine Muhammed aleyhisselâmın halası, Ebû Leheb’e; “Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve O’nun dînini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan bilginler, Abdülmuttalib’in soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar. İşte O peygamber, budur!” dedi. Ebû Leheb, bu sözler karşısında çirkin konuşmalarına devâm edince, Ebû Tâlib, kızarak; “Ey korkak!Vallahi biz sağ oldukça, O’na yardımcı ve koruyucuyuz!” dedi. Muhammed aleyhisselâma da; “Ey kardeşimin oğlu! İnsanları Rabbine îmâna dâvet etmek istediğin zamânı bilelim, silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız!” dedi. Sonra Muhammed aleyhisselâm tekrar söze başlayıp; “Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (yâni bu dinden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi dile kolay gelen, mîzanda ağır basan iki kelimeyi söylemeye dâvet ediyorum ki o da: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim O’nun kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir. Allahü teâlâ sizi buna dâvet etmemi emretti.” buyurup; “O halde hanginiz benim bu dâvetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım olur?” dedi.

Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Muhammed aleyhisselâm bu sözlerini üç defâ tekrarladı. Her söyleyişinde hazret-i Ali ayağa kalkıp; “Yâ Resûlallah, her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de sana ben yardımcı olurum!” dedi. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm hazret-i Ali’nin elinden tuttu. Diğerleriyse hayret içinde ve alaylı alaylı gülerek dağıldılar.

Peygamberliğin dördüncü yılında: “Sana emrolunan şeyi açıkla, baş ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma.” (Hicr sûresi: 4) meâlindeki ilâhî emir gelince, Mekkelileri açıktan açığa İslâma dâvet etmeye başladı. Vahyolunan âyetleri açıkça okuyor ve herkese, hak din olan İslâmı kabul etmelerini söylüyordu. İlk sıralarda îmân edenler az oldu. Îmân etmeyenler de önce O’ndan alâkalarını kesmediler. Allahü teâlâya ibâdet edilmesini emreden âyetler gelince, bunları işiten Kureyş kavmi Muhammed aleyhisselâmın doğru sözlü ve yüksek ahlâk sâhibi olduğunu bildikleri halde O’ndan yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.

Muhammed aleyhisselâm insanların bu inkarcı tutumu karşısında onları dâimâ îmâna dâvet ediyordu ve Mekkelilerden bir kısmı îmânla şerefleniyordu. Yine bir gün Safâ Tepesi üzerine çıktı. Yüksek ve gür bir sedâ ile; “Ey Kureyş topluluğu buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var.” diye seslendi. Bunun üzerine kabîleler merakla koşup orada toplandılar. Hayretle bakmaya, merakla beklemeye başladılar. “Ey Muhammed-ül emîn! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?” diye sordular. Muhammed aleyhisselâm; “Ey Kureyş kabîleleri!” hitâbıyla konuşmaya başlayınca herkes büyük bir dikkatle dinlemeye başladı. Onlara; “Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce, âilesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce âilesine ulaşıp zarar vermesinden korkarak; “Yâ sabâhâh (ey topluluklar).” diye haykıran bir kimsenin hâline benzer. Ey Kureyş topluluğu ben size şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücûm etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?” dedi. “Evet inanırız, çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şey görmedik. Senin yalan söylediğini hiç görmedik!” dediler.

Muhammed aleyhisselâm bu umûmî hitaptan sonra, bütün Kureyş kabîlelerinin ismini; “Ey Haşimoğulları! Ey Abdümenâfoğulları! Ey Abdülmuttaliboğulları!...” şeklinde sayarak; “Ben size önümüzdeki şiddetli azâbın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana; “En yakın akrabâlarını âhiret azâbı ile korkut!” emrini verdi. Sizi Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerike leh (Allah birdir, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm. Eğer buna îmân ederseniz Cennet’e gideceksiniz. Siz Lâ ilâhe illallah demedikçe ben size ne dünyâda bir fâide, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim!” dedi. Dinleyen kabîleler arasından Ebû Leheb; “Bizi buraya bunun için mi topladın?” diyerek, yerden aldığı taşı Muhammed aleyhisselâma attı. Diğerlerinden o anda böyle bir muhâlefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar. Ebû Leheb’in gösterdiği inkâr ve düşmanlık üzerine daha sonra; “Ebû Leheb’in elleri kurusun, zâten kurudu...” diye başlayan Tebbet sûresi nâzil oldu.

Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilip, insanları açıkça İslâma dâvet etmesi emredildiği zaman, bütün insanlık âlemi dînî, rûhî, içtimâî ve siyâsî bakımlardan yaygın bir karanlık, tam bir câhiliyyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde bulunmakta idi. O zaman dünyâ üzerinde göze çarpan belli başlı devletlerden Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin ve benzerlerinde yaşayan insanlar inançsızlığın veya bâtıl inançların içinde çırpınan ve ne yaptığını bilmeyen azgınlar hâline gelmişti. Âlem öylesine kararmış ve zulmet öyle kesifleşmişti ki insanlar; her şeyin yaratıcısı olan Allah’a îmân ve ibâdet etmek yerine, kâinatta cereyan eden hâdiselere veAllahü teâlânın yarattığı eşyâya tapıyorlardı. Zavallı insanlık yıldızlara, ateşe, elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan putlara “ilâh” diye secde ediyordu... Sınıflara ayrılan insanlardan kuvvetliler zayıfları korkunç bir tahakkümle eziyordu.

Dünyâ üzerinde siyasî, coğrafî ve ticârî bakımdan mühim bir yer tutan Arabistan’da da durum diğer yerlerden farksızdı. O zaman Arabistan’da insanlar inanç bakımından bâzı değişiklikler gösteriyordu. Bir kısmı tamâmen inançsız ve dünyâ hayâtından başka bir şey kabul etmiyordu. Bir kısmı ise Allah’a ve âhiret gününe inanıyor, fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabul etmiyordu. Bir kısmı da Allah’a inanıyor âhirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da Allah’a şirk koşarak putlara tapıyordu. Müşriklerin herbirinin evinde bir put bulunuyordu. Kâbe’ye de 360 put konulmuştu. Bütün bunlardan başka İbrâhim’in (aleyhisselâm) bildirdiği din üzere olan ve “Hanîfler” denilen ve putlardan uzak duran kimseler de vardı.

Cahiliyye devri denilen bu zamanda Arabistan’da insanlar genellikle göçebe hayâtı yaşıyorlardı ve kabîlelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme hâlinde bulunan bu kabîleler, baskın ve yağmacılığı âdetâ kendileri için bir geçim vâsıtası kabul etmişlerdi. Aralarında zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabîlelerden meydana gelen Arabistan’da siyâsî bir nizam, içtimâî bir düzen de yoktu. Yine bu sırada, dünyânın diğer yerlerinde olduğu gibi, Arabistan’da da ahlâksızlık son haddine ulaşmıştı. İçki, kumar, zinâ, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık nâmına ne varsa alabildiğine yaygınlaşmıştı. Zulme, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyler ürpertici bir vâsıta olarak başvuruluyor, kadın basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felâket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu korkunç telakkî o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; “Babacığım! Babacığım!” diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryâd etmelerine hiç kulak asmadan üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terk etmekte en ufak bir vicdan azâbı duymuyorlardı. Netîce îtibâriyle o zamânın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.

Korkunç bir câhiliyye devri yaşayan Araplar arasında dikkate değer bir husus vardı. O da; edebiyâtın, belâgatın ve fesâhatın yaygınlaşarak zirveye ulaşmış olmasıydı. Şâire ve şiire çok önem verirler, bunu büyük bir iftihâr vesilesi sayarlardı. Güçlü bir şâir kendisi ve kabîlesi için îtibâr sağlardı. Belirli zamanlarda panayırlar kurulur. Şiir ve hitâbet yarışmaları açılırdı. Birinci gelenlerin şiirleri veya hitâbeleri Kâbe duvarına asılırdı. Câhiliyye devrindeki Kâbe duvarına asılan en meşhur şiirlere «Muallakat-ı Seb’a» (yedi askı) denilmiştir. Kur’ân-ı kerîm âyetleri inmeye başlayınca O’ndaki eşsiz belâgatı gören nice kimseler de bu sebeple Müslüman oldu.

Muhammed aleyhisselâmın insanlara ebedî saâdeti, sonsuz kurtuluşu bildirmek, onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber olarak gönderildiği sırada câhiliyye devri yaşayan Mekkeliler, îmân etmeye dâvet edilince, önceleri ilgisiz davrandı. Sonra açıkça düşmanlık göstermeye başladılar. Müşriklerin bu düşmanlıkları önce alay tarzında olup, sonra hakâret şekline, daha sonra işkence safhasına girdi. Bunlardan sonra ticârî ve diğer bütün münâsebetleri kesme ve şiddet gösterme devresi başladı.

Müşriklerden bilhassa azılı beş kişi, SevgiliPeygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı çok üzüp alay ediyorlardı. Bunlar arasında, Âs bin Vâil, Esved bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves, Velîd bin Mugîre ve Hâris bin Kays vardı. Bir defâsında Peygamber efendimiz Kâbe’nin yanında otururken, Cebrâil aleyhisselâm da gelmişti. Müşriklerden bu beş kişi önlerinden geçerken Cebrâil aleyhisselâm, Âs bin Vâil’in ayağının tabanına, Esved bin Muttalib’in gözüne, Esved bin Abdi Yagves’in başına, Velîd bin Mugîre’nin inciğine, Hâris’in karnına birer işâret koydu ve; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ bunların şerrinden seni halâs eyledi. Yakında bunların her biri bir belâya uğrayıp helâk olacaklardır.” dedi. Bu beş müşrikten Âs bin Vâil bir gün merkebe binmişti. Mekke’nin dışında bir yerde merkebinden inince ayağına diken battı. Dikenin battığı yer şişti ne kadar ilâç yapıldı ise çâre bulamadılar. Nihâyet ayağı deve boynu gibi şişip; “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü.” diye feryâd ede ede öldü. Esved bin Muttalib, Mekke’nin dışında bir ağaç altında otururken birden bire gözleri kör oldu. Cebrâil aleyhisselâm da başını tutup altına oturduğu ağaca çarparak helâk etti. Esved bin AbdiYagves de Mekke’den çıkıp Bad-ı Semûm denilen yere gitmişti. Buradayken yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelip kapısını çalınca âilesi onu tanıyamadı ve içeri almadı. Kahrından başını evinin kapısına vura vura öldü. Hâris bin Kays da tuzlu balık yemişti. Öyle bir harârete tutuldu ki ne kadar su içtiyse kanmadı. Su içe içe çatladı. Velîd bin Mugîre’nin ise baldırına bir okçu dükkânı önünde demir parçası battı. Yarasından çok kan aktı ve; “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü.” diye feryâd ederek öldü.

Müşriklerin zulüm ve baskıyı arttırması üzerine Muhammed aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâmdan Erkam bin Ebil Erkam’ın evini emniyetli bir yer olarak seçti. Dar bir sokak içinde, Safâ Tepesinin doğusunda bulunan bu ev giriş çıkış için ve gelip gidenleri kontrol etmeye elverişli bir yerdi. Peygamber efendimiz İslâmiyeti burada anlatıyor ve  Müslümanlar oraya toplanıyordu. Birçok Mekkeli bu evde Müslüman oldu. Bir merkez olarak seçilen bu eve “Darü’l-İslâm” adı verildi.

İnsanları ebedî saâdete kavuşturmak için ve rahmet olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm, Mekke’de câhiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâma çağırdı. Hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya îmân etmekte, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakta olduğunu bildirince, nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve O’na düşman kesildiler. Bir kısmı da kendileri gibi âciz ve fânî insanların ayıplamalarından sakınarak îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve şehvetlerine uyarak saâdetten mahrum kaldılar.

Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmeyen ve O’na düşmanlık gösteren müşrikler, önce alay etmeye başladılar. Bir araya toplanıp O’na; kâhin, mecnûn, şâir, deli, sihirbâz diyelim şeklinde karar almak istediklerinde, bunların hiçbirinin Muhammed, aleyhisselâmda bulunmadığını yine kendileri îtirâf ediyorlardı. O’na bir şeyler söylemek için toplandıklarında müşriklerden Velid bin Mugîre şöyle diyordu: “Hayır o kâhin değildir. Biz, kâhinleri gördük. O’nun okuduğu ne kâhin fısıltısı, ne de uydurma şeylerdir. Kâhinler hem doğru hem yalan söyler. Biz Muhammed’de hiçbir yalan görmedik. O mecnun, deli de değildir. Deliliğin ne olduğunu biliriz, O’nda böyle bir hal yoktur. O şâir de değildir. Biz şiirin her çeşidini iyi biliriz. O’nun okudukları bunlardan hiçbirine benzemez. O, sihirbâz da değil! Biz sihirbâzları gördük. O’nun okudukları sihirbâzların okuyup üfürmelerine ve düğümleyip bağlamalarına hiç benzemiyor.”

Çeşitli hilelerle ve zulümle insanların îmân etmesine mâni olmaya kalkışan müşriklerin ileri gelenleri, insanları Muhammed aleyhisselâmın okuduğu âyetleri dinlemekten men ederlerdi. Kendileriyse geceleri gizlice Muhammed aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir köşeye saklanıp dinlerlerdi. Sabah olup ortalık aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz gece Kur’ân-ı kerîm’i dinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri birbirlerini ayıplarlar bir daha böyle yapmayalım derlerdi. Ancak ertesi gece yine birbirinden habersiz gidip bir köşeye saklanarak tekrar dinlerlerdi. Sabah olunca da birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemin ederek ayrılırlar, fakat bundan vazgeçemezlerdi. Ancak nefislerine uyup, üstünlük taslayarak ve diğer müşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek ve daha birçok boş düşüncelere kapılarak îmân etmediler. Üstelik başkalarına da mâni oldular. Sokaklarda, “Muhammed sihirbâz.” diye bağırdılar.

İslâm nûrunun günden güne yayılması üzerine iyice azgınlaşan müşrikler, artık alay etmekten de öteye, Müslümanlara işkence yapmaya başladılar. Muhammed aleyhisselâmın kapısının önüne pislik dökmeye, kapısına kan sürmeye, geçeceği yollara diken dökmeye başladılar. Sevgili Peygamberimiz, Mekke’ye dışardan gelenlere İslâmı anlatarak dâvet ederken, peşinde dolaşıp; “Yalan söylüyor, inanmayın.” diyerek taşkınlık gösterirlerdi. İlk Müslüman olanlardan, önce zayıf ve kimsesizlere sonra da hepsine ağır işkenceler yapmaya başladılar. Bütün bunlarla insanların îmân etmelerine engel olamadıklarını aksine, İslâmın günden güne yayıldığını gören müşrikler her yola başvurdular.

Menfaatleri sebebiyle putlara tapan ve İslâmiyetin, zulümlerine, haksızlık ve ahlâksızlıklarına kesinlikle son vereceğini gören müşrikler, buna mâni olmak için ilk safhada başvurdukları şeylerin sonuç vermediğini gördüler. Hattâ ileri gelenleri toplanıp Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib’e giderek; “Ey Ebû Tâlib! Biz senden kardeşinin oğlunu susturmanı, O’na engel olmanı istiyoruz. Ya O’nu bildirdiği şeylerden vazgeçirirsin veya iki taraftan birisi yok oluncaya kadar O’nunla da seninle de çarpışırız... Bundan vazgeçsin ne isterse vereceğiz...” dediler. Ebû Tâlib, müşriklerin söylediklerini Muhammed aleyhisselâma nakletti. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm; “Ey amca! Şunu bil ki, güneşi sağ, ay’ı da sol elime verseler (her ne vâd ederlerse etsinler) ben aslâ bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Ya Allahü teâlâ bu dîni bütün cihâna yayar, vazifem biter veya bu yolda cânımı fedâ ederim.” dedi. Bu sözleri dinleyen Ebû Tâlib Sevgili Peygamberimizin boynuna sarılarak; “İşine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni aslâ herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim...” dedi. Ebû Tâlib’in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve aslâ yalnız bırakmayacağını anlayan müşrikler, bundan da bir netice alamadıklarını görerek bizzat Muhammed aleyhisselâmı çağırıp şöyle dediler: “Eğer mal toplamak istiyorsan sana istediğin kadar verelim. Hükümdâr olmak istiyorsan seni kendimize hükümdâr yapalım. Daha her ne istiyorsan yapalım, verelim. Yeter ki bu dâvâdan vazgeç.” Peygamber efendimiz müşriklere şöyle cevap verdi: “Sizin söylediğiniz şeylerin hiçbirisi bende yoktur. Ben, size mallarınızı istemek, içinizde şeref ve şan kazanmak, üzerinize hükümdâr olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni size peygamber olarak gönderdi. Bana bir kitap da indirdi. Îmân ederseniz Cennet’le müjdeleyici, isyânınızdan dolayı da azâbla korkutucu olmamı Allah bana emretti. Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ettim. Size öğüt de verdim. Size getirip tebliğ ettiğim şeyi alır, kabul ederseniz o, dünyâda ve âhirette nasîbiniz ve saâdetiniz olur. Onu reddederseniz Yüce Allah aramızda hükmü verinceye kadar tebliğ etmek, sabretmek ve buna katlanmak benim vazîfemdir.”

İnkârlarında ısrâr eden müşrikler bu teşebbüslerinden de netice alamayınca işi zulüm ve işkence safhasına döktüler. Muhammed aleyhisselâma kastetmeye karar verdiler. Başları Ebû Cehil şöyle dedi: “Yarın kaldırabileceğim kadar kocaman bir taşı alıp, O secdeye kapandığı zaman başının üzerine bırakacağım.” Diğer müşrikler de; “Sen istediğini yap seni destekleyeceğiz” dediler. Ertesi günü beklediler ve Muhammed aleyhisselâm Kâbe’ye gelerek namaza durdu. Secdeye vardığı sırada Ebû Cehil kocaman bir taşı alıp yanına yaklaştı. Fakat yaklaşır yaklaşmaz, büyük bir korkuyla, perişân bir halde, geri kaçtı. Ellerinin canı kesildi ve taş yere düştü. Bu hâli gören ve merakla seyreden müşrikler; “Ne oldu sana?” dediklerinde Ebû Cehil; “Bir benzerini görmediğim zaptedilmez bir arslan beni parçalamak üzere üstüme yürüdü.” dedi. Ebû Cehil birkaç kere böyle yapmak istemişse de aynı durumla karşılaşmıştı.

Bu ve buna benzer mûcizeleri görenlerden bir kısmı îmân ediyor, bir kısmı da düşmanlıkta ısrar ediyordu. Bundan başka müşriklerin Muhammed aleyhisselâma saldırdıkları, bâzan da mübârek yüzünü, başını yaraladıkları oluyordu. Diğer taraftan Müslüman olanlara yaptıkları işkenceler görülmemiş bir vahşet hâlini almıştı. Yapılan işkencelere dayanamayarak vefât eden Yâsir radıyallahü anh ve Ebû Cehil tarafından karnına mızrak saplanarak şehit edilen Yâsir’in (radıyallahü anh) hanımı Sümeyye Hâtun İslâmda ilk şehitler oldular.

Peygamber efendimiz ilk Müslümanların ağır işkencelere uğramaları ve zulüm altında zor duruma düşmeleri üzerine “Siz Habeş ülkesine gidiniz, Allah sizi orada ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar.” buyurdu. Bi’setin (Peygamberliğin) beşinci yılında (M. 615) Eshâb-ı kirâmdan 10’u erkek, 5’i kadın olmak üzere 15 kişilik bir kâfile Mekke’den Habeşistan’a hicret ettiler. Bi’setin altıncı yılında Hamza’nın, sonra da hazret-i Ömer’in îmân etmesi üzerine Müslümanların durumu bir miktar kuvvetlendi.

Habeşistan’a hicret eden ilk kâfilenin, hükümdâr Necâşî tarafından iyi karşılanması üzerine, Peygamberimiz, müşriklerin baskı ve işkencelerine mâruz kalan Müslümanlardan ikinci bir kâfileyi de bi’setin yedinci yılında (M.617) Habeşistan’a gönderdi. 80’i erkek, 10’u kadından meydana gelen bu kâfile de Habeşistan’a hicret etti. Bu arada İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her yola başvuran müşrikler, Peygamber efendimize çeşitli şeyler soruyorlar, nâzil olan âyetler okundukça aldıkları cevaplar ve gördükleri mûcizeler karşısında şaşırıyorlardı.

Her şeye rağmen Müslümanların sayısı artıyordu. Bunu engellemek için çeşitli yollar deneyen müşrikler, Müslümanları muhâsara altına almaya, başta ticârî olmak üzere onlarla olan bütün münâsebetlerini kesmek üzere karar aldılar. Müslümanlara hiçbir şey satmamaya ve onlardan hiçbir şey satın almamaya yemin ettiler. Bu anlaşmalarını bir kâğıda da yazarak Kâbe içine astılar. Müslümanlar ise Şi’b-i Ebî Tâlib (Ebû Tâlib mahallesi) denilen yerde toplanmışlardı. Müşrikler bu mahalleye yiyecek, içecek dâhil hiçbir şey sokmuyorlardı. Oradan, birşey satın almak üzere çıkmak isteyene ve oraya yiyecek içecek satmak için gitmek isteyen hiçbir satıcıya fırsat vermiyorlardı. Bu mahallede muhâsara altına alınan Müslümanlar ise dışardan fazla bir şey satın alamadıkları için şiddetli kıtlıkla karşı karşıya kalmışlardı. Sâdece hac mevsiminde dışarı çıkabiliyorlardı. Ancak Mekke’ye gelen tüccarlardan bir şey satın almak istediklerinde müşrikler, tüccarlardan, fiyatlarını çok yüksek tutmalarını istiyorlardı. Bu sebeple Müslümanlar fazla bir şey satın alamıyorlardı. Bâzıları yiyecek bulamadıkları için ağaç yaprakları ile açlıklarını gidermeye çalışıyor, küçük çocuklar açlıktan feryad ediyordu. Müslümanlar içinde zengin olanlar sıkıntıya düşenlerin ihtiyâcını karşılamak için bütün mallarını harcamışlardı. Ancak bu da kâfi gelmemişti.

Üç sene boyunca devâm ettirdikleri bu zulümle Müslümanlara iyi bir ders verdiklerini zannedip İslâmiyetin yayılmasının duracağını ümid eden müşrikler, İslâmın hızla yayıldığını görerek iyice çıldırdılar. Allahü teâlâ, müşriklerin anlaşmalarını yazarak Kâbe içine astıkları sahîfeye bir güve kurdu musallat etti. Güve, o sahîfede bulunan; “Bismike Allahümme” ibâresi hâriç diğer kısmını tamâmen yiyip bitirdi. Bu husus Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiyle bildirildi. Muhammed aleyhisselâm bu durumu amcası Ebû Tâlib’e bildirince, Ebû Tâlib müşriklere gidip; “Kardeşimin oğlunun bana haber verdiğine göre, Allah sizin Kâbe’de astığınız sahîfeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lafzı hâriç o sahîfede zulüm, akrabâlarla münâsebeti kesme ve iftirâ olarak yazılı diğer kısmı yiyip bitirmiştir. Kâbe’ye gidip bakınız. Bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz.” dedi. Kâbe’ye gidip astıkları sahifeyi gerçekten bir güve kurdunun yiyip bitirdiğini gördüler. Bu hâdise karşısında şaşıran müşrikler bâzı ileri gelen kimselerin de böyle bir uygulamadan vaz geçtiklerini bildirmeleri üzerine bi’setin onuncu yılında bundan tamâmen vazgeçmek zorunda kaldılar. Fakat düşmanlıklarını günden güne şiddetlendirip, İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her türlü yola başvurdular. Halbuki İslâmiyet süratle yayılıyor, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm câhiliyye devrinin zulmetinde bunalan insanları hakîkî saâdete kavuşturuyordu. Bu saâdetle şereflenen insanlar da kavuştukları büyük nimete şükrediyorlar, müşriklerin hakâret ve işkenceleri karşısında aslâ yılmıyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerini ve Müslümanların dinlerindeki sebâtını gören nice gönüller İslâm nûru ile aydınlanıyordu.

Müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları üç senelik abluka sona erince Habeşistan’dan yirmi kişi kadar Hıristiyan Ruhban Mekke’ye geldi. Bunlar daha önce Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan İslâmiyetle ilgili duydukları şeyleri bizzât mahallinde görmek ve araştırmak üzere Mekke’ye gelmişlerdi. Kâbe yanında Peygamber efendimizle görüşen bu Hıristiyan kâfilesi, Kur’ân âyetlerini dinleyip çok ağladılar. Öyle ki, sakalları gözyaşları ile ıslandı. Sordukları her soruya verilen cevaplar karşısında son derece memnûn kalıp, Sevgili Peygamberimizin kendilerini İslâma dâvet etmesi üzerine büyük bir şevkle sevinç gözyaşları dökerek Müslüman oldular. Bu hâllerini görerek kendilerine çeşitli hakârette bulunan Ebû Cehil’e ve diğer müşriklere aslâ aldırış etmediler; “Bize yaptığınız câhilliği biz size yapamayız ve bize nasîb olan hak dinden aslâ dönmeyiz.” dediler.

Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin onuncu yılında büyük oğlu Kâsım ve bir müddet sonra da diğer oğlu Abdullah, küçük yaşta, vefât ettiler. Yine bi’setin onuncu yılında Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib ve ondan birkaç gün sonra da hanımı hazret-i Hadîce vefât etti. Ard arda ortaya çıkan bu ölüm hâdiselerinden dolayı bu seneye Senet-ül hüzün (hüzün yılı) denildi. Bu vefât hâdiselerine çok sevinen müşrikler, sevgili Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı öncekinden daha şiddetli davranmaya başladılar. Ebû Tâlib hayattayken onun himâyesinden çekinen müşrikler, o vefât edince, Muhammed aleyhisselâma ve Müslümanlara yaptıkları tecâvüzleri kat kat arttırdılar.

Mekke ahâlisi îmân etmiyor ve Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceyi arttırıp, işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretten bir yıl önce, elli iki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi. Kimse îmân etmediği gibi alay ettiler, işkence yaptılar, yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular. Üzüntülü ve yorgun bir şekilde geri dönerken mübârek bacakları yaralandı. Zeyd’in başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir saatte, yol kenarında, bitkin hâlde istirâhat edip yaralarını, kanlarını sildiler. Muhammed aleyhisselâm daha sonra Mekke’ye doğru gitmekte iken, başının üzerinde kendisini gölgeleyen bir bulutu ve biraz sonra da Cebrâil aleyhisselamı gördü. Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed, şüphesiz ki, Allahü teâlâ kavminin sana ne söylediklerini işitti. (Bir melek göstererek) Şu melek, Allahü teâlânın dağları emrine verdiği melektir. Kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin.” dedi. Dağlara müvekkil melek (Mekke’nin iki tarafında bulunan Ebû Kubeys ve Kuaykıan dağlarını göstererek); “Yâ Muhammed! Eğer şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine kapanıp birbirine kavuşmasını istersen, emret, kavuşturayım!” dedi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz; “Hayır! Ben insanlara rahmet olarak gönderildim. Allahü teâlânın, bu müşriklerin sulbünden, îmân edecek, Allah’a şirk koşmayacak bir nesil çıkarması için duâ ederim.” buyurdu.

Peygamber efendimiz Tâif’ten Mekke’ye döndüğü sırada Mekke’ye varmadan Nahle adındaki bir yerde bir müddet istirâhat etti. Bu sırada namaza durmuştu. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken O’nun okuduğu Kur’ân âyetlerini duydular ve durup dinlediler. Sonra Peygamber efendimizle görüşüp Müslüman oldular. Muhammed aleyhisselâm onlara; “Kavminize varınca benim îmâna dâvetimi onlara da söyleyin, onları îmânâ dâvet edin.” buyurdu. O cinnîler kavimlerine gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Cin sûresinde bildirilmektedir.

Resûl-i ekrem efendimizle Zeyd bin Hârise bu hâdiseden sonra Mekke’ye yürüdüler. Karanlıkta şehre girdiler. Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti. Her taraf düşman idi. Gidecek bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Tâlib’in kızıümmü Hâni’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümmü Hâni, o zaman îmân etmemişti.

Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, saadete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.

O anda, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın dâveti üzerine Muhammed aleyhisselâmı Mirac’a götürdü. Gökleri aştı, bilinmeyen, anlaşılmayan, anlatılamayan şekilde Cennet’i, Cehennem’i, Arş’ı, Kürsî’yi gördü. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görüp konuştu.

Hicretten bir sene önce 13 Temmuzda Cumâ gecesi vukû bulan bu mûcizeye “Peygamberimizin “Mîrâcı” denir. Resûlullah Mîrâca rûh ve bedeniyle uyanıkken çıktı. “Beden ile gittim.” buyurdu. Peygamber efendimize Mîrâc gecesinde nice ilâhî hakikatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı. Mîrâc Kur’ân-ı kerîm’de İsrâ sûresinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir. (Bkz. Mirâc)

Peygamber efendimiz, müşriklerin şiddetle karşı çıkmalarına ve istememelerine rağmen, bütün güçlüklere ve sıkıntılara katlanarak insanları İslâma dâvet etti. Mekke her yıl hac mevsiminde uzaktan, yakından gelenlerle dolup taşardı. Peygamberimiz bu mevsimde kurulan panayırlara gider, Mekke’ye gelen Arap kabîlelerine İslâmı anlatır ve onları îmâna dâvet ederdi. Müşrikler ise hep mâni olmak için uğraşırlardı.

Peygamber efendimiz bi’setin (peygamberliğin) on birinci yılında hac mevsiminde Mekke’nin yakınında bulunan Akabe’de Medîne’den gelen altı kişiyle karşılaştı, onlarla görüştü. Onlara Kur’ân-ı kerîm okudu ve İslâma dâvet etti. Medîne’deki Hazrec kabîlesinden olan bu altı kişi Peygamberimizi dinledikten sonra hemen îmân ettiler. Bu altı kişi ilk Medîneli Müslümanlardır. Bundan bir sene sonra bi’setin on ikinci yılında yine hac mevsiminde 12 Medîneli, Peygamber efendimizin dâvetini kabûl ederek Müslüman oldular. Allah’a şirk koşmayacaklarına, zinâdan, hırsızlıktan sakınacaklarına, kimseye iftirâ etmeyeceklerine, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine, Allah’a ve Resûlüne itâat edeceklerine dâir kesinlikle söz verdiler. Bu hâdiselere ilk Akabe bîatları denilmiştir. Medînelilerin yaptıkları bu bîat büyük bir önem taşıyordu. Peygamberimiz bu bîatlerde bulunanlara İslâmı anlatmak ve Kur’ân-ı kerîm’i öğretmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’ab bin Umeyr’i, muallim olarak onlarla birlikte Medîne’ye gönderdi. Bu sıralarda Medîne’deki Müslümanların sayısı kırka ulaşmıştı. Mus’ab bin Umeyr’in üstün gayretleriyle Medîne’de bulunan Evs ve Hazrec kabîlelerinden hemen hemen Müslüman olmayan kalmamıştı. Az zamanda İslâmiyetMedîne’de yayıldı. Peygamber efendimiz Medîne’deİslâmın bu şekilde süratle yayıldığını haber alınca çok sevinip bu seneye Sevinç Yılı denildi (Bkz. Mus’ab bin Umeyr). Bu seneden sonra peygamberliğin on üçüncü senesinde yine hac mevsiminde Medîne’den 73 erkek 2 kadın olmak üzere 75 kişi Akabe’de gece yarısı Sevgili Peygamberimizle görüştüler. Resûlullah efendimiz onlara; “Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim O’nun Resûlü olduğuma îmân ederek dînin emirlerini yerine getireceğinize, bana itâat edeceğinize, hiçbir şeyden çekinmeden Allah yolunda Allah için hakkı söyleyeceğinize, kendi nefsinizi ve nâmusunuzu koruduğunuz gibi bana yardımcı olacağınıza söz veriyor musunuz?” buyurdu. Bunu seve seve kabûl ettiklerini bildiren Medîneliler; “Yâ Resûlallah, senin uğrunda ölürsek bize ne var?” diye sordular. “Cennet var.” buyurunca, Resûlullah efendimizin elini tutarak bîat ettiler. Peygamberimiz bunların içinden Medîne’nin ileri gelenlerinden, okuma yazma bilen 12 kişiyi temsilci olarak seçti. Bu temsilciler; “Allah’a hamd olsun ki; bizi Muhammed aleyhisselamın sevgisiyle ve O’na îmân etmekle şereflendirdi. Allah’ın ve Resûlünün dâvetini kabul ettik, dinledik ve boyun eğdik.” diyerek sevinçlerini ve teslimiyetlerini ifâde ettiler.

İkinci Akabe bîatıyla Medîne, Müslümanların rahat edecekleri ve sığınacakları bir yer olmuştu. İkinci Akabe bîatını duyan Mekkeli müşriklerin Müslümanlara tutumları çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hal aldı. Müslümanlar durumlarını arzedip hicret için izin istediler. Peygamber efendimizin; “Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi ve bildirildi. Orası Yesrib (Medîne)dir. Oraya hicret ediniz. Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin. Yüce Allah onları size kardeş yaptı ve Medîne’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt yaptı.” buyurarak Mekke’deki Müslümanların Medîne’ye hicret etmelerine izin vermesi üzerine, bölük bölük Medîne’ye hicret ettiler.

Mekke’de hapsedilen veya işkence altında bulundurulan yâhut da hastalık gibi sebeplerden dolayı yola çıkamayanlar, sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den başka Müslümanlardan kimse kalmayıp Medîne’ye hicret ettiler.

Müslümanların Mekke’den hicret etmesi üzerine müşrikler harekete geçip ne yapacaklarını kararlaştırmak üzere, kendilerince önemli saydıkları işleri görüştükleri Dar’ün-Nedve denilen yerde toplandılar. Bu sırada şeytan Necdli bir ihtiyar kılığında yanlarına geldi. Ebû Cehil; “Muhammed’i öldürelim” deyince; “İşte bu adamın dediğini yapınız” dedi. Bunun üzerine müşrikler bu kararda birleştiler. Her kabîleden birer kişi olmak üzere 40 kişi seçtiler. Bunlar gece vakti evini sarıp sabahleyin evden çıkarken Sevgili Peygamberimizi öldürmek üzere harekete geçtiler. Cebrâil aleyhisselâm gelip Sevgili Peygamberimize bu durumu ve hicret etmesi için izin verildiğini bildirdi. Resûlullah efendimiz o gece hazret-i Ali’ye yatağına yatmasını ve kendisine bırakılan emânetleri sâhiplerine vermek için Mekke’de kalmasını söyledi.

Resûlullah, müşriklerin ellerinde kılıçlarla gece evinin etrâfını sardığı sırada, üzerlerine bir avuç toprak serpti ve Yâsîn sûresinin ilk âyetlerini okuyarak evden çıkıp müşriklerin arasından geçti. Bekleyenlerin hiçbirisi onu göremedi. Ebû Bekr ile Sevr Dağına çıkıp üç gün orada bir mağarada gizlenip sonra Medîne’ye hicret ettiler. O gece evinin etrafında bekleyen müşrikler sabaha doğru eve girince Ali radıyallahü anh ile karşılaştılar. Muhammed aleyhisselâmın Mekke’den ayrıldığını anlayarak tâkibe koyuldular. Ancak Resûlullah’ın mûcizeleri karşısında âciz kalıp bulamadılar. (Bkz. Hicret)

Peygamber efendimizin bi’setin on üçüncü yılında 12 Rebîulevvel de, Mîlâdi 622 senesinde Medîne’ye hicretiyle on sene süren Medîne devri başladı.

Medîne devri:

Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Medîne’ye hicretiyle Müslümanlar için yeni bir devir başlamış oldu. Resûlullah efendimizin Mekke’den Medîne’ye hicret etmekte olduğu işitilince, hâdise Medîne’de büyük bir sevinçle karşılandı. Müslümanlar onu karşılamak için yollara düştüler. Sevgili Peygamberimiz Kubâ’ya gelince orada ilk mescidi yaptırdı. Kubâ’da 10 gün kaldıktan sonra Medîne’ye hareket ettiler. Cumâ günü Rânuna Vâdisinden geçerken öğle olmuştu. Peygamberimiz cumâ namazının farz olduğunu bildirdi ve orada ilk cumâ namazını kıldırdı. Medîne’ye varınca görülmemiş bir sevgi ve tezâhüratla karşılandı.

Bu sırada Medîne’de Yemen’den gelip yerleşmiş olan Evs ve Hazrec kabîleleri ve Benî Kaynuka, Benî Nâdir, Benî Kureyzâ adında üç Yahûdî kabîlesi bulunuyordu. Mekkeli Müslümanların gelip Medîne’de bulunan Müslümanlarla her bakımdan yardımlaşmak üzere kardeşlik kurmaları ile Medîne’nin havası değişmişti.

İlk zamanlarda, Medîne’de bir mescid olmadığı için Sevgili Peygamberimizin bulunduğu her yerde cemâatle namaz kılınıyordu. Daha sonra Resûlullah efendimizin Medîne’ye ilk geldikleri gün devesinin çöktüğü arsa satın alınarak oraya bir mescid inşâ edildi (Bkz. Mescid-i Nebî). Resûlullah için de, bu mescide bitişik odalar yapıldı.

Peygamber efendimiz kalmakta olduğu, Eshâb-ı kirâmdan Ebû Eyyûb-i Ensârî Hâlid bin Zeyd’in evinden mescidin bitişiğinde yapılan bu odalara taşındı (Bkz. Ebû Eyyûb-i Ensârî). Ayrıca mallarını, mülklerini Mekke’de bırakarak hicret eden Müslümanlarla Medîneli Müslümanlar arasında kardeşlik kurdu. Her Medîneli Müslüman, Mekke’den gelen Müslümanlardan birini evine aldı, malına ortak etti. Evi, âilesi olmayan yetmişten fazla fakir Müslüman da mescidin avlusunda yapılan sofada ikâmet ettiler, bütün ihtiyaçları burada karşılandı. Bunlara “Eshâb-ı Suffe” denildi. BunlarPeygamber efendimizin yanından ayrılmaz, söylediklerini ezberler, İslâmiyeti iyice öğrenirlerdi. Medîne dışındaki yerlere İslâmiyeti öğretmek üzere bunlardan öğretici muallimler gönderilirdi.

Hicretin birinci yılında Medîne’de mescid yapıldıktan sonra günde beş vakit ezân okunmaya başlandı. Yine bu sene Peygamber efendimiz hazret-i Ebû Bekr’in kızı hazret-i Âişe ile evlendi.

Her sene hac mevsiminde çevreden Kâbe’deki putlara tapmak için gelen Arap kabîlelerinden kazanç sağlayan müşrikler bu kazancın ellerinden kaçması endişesine kapıldılar. Ayrıca Mekkeli müşriklerin Şam ticâret yolu da Medîne yakınından geçiyordu. Müslümanların bu yolu da kapamasından korkan müşrikler, yeni çâreler arıyorlardı.

Hicretten sonra Medîne’de birleşen Müslümanların karşısında; Mekkeli müşrikler, Medîne’de ve çevresinde bulunan Yahûdîler ve münâfıklar olmak üzere üç çeşit düşmanları vardı. Bu bakımdan tehlike daha çok artmıştı. Böylesine mühim ve tehlikeli bir durum karşısında Peygamber efendimiz tarafından yeni tedbirler alındı. Medîne’de bulunan Evs ve Hazrec kabîleleri arasındaki anlaşmazlıkları düzeltip, onları birbirine dost yaptı. Yahûdî kabîleleriyle de bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre; Yahûdîler kendi dinlerinde serbest kalacak, ancak Medîne’ye dışardan yapılacak her türlü düşman saldırısına karşı Müslümanlarla birlikte vatanlarını müdâfaa edeceklerdi. Yahûdîlerle Müslümanlar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa, Resûlullah’ın hakemliğini kabul edeceklerdi. Bundan başka Mekke civârındaki diğer kabîlelerle de sulh antlaşması yapıldı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu kapatıldı. Medîne’de bulunan Müslümanların ilk nüfus sayımı yapıldı. Bin beş yüz civârında bulunan Müslümanlar için nüfus defteri tutuldu.

Sevgili Peygamberimiz Medîne’nin âsâyişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için de devriyeler tertipledi. Muhtemel düşman saldırılarına karşı nöbet tutuluyordu. Hazret-i Hamza’nın, hazret-i Ubeyde ibni Hâris’in ve hazret-i Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın komutasında olmak üzere, beş ve dört yüz kişi arasında değişen üç seriyye hazırlanmıştı. Hicretin ikinci yılında cihâda, düşmanla harbe izin verildi (Bkz. Cihâd). Önce yalnız müdâfaa etmek sûretiyle izin verilmesi üzerine ilk gazâlar yapılmaya başlandı. Medîne devrinde yapılan gazâların sayısı yirmidir. Seriyyeler ise daha fazladır. Cihâda izin verilmesi Kur’ân-ı kerîm’de Hicr sûresi 39-41. âyetlerinde, Hac sûresi 39. âyetinde, Bakara sûresi 190, 192 ve 193. âyetlerinde bildirilmektedir. Hicretin ikinci yılı olaylarından bir diğer önemli hâdise de, daha önce Kudüs’e karşı namaz kılınmaktayken Allahü teâlânın Kâbe’ye yönelerek namaz kılmayı emretmesiyle kıblenin değişmesidir. (Bkz. Kıble)

Kıblenin Kâbe olmasından bir ay ve hicretten 18 ay sonra Şâban ayının onuncu günü Bedir Gazâsından bir ay önce oruç farz oldu. Yine bu sene Ramazan ayında terâvih namazı kılınmaya başlandı ve sadaka-yı fıtr vermek vâcib oldu (Bkz. Oruç). Hicretin ikinci senesinde Ramazan ayında zekât vermek de farz oldu (Bkz. Zekat). Hicretin ikinci yılında zilhicce ayında da Kurbân kesmek ve bayram namazı kılmak vâcib oldu. (Bkz. Kurbân)

Muhammed aleyhisselâm Medîne’ye hicret ettikten sonra, Medîne’de bütün işleri ve münâsebetleri tertibe koyup Müslümanları güçlü bir duruma getirdi. Böylece İslâmiyet her geçen gün yayılıyor ve Müslümanlar git-gide kuvvetleniyordu. Hicretin ikinci yılında Mekkeli müşrikler, her âileden sermâye alıp bir kervanı Şam’a gönderdiler. Başlarında Ebû Süfyân vardı. Kervan, mallarını sattıktan sonra kâr ile silah satın aldı. Peygamber efendimiz silahların Mekkeli müşriklerin eline geçmesini önlemek için üç yüz on üç Eshâb-ı kirâm ile kervanın yolunu kesmek için Medîne’den çıktı. Kervan başka yoldan Mekke’ye giderken Mekkeli müşrikler de bin kişilik bir ordu hazırlayıp gönderdiler. Medîne dışında Bedir denilen yerde iki ordu karşılaştı ve Bedir Savaşı yapıldı. Bu savaşta Müslümanların sayısı 313 kişiydi. Müşriklerle yapılan bu ilk savaşta Müslümanlar ilk parlak zaferi kazandılar. Başta Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenleri bu savaşta öldürüldü. Yine bir kısmı ileri gelenleri olmak üzere 70’i esir alındı. Peygamber efendimiz bu esirlerin bir kısmını fidye karşılığı, okuma yazma bilenleri de Medîneli 10 çocuğa okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bıraktı. Bu hâdise Mekke ve Medîne’den birçok kimsenin Müslüman olmasına sebep oldu. (Bkz. Bedir Savaşı)

Bedir Savaşında Müslümanların gâlip gelmesi, Medîne’deki Yahûdîleri endişelendirdi. Münâfıklarla birleşen Benî Kaynuka Yahûdîleri, Sevgili Peygamberimizle yaptıkları vatandaşlık antlaşmasını bozarak harbe karar verdiler. Bunun üzerine yapılan Benî Kaynuka Gazâsında yenilip teslim olan Yahûdiler Medîne’den çıkarıldı.

Hicretin üçüncü yılında Sevik Gazvesi, Necd Gazvesi, Zeyd bin Hârise Seriyyesi, Muhammed bin Mesleme Seriyyesi yapıldı. Peygamberimiz kızı Ümmü Gülsüm’ü, hazret-i Osman ile evlendirdi. Hazret-i Ömer’in kızı Hafsa’yı kendi nikâhlarına aldılar. Hazret-i Ali’nin oğlu, hazret-i Hasan dünyâya geldi. Şevval ayında Uhud Gazvesi yapıldı. Bedir Savaşında yenilen müşrikler, bir yıl sonra da 3000 kişilik bir kuvvetle Medîne üzerine yürüdüler. Peygamberimiz müşriklerin bu saldırısına karşı 1000 kişilik bir ordu ile düşmanı Uhud Dağında karşıladı. Bir müdâfaa savaşı olan Uhud Savaşında, Sevgili Peygamberimizin mübârek dişi kırıldı, mübârek yüzü kanadı ve mübârek dudağı yaralandı. Hazret-i Hamza şehit edildi. Bundan başka Muhâcir ve Ensar’dan yetmiş sahâbi şehit oldu. (Bkz. Uhud Savaşı)

Uhud Savaşından sonra hicretin dördüncü yılında Benî Nâdir Gazâsı yapıldı. Önceden Peygamber efendimizle antlaşma yapan Yahûdî kabîlelerinden biri olan Benî Nâdir, Uhud Savaşından sonra sevgili Peygamberimize sûikast yapmaya kalkışarak antlaşmayı bozdular. Münâfıkların kendilerini destekleyeceklerini söylemeleri üzerine de anlaşmayı yenilemeye yanaşmadılar. Bu sebeple yapılan savaşta Benî Nâdir kabîlesi Medîne’den çıkarıldı. Böylece Müslümanların Medîne’deki durumu biraz daha kuvvetlendi.

Medîne civârında bulunan iki kabîle Peygamber efendimize elçi göndererek kendilerine İslâmiyeti öğretmek üzere muallim (öğretmen) istediler. Bu istek üzerine Eshâb-ı kirâmdan on kişi gönderildi. Recî’ denilen yere vardıklarında 200 kişilik bir düşman hücûmuna uğrayan bu heyetten 8 kişi şehit oldu. Bu hâdiseye Recî Vak’ası denir. Yine Necid Şeyhi Ebû Berâ’nın Medîne’ye gelip kendilerini irşâd için muallimler istemesi üzerine irşâd için, Eshâb-ı kirâmdan 70 kişilik bir heyet gönderildi. Eshâb-ı Suffadan olan bu irşad heyeti Bir-i Mâûne denilen yere vardıklarında, Necidliler, verdikleri teminâta rağmen, ihânet ettiler. Üzerlerine gönderdikleri bir ordu ile bu yetmiş sahabenin hepsini şehit ettiler. Bu hâdise de Bi’r-i Mâûne Faciası adı ile bilinmektedir.

Şarap (içki) içmeyi haram kılan âyet-i kerîme de hicretin dördüncü yılında indi. Peygamberimiz bu yılda Ümmü Seleme ile evlendi. Ümmü Seleme’nin kocası Uhud Savaşında yaralanmış, sonra da vefât etmişti. Sevgili Peygamberimiz, ihtiyar ve çocukları olan Ümmü Seleme’yi radıyallahü anhâ kendisine nikâhlayarak zor durumdan kurtarıp himâyelerine aldılar.

Hicretin beşinci yılında Hendek Savaşı yapıldı. Müşriklerin Medîne üzerine yaptıkları üçüncü ve son saldırı olan bu savaşta, Benî Nâdir Yahûdîleri ve müşriklerin berâberce hazırladıkları on bin kişilik bir ordusu vardı. Peygamber efendimiz Medîne’nin etrâfına geniş ve derin bir hendek kazdırıp üç bin kişilik bir ordu ile düşmana karşı durdu. Bir ay süren kuşatmada Medîne’de bulunan Benî Kureyzâ Yahûdîleri de Peygamber efendimizle yaptıkları antlaşmayı bozarak Müslümanları arkadan vurmaya kalkıştı. Netîcede kuvvetli bir fırtınaya ve şiddetli yağmura tutularak darmadağın olan düşman ordusu perişân bir hâlde paniğe kapılarak Mekke’ye döndü (Bkz. Hendek Savaşı). Bu hâdise Kur’ân-ı kerîmde Ahzâb sûresi 9. âyetinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey îmân edenler! Allah’ın size olan nîmetlerini hatırlayınız. Hani ordular saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik.” Bu savaştan sonra Sevgili Peygamberimiz; “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelmez.” buyurdu.

Şanlı Peygamberimiz Hendek Savaşından Medîne’ye dönünce Eshâb-ı kirâma, silâhlarını çıkarmadan, Hendek Savaşı sırasında ihânet ederek müşriklerle birleşip Müslümanları arkadan vurmak isteyen Benî Kureyzâ Yahûdîleri üzerine hareket emri verdi. Netîcede teslim olan bu kabîleye haklarında kendi kitapları Tevrât’ın hükmü uygulandı.

Teyemmüm âyeti ile haccın farz olduğunu bildiren âyet hicretin beşinci yılında nâzil oldu.

Hicretin altıncı yılında Mekke dışındaki müşriklerleMüreysi Gazâsı yapıldı. Mekkeli müşriklerin İslâmiyeti resmen bir devlet olarak tanımak zorunda kaldıkları Hudeybiye Antlaşması da bu yılda yapıldı (Bkz. Hudeybiye Antlaşması). Yine bu yılda Şanlı Peygamberimiz bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğini bildirmek ve İslâmiyeti her tarafa yaymak için Bizans, İran, Habeş, Mısır, Gassan ve Yemâme hükümdarlarına elçilerle mektuplar göndererek onları İslâma dâvet etti. Peygamber efendimizin bu dâveti karşısında Habeş hükümdarı Müslüman oldu. Bizans İmparatoru elçiye iyi muâmele yaptı. Mısır hâkimi Peygamberimize hediyeler gönderdi. İran şâhı ve Gassan beyi ise elçilere hakâret ederek sert davrandılar. Yemâme beyi ise boş ve mânâsız tekliflerde bulundu.

Hicretin yedinci senesinde, İslâmiyet Arap Yarımadasında süratle yayılmaya başladı ve düşmanlar oldukça tesirsiz hâle getirildi. Bu yılda vukû bulan mühim hâdiselerden biri de Hayber’in fethidir. Peygamber efendimizin Medîne’ye hicret etmesinden sonra Yahûdî kabîleleri ile antlaşma yapıldı. Fakat bu kabîleler sözlerinde durmadılar. Mekkeli müşriklerle birleşerek Müslümanlara ihânet ettiler. Bu sebeple de Medîne’den çıkarıldılar. Bunlardan Benî Nâdir kabîlesi Hayber’e yerleşmişti. Şanlı Peygamberimiz bin altı yüz kişilik bir ordu ile Hayber üzerine gitti ve bir hafta süren kuşatmadan sonra Hayber fethedildi. Böylece Yahûdî tehlikesi ve fitnesi ortadan kaldırıldı (Bkz. Hayber’in Fethi). Yine bu yılda Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâmdan iki bin kişiyle Mekke’ye gidip Kâbeyi tavâf etti. Mekkeliler üzerinde büyük bir tesir bırakan bu ziyâret üzerine önde gelen birçok kimse Müslüman oldu. İslâmın ilk yıllarında Mekke’den Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar da bu yılda Medîne’ye geldiler.

Hicretin sekizinci yılında Mûte Savaşı yapıldı. Şanlı Peygamberimizin gönderdiği bir elçinin şehit edilmesi üzerine yapılan bu savaş, yüz bin kişilik Rum ordusuna karşı üç bin İslâm mücâhidinin çok büyük kahramanlıklar gösterdiği bir savaştı. Bu savaşta geri çekilmek zorunda kalan Rumların güçleri kırıldı. (Bkz. Mûte Harbi)

Bu yılda vukû bulan hâdiselerin en önemlisi Mekke’nin Fethidir. Peygamber efendimizle on senelik bir zaman için Hudeybiye Antlaşmasını imzâlayan Kureyşliler, aradan iki yıl geçmeden antlaşmayı bozdular. Peygamber efendimiz Kureyşlilerden, yapılan antlaşmaya uymalarını istedi. Müşrikler buna yanaşmayınca on bin kişilik bir kuvvetle Mekke üzerine yüründü ve Arap Yarımadasında puta tapıcılığın merkezi olan Mekke fethedildi. Bütün putlar kırılıp, Kâbe putlardan temizlendi. Yirmi yıldan beri Müslümanlara amansız düşmanlık yapan müşriklerin gücü tamâmen kırıldı. Şanlı Peygamberimizin affına kavuşup, çoğu Müslüman oldu. (Bkz. Mekke’nin Fethi)

Mekke’nin Fethinden sonra Hevâzin veSakif kabîleleri, Sa’d oğulları gibi bâzı küçük kabîleleri de yanlarına alarak 20 bin kişilik bir ordu ile harekete geçtiler. Sevgili Peygamberimiz de 12 bin kişilik bir ordu ile üzerlerine gidip bu müttefik müşrik ordusunu mağlup etti. Bu düşman kabîleler Tâif’e sığınarak yeniden savaşa hazırlanmaya başladılar. Peygamber efendimiz Tâif’i 20 gün kuşatma altında tuttuktan sonra muhâsarayı kaldırdı. Bir sene sonra da Tâifliler kendi istekleriyle Müslüman oldular.

Hicretin dokuzuncu yılı İslâmiyetin Arap Yarımadasında büyük bir süratle yayıldığı bir yıl oldu. Bir taraftan bölük bölük insanlar Medîne’ye gelip Müslüman oluyor, bir taraftan da İslâmiyeti kabul eden kabîlelerin dînî ve idârî işlerini yürütmek için çevreye memurlar ve vâliler gönderiliyordu. Bu sırada çevredeİslâmın yayılmasını engellemek isteyen devletler vardı. Bunlardan biri de o zamânın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans’tı. Bizans Kayseri Heraklius Mûte Savaşından beri Arap Yarımadasını istilâ ederek İslâmiyetin yayılmasına son vermek istiyordu.Heraklius Hıristiyan Arapların ve diğer bir takım kabîlelerin desteğini alıp, kendisi de 40 bin kişilik bir ordu toplayarak Medîne üzerine yürümeye hazırlanmıştı. Peygamber efendimiz bu durumu haber alınca 30 bin kişilik bir ordu hazırladı. Bu hazırlıkta Eshâb-ı kirâm mallarını da vererek fiilen büyük bir fedâkârlık gösterdi. İslâm ordusu Tebük’e geldiği sırada, Müslümanların bu hazırlığını işiten Bizanslılar savaşmaktan çekinip, geri döndüler. Sevgili Peygamberimiz ordusuyla Tebük’te 20 gün kaldı. Şam’da bulaşıcı bir hastalık olan tâûn (vebâ) salgını olduğunu duyunca Medîne’ye döndü. Böylece Bizans’ın mâneviyâtı iyice kırıldı ve İslâmiyetin şanı, şerefi her tarafta duyuldu.

Peygamber efendimiz Mekke devrinde sâdece müşrikler ve Medîne devrinde ise müşrikler, Yahûdîler ve münâfıklar olmak üzere üç çeşit düşmanla karşılaştı. Bunlardan müşrikler ve Yahûdîlerle yaptığı savaşlarda düşmanı mağlup ederek onları tesirsiz hâle getirdi. Lâkin münâfıkların düşmanlıkları sinsice, devam etti. Bunların yaptığı düşmanlıklardan biri de Müslümanlar arasına fitne sokmak maksadıyla Peygamber efendimizin Medine’ye hicreti sırasında yaptırdığı meâlen; “Temeli takvâ üzerine atıldı.” (Tevbe sûresi: 108) buyrulan Kubâ Mescidi karşısında Mescid-i Dırâr’ı yapmalarıdır. Münâfıkların Kubâ Mescidinin cemâatini bölmek gibi bozuk düşüncelerle yaptıkları bu mescit, Tevbe sûresi 107 ve 108. âyetlerinin nâzil olması üzerine Peygamber efendimiz tarafından yıktırıldı. Bu hâdiseden iki ay sonra başları Abdullah bin Übey’in ölmesi ile münâfıklar dağılıp düşmanlık faaliyetleri sona erdi. Böylece hicretin dokuzuncu yılında İslâmın belli başlı düşmanlarının karşı durma ve engelleme güçleri büyük ölçüde sona erdirildi.

Bu yılın mühim bir hâdisesi de çevreden Medîne’ye akın akın heyetlerin gelmesidir. Bu bakımdan bu yıla “Senet-ül Vüfûd” (elçiler yılı) denildi. Peygamber efendimize gelen bu heyetler; ya Müslüman olmak veya Müslüman olduklarını bildirmek üzere, yâhut da kabul ettikleri İslâmiyetin esaslarını öğrenmek için geliyorlardı. Peygamberimiz müslüman olan bu kabîlelere İslâmiyeti öğretmek, işlerini yürütmek üzere muallimler ve vâliler gönderdi.

Hicretten önce îmân etmemiş olan ve hicretin sekizinci yılında Taif Muhâsarası sırasında Sevgili Peygamberimize karşı çıkan Taifliler de hicretin dokuzuncu yılında, Tebük Seferinden sonra, heyet göndererek Müslüman oldular.

İslâmın beş şartından biri olan hac da hicretin dokuzuncu yılında farz kılındı. Âl-i İmrân sûresinin 96 ve 97. âyetleri nâzil olunca, Peygamber efendimiz bunu Eshâb-ı kirâma bildirdi. O sene hazret-i Ebû Bekr’i üç yüz kişilik bir kâfileye hac emiri tâyin etti. Bu kâfilede bulunan Eshâb-ı kirâm hazret-i Ebû Bekr’in emirliğinde Mekke’ye gitti. Bu sırada Berâe sûresinin ilk âyetleri nâzil oldu. Bu âyetlerde muâhede hakkındaki bâzı hükümler bildirildi. Peygamber efendimiz bunu bildirmek üzere hazret-i Ali’yi Mekke’ye gönderdi. O zaman Araplar arasında yaygın olan bir geleneğe göre bir antlaşma yapılır veya yapılmış bir antlaşma bozulursa, bu antlaşmayı bizzat yapan veya onun tâyin ettiği bir akrabâsı tarafından îlân olunurdu. Peygamber efendimiz bu iş için hazret-i Ali’yi hac kâfilesinin arkasından Mekke’ye gönderdi. Hazret-i Ali kâfileye yetişip Mekke’ye birlikte girdiler. Ebû Bekr radıyallahü anh bir hutbe okudu. Hac ibâdetini anlattı. Eshâb-ı kirâm öğretilen esaslara göre hac yaptılar. Hac ibâdeti edâ edilirken hazret-i Ali de Mina’da Cemre-i Akabe denilen yerde bir hutbe okudu. Bu hutbesinde; “Ey insanlar beni size Resûlullah gönderdi.” diyerek söze başladı ve Berâe sûresinin ilk âyetlerini okudu. Bundan sonra; “Ben size dört şeyi bildirmeye memurum.” dedi. Bu dört hususu şöyle bildirdi:

1. Müminlerden başka hiç kimse Cennete giremez.

2. Bu seneden sonra hiçbir müşrik Kâbe’ye yaklaşamayacak.

3. Hiçbir kimse Kâbe’yi çıplak tavâf etmeyecek (O zaman müşrikler Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdi.)

4. Her kimin Resûlullah ile antlaşması varsa, müddeti bitinceye kadar mûteber olacak. Bunlar dışındakilere dört ay mühlet tanınmıştır. Bundan sonra hiçbir müşrik için ahd (antlaşma) ve himâye yoktur.

O günden sonra hiçbir müşrik Kâbe’yi tavâf etmeye gelmedi ve hiç kimse çıplak olarak Kâbe’yi tavâf etmedi. Bu hususlar bildirildikten sonra müşriklerden çoğu Müslüman oldu. Hac farizâsı yerine getirildikten sonra hazret-i Ebû Bekr ile Ali radıyallahü anh yanlarındaki Eshâb-ı kirâmla Medîne’ye döndüler.

Hicretin onuncu yılında İslâmiyet bütün Arap Yarımadasına yayıldı. Arabistan’ın her tarafından insanlar Medîne’ye geliyor, Müslüman olmakla şereflenmek, ebedî saâdete kavuşmak için birbirleriyle yarış ediyorlardı. Artık Arabistan’da Müslümanlara karşı duracak hiçbir kuvvet kalmamış, İslâmiyet her tarafa hâkim olmuştu. Sâdece bâzı Yahûdî ve Hıristiyan kabîleleri Müslüman olmamıştı.

Peygamber efendimiz hicretin onuncu yılında Hâlid bin Velîd hazretlerini dört yüz mücâhid ile Yemen civârında bulunan Hâris bin Ka’b oğullarını İslâma dâvet için gönderdi. Hâlid bin Velîd, Resûlullah’ın emri üzerine bu kabîleyi İslâma dâvet etti. Onlar da dâvete icâbet ederek Müslüman oldular. Yine bu yılda Peygamber efendimiz Necranlı Hıristiyanlarla sulh antlaşması yaptı. Bunlardan bir kısmı sonra kendiliklerinden Müslüman oldu. Bu sene hazret-i Ali Eshâb-ı kirâmdan üç yüz kişiyle birlikte Yemen’de bulunan Medlec kabîlesini İslâma dâvet etmek için gönderildi. Önce karşı durdu ise de netîcede bu kabîle de Müslüman oldu. Peygamber efendimiz bu sene İslâmiyetin yayıldığı bütün beldelere, vâliler ve zekât toplamak üzere görevliler (âmil, sâi) gönderdi ve Vedâ Haccını yaptı.

Vedâ Haccı

Hicretin onuncu senesinde Sevgili Peygamberimiz hac için hazırlanıp, Medîne’deki Müslümanların da hazırlanmalarını emir buyurdu. Medîne dışında bulunan Müslümanlara da haber gönderdi. Bu haber üzerine binlerce Müslüman Medîne’de toplandı. Hazırlıklar tamamlanınca Peygamberimiz Zilka’de ayının 25. günü 40 bin kişilik bir kâfile ile öğle namazından sonra Medîne’den hareket etti. 100 kurbanlık deve götürdü. 10 gün süren yolculuktan sonra Zilhicce ayının 4. günü Mekke’ye vardılar. Yemen’den ve diğer beldelerden hac yapmak üzere gelenlerin de katılmasıyla Müslümanların sayısı 124 bine ulaştı. Peygamberimiz zilhiccenin 8. günü Mina’ya, 9. günü (arefe günü) Arafat’a gitti. Arafat Vâdisinin ortasında öğleden sonra Kusvâ adlı devesinin üstünde Vedâ Hutbesi’ni okudu.

Sevgili Peygamberimiz bu hutbesinde kan dâvâları, fâiz, kumar, her türlü zulüm gibi câhiliyye devrine âit bütün kötülüklerin kaldırıldığını bildirdi ve insan haklarını anlattı. Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, erkeklerin kadınlar ve kadınların da erkekler üzerindeki haklarını, Müslümanların kardeş olduğunu ve daha birçok husûsu bildirdi. Eshâb-ı kirâmla vedâlaştı.(Bkz. Veda Hutbesi)

Peygamber efendimiz Vedâ Hutbesi’ni okuduğu gün; “Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim. Üzerinize nîmetimi tamamladım. Size din olarak İslâm dînini seçtim.” (Mâide sûresi: 3) meâlindeki âyet nâzil oldu. Peygamberimiz bu âyet-i kerîmeyi Eshâb-ı kirâma okuyunca hazret-i Ebû Bekr ağlamaya başladı. Eshâb-ı kirâm ağlamasının sebebini sorunca; “Bu âyet, Resûlullah’ın vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor, onun için ağlıyorum.” buyurdu.

Peygamber efendimiz Mekke’de 10 gün kalıp Vedâ Haccını yaptı ve vedâ tavâfı yaparak Medîne’ye döndü. Vedâ Haccından sonra Eshâb-ı kirâm Resûlullah efendimizin bildirdiği ve emrettiği şeyleri gittikleri yerlerde anlattılar.

Hicretin onuncu yılında vukû bulan bir hâdise de Peygamberlik iddiasında bulunan yalancıların ortaya çıkmasıdır. Bunlardan birisi Yemen’de ortaya çıkan Esved-i Ansî’dir. Şanlı Peygamberimizin emri üzerine Esved-i Ansî Yemen’deki Müslümanlar tarafından evinde öldürüldü. Diğeri de Müseylemet-ül Kezzâb’dır. Peygamber efendimizin vefâtından sonra Ebû Bekr radıyallahü anh Müseyleme üzerine Hâlid bin Velîd kumandasında bir ordu gönderdi. Müseyleme de öldürüldü.

Peygamberimiz hicretin on birinci yılında hastalanıp, vefâtından kısa bir zaman önce Müslümanlar için büyük bir tehlike olan Bizans üzerine gönderilmek üzere Üsâme bin Zeyd komutasında bir ordu hazırladı. Ordu hareket etmek üzereydi, fakat Resûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca hareket etmedi. Bu ordu daha sonra hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliğinin ilk günlerinde Bizans üzerine gidip parlak zaferler kazandı. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın vefâtı da bu yılda oldu.

Vefâtı:

Peygamberimiz Vedâ Haccında Mina’da bulunduğu sırada; “Allah’ın yardımı ve zafer günü gelip insanların Allah’ın dînine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek, tesbîh et! O’ndan af dile! Çünkü O, tövbeleri dâimâ kabul eder.” meâlindeki en son nâzil olan Nasr sûresi indiğinde Peygamber efendimiz kızı hazret-i Fâtımâ’yı çağırıp; “Bana kendi vefâtım haber verildi.” buyurdu. Bunun üzerine ağlamaya başlayan Fâtımâ’ya; “Ağlama, zîrâ benim ehlimden bana ilk kavuşan sen olacaksın.” buyurdu.

Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize her sene o zamâna kadar nâzil olan âyetleri okumak üzere senede bir kere gelirdi. Vefât edeceği sene iki kere gelip Kur’ân-ı kerîm’i iki defâ baştan sona okudu.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem vefât etmeden bir müddet önce Bakî mezarlığında ve Uhud’da bulunan Müslümanların kabrini ziyâret ederek onlar için duâ ve istiğfâr etti.

Bakî mezarlığındayken yanında bulunan Ebû Müveyhib’e dönerek; “Ey Ebû Müveyhib! Ben dünyâ hazîneleriyle âhiret nîmetlerini seçmede serbest bırakıldım. İstersen dünyâda bakî ol, sonra Cennet’e git, istersen likaullah (Allah’a kavuşmak) hâsıl olup Cennet’e gir dediler. Ben likaullahı ve sonra Cennet’i seçtim.” buyurdu.

Sevgili Peygamberimiz vefâtından önce humma hastalığına tutuldu. Bu hastalık 13 gün sürdü. Bu müddetin son 8 gününü hazret-i Âişe’nin odasında geçirdi. Hastalığının ilk günlerinde ve ateşi düştüğü sıralarda mescide çıkıp Eshâbına namaz kıldırıyordu.

Hastalığının ikinci günü hazret-i Ali ve Fazl bin Abbâs kollarına girerek mescidi teşrif etti. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra; “Ey Eshâbım, bilmiş olunuz ki aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa benden istesin. Benim yanımda sevgili olan benden hakkını istesin veya helâl etsin ki Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım.” buyurdu. Sonra minberden inip öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra tekrar minbere çıkıp namazdan önce buyurduğunu tekrar etti. Bunun üzerine Eshâbdan biri kalkıp üç dirhem alacağı olduğunu söyleyince hemen ödedi.

Peygamber efendimizin hastalığının arttığı günlerde Eshâb-ı kirâma yaptığı vasiyetlerden biri de şöyledir: “Müşrikleri Arabistan’dan çıkarınız. Size gelen elçilere benim yaptığım gibi ikrâm ve ihsânda bulununuz.”

Vefâtından beş gün önce hastalığı biraz hafifledi ve mescidi teşrif edip, minbere çıkarak Eshâb-ı kirâma; “Ey Eshâbım, hiçbir peygamber ümmeti içinde ebedî olarak yaşamadı. Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım. Muhakkak ki siz de Rabbinize kavuşacaksınız. Dünyâda hiç kimse kalmaz. Her şey Allah’ın irâdesine bağlıdır. Allah’ın takdir buyurduğu zaman ne öne alınır, ne de o zamandan kaçılır. Sizinle buluşacağımız yer, Kevser Havzının başıdır. Her kim benimle Kevser Havzı kenârında buluşmak isterse elini ve dilini korusun, günahlardan sakınsın. Ey Eshâbım! Allah kullarından birini dünyâ hayâtıyla âhiret hayâtını seçmekte serbest bıraktı. Fakat bu kul âhiret hayâtını seçti.” buyurdu. Hazret-iEbû Bekr Resûlullah efendimizin bu sözleriyle vefâtına işâret buyurduğunu anlayarak ağlamaya başladı. Peygamber efendimiz; “Ağlama yâ Ebâ Bekr!” buyurarak onu teselli etti ve; “Bana her bakımdan en faydalı olanınız Ebû Bekr’dir.” ve “Mescide açılan kapılardan Ebû Bekr’inki hâriç hepsini kapatınız.” buyurdu. Sonra minberden inerek hazret-i Âişe’nin odasına döndü. Biraz sonra Eshâb-ı kirâmın çok üzülmesi ve endişeleri üzerine hazret-i Ali ve Fazl bin Abbâs’ın koltuğuna girdiği halde tekrar mescide geldi. Minberin alt basamağına durup Eshâb-ı kirâma son hutbesini okudu ve vasiyetini yaparak şöyle buyurdu: “Ey Muhâcirler, size Ensar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim. Onlar benim has cemâatimdir. Onlar sizi evlerinde misâfir edip, her hususta sizi nefslerine tercih ettiler. Eshâbım! İlk Muhâcirlere de hürmet etmenizi vasiyet ederim. Bütün Muhâcirler birbirlerine hayırlı olsunlar. Her iş Allahü teâlânın izniyle olur. Allahü teâlânın irâdesine karşı çıkanlar sonunda mağlup olurlar. Allahü teâlânın emrine uymak istemeyenler, muhakkak aldanırlar.” Daha önce hazret-i Ebû Bekr’den memnûniyetini belirttiği gibi bu hutbede de hazret-i Ömer’den memnuniyetini belirtti ve; “Ömer benimledir, ben de onunlayım. Benden sonra hak Ömer’le berâberdir.” buyurdu. Resûlullah efendimiz bu hutbeden sonra minberden indi ve Eshâbdan ayrılıp odasına çekildi. Vefâtına üç gün kala bir yatsı vaktinde namaz için ezân okunmuştu. Peygamber efendimiz namazın kılınıp kılınmadığını sorunca; “Cemâat sizi bekliyor yâ Resûlallah!” denildi. Resûlullah cemâate gitmek istedi. Cemâate gidecek takat bulamayınca; “Ebû Bekr’e söyleyin namazı kıldırsın.” buyurdu. Resûlullah efendimiz bu emrini üç defâ tekrarladı. Hazret-i Ebû Bekr üç gün cemâate namaz kıldırdı.

Sevgili Peygamberimiz vefât ettiği günün sabah namazı vaktinde mescide açılan odanın kapısındaki perdeyi kaldırdı. Hazret-i Ebû Bekr cemâate sabah namazını kıldırıyordu. Eshâbına bakıp onların namazda saf tutup durduklarını görünce sevinerek tebessüm etti. Sonra da mescide girdi. Resûlullah’ın teşrifini fark eden hazret-i Ebû Bekr mihrabdan çekilmek üzereyken Resûlullah eliyle yerinde durması için işâret edip, oturduğu yerde Ebû Bekr’e radıyallahü anh uyarak sabah namazını kıldı. O gün hastalığı hafiflemişti. Namazdan sonra Eshâb-ı kirâma dönüp; “Ey insanlar! Siz Allahü teâlânın hıfzındasınız ve sizi Allahü teâlâya emânet ettim. Takvâ üzere olun. Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlânın emrini tutun ve itâat edin. Ben bu dâr-ı dünyâdan ayrılırım.” buyurdu. Sonra mescitten odasına geçti. Bu Eshâb-ı kirâmın Resûlullah efendimizi son görüşü oldu.

Resûl-i ekrem efendimiz hazret-i Âişe’nin hücresine girip yattığı sırada, Üsâme bin Zeyd huzûruna geldi. Resûlullah efendimiz 23 senelik peygamberlik müddetinde son olarak Suriye tarafında Bizans üzerine gidecek bir ordu hazırlamıştı. Bu orduya kumandan tâyin ettiği Üsâme bin Zeyd’e hareket etmesini buyurdu. Bu sırada hastalığı şiddetlenen Peygamber efendimiz kızı hazret-i Fâtımâ’yı çağırıp kulağına birşeyler söyledi. Hazret-i Fâtımâ ağlamaya başladı. Sonra bir şeyler daha söyleyince hazret-i Fâtımâ güldü. Resûlullah efendimiz hazret-i Fâtımâ’ya vefât edeceğini söyleyince hazret-i Fâtıma ağladı. Sonra da; “Sana müjde olsun ki bütün ehlimden önce sen bana kavuşursun.” buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Fâtıma sevinip güldü.

Resûl-i ekrem efendimiz vefât edeceği sırada hazret-i Ali’ye, hazret-i Âişe’ye vasiyette ve nasîhatta bulundu. Bu sırada ağlayıp gözyaşı döken hazret-i Fâtımâ’ya; “Kızım bir miktar sabreyle, ağlama. Zîrâ Hamele-i Arş (melekler) senin ağlaman üzerine ağlaşırlar.” buyurdu. Hazret-i Fâtımâ’nın göz yaşını sildi. Teselli verip Allahü teâlâdan sabır vermesini diledi ve; “Ey kızım, benim rûhum kabz olacak. (İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn) diyesin. Ey Fâtımâ, gelen her musibete bir karşılık verilir.” buyurdu. Bir müddet mübârek gözlerini kapayıp sonra; “Bundan sonra babana üzüntü ve gussa (keder, tasa) olmaz. Zîrâ fânî âlemden ve mihnet yerinden kurtuluyor.” buyurdu. Sonra hanımlarına nasîhat buyurdu. Torunları hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin’i yanına alıp, onlara şefkatle bakarak alınlarından öptü. Sonra da hazret-i Ali’yi yanına çağırıp mübârek başını onun koluna dayayarak oturup; “Yâ Ali, zimmetimde filan Yahûdînin şu kadar malı vardır. Asker hazırlamak için almıştım. Sakın onu ödemeyi unutma. Elbette zimmetimi kurtarırsın ve Kevser Havzı başında benimle görüşeceklerin birincisi sensin. Benden sonra sana çok zarar gelir, sabır edesin. İnsanlar dünyâyı istedikleri vakit sen âhireti seçesin.” buyurdu. Resûlullah efendimiz vasiyetini tamamladıktan sonra hâli değişti, yatağına yatırdılar.

Rebiülevvel ayının on ikisinde Pazartesi günü öğleden evvel Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Yâ Resûlallah! Cennetleri süslediler, Hûri veRıdvan donandı. Allahü teâlâ sana hiç kimseye verilmeyen çok şeyler ihsân etti. Kevser Havzı, Makam-ı Mahmûd ve Şefâat-i ümmet verdi. Kıyâmet günü sen râzı oluncaya kadar ümmetini bağışlar. Yâ Resûlallah; Melek-ül Mevt kapıda beklemektedir. İçeri girmeye izin ister. Şimdiye kadar kimseden izin istememiştir. Bundan sonra da istemez.” dedi.

Sevgili Peygamberimizin izni üzerine Azrâil aleyhisselâm içeri girip selâm verdi ve sonra; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni senin huzûruna gönderdi. Senin emrinden dışarı çıkmamamı buyurdu. Dilersen şerefli rûhunu kabz edip ulvî âleme yükselteyim, yoksa dönüp gideyim.” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Ey Habîbullah! Allahü teâlâ sana müştâktır(âşıktır).” dedi. Sonra selâm verip vedâ ederken; “Ey Muhammed; Ey Ahmed! Bundan sonra vahiy için bir daha gelmem ve Hak teâlânın haberini yer yüzüne getirmem. Benim maksûdum ve matlûbum sen idin yâ Resûlallah.” dedi. Bundan sonra Peygamber efendimizin; “Ey Azrâil vazîfeni yap.” buyurması üzerine, mübârek rûhunu kabz etti. Böylece Resûl-i ekrem efendimiz Hicretin on birinci yılında (Mîlâdî 632) Rebiülevvel ayının 12’sinde Pazartesi günü öğleden evvel vefât etti. Vefât ettiğinde Kamerî seneye göre 63, şemsî seneye göre 61 yaşında idi.

Eshâb-ı kirâm, Resûlullah efendimizin vefâtı üzerine pekçok üzülüp gözyaşı döktüler. Çoğunun dili tutulup bir müddet konuşamaz oldu. Ebû Bekr radıyallahü anh Resûlullah’ın yanına girip mübârek yüzünden örtüyü kaldırarak mübârek alnından öptü. Sonra başını kaldırıp, mübârek alnından tekrâr öpüp; “Âh Sâfi” dedi. Bir daha öpüp, “Âh dost” dedi. Sonra mübârek pazusunu öpüp ağladı. “Anam babam sana fedâ olsun! Dirin ve ölün tayyib, temiz ve ne güzeldir!” dedi. Ve; “Eğer ihtiyârımız elimizde olsaydı canlarımızı yoluna fedâ ederdik. Eğer sen bizi men etmeseydin, gözlerimizden pınarları akıtırdık.” Sonra salâtü selâm okuyup; “Yâ Resûlallah, bizi Rabbinin katında hatırla.” dedi. Sonra dışarı çıktı. Mescitte minbere çıkarak Eshâb-ı kirâma bir hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve senâ etti. Resûl-i ekrem efendimize sallallahü aleyhi ve sellem salât okudu. Sonra şöyle dedi: “Her kim Muhammed’e îmân etmişse bilsin ki, Muhammed aleyhisselâm vefât etti. Her kim Allahü teâlâya tapıyorsa O, Hayy, diri ve Bâkî’dir, ölmez, ebedîdir.” buyurdu ve sonra; “Muhammed de kendinden önce geçen Resûller gibi Resûldür. Eğer O vefât eder, yâhut öldürülürse, siz dîninizden, yâhut cihaddan, eski hâlinize dönecek misiniz? Böyle değişen, Allahü teâlâya zarar vermez, kendine zarar eder. İslâm ve sebatta şükredenlere muhakkak mükâfat verecektir.” (Âl-i İmrân sûresi: 144) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.

Hazret-i Ebû Bekr Eshâb-ı kirâmı ve Ehl-i beyti teselli etti. İlk anda acı haber üzerine çok şaşıran Ömer radıyallahü anh, Ebû Bekr’i radıyallahü anh dinleyince kendine geldi. Peygamberimizin vefât ettiği gün Eshâb-ı kirâm yapılan umûmî bir bîatle hazret-i Ebû Bekr’i halîfe seçtiler.

Resûlullah efendimizin cenâzesi vefât ettiği günden sonra, salı günü yıkandı ve kefenlendi. Gasl (yıkama) işine bizzat hazret-i Ali, hazret-i Abbâs ve hazret-i Abbâs’ın oğulları Fazl ve Kusem de yardım ettiler. Üsâme ile Şukran Sâlih radıyallahü anhümâ da su döktüler.

Peygamber efendimiz gömleği üzerinde olduğu halde üç kere yıkanıp üç kat yeni beyaz kefene sarıldı. Bundan sonra mübârek cesedi sedir üstüne konulup bulunduğu odanın kapısıEshâb-ı kirâma açıldı. Eshâb-ı kirâm grup grup odaya girip cenâze namazı kıldılar. Salıyı çarşambaya bağlayan gece (çarşamba gecesi) yarısı mübârek rûhu alındığı yerde defn olundu. Mübârek cesedini kabre Ali, Fadl, Üsâme ve Abdurrahmân bin Avf radıyallahü anhüm indirdi. Kıyâmet günü kabirden en önce O kalkacaktır. En önce O şefâat edecektir. En önce O’nun şefâati kabul olunacaktır. Cennet kapısını önce O açacaktır.

Resûl-i ekrem efendimizin vefâtı üzerine bütün Müslümanların kalpleri yandı, çok üzüldüler. Peygamber efendimiz bizim bilmediğimiz bir hayat ile, şimdi kabrinde hayattadır. Cesed-i şerîfi aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin söyledikleri salevâtı kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arası Cennet bahçesi gibi kıymetlidir.

Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâatların büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir: “Beni ziyâret edene şefâatim vâcib olur.” buyurmuştur.

Hazret-i Fâtıma, babasının vefâtından duyduğu üzüntüyü şu mersiye ile dile getirdi: “Benim üzerime öyle musibetler döküldü ki, eğer onlar gündüzlerin üzerine dökülseydi gece olurdu.”

Peygamber efendimizin görünüşünün anlatılmasına İslâm terminolojisinde “Hilye-i Saâdet” denilmiştir. Peygamberimizin mübârek bedeninin dış görünüşü bütün incelikleriyle bu Hilye-i Saâdet yazılarında bildirilmiştir. Bunları okuyanlar, Peygamber efendimizin rûhen olduğu gibi bedenen de hiç eksiksiz ve kusursuz, insanların en güzeli ve her bakımdan en üstünü olduğunu anlarlar. İslâm dünyâsında bu konuda pekçok eser yazılmıştır. (Bkz. Hilye-i Saâdet)

Peygamber efendimizi medheden on binlerce kitap, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahi, O’nu methetmekten âciz olduklarını beyan etmişlerdir.

Arap, Fars ve Türk edebiyâtında görülen Nâtlar hep O’nun için yazılmıştır.

Resûlullah efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, ediplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların herbiri O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler. Müslüman olmayanlar, Habîb-i ekrem efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle berâber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için, O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar. Müslümanlar da Peygamber efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektediler. Bunlardan zâhir âlimleri O’nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir. Ulemâ-i râsihîn denilen hem zâhir ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh gelmektedir. O, Resûlullah efendimizdeki nübüvvet nûrunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O’na âşık olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh gibi olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh her an, her baktığı yerde Resûlullah’ı görürdü. Bir keresinde hâlini; “Yâ Resûlallah! Nereye baksam sizi görüyorum. Helâda bile, karşımdasınız, utanıyorum.” diye arzetmişti. Bir keresinde de; “Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim.” demişti. Resûlullah efendimizin güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de zevcât-ı mutahheradan, müminlerin annesi hazret-i Âişe idi. Âişe radıyallahü anhâ âlime, müctehide, akıllı, zekî ve edibe idi. Gâyet beliğ ve fasih konuşurdu. Kur’ân-ı kerîm’in mânâlarını, helâl ve harâmları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi. Resûlullah’ı metheden şu iki beyti Âişe radıyallahü anhâ söylemiştir:

Ve lev semia ehlü Mısra evsâfe haddihî.

Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüf’e min nakdin.

Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû

Le âserne bilkatil kulûbi alel eydi.

“Eğer Mısır’dakiler, Peygamber efendimizin yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı. Güzelliği dillere destan olan Yûsüf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelîhâ’yı Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek kötüleyen kadınlar Resûlullah’ın parlak alnını görselerdi ellerinin yerine kalplerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”

Yine hazret-i Âişe buyuruyor ki: “Bir gün Resûlullah mübârek nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakıp; “Sana ne oldu ki böyle dalgın duruyorsun?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nûrların parlaklığına ve mübârek alnındaki ter tânelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim.” dedim. Resûlullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını(alnımı) öptü ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim.” buyurdu. Yâni, senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur, dedi.” Hazret-i Âişe’nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullah efendimizi severek, O’nun cemâlini anlayarak gördüğü için âferin ve takdir olmaktadır.

Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerîm’de geçen isimlerinden biri de Kur’ân-ı kerîm’in kalbi olan Yâsîn sûresindeki “Yâsîn” kelimesidir. Ulemâ-i rasihînin büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri; “Yâsîn, ey benim muhabbet deryamın dalgıcı olan habîbim, demektir.” buyurmuştur. Bu deryânın ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasîbi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullah efendimizin aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryâdlar, içli gözyaşları ve yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve meşhurlarından olan ve bu muhabbet deryasından büyük pay sâhibi olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de Sevgili Peygamberimize olan muhabet ve aşkını dile getirdiği kasîdelerinden birinde şöyle demektedir:

Server-i âlem, sana âşık olup da, yanarım!

Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.

 

Kâbe kavseyn tahtının sultânı sen, ben hiçim.

Misafirinim dersem saygısızlık sayarım.

 

Her şey cihanda senin şerefine bilirim.

Rahmetin yağsa bana hergün olur bahârım.

 

Herkes Kâbe’yi tavâf için gelir Hicâz’a,

Sana kavuşmak için ben dağları aşarım.

 

Seadet tâcına kavuştum ben rüyâda.

Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanarım.

 

Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmî!

Dîvânında şu yazılar, oluyor, tercümânım.

 

Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,

Senin ihsân denizinden bir damla arzularım.

Resûlullah’ı sevmek, bütün Müslümanlara farz-ı ayndır. O’nun sevgisi bir gönüle yerleşirse, İslâmiyeti yaşama, îmânın ve islâmın tadına doyulmaz zevkine ermek ne kadar kolay olur. Bu sevgi, iki cihânın efendisine tam uymaya sebeptir. Bu sevgiyle Allahü teâlânın Habîbine ikrâm ettiği sonsuz ve târife sığmaz nîmetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her Müslümanı doğrudan doğruya Resûlullah’ın sevgisine götüren Ehl-i sünnet âlimleri ve kitapları bu bereketlerin senetleridir.

Muhammed aleyhisselâmın yüksek ahlâkı:

Allahü teâlâ, Sevgili Peygamberine verdiği iyilikleri, ihsanları sayarak O’nun mübârek kalbini okşarken, kendisine güzel huylar verdiğini de saymakta; “Sen güzel huylu olarak yaratıldın.” buyurmaktadır. İkrime radıyallahü anh buyurdu ki: “Abdullah ibni Abbâs’tan işittim; bu âyet-i kerîmedeki, “Huluk-ı azîm” yâni güzel huylar, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ahlâktır. Âyet-i kerîmede; “Sen huluk-ı azîm üzeresin.” buyruldu. Huluk-ı azîm demek; Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel huylu olmak demektir. Çok kimselerin İslâm dînine girmesine, Resûlullah’ın güzel ahlâkı sebep oldu.”

Muhammed aleyhisselâmın bin mûcizesi göründü, dost düşman herkes de bunu söyledi. Bu kadar mûcizelerinin en kıymetlisi, edebli olması ve güzel huyları idi. Ebû Saîd-i Hudrî hazretleri buyurdu ki: “Resûlullah efendimiz, hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca ona yardım ederdi. Pazardan öte-beri alıp, torba içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini severdi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabîatli değildi. Heybetli idi. Yâni saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat, kaba değildi. Nâzik ve cömert idi. Fakat, israf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi. Saâdet, huzur isteyen, O’nun gibi olmalıdır.”

Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyuruyor ki: “Resûlullah’a on sene hizmetçilik ettim. Bana bir kerre üf demedi. Şunu niçin böyle yaptın, bunu niçin yapmadın buyurmadı”. Yine Mesâbih’de, Enes bin Mâlik diyor ki: “Resûlullah insanların en güzel huylusu idi. Beni bir gün, bir yere gönderdi. “Vallahi gitmem” dedim. Fakat, gidecektim. Emrini yapmak için dışarı çıktım. Çocuklar sokakta oynuyordu. Onların yanından geçerken arkama baktım. Resûlullah arkamdan geliyordu. Mübârek yüzü gülüyordu; “Yâ Enes! Dediğim yere gittin mi?” buyurdu. “Evet gidiyorum yâ Resûlullah.” dedim.”

Ebû Hüreyre diyor ki: “Bir gazâda, kâfirlerin yok olması için duâ buyurmasını söyledik: “Ben, lânet etmek için, insanların azâp çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim.” buyurdu.” Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde; “Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik.” buyuruyor.

Ebû Saîd-i Hudrî; “Resûlullah’ın hayâsı, bâkire İslâm kızlarının hayâlarından daha çoktu.” buyurdu. Enes bin Mâlik radıyallahü anh diyor ki: “Resûlullah bir kimse ile müsâfeha edince, o kimse elini çekmedikçe, mübârek elini ondan ayırmazdı. O kimse, yüzünü çevirmedikçe, mübârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken iki diz üzerinde oturur, ona saygılı olmak için mübârek bacağını dikip oturmazdı.”

Câbir bin Sümre radıyallahü anh diyor ki; “Resûlullah az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya birşey sorulunca söylerdi.” Bundan anlaşılıyor ki, her Müslümanın faydasız şeyi söylememesi, susması lâzımdır. Peygamber efendimiz gâyet açık ve metodlu konuşur ve kolay anlaşılırdı.

Enes bin Mâlik buyuruyor ki: “Resûl aleyhisselâm hastayı ziyârete gider, cenâze arkasında yürür, çağrılan yere giderdi. Eşeğe de binerdi. Resûl aleyhisselâmı Hayber Gazâsında gördüm. Yuları bir ip olan eşek üzerinde idi. Resûl aleyhisselâm sabah namazından çıkınca, Medîne çocukları ve işçileri su dolu kablarını önüne getirirler, mübârek parmağını içine sokmasını dilerlerdi. Kış ve soğuk su olsa da, herbirine mübârek parmağını sokar, gönüllerini yapardı.” Yine Enes hazretleri diyor ki: “Bir küçük kız, Resûl aleyhisselâmın elini tutup bir iş için götürseydi, birlikte gider, müşkülünü hallederdi.”

Câbir radıyallahü anh diyor ki: “Resûl aleyhisselâmdan bir şey istenip de yok dediği işitilmedi.”

Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyuruyor ki: “Resûl aleyhisselâm ile birlikte gidiyordum. Üzerinde Yemen kumaşından bir palto vardı. Arkadan bir köylü gelip, yakasından öyle çekti ki, paltonun yakası mübârek boynunu çizdi, yeri kaldı. Resûl aleyhisselâm, onun bu hâline güldü. Ona bir şey verilmesi için emir buyurdu.”

Resûl aleyhisselâmın komşusu bir ihtiyâr kadın vardı. Kızını Resûl aleyhisselâma gönderdi. Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder, diye yalvardı. Resûl aleyhisselâmın o ânda başka elbisesi yoktu. Mübârek arkasındaki antâriyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshâb-ı kirâm, bu hâli işitince; “Resûl aleyhisselâm o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemâate gelemiyor. Biz de her şeyimizi fakirlere dağıtalım.” dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin yirmi dokuzuncu âyetini gönderdi. Habîbine, önce meâlen; “Hasîslik etme, bir şey vermemezlik yapma.” buyurup, sonra da; “Sıkıntıya düşecek ve namazı kaçırarak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran.” buyurdu. O gün, namazdan sonra hazret-i Ali Resûlullah’ın yanına gelip; “Yâ Resûlallah! Bugün, çoluk çocuğuma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize entâri alınız.” dedi. Resûl aleyhisselâm çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir entâri satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almaya giderken gördü ki, bir âmâ oturmuş; “Allah rızâsı için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir.” diyordu. Almış olduğu entâriyi bu âmâya verdi. Âmâ, entâriyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resûl aleyhisselâmın bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. Âmâ duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi aç.” dedi. İki gözü hemen açıldı. Resûl aleyhisselâmın ayaklarına kapandı. Resûl aleyhisselâm oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir entâri satın aldı. Bir dirhem ile yiyecek satın almaya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını gördü. “Kızım, niçin böyle ağlıyorsun?” buyurdu. “Bir Yahûdînin hizmetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al, dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım.” dedi. Resûl aleyhisselâm, son dirhemini kıza verdi; “Bununla şişe ve yağ al, evine götür.” buyurdu. Kızcağız, eve geç kaldığım için Yahûdînin beni döğeceğinden korkuyorum dedi. Resûl aleyhisselâm; “Korkma! Seninle birlikte gelir, sana bir şey yapmamasını söylerim.” buyurdu. Eve gelip, kapıyı çaldılar. Yahûdî kapıyı açıp, Resûlullah’ı karşısında görünce şaşırıp kaldı. Yahûdîye, olanı biteni anlatıp, kıza bir şey yapmaması için şefâat buyurdu. Yahûdî, Resûlullah’ın ayaklarına kapanıp; “Binlerce insanın baş tâcı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey koca Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskinin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine âzâd ettim. Bana îmânı, İslâmı öğret. Huzûrunda Müslüman olayım.” dedi. Resûl aleyhisselâm, ona Müslümanlığı öğretti. Müslüman oldu. Evine girdi. Çoluğuna çocuğuna anlattı. Hepsi Müslüman oldu. Bunlar, hep Resûlullah’ın güzel huylarının bereketiyle oldu.

Resûl aleyhisselâmın güzel huyları pekçoktur. Her Müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâ ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki cihân efendisinin şefâatine kavuşmak nasip olur.

Resûlullah efendimiz şu duâyı çok okurdu: “Allahümme innî es’elükes-sıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verridâe bilkaderi birahmetike yâ erhamerrâhimîn.” Bunun mânâsı; “Yâ Rabbî! Senden, sıhhat, âfiyet ve emânete hıyânet etmemek ve güzel ahlâk ve kaderden râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sâhiplerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana ver!”dir. Biz zavallılar da, ulu ve şanlı Peygamberimiz gibi duâ etmeliyiz!

Resûl-i ekremin güzel ahlâkından ve âdetlerinden bâzıları:

1. Resûlullah’ın ilmi, irfânı, fehmi, yakîni, aklı, zekâsı, cömertliği, tevâzuu, şefkati, sabrı, gayreti, hamiyyeti, sadâkatı, emâneti, şecâati, belâgati, fesâhati, fetâneti, melâheti, (güzelliği) verâı, iffeti, keremi, insâfı, hayâsı, zühdü, takvâsı bütün peygamberlerden daha çoktu. Dostundan ve düşmanından gördüğü zararları, eziyyetleri affederdi. Hiçbirine karşılık vermezdi. Uhûd gazâsında kâfirler yanağını kanatıp, dişlerini kırdıkları zaman, bunu yapanlar için; “Yâ Rabbî! Bunları affet! Câhilliklerine bağışla.” buyurmuştur.

2. Şefkati pekçoktu. Hayvanlara su verir. Su kabını eliyle tutarak doymalarını beklerdi. Bindiği atın yüzünü ve gözünü silerdi.

3. Her çağırana lebbeyk (efendim) diyerek cevap verirdi. Kimsenin yanında ayaklarını uzatmazdı. Diz çöküp otururdu. Hayvan üzerinde giderken, bir yaya görünce, arkasına bindirirdi.

4. Kendisini kimseden üstün tutmazdı. Bir yolculukta, bir koyun kebabı yapılacağı zaman, biri; “Ben keserim” dedi. Bir başkası; “Ben derisini yüzerim.” dedi. Diğeri; “Ben pişiririm.” dedi. Resûlullah da; “Ben odun toplarım.” deyince; “Yâ Resûlallah! Sen istirahat buyur! Biz toplarız.” dediler; “Evet! Sizin her şeyi yapacağınızı biliyorum. Fakat, iş görenlerden ayrılarak oturmak istemem. Allahü teâlâ, arkadaşlarından ayrılıp oturanı sevmez.” buyurdu. Kalkıp odun toplamaya gitti.

5. Eshâbının oturdukları yere gelince, baş tarafa geçmezdi. Gördüğü aralığa otururdu. Elinde bastonu olarak, bir gün sokağa çıktıkta, görenler ayağa kalktılar; “Başkalarının birbirlerine saygı duruşu yaptıkları gibi, benim için ayağa kalkmayınız! Ben de, sizin gibi bir insanım. Herkes gibi yerim. Yorulunca, otururum.” buyurdu.

6. Çok zaman diz çökerek otururdu. Dizlerini dikip, etrâfına kollarını sararak oturduğu da görülmüştür. Yemekte, giymekte ve her şeyde hizmetçilerini kendinden ayırmazdı. Onların işlerine yardım ederdi. Kimseyi dövdüğü, sövdüğü hiç görülmedi. Her zaman hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik hazretleri diyor ki: “Resûlullah’a on sene hizmet ettim. O’nun bana yaptığı hizmet, benim O’na yaptığımdan çoktu. Bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim.”

7. Söküklerini, yırtıklarını kendi de yamar, koyunlarını kendi de sağar, hayvanlarına kendi de yem verirdi. Çarşıdan satın aldığını eve kendisi götürürdü. Yolculukta hayvanlarına yem verir, bâzan tımar da ederdi. Bunları bâzan yalnız yapar, bâzan da, hizmetçilerine yardım ederdi.

8. Bâzı kimselerin hizmetçileri gelip kendisini çağırdıklarında, Medîne’nin âdetine uyarak, onlarla elele verip yürürdü.

9. Hastaları ziyâret eder, cenâzelerde bulunurdu. Gönül almak için, kâfirlerin ve münâfıkların hastalarını da ziyâret ederdi.

10. Sabah namazlarını kıldırdıktan sonra, cemâate karşı oturup; “Hasta olan kardeşimiz var mı? Ziyâretine gidelim!” derdi. Hasta yoksa; “Cenâzesi olan var mı? Yardıma gidelim!” derdi. Cenâze olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, namazını kıldırır, kabrine kadar giderdi. Cenâze yoksa; “Rüyâ gören varsa anlatsın! Dinleyelim, tâbir edelim!” derdi.

11. Eshâbından birini üç gün görmese, onu sorardı. Yolculuğa gitmiş ise, hayır duâ eder, şehirde ise, ziyâretine giderdi.

12. Yolda karşılaştığı Müslümana önce kendi selâm verirdi.

13. Misafirlerine, Eshâbına hizmet eder; “Bir topluluğun en üstünü, hizmet edenidir.” buyururdu.

14. Kahkaha ile güldüğü hiç görülmedi. Sessizce tebessüm ederdi. Bâzan gülerken mübârek ön dişleri görünürdü.

15. Hep düşünceli, üzüntülü görünür, az söylerdi. Konuşmağa tebessüm ederek başlardı.

16. Lüzumsuz ve faydasız bir şey söylemezdi. Lâzım olunca, kısa, faydalı ve mânâsı açık olarak söylerdi. İyi anlaşılması için bâzan üç kere tekrar ederdi.

17. Yabancı ve tanıdıklarla, çocuklarla, ihtiyâr kadınlarla ve mahrem kadınlarıyla latife, şaka yapardı. Fakat bunlar, Allahü teâlâyı bir an unutmasına sebep olmazdı.

18. Heybetinden kimse yüzüne bakamazdı. Birisi gelip mübârek yüzüne bakınca terlerdi; “Sıkılma! Ben melik değilim, zâlim değilim. Kurumuş et yiyen bir kadıncağızın oğluyum.” derdi. Adamın korkusu gidip, derdini söylemeye başlardı.

19. Bekçileri, kapıcıları yoktu. Herkes kolayca yanına gelip derdini söylerdi.

20. Hayâsı çoktu. Konuştuğu kimsenin yüzüne bakmaya utanırdı.

21. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı. Kimseden şikâyet etmez, arkasından söylemezdi. Bir kimsenin sözünü veya işini beğenmediği zaman; “Bâzı kimseler, acabâ neden böyle yapıyorlar?” derdi.

22. “İçinizde Allahü teâlâyı en iyi anlayan ve O’ndan en çok korkan benim.” derdi. “Benim gördüğümü görseydiniz, az güler, çok ağlardınız.” der, havada bulut görünce; “Ya Rabbî! Bu bulutla bize azâb gönderme!”derdi. Rüzgâr esince; “Yâ Rabbî! Bize hayırlı rüzgâr gönder!” derdi. Gök gürleyince; “Yâ Rabbî! Bizi gadabınla öldürme. Azâbınla helâk etme ve bundan önce bize âfiyet ihsân eyle!” derdi. Namaza dururken, ağlayan kimsenin içini çektiği gibi, göğsünden ses işitilirdi. Kur’ân-ı kerîm okurken de böyle olurdu.

23. Kalbinin kuvveti, şecâati şaşılacak kadar çoktu. Huneyn Gazâsında, Müslümanlar, ganîmet toplamak için dağılıp, üç dört kimse ile kalmıştı. Kâfirler, hemen hücûm ettiler. Resûlullah onlara karşı durup geri kaçırdı. Birkaç defâ oldu. Aslâ gerilemedi.

24. Kâfirlerden Rügâne isminde bir çoban çok kuvvetliydi. Resûlullah’a; “Güreş edelim, beni yatırırsan, îmâna gelirim” dedi. İlk karşılaşmada Rügâne sırt üstü yıkıldı. “Yanlışlık oldu, tekrar güreşelim.” dedi. İkinci karşılaşmada yine yıkıldı. Üçüncüde de sırtı yere gelince; “Ben îmân etmem. Seninle alay etmiştim. Sırtımın yere geleceği hâtırımdan bile geçmemişti. Fakat senin kuvvetinin çokluğunu pek beğendim.” diyerek sürüsünü Resûlullah’a hediye etti. Resûlullah, sürü ile Mekke’ye doğru giderken, Rügâne koşarak geldi ve; “Yâ Muhammed! Mekkeliler bu sürüyü nerden buldun? derlerse ne cevap verirsin?” dedi. Resûlullah; “Rügâne hediye etti derim.” buyurdu. Rügâne; “Ne için hediye etti derlerse?” diye tekrar sordu. Resûlullah efendimiz; “Onunla güreş ettik. Sırtını yere getirdim.Kuvvetimi beğendi de verdi derim.” buyurdu. Bunun üzerine telâşa kapılan Rügâne; “Aman öyle söyleme! Şânım, şerefim yok olur. Sözlerim hoşuna gitti de verdi desen iyi olur.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz; “Hiç yalan söylememek için Rabbime söz verdim.” buyurdu. Bunun üzerine Rügâne; “Öyle ise, sürüyü geri alırım.” dedi. Resûlullah efendimiz de; “Alırsan al! Rabbimin rızâsı için bin sürü fedâ olsun.” buyurdu. Rügâne, Resûlullah’ın bu îmânına, doğruluğuna âşık olup hemen kelime-i şehâdet söyleyerek Müslüman oldu.

25. Çok cömert idi. Yüzlerle deve ve koyun bağışlar, kendisine bir şey bırakmazdı. Nice katı kalpli kâfirler, bu ihsânlarını görerek îmâna gelmişlerdir.

26. Kendisinden bir şey istenince yok dediği hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükût ederdi.

27. Allahü teâlâ; “İste vereyim!”buyurmuşken, dünyâ servetini istemedi. Elenmiş buğday unu ekmeğini hiç yemedi. Hep elenmemiş arpa unu ekmeğini yerdi. Doyuncaya kadar yediği görülmedi. Ekmeği katıksız olarak veya hurma ile, sirke ile, meyve ile, çorba ile veya zeytinyağına batırıp yerdi. Tavuk, tavşan, deve, ceylân, balık ve pastırma etleri ve peynir de yerdi. Etin kol tarafını severdi. Elleri ile tutup ısırarak yerdi. Ekseriyâ süt veya hurma yerdi. Evde iki üç ay yemek pişmeyip, ekmek yapılmayıp, yalnız hurma yediği aylar da olmuştur. İki üç gün bir şey yemediği de olurdu. Vefât ettiği zaman, bir demir zırh ceketi, otuz kilo arpa için bir yahûdîde rehin bırakılmış bulundu.

28. Bir yemeği beğenmediği işitilmedi. Beğendiğini yer, beğenmediğini yemez ve bir şey söylemezdi.

29. Günde bir kere yerdi. Bâzan sabah, bâzan akşam yerdi. Eve gelince; “Yiyecek var mı?” der, yok denirse, oruç tutardı. Yemek yerken, diz çöker, bir şeye dayanmadan yerdi. Yemeğe besmele okuyarak başlardı. Sağ eli ile yerdi.

30. Zevcelerine ve birkaç hizmetçisine bâzan bir senelik arpa ve hurma ayırır, bundan fakirlere de sadaka verirdi.

31. Yemekler arasında koyun etini, et suyunu, kabağı, tatlıları, balı, hurmayı, sütü, kaymağı, karpuzu, kavunu, üzümü ve hıyarı severdi.

32. Suyu yavaş yavaş, besmele ile başlayarak üç yudumda içer, sonunda “Elhamdülillah” der ve duâ ederdi.

33. Her peygamber gibi, zekât malı ve sadaka almazdı. Hediyeyi kabul ederdi. Ekseriyâ karşılığını verirdi.

34. Giymesi câiz olanlardan her bulduğunu giyerdi. Kalın kumaştan, dikilmemiş şeylerle örtünür, peştamal sarınır, gömlek ve cübbe de giyerdi. Bunlar pamuktan, yünden veya kıldan dokunmuştu. Ekseriyâ beyaz, bâzan yeşil giyerdi. Dikilmiş elbise giydiği de olurdu. Cumâ ve bayramlarda ve yabancı elçiler geldiğinde ve cenk zamanlarında kıymetli gömlekler, cübbeler, yeşil, kırmızı, siyah da giyerdi. Kollarını bileklerine kadar, mübârek ayaklarını baldırının yarısına kadar örterdi.

35. Ekseriyâ, beyaz, bâzan siyah tülbent başına sarıp, ucunu bir karış kadar arkasına, iki omuzunun arasına sarkıtırdı. Sarığı çok büyük ve pek küçük olmayıp, üç buçuk metre kadar uzundu. Bâzan ak fitilli takke giyerdi.

36. Arabistan’daki âdete uyarak saçlarını kulaklarının yarısına kadar uzatır, fazlasını kestirirdi. Saçlarına özel olarak hazırlanmış güzel kokulu yağ sürerdi.

37. Ellerine, başına, yüzüne misk veya başka kokular sürer, ud ağacı, kâfurî ile buhurlanırdı.

38. Yatağı, içi hurma iplikleri ile dolu, dabağlanmış deriden idi. İçi yünle dolmuş bir yatak getirdiklerinde, kabul etmedi ve; “Yâ Âişe! Allah’a yemîn ederim ki, eğer istesem, Allahü teâlâ her yerde altın ve gümüş yığınları yanımda bulundurur.” buyurdu. Bâzan hasır, tahta, döşek, yünden dokunmuş keçe veya kuru toprak üzerinde yatardı.

39. Her gece gözlerine üç kerre sürme çekerdi.

40. Evinde ayna, tarak, sürme kabı, misvak, makas iğne iplik eksik olmazdı. Yolculukta bunları berâberinde götürürdü.

41. Her işinde sağdan başlamayı, sağ eliyle yapmayı severdi. Yalnız, sol eliyle tahâretlenirdi.

42. Mümkün olduğu kadar her işini tek sayıda yapardı.

43. Yatsıdan sonra gece yarısına kadar uyuyup, sonra sabah namazına kadar ibâdet yapardı. Sağ yanına yatar, sağ elini yanağı altına kor, bâzı sûreler okuyup uyurdu.

44. Tefe’ül ederdi. Yâni, ilk gördüğü, birden bire gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiçbir şeyi uğursuz saymazdı.

45. Üzüntülü zamanlarında sakalını tutar, düşünürdü.

46. Üzüldüğü zaman, hemen namaza başlardı. Namazın lezzeti, safâsı ile gamı giderdi.

47. Gıybet edenin, başkasını çekiştirenin sözünü hiç dinlemezdi.

Muhammed aleyhisselâmın fazîletleri:

Muhammed aleyhisselâmın fazîletlerini bildiren yüzlerce kitap vardır. Fazîlet, üstünlük demektir. Üstünlüklerinden bâzıları aşağıda bildirilmiştir:

1. Mahlûklar içinde ilk olarak Muhammed aleyhisselâmın rûhu yaratılmıştır.

2. Allahü teâlâ, O’nun ismini arşa, cennetlere ve yedi kat göklere yazmıştır.

3. Muhammed aleyhisselâmın ismini söylemekten başka vazîfesi olmayan melekler vardır.

4. Meleklerin hazret-i Âdem’e karşı secde etmeleri için emir olunması, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru bulunduğu için idi.

5. Allahü teâlâ bütün peygamberlere emretti ki, Muhammed aleyhisselâm sizin zamânınızda peygamber olursa, O’na îman etmeleri için ümmetlerinize de emrediniz!

6. Tevrât, İncîl ve Zebûr’da Muhammed aleyhisselâmın ve dört halîfesinin ve eshâbından ve ümmetinden bâzılarının güzel sıfatları bildirilmiş ve medh olunmuşlardır. Allahü teâlâ, kendinin Mahmûd isminden Muhammed kelimesini çıkararak Habibine isim koymuştur. Allahü teâlâ, kendi isimlerinden Raûf ve Rahîm isimlerini Habîbine de vermiştir.

7. Dünyâya geleceği zaman, çok büyük alâmetler görülmüştür. Bunlar târih ve mevlid kitaplarında yazılıdır.

8. Dünyâya gelince, şeytanlar ve cinler göke çıkamaz, meleklerden haber çalamaz oldular.

9. Dünyâya geldiği zaman, yeryüzündeki bütün putlar, tapınılan heykeller yüzüstü devrildiler.

10. Beşiğini melekler sallardı.

11. Beşikte iken konuşmağa başladı.

12. Çocuk iken, açıklarda gezerken, başı hizâsında bir bulut, birlikte hareket ederek gölge yapardı. Bu hâl, peygamberliği başlayıncaya kadar devam etti.

13. Üç yaşında iken, kırk yaşında peygamberliği bildirildiği zaman ve elli iki yaşında mîrâca götürülürken, melekler göğsünü yardı. Cennet’ten getirdikleri leğen içinde Cennet suyu ile kalbini yıkadılar.

14. Her peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Muhammed aleyhisselâmın ise, sırtında, sol kürekteki deri üzerinde kalbi hizâsında idi.

15. Önünden gördüğü gibi, arkasından da görürdü.

16. Aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü.

17. Tükürüğü acı suları tatlı yaptı. Hastalara şifâ verdi. Bebeklere süt gibi gıdâ oldu.

18. Gözleri uyurken, kalbi uyanık olurdu. Bütün peygamberler de böyle idi.

19. Ömründe hiç esnemedi. Bütün peygamberler de böyle idi.

20. Teri gül gibi güzel kokardı. Bir fakir kimse, kızını evlendirirken, kendisinden yardım istemişti. O ânda verecek şeyi yoktu. Küçük bir şişeye terinden koyup verdi. O kız, yüzüne, başına sürünce, evi misk gibi kokardı. Evi, güzel kokulu ev adı ile meşhûr oldu.

21. Orta boylu olduğu halde, uzun kimselerin yanında onlardan yüksek görünürdü.

22. Güneş ve ay ışığında yürüyünce, gölgesi yere düşmezdi.

23. Bedenine ve elbisesine sinek, sivri sinek ve başka böcekler konmazdı.

24. Çamaşırlarını ne kadar çok giyse, hiç kirlenmezlerdi.

25. Her yürüdüğü zaman, arkasından melekler gelirdi. Bunun için, Eshâbını önden yürütür; “Arkamı meleklere bırakın.” derdi.

26. Taş üstüne basınca, taşta ayağının izi kalırdı. Kum üstünde giderken hiç iz bırakmazdı.

27. Büyük bir mûcizesi de, mîrâca götürülmesidir. Burak denilen Cennet hayvanı ile Mekke’den Kudüs’e götürüldü. Oradan göklere ve arşa götürüldü. Kendisine acaip şeyler gösterildi. Allahü teâlâyı baş gözüyle bilinmeyen bir şekilde gördü. (Fakat bu görmesi, madde âleminin dışında yâni âhiret âleminde oldu.) Bir ânda tekrâr evine getirildi. Mîrâc mûcizesi başka hiçbir peygambere verilmedi.

28. İnsanlar ve melekler içinde en çok ilim O’na verildi. Ümmî olduğu halde, yâni kimseden bir şey öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ O’na her şeyi bildirmiştir. Âdem aleyhisselâma her şeyin ismi bildirildiği gibi, O’na her şeyin ismi ve ilmi bildirilmiştir.

29. Ümmetinin isimleri, cisimleri ve aralarında olacak şeylerin hepsi kendisine bildirildi.

30. Aklı, bütün insanların aklından daha çoktur.

31. İnsanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi O’na ihsân olundu. Büyük şâir Ömer İbnil Fârıd’a; “Resûlullah’ı niçin medh etmedin?” dediklerinde; “O’nu medh etmeğe gücüm yetmeyeceğini anladım. O’nu medh edecek kelime bulamadım.” demiştir.

32. Kelime-i şehâdette, ezânda, ikâmette, namazdaki teşehhüdde, birçok duâlarda, bâzı ibâdetlerde ve hutbelerde, nasîhat etmekte, sıkıntılı zamanlarda, kabirde, mahşerde, Cennet’te ve her mahlûkun lisanında Allahü teâlâ, O’nun ismini kendi isminin yanına koymuştur.

33. Üstünlüklerinin en üstünü, Habîbullah olmasıdır. Allahü teâlâ, O’nu kendisine sevgili, dost yapmıştır. O’nu herkesten, her melekten daha çok sevmiştir. “İbrâhim’i Halîl yaptım ise, seni kendime Habîb yaptım” buyurmuştur.

34. “Sana, râzı oluncaya kadar, (yeter deyinceye kadar) her dilediğini vereceğim” (Duhâ sûresi: 5) meâlindeki âyet, Allahü teâlânın O’na bütün ilimleri, bütün üstünlükleri, ahkâm-ı İslâmiyyeyi, düşmanlarına karşı yardım ve galebe ve ümmetine fetihler, zaferler ve kıyâmette her türlü şefâat ve tecellîler ihsân edeceğini vâd etmektedir. Bu âyet geldiği zaman, Cebrâil aleyhisselâma bakarak; “Ümmetimden birinin Cehennem’de kalmasına râzı olmam.” buyurdu.

35. Gece, gündüz, uyanık olsun, uykuda olsun, yalnız halde başkalarının yanında, yolculukta, evde ve harpte iken, hattâ gülerken, ağlarken, mübârek kalbi hep Allahü teâlâ ile idi. Bâzı zamanlarda ise, yalnız Allah ile idi. Dünyâdaki vazifelerini yapabilmek ve mübârek kalbini beşeriyyet (insanlık) âlemine döndürmek için, zevcesi Âişe’nin yanına gelip; “Ey Âişe! Biraz benimle konuş.” buyurur, ondan sonra Eshâbına nasihat ve irşâd etmeye giderdi. Sabah namazının sünnetini evinde kalıp, Âişe radıyallahü anhâ ile bir miktar konuştuktan sonra Eshâbına farzı kıldırmak için mescide giderdi. Bu hâl peygamberimizin husûsî hallerindendir. Hazret-i Âişe ile konuşmadan dışarı çıksaydı, ilâhî tecellîlerden ve nûrlardan dolayı, yüzüne kimse bakamazdı.

36. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’de, her peygamberi kendi ismi ile bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise, ey Resûlüm, ey Peygamberim, ey Habîbimdiyerek zikretmiştir.

37. Gâyet açık, kolay anlaşılır olarak ve Arabî lisanının her lehçesiyle konuşurdu. Çeşitli yerlerden gelip soranlara onların diliyle cevap verirdi. İşitenler hayrân olurlardı. “Allah beni çok güzel yetiştirdi.” buyurdu.

38. Az kelimeyle çok şey anlatırdı. Yüz binden ziyâde hadîs-i şerifi, O’nun (Cevâmi-ul kelîm) olduğunu göstermektedir. Bâzı âlimler dediler ki, Muhammed aleyhisselâm, İslâm dîninin dört temelini, dört hadîsle bildirmiştir: “Ameller niyete göre değerlendirilir.” ve “Helâl meydandadır, harâm meydandadır.” ve “Dâvâcının şâhit göstermesi ve dâvâlının yemin etmesi lâzımdır.” ve “Bir kimse, kendine istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, îmânı kâmil olmaz.” Bu dört hadisten birincisi, ibâdet bilgilerinin, ikincisi, muâmelât bilgilerinin, üçüncüsü, husûmât yâni adâlet işlerinin ve siyâset bilgilerinin, dördüncüsü de âdâb ve ahlâk bilgilerinin temelidir.

39. Muhammed aleyhisselâm mâsûm idi. Bilerek ve bilmeyerek büyük ve küçük, kırk yaşından evvel ve sonra, hiçbir günâh işlememiştir. Çirkin hiçbir hareketi görülmemiştir.

40. Müslümanların namazda otururken; “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi.” okuyarak, Muhammed aleyhisselâma selâm vermeleri emrolundu. Namazda başka bir peygambere ve meleklere karşı söylemek câiz olmadı.

41. Rütbeyi, saltanatı istememiş, peygamberliği, fakirliği dilemiştir. Bir sabah Cebrâil aleyhisselâm ile konuşurken; “Bu gece evimizde yiyecek bir lokmamız yoktu.” buyurdu. O anda, İsrâfil aleyhisselâm gelip; “Allahü teâlâ söylediğini işitti ve beni gönderdi. İstersen her elini sürdüğün taş altın olsun, gümüş olsun, zümrüt olsun. İstersen melek olarak peygamberlik yap.” dedi. Resûlullah üç kere; “Kul olarak peygamberlik istiyorum.” dedi.

42. Başka peygambeler belli bir zamanda, belli bir memlekette peygamberlik yaptı. Muhammed aleyhisselâm ise, yer yüzündeki bütün insanlara ve cinne kıyâmete kadar peygamber olarak gönderilmiştir. Meleklerin, hayvanların, bitkilerin, cansızların, kısaca bütün mahlûkların peygamberi olduğunu bildiren âlimler de vardır.

43. Bütün varlıklara rahmeti, faydası yayılmıştır. Müminlere faydası meydandadır. Başka peygamberlerin zamânındaki kâfirlere, dünyâda azaplar yapılır, yok edilirlerdi. O’na îmân etmeyenlere dünyâda azap yapılmadı. Bir gün Cebrâil aleyhisselâma; “Allahü teâlâ, benim âlemlere rahmet olduğumu bildirdi. Benim rahmetimden sana da nasîb oldu mu?” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Allah’ın büyüklüğü, dehşeti karşısında, sonumun nasıl olacağından hep korku içindeydim. Sana, emin olduğumu bildiren âyeti getirince; (Tekvîr sûresi: 20-21) bu medh ile müthiş korkudan kurtuldum. Bundan büyük rahmet olur mu?” dedi.

44. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın râzı olmasını istemiştir.

45. Başka peygamberler, kâfirlerin iftirâlarına kendileri cevap vermiştir. Muhammed aleyhisselâma yapılan iftirâlara ise, Allahü teâlâ cevap vererek, O’nun müdâfaasını yapmıştır.

46. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin sayısı, başka peygamberlerin ümmetlerinin sayıları toplamından daha çoktur. Onlardan daha üstün ve daha şereflidirler. Cennet’e gideceklerin üçte ikisinin bu ümmetten olacağı, hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.

47. “Ümmetimin dalâlet üzerinde birleşmemelerini Rabbimden diledim. Kabûl eyledi.” hadîsi meşhurdur.

48. Resûlullah’a verilecek sevaplar, diğer peygamberlere verilecek sevaplardan kat kat fazladır.

49. Kendisini ismi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak, uzaktan kendisine seslenmek, yolda önüne geçmek haram edilmiştir. Başka peygamberlerin ümmetleri, kendilerini isimleri ile çağırırlardı.

50. İsrâfil aleyhisselâm da Muhammed aleyhisselâma çok kerre gelmiştir. Başka peygamberlere yalnız Cebrâil aleyhisselâm gelmiştir.

51. Cebrâil aleyhisselâmı melek şeklinde iki kere görmüştür. Başka hiçbir peygambere melek şeklinde görünmemiştir.

52. Kendisine Cebrâil aleyhisselâm yirmi dört bin kerre gelmiştir. Başka Peygamberlerden en çok Mûsa aleyhisselâma, dört yüz kerre gelmiştir.

53. Allahü teâlâya Muhammed aleyhisselâm ile and vermek câiz olup, başka peygamberlerle ve meleklerle câiz değildir.

54. Muhammed aleyhisselâmdan sonra, zevcelerini başkalarının nikâhla almaları harâm edilmiş, bu bakımdan müminlerin anneleri oldukları bildirilmiştir.

Başka peygamberlerin zevceleri kendilerine yâ zararlı olmuş veya faydasız olmuşlardır. Muhammed aleyhisselâmın zevceleriyse, dünyâ ve âhiret işlerinde, kendisine yardımcı olmuşlar, fakirliğe sabretmişler, şükretmişler ve İslâmiyeti yaymakta çok hizmet etmişlerdir.

55. Resûlullah’ın kızları, zevceleri, dünyâ kadınlarının en üstünleridir. Eshâbının hepsi de, peygamberlerden başka, bütün insanların en üstünleridir. Şehirleri olan Mekke-i mükerreme ve sonra Medîne-i münevvere, yer yüzünün en kıymetli yerleridir. Mescid-i şerîfinde kılınan bir rekat namaza, bin rekat sevâbı yazılır. Başka ibâdetler için de böyledir. Kabri ile minberi arası, Cennet bahçesi gibi kıymetlidir. “Öldükten sonra beniz iyâret eden, diri iken etmiş gibidir. Haremeyn’den (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere) birinde ölen bir mümin, kıyâmet günü emin olarak diriltilir.” buyurdu.

56. Herkesin soyu oğlundan ürer. Muhammed aleyhisselâmın soyu ise, kızı Fâtımâ’dandır.

57. O’nun her sözü, her işi doğrudur. Her ictihâdı, Allahü teâlâ tarafından doğrulanır.

58. O’nu sevmek herkese farzdır, “Allah’ı seven, beni sever.” buyurmuştur. O’nu sevmenin alâmeti, dînine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına uymakdır. Kur’ân-ı kerîm’de; “Bana uyarsanız, Allah sizi sever.” demesi emrolundu.

59. O’nun Ehl-i beytini sevmek vâcibdir, “Ehl-i beytime düşmanlık eden münâfıktır.” buyurmuştur. Ehl-i beyt, zekât alması harâm olan akrabâsıdır. Bunlar, zevceleri ve dedesi Hâşim’in soyundan olan müminlerdir ki, Ali’nin, Ukayl’in, Câfer Tayyar’ın ve Abbâs’ın soyundan olanlardır.

60. Eshâbının hepsini sevmek vâcibdir, “Benden sonra, Eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onları sevmek, beni sevmektir. Onlara düşman olmak, bana düşman olmaktır. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allah’ı incitir. Allahü teâlâ, kendisini incitene azap yapar.” buyurdu.

61. Muhammed aleyhisselâmın hadîs-i şerîflerini okumak ibâdettir. Okuyana sevap verilir.

62. Mübârek rûhunu almak için, Azrâil aleyhisselâm insan şeklinde geldi. İçeri girmek için izin istedi.

63. Kabirde, bilmediğimiz bir hayatla diridir. Kabirde Kur’ân-ı kerîm okur, namaz kılar. Bütün peygamberler de böyledir.

64. Dünyânın her yerinde Resûlullah’a salevât okuyan Müslümanların selâmlarını işiten melekler, kabrine gelip haber verirler. Kabrini her gün binlerce melek ziyâret eder.

65. Ümmetinin amelleri ve ibâdetleri her sabah ve akşam kendisine gösterilir. Bunları yapanları da görür, günâh işleyenlerin affı için duâ eder.

66. Kabrini ziyâret etmek, kadınlara da müstehabdır. Başka kabirleriyse, yalnız tenhâ zamanlarda ve örtülü olarak ziyâret etmeleri câizdir.

67. Diriyken olduğu gibi, vefâtından sonra da, dünyânın her yerinde, her zaman O’na tevessül edenlerin, yâni O’nun hâtırı ve hürmeti için isteyenlerin duâsını Allahü teâlâ kabul eder.

68. Kıyâmet günü kabirden ilk önce Resûlullah kalkacaktır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacaktır. Burak üzerinde mahşer (toplantı) yerine gidecektir. Elinde Livâülhamd denilen bayrak olacaktır. Peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracaktır. Hepsi, bin sene beklemekten, çok sıkılacaklardır. Sıra ile önce Âdem, Nûh, İbrâhim ve Mûsa ve Îsâ peygamberlere gidip, hesaba başlanması için şefâat etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, birer özür bildirerek, Allahü teâlâdan utandıklarını, korktuklarını söyleyecekler, şefâat etmeyeceklerdir. Sonra, Resûlullah’a gelip yalvaracaklardır. Secde edip, duâ edecek ve şefâati kabul olacaktır. Önce, O’nun ümmetinin hesâbı görülecek, en önce sırattan geçecekler ve Cennet’e gireceklerdir. Her gittiği yeri nûrlandıracaklardır. Hazret-iFâtımâ sırattan geçerken; “Herkes gözlerini kapasın! Muhammed aleyhisselâmın kızı geliyor” denecektir.

69. Altı yerde şefâat edecektir. Birincisi; “Makâm-ı Mahmûd” denilen şefâatı ile, bütün insanları mahşerde beklemek azâbından kurtaracaktır. İkincisi, şefâati, çok kimseyi Cennet’e sokacaktır. Üçüncüsü, azap çekmesi lâzım olanları azâptan kurtaracaktır. Dördüncüsü, günâhı çok olan müminleri Cehennem’den çıkaracaktır. Beşincisi, sevâbı ve günâhı müsâvi olup, Ârâf denilen yerde bekleyenlerin Cennet’e gitmelerine şefâat edecektir. Altıncısı, Cennet’te olanların derecelerinin yükselmesine şefâat edecektir.

70. Resûlullah’ın Cennet’te bulunduğu makâmın ismi “Vesîle”dir. Burası Cennet’in en yüksek derecesidir. Cennet’te bulunan herkese birer dalı yetişecek olan sidretülmüntehâ ağacının kökü oradadır. Cennettekilere her nîmet, bu dallardan gelecektir.

Mûcizeleri:

Hazret-i Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğunu açıklayan şâhitler sayılamayacak kadar çoktur. Allahü teâlâ; hadîs-i kudsîde; “Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım.” buyurdu. Bütün varlıklar. Allah’ın varlığını, birliğini gösterdikleri gibi hazret-i Muhammed’in peygamber olduğunu ve üstünlüğünü de göstermektedirler. Ümmetinin evliyâsında hâsıl olan kerâmetler, hep O’nun mûcizeleridir. Çünkü, kerâmetler, O’na tâbi olanlarda, O’nun izinde gidenlerde hâsıl olmaktadır. Hattâ, bütün peygamberler, O’nun ümmetinden olmak istedikleri için, daha doğrusu, hepsi O’nun nûrundan yaratıldıkları için, onların mûcizeleri de Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinden sayılır. Muhammed aleyhisselâmın mûcizeleri, zaman bakımından üçe ayrılmıştır: Birincisi mübârek rûhu yaratıldığından başlayarak, peygamberliğinin bildirildiği (bi’set) zamânına kadar olanlardır. İkincisi, bi’setten vefâtına kadar olan zaman içindekilerdir. Üçüncüsü, vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir. Bunlardan birincilere irhâs yâni, başlangıçlar denir. Her biri de ayrıca, görerek veya görmeyip akıl ile anlaşılan mûcizeler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bütün mûcizeler o kadar çoktur ki, sınırlamak, saymak mümkün olmamıştır. İkinci kısımdaki mûcizelerin üç bin kadar olduğu bildirilmiştir. Bunlardan meşhur olan kırk bir adedi aşağıdadır.

1. Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğü Kur’ân-ı kerîmdir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyatçılar, Kur’ân-ı kerîm’in nazmında ve mânâsında âciz ve hayran kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İcâzı ve belâgati insan sözüne benzemiyor. Yâni, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve mânâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arap şâirlerinin şiirlerine benzemiyor. Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması ve işitmesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitince kalplerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslâm düşmanları Kur’ân-ı kerîm’i dinlemekle, kalpleri yumuşamış, İmâna gelmişlerdir. İslâm düşmanlarından ve muattala, melâhide ve karamita denilen Müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’ân-ı kerîm’i değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de, hiçbiri arzusuna kavuşamamıştır. Tevrât, İncîl ise, insanlar tarafından her zaman değiştirilmiş ve yine değiştirilmektedir. Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamıyacak güzel şeyler ve iyi ahlâk ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’ân-ı kerîm’de açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbâbı anlayabilmektedir. Semâvî kitapların hepsinde, Tevrât’ta, Zebûr’da ve İncîl’de bulunan ilimlerin ve esrârın hepsi Kur’ân-ı kerîm’de bildirilmiştir. Hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyin bu ilimlerden çoğunu bildiklerini haber vermişlerdir. Kur’ân-ı kerîm’i okumak çok büyük bir nîmettir. Allahü teâlâ, bu nîmeti Habibi’nin (sevgili Peygamberinin) ümmetine ihsân etmiştir. Melekler bu nîmetten mahrûmdur. Bunun için Kur’ân-ı kerîm okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsîrler, Kur’ân-ı kerîm’deki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyâmet günü, Muhammed aleyhisselâm minbere çıkıp Kur’ân-ı kerîm okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini ve sırlarını anlayacaklardır. (Bkz. Kur’ân-ı kerîm)

2. Muhammed aleyhisselâmın meşhur mûcizelerinin en büyüklerinden birisi de, ayın ikiye ayrılmasıdır. Bu mûcize, başka hiçbir peygambere nasip olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşında iken, Mekke’de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip; “Peygamber isen ayı ikiye ayır.” dediler. Muhammed aleyhisselâm herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabâsının îmân etmelerini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ, kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı da, başka bir dağın üzerinde göründü. Kâfirler; “Muhammed bize sihir yaptı.” dediler ve îmân etmediler.

3. Muhammed aleyhisselâm, bâzı gazâlarında, susuz kalındığı zaman elini suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, suyun bulunduğu kap devamlı taşmıştır. Bâzan seksen, bâzan üç yüz, bâzan bin beş yüz, Tebük Gazâsında ise, yetmiş bin kimsenin hepsi ve hayvanları bu sudan içmişler ve kullanmışlardır. Mübârek elini sudan çıkarınca akması durmuştur.

4. Bir gün amcası Abbâs’ın evine gidip, onu ve evlâdını yanına oturtup, üzerlerini ihrâmı ile örterek; “Yâ Rabbi! Bu amcamı ve Ehl-i beytimi örttüğüm gibi, sen de, Cehennem ateşinden kendilerini koru!” dedi. Duvarlardan üç kerre âmin sesi işitildi.

5. Bir gün, kendisinden mûcize isteyenlere karşı, Êuzaktaki bir ağacı çağırdı. Ağaç, köklerini sürüyerek gelip selâm verip; “Eşhedü en  lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû veresûlüh.” dedi. Sonra, gidip yerine dikildi.

6. Hayber Gazâsında, önüne zehirlenmiş koyun kebabı koyduklarında; “Yâ Resûlallah! Beni yeme, ben zehirliyim” sesi işitildi.

7. Bir gün elinde put bulunan kimseye; “Put bana söylerse, îmân eder misin?” dedi. Adam; “Ben buna elli senedir ibâdet ediyorum. Bana hiçbir şey söylemedi. Sana nasıl söyler?” dedi. Muhammed aleyhisselâm; “Ey put, ben kimim?” deyince; “Sen Allah’ın peygamberisin.” sesi işitildi. putun sâhibi, hemen îmâna geldi.

8. Medîne’de, mescitte dikili bir odun vardı. Hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Minber yapılınca, direğin yanına gitmedi. Odundan ağlama sesleri geldi ve bunu bütün cemaat işitti. Minberden inip direğe sarıldı. Sesi kesildi. “Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlayacaktı.” buyurdu.

9. Eline aldığı çakıl taşlarının ve tuttuğu yemek parçalarının arı sesi gibi tesbih ettikleri çok görülmüştür.

10. Câbir bin Abdullah bir koyun pişirdi. Resûlullah, Eshâbı ile yediler, “Kemikleri kırmayınız.” buyurdu. Kemikleri toplayıp, mübârek ellerini üstüne koyup duâ etti. Allahü teâlâ koyunu diriltti.

11. Resûlullah’a, söylemez (konuşmayan) bir çocuk getirdiler. “Ben kimim” dedi. “Sen Resûlullah’sın.” dedi. Ölünceye kadar konuştu.

12. Bir kadın, bir kel oğlunu getirdi. Resûlullah, mübârek elleri ile başını sıvadı. Saçları uzamaya başladı.

13. Tirmizî ve Nesâî’nin Sünen kitaplarında diyor ki: “İki gözü âmâ (kör) bir kimse gelip; “Yâ Resûlallah! Duâ et, gözlerim açılsın”. dedi. “Kusursuz bir abdest al! Sonra yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili peygamberin Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim peygamberim hazret-i Muhammed! Seni vesîle ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hâtırın için kabul etmesini istiyorum. Yâ Rabbî! Bu yüce Peygamberi bana şefâatçı eyle!O’nun hürmetine duâmı kabul et!” dâsını okumasını söyledi. Adam, abdest alıp duâ etti. Hemen gözleri açıldı. Bu duâyı Müslümanlar, her zaman okumuşlar ve dileklerine kavuşmuşlardır.

14. Amcası Ebû Tâlib ile bir çölde gidiyordu. Ebû Tâlib, çok susadığını söyledi. Resûlullah, hayvandan yere inip; “Susadın mı?” dedi. Evet dedikte, mübârek ayaklarının ökçesini yere vurdu. Su çıktı. “Amcam, bu sudan iç!” buyurdu.

15. Hudeybiye Seferinde susuz bir kuyunun yanına kondular. Asker susuzluktan şikâyet etti. Bir kova su istedi, içinden abdest alıp dilini değdirerek, bunu kuyuya döktürdü. Bir ok verip; “Kuyuya atın.” buyurdu. Kuyunun su ile dolduğunu gördüler.

16. Medîne’de minberde hutbe okurken, bir kimse; “Yâ Resûlallah! Susuzluktan çocuklarımız, hayvanlarımız, tarlalarımız helâk oluyor. İmdâdımıza yetiş” dedi. Ellerini kaldırıp, duâ eyledi. Gökte hiç bulut yokken, mübârek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandı. Hemen yağmur başladı. Birkaç gün devâm etti. Yine minberde okurken o kimse; “Yâ Resûlallah! Yağmurdan helâk olacağız.” deyince; Resûl aleyhisselâm tebessüm etti ve; “Yâ Rabbî! Rahmetini başka kullarına da ihsân eyle!” dedi. Bulutlar açılıp, güneş göründü.

17. Bir kadın, hediye olarak bal gönderdi. Balı kabûl edip boş kabı geri gönderdi. Allahü teâlânın kudreti ile, kap bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek; “Yâ Resûlallah! Hediyemi niçin kabul etmediniz? Acaba günâhım nedir?” dedi. “Senin hediyeni kabul ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir.” dedi. Kadın sevinerek, balı evine götürdü. Çoluk çocuğu ile aylarca yediler. Hiç eksilmedi. Bir gün yanılarak balı başka kaba koydular. Oradan yiyerek bitirdiler. Bunu Resûlullah’a haber verdiler. “Gönderdiğim kabda kalsaydı, dünyâ durdukça yerlerdi, hiç eksilmezdi.” buyurdu.

18. Eshâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre diyor ki: “Resûlullah’a birkaç hurma getirdim. Bunlara bereket verilmesi için duâ etmesini söyledim. Bereketli olmaları için duâ buyurdu. Hurmaların bulunduğu çantaları gece gündüz yanımdan ayırmayıp, hazret-i Osman zamânına kadar hep yedim. Yanımdakilere de yedirdim ve avuç doluları sadakalar verdim. Hazret-i Osman’ın şehit olduğu gün zâyi oldular.”

19. Acem Pâdişahı Kisrâ’nın ve Rum Pâdişâhı Kayser’in memleketlerinin Müslümanların eline geçeceğini ve hazînelerinin Allah yolunda dağıtılacağını müjdeledi.

20. Ümmetinden çok kimsenin denizden gazâya gideceklerini ve sahâbeden olan Ümmü Hirâm ismindeki kadının, o gazâda bulunacağını haber verdi. Hazret-i Osman halife iken Müslümanlar, gemilerle Kıbrıs Adasına gidip harp ettiler. Bu hanım da berâberdi. Orada şehit oldu.

21. Hazret-i Muâviye’ye; “Bir gün ümmetimin üzerine hâkim olursan, iyilik yapanları mükâfâtlandır! Kötülük edenleri de affeyle!” dedi. Hazret-i Muâviye, hazret-i Osman zamânında Şam’da yirmi sene vâlilik, sonra yirmi sene de halîfelik yaptı.

22. Abdullah ibni Abbâs’ın annesine bakıp; “Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!” dedi. Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, mübârek tükürüğünden ağzına sürdü. İsmini Abdullah koyup annesinin kucağına verdi. “Halîfelerin babasını al, götür!” dedi. Çocuğun babası olan hazret-i Abbâs, bunu işitip, gelip sorunca; “Evet, böyle söyledim. Bu çocuk, halîfelerin babasıdır. Onlar arasında Seffah, Mehdi ve Îsâ’yla (aleyhisselâm) namaz kılan bir kimse bulunacaktır.” buyurdu. Abbâsiyye Devletinin başına pekçok halîfe geldi. Bunların hepsi Abdullah bin Abbâs’ın soyundan oldu.

23. Eshâbından çok kimseye hayır duâlar etmiş, hepsi kabul olunarak faydalarını görmüşlerdir.

Hazret-i Ali diyor ki: “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem beni Yemen’e kâdı (hâkim) olarak göndermek istedi. “Yâ Resûlallah! Ben kâdılık yapmasını, mahkemede hüküm vermesini bilmiyorum.” dedim. Mübârek elini göğsüme koyup; “Yâ Rabbî! Bunun kalbine doğru şeyleri bildir. Hep doğru söylemek nasip eyle!” buyurdu. Allah’a yemin ederim ki, bana gelen şikâyetçilerden doğru olanı hemen anlar, hak üzere hüküm ederdim.”

24. Amcasının oğlu Abdullah bin Abbâs’ın alnına mübârek elini koyup; “Yâ Rabbî! Bunu dinde derin âlim yap, hikmet sâhibi eyle! Kur’ân-ı kerîm’in bilgilerini kendisine ihsân eyle!” dedi. Bundan sonra bütün ilimlerde ve bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde zamânın bir tânesi oldu. Sahâbe ve Tâbiîn her şeyi bundan öğrenirdi. Tercümân-ül-Kur’ân, Bahrül-ilim ve Reîsül-Müfessirîn isimleriyle meşhur oldu. İslâm memleketleri bunun talebeleriyle doldu.

25. Hizmetçilerinden Enes bin Mâlik’e; “Yâ Rabbî!Bunun malını ve çocuklarını çok eyle. Ömrünü uzun eyle. Günâhlarını affeyle!” duâsını yaptı. Zaman geçtikçe malları, mülkleri çoğaldı. Ağaçları, bağları her sene meyve verdi. Yüzden ziyâde çocuğu oldu. Yüz on sene yaşadı. Ömrünün sonunda; “Yâ Rabbî! Habîbinin benim için yaptığı duâlardan üçünü kabûl ettin, ihsân ettin! Dördüncüsü olan günahlarımın affedilmesi acabâ nasıl olacak.” deyince; “Dördüncüsünü de kabul ettim. Hâtırını hoş tut!” sesini işitti.

26. Nâbiga ismindeki meşhur şâir, şiirlerinden birkaçını okuyunca Peygamberimiz, Araplar arasında meşhur olan; “Allahü teâlâ dişlerini dökmesin!” duâsını söyledi. Nâbiga yüz yaşına gelmişti. Dişleri ak, berrak, inci gibi dizilmiş dururdu.

27. Kendi kızı Fâtımâ, bir gün yanına geldi. Açlıktan benzi sararmıştı. Elini onun göğsüne koyup; “Ey açları doyuran Rabbim! Muhammed’in kızı Fâtımâ’yı aç bırakma!” dedi. Fâtımâ’nın hemen yüzü kanlandı, canlandı. Ölünceye kadar hiç açlık duymadı.

28. Bir kimse, sol eliyle yemek yiyordu. “Sağ el ile ye!” buyurdu. “Sağ kolum hareket etmiyor.” diye yalan söyledi. “Sağ elin artık hareket etmesin!” buyurdu. Ölünceye kadar, sağ elini ağzına götüremez oldu.

29. Acem Pâdişâhı Hüsrev Pervîz’e, îmân etmesi için mektup gönderdi. Hüsrev mektubu parçaladı ve getiren elçiyi şehit eyledi. Resûl aleyhisselâm bunu işitince çok üzüldü ve; “Yâ Rabbî! Benim mektûbumu parçaladığı gibi, onun mülkünü parçala!” dedi. Resûlullah hayattayken Hüsrev’i oğlu Şiruye hançerle parçaladı. Hazret-i Ömer halîfeyken, Acem memleketinin hepsini Müslümanlar fethedip, Hüsrev’in nesli ve mülkü kalmadı.

30. Resûl aleyhisselâm, çarşıda emr-i mârûf ve nehy-i münker ederken, nasîhat verirken, Mervan’ın babası olan Hakem bin Âs, Resûlullah’ın arkasından gelerek, gözlerini açıp kapar ve yüzünü buruşturur, böylece alay ederdi. Resûl aleyhisselâm, arkaya dönüp, onun bu çirkin hâlini görünce; “Kendini gösterdiğin şekilde kal” buyurdu. Ölünceye kadar, yüzü gözü oynak kaldı.

31. Allahü teâlâ habîbini belâlardan korurdu. Ebû Cehil, Resûl-i ekrem efendimizin en büyük düşmanı idi. Büyük bir taşı mübârek başına vurmak için kaldırdığında, Resûlullah’ın iki omuzunda birer yılan görerek taş elinden düştü ve kaçtı.

32. Yine bir gün Kâbe yanında namaz kılarken, Ebû Cehil, tam, zamânıdır diyerek bıçakla üzerine yürümek istedi, fakat hemen geri dönüp kaçtı. Arkadaşları, niçin korktun dediklerinde; “Muhammed ile aramızda ateş dolu bir hendek gördüm. Birçok kimse beni bekliyorlardı. Bir adım atsaydım, yakalayıp ateşe atacaklardı. Çok korktum” dedi. Bunu Müslümanlar işitip, Peygamber efendimize sorduklarında; “Allah’ın melekleri, onu yakalayıp parçalayacaklardı.” buyurdu.

33. Hicretin üçüncü senesinde, Resûl aleyhisselâm Katfân Gazvesinde bir ağaç dibinde yalnız yatarken, Dâsür isminde kâfir bir pehlivan elinde kılıçla gelip; “Seni benden kim kurtarır?” dedi. Peygamber efendimiz “Allah kurtarır.” deyince, Cebrâil ismindeki melek, insan şeklinde görünüp, kâfirin göğsüne vurdu. Yıkılıp kılıç elinden düştü. Resûl aleyhisselâm, kılıcı eline alıp; “Seni benden kim kurtarır?” dedi. “Beni kurtaracak, senden daha hayırlı kimse yoktur.”diye yalvardı. Af buyurup serbest bıraktı. Îmâna gelip, çok kimsenin îmâna gelmesine sebep oldu.

34. Resûl aleyhisselâm, bir gün abdest alıp, mestlerinden birini giyip, ikincisine elini uzatırken, bir kuş geldi. Bu mesti kapıp havada silkti. İçinden bir yılan düştü. Sonra kuş, mesti yere bıraktı. Bugünden sonra, ayakkabı giyerken, önce silkelemek sünnet oldu.

35. Sahâbeden Enes bin Mâlik’te, Resûlullah efendimizin bir mendili vardı. Bununla mübârek yüzünü silerdi. Enes, bununla yüzünü siler, kirlendiği zaman, ateşe bırakırdı. Kirler yanıp mendil yanmaz, tertemiz olurdu.

36. Resûl aleyhisselâm, bir gün namaz kılarken şeytan gelip namazını bozmak istedikte mübârek elleriyle yakaladı. Bir daha gelip namazı bozdurmayacağına dâir söz alınca serbest bıraktı.

37. Dost kabîlesinin reîsi Tufeyl, hicretten önce, Mekke’de îmâna gelmişti. Kavmini îmâna dâvet için Resûlullah efendimizden bir alâmet istedi. “Yâ Rabbî! Buna bir âyet (delil) ihsân eyle!” buyurdu. Tufeyl kabîlesine gidince, iki kaşı arasında bir nûr parladı. Tufeyl; “Yâ Rabbî! bu alâmeti yüzümden giderip başka yerime koy. Bunu yüzümde görenlerden bâzısı, kendi dinlerinden çıktığım için cezâlandırıldığımı zannederler.” dedi. Duâsı kabul olup, nûr yüzünden gitti. Elindeki kamçının ucunda kandil gibi parladı. Kabîlesindekiler zamanla îmâna geldiler.

38. (Bi’r-i Maûne Fâciasında kâfirler verdikleri sözü bozarak yetmiş Sahâbeyi şehit ettiler. Bunlar arasında hazret-i Ebû Bekr’in kölesiyken âzâd ettiği ve ilk îmân edenlerden Âmir bin Füheyre’yi süngülediklerinde, kâfirlerin gözü önünde, melekler göke kaldırdılar. Bunu Resûlullah efendimize haber verdiklerinde; “Onu Cennet melekleri defn ettiler ve rûhunu Cennet’e götürdüler.” buyurdu.

39. Hicretin yedinci senesinde Resûlullah, habeş Pâdişâhı Necâşi’ye ve Rum İmparatoru Heraklius’a ve Şam’daki vâlisi Hâris’e ve Ummân Sultânı Semâme’ye mektuplar göndererek, hepsini îmâna dâvet etti. Mektupları götüren elçiler, gittikleri yerin dillerini bilmiyorlardı. Ertesi sabah, Allahü teâlânın kudretiyle, o dilleri bilip, anlayıp, söylemeye başladılar.

40. Uhud Gazâsında Ebû Katâde’nin bir gözü çıkıp yanağı üzerine düştü. Resûlullah efendimize getirdiler. Mübârek eli ile gözünü yerine koyup; “Yâ Rabbî! Gözünü güzel eyle!”dedi. Bu gözü, diğerinden güzel oldu. Ondan daha kuvvetli görürdü. Ebû Katâde’nin torunlarından biri, Halîfe Ömer bin Abdülazîz’in yanına gelmişti. “Sen kimsin?” dedi. Bir beyt okuyarak Resûlullah efendimizin mübârek eliyle gözünü yerine koymuş olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi. Halîfe bu beytleri işitince, kendisine ziyâde, ikrâm ve ihsânda bulundu.

41. Îyâs bin Seleme diyor ki: “Hayber Gazâsında Resûlullah efendimiz beni gönderip hazret-i Ali’yi istedi. Ali’nin gözleri ağrıyordu. Elinden tutup, güçlükle getirdim. Mübârek parmaklarına tükürüp, hazret-i Ali’nin gözlerine sürdü. Sancağı eline verip, Hayber kapısında cenge gönderdi. Çok zamandır açılamayan kapıyı hazret-i Ali yerinden sökerek, Eshâb-ı kirâmla kaleye girdiler.

Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak:

O’na tâbi olmak, yâni O’na uymak, O’nun gittiği yolda yürümektir. O’nun yolu, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola İslâm Dîni denir. O’na uymak için, önce îmân etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip, haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mübâhlarda da O’na uymağa çalışmalıdır.

Resûlullah efendimize tâbi olmak, önce îmân etmek, sonra İslâmın emir ve yasaklarını öğrenmek ve yapmak lâzımdır.

Îmân etmek, O’na tâbi olmaya başlamak ve saâdet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâO’nu, dünyâdaki bütün insanları ebedî saâdete dâvet için gönderdi ve meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Seni, dünyâdaki bütün insanlara ebedî saâdeti müjdelemek ve bu saâdet yolunu göstermek için, beşeriyete gönderiyorum.” (Sebe’ sûresi: 28) buyurdu.

Meselâ, O’na uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, O’na uymaksızın, birçok geceyi ibâdetle geçirmekten, kat kat daha kıymetlidir. Çünkü, kaylûle etmek, yâni öğleden önce biraz uyumak âdet-i şerîfesi idi. Meselâ O’nun dîni emr ettiği için, bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek, O’nun dîninde bulunmayıp senelerce tutulan oruçlardan daha kıymetlidir. O’nun dîninin emri ile fakire verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzusu ile, dağ kadar altın sadaka vermekten daha efdaldir. Emir-ül-müminîn Ömer radıyallahü anh bir sabah namazını cemâatle kıldıktan sonra, cemâate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu: Eshâbı; “Geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır” deyince, Emir-ül-müminîn; “Keşke bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemâatle kılsaydı, daha iyi olurdu” buyurdu. İslâmiyetten sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini körletiyor ise de, İslâmiyete uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyâda birkaç menfaatten ibâret kalır. Halbuki, dünyânın hepsinin kıymeti ve ehemmiyeti nedir ki, bunun birkaçının itibârı olsun. Bunlar, meselâ çöpçüye benzer ki, çöpçüler herkesten daha çok çalışır ve yorulur. Ücretleri de herkesten aşağıdır. İslâmiyete tâbi olanlar ise, latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgul olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazançları pekçoktur. Bâzan bir saatlik çalışmaları, yüz binlerce senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, İslâmiyete uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür, çok beğenir.

Böyle olduğunu kendi kitâbının çok yerinde bildirmiştir. Meselâ, Âl-i İmrân sûresi, otuz birinci âyetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever.” buyuruyor.

İslâmiyete uymayan şeylerin hiçbirisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevâb verilir mi? Belki cezâya sebep olur.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîm’de, Nisâ sûresi, yetmiş ikinci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâat etmenin, kendisine itâat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, O’nun Resûlüne aleyhisselâm itâat edilmedikçe, O’na itâat edilmiş olmaz. Bunun pek kat’î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede; “Elbette muhakkak böyledir.” buyurdu ve bâzı doğru düşünmeyenlerin, bu iki itâati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinde, yüz kırk dokuzuncu âyet-i kerîmede, bu iki itâati ayrı görenlerden şikâyet buyurarak meâlen; “Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyor. Yahûdîler diyor ki, biz Mûsâ’ya (aleyhisselâm) inanırız. Îsâ ile Muhammed’e (aleyhimesselâm) inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsâ’ya (aleyhisselâm) inanıp, ona hâşâ, Allahü teâlânın oğlu diyor. Bu inanışları ve dinleri kıymetsizdir. Hepsi kâfirdir. Bunların hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâpları hazırladık.” diye bildirildi.

Bütün insanlara önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi bir îmân ve îtikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîm’den murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadîs-i şerîflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allah’ın Peygamberinin veO’nun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, Ehl-i sünnet âlimleridir.

Ehl-i sünnetin reisi ve kurucusu, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir (rahmetullahi aleyh).

Evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî rahmetullahi aleyh diyor ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar Yahûdiliğe ve Hıristiyanlığa dönmezdi.”

Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak ahkâm-ı İslâmiyyeyi yâni İslâm dîninin emirlerini beğenip, seve seve yapmak ve O’nun emirlerini, İslâmiyetin kıymet verdiği üstün tuttuğu şeyleri ve âlimlerini, sâlihlerini büyük bilip, hürmet etmektir ve O’nun dînini yaymağa uğraşmak demektir ve dînine uymak istemeyenleri, beğenmeyenleri, aldırış etmeyenleri zelîl, hakîr ve aşağı tutmaktır.

İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. O’na tâbi olmak için îmân etmek ve ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır.

Âhirette Cehennem’den kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsustur. Dünyâda yapılan bütün iyilikler, bütün keşfler, bütün hâller ve bütün ilimler Resûlullah’ın yolunda bulunmak şartı ile, âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhiretin harâb olmasına sebep olur. Yâni, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâctan başka bir şey olamaz.

Muhammed aleyhisselâma tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, O’nu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O’nun düşmanlarından uzak durmaktır. O’nu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhane, yâni gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz, İki zıt şeyin muhabbeti bir kalpte, bir arada yerleşemez.

Bu dünyâ nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, sâadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. YoksaO’na tâbi olmadıkça, her şey hiçtir. O’na uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhirette ele bir şey geçmez.

Resûlullah efendimize tâbi olmak yedi derecedir: BirincisiAhkâm-ı İslâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmaktır. Bütün Müslümanların ve âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin tâbi olması, bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemiştir. Allahü teâlâ, merhamet ederek, yalnız kalbin îmânını kabul etmektedir.

İkincisi, emirleri yapmakla berâber, Resûlullah efendimizin bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve kalbi kötü huylardan temizlemektir. Tasavvuf yolunda yürüyenler bu derecededir.

Üçüncüsü, Resûlullah efendimizde bulunan hâllere zevklere ve kalbe doğan şeylere de tâbi olmaktır. Bu derece, tasavvufun “vilâyet-i hâssa” dediği makamda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâat eder ve bütün ibâdetler, hakîkî ve kusursuz olur.

Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayırlı işler hakîkî ve kusursuz olmaktır. Bu derece, ulemâ-i râsihîn denilen büyüklere mahsustur. Bu rasîh ilimli âlimler, Kur’ân-ı kerîm’in ve hadîs-i şerîflerin derin mânâlarını ve işâretlerini anlar. Bütün peygamberlerin eshâbı böyle idi. Hepsinin nefsleri îmân etmiş, mutmainne olmuştur. Böyle tâbi olmak, ya tasavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veya bütün sünnetlere yapışarak bütün bid’atlerden kaçanlara nasip olur. Bugün, dünyâyı bid’at kaplamış, sünnetler gayb olmuştur. Bugün, sünnetleri bulup yapışmak ve bid’at deryâsından kurtulmak çok zordur. Bid’atler, âdet hâlini almıştır. Halbuki âdetler ne kadar yerleşmiş ve yayılmış olsalar ve ne kadar güzel görünseler de, din ve sünnet olamaz.

Beşincisi, Resûlullah efendimize mahsus kemâlâta, yüksekliklere tâbi olmaktır. Bu kemâlât, ilim ve ibâdetle ele geçemez. Ancak, Allahü teâlâdan, lütuf ve ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük peygamberler ve bu ümmetin pek az büyükleridir.

Altıncısı, Resûlullah efendimizin mahbûbiyyet ve ma’şûkıyyet denilen kemâlâtına, olgunluklarına tâbi olmaktır ki, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsustur ve lütuf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.

Yedinci derece, insan vücûdunun her zerresinin tâbi olmasıdır. Tâbi metbûa o kadar benzer ki, tâbi olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah efendimiz gibi, aynı kaynaktan, her şeyi alır.

O’na uymanın ufak bir zerresi bütün dünyâ nîmetlerinden ve âhiret saâdetlerinden kat kat üstündür.

İnsanlık meziyeti ve şerefi O’na tâbi olmaktır.

Resûlullah efendimize uymak için Müslümanların Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinden birinde olmaları temel şarttır. (Bkz. Mezhep)

Sevgili Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinden bâzıları:

Îmân, Allah’a ve meleklere ve kitaplara ve peygamberlere ve kıyâmet gününe ve hayrın ve şerrin Allah’ın takdiriyle, dilemesiyle olduklarına inanmaktır.

Müslümanlık beş şey üzerine kurulmuştur. Birincisi; Allahü teâlâya ve Muhammed’in (aleyhisselâm) O’nun peygamberi olduğuna inanmak; ikincisi, her gün beş vakit namaz kılmak; üçüncüsü, senede bir kerre malının kırkta birini Müslüman olan fakirlere zekât vermek; dördüncüsü Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak; beşincisi, Mekke-i mükerremeye giderek ömründe bir kerre haccetmek.

Allah’ın kitâbında ve benim sünnetimde bulamadıklarınızı Eshâbımın sözlerinden alınız. Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz. Eshâbımın birbirinden ayrılıkları rahmettir.

Eshâbımı incitmekte Allahü teâlâdan korkunuz. Benden sonra, onları kötü bilmeyiniz. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Onları inciten beni incitendir. Beni inciten de Allahü teâlâya eziyyet etmiş olur ki, buna azâb eder.

Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem’e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nâsâra da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem’e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. buyurdular. Eshâb-ı kirâm bu fırkanın kimler olduğunu sorunca da; “Cehennem’den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” buyurdu.

Allahü teâlâ size namazı, orucu, zekâtı farz ettiği gibi, Ebû Bekr’i, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi sevmeyi de farz eyledi.

Ali radıyallahü anh dedi ki; “Resûlullah bana buyurdu ki:

Benden sonra halîfe Ebû Bekr olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da sen olacaksın.

Önce inen kitaplar, bir harf, yâni kelime idi ve bir şeyi bildirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey bildirilmektedir: Zecr, emir, helâl, haram, muhkem, müteşabih ve misâller. Bunlardan helâli helâl biliniz! Haramı haram biliniz! Emir edilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve kıssa olanlardan ibret alınız. Muhkem olanlara uyunuz! Müteşâbih olanlara inanınız. Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmiştir, deyiniz.

Sözlerin en iyisi Allahü teâlânın kitabıdır. Yolların en iyisi, Muhammed’in (aleyhisselâm) gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.

Ümmetimin müctehidleri arasındaki ayrılık, rahmet-i ilâhîdir.

Bir müctehid âyet-i kerîmeden ve hadîs-i şerîften bir hüküm çıkarırken, isâbet ederse buna on sevap verilir. Hatâ ederse, bir sevap verilir.

Âdem ve bütün peygamberler benimle öğündüğü gibi ben de ümmetim içinde, soy adı Ebû Hanîfe, ismi Nûmân olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır, onları yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır.

Kıyâmete yakın ilim azalır, cehâlet artar ve ilmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil din adamları, kendi görüşleriyle fetvâ vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.

İlim Çin’de de olsa alınız.

Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan elbette dînini yıkar.

Namaz, müminin mîrâcıdır.

Mümin tüccara benzer. Tüccar sermâyesini kurtaramadıkça kâr edemez. Bunun gibi farzı kılmayıp kazâsı olan kimse, kazâsını kılmadan nâfile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse kazâsını ödemedikçe, Allahü teâlâ onun namazlarını kabul etmez.

Amelsiz söz kabul olmaz. Niyetsiz amel kabul olmaz. Sünnete uygun olmazsa hiçbiri kabul olmaz.

Birbirinize Müslümanlığı öğretiniz. Emr-i mârûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabul etmez.

Günâh işleyeni elinizle men ediniz. Buna kuvvetiniz yetmezse sözle mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbinizle beğenmeyiniz. Bu ise îmânın en aşağı derecesidir.

Fitne veya bid’at yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zamanda hakkı bilen, bilgisini Müslümanlara duyursun. Hakkı, yâni doğru yolu bildiği hâlde, Müslümanlara duyurmayanlara Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar lânet eylesin. Allahü teâlâ bu kimsenin farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabul etmez.

Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz: Ölmeden önce hayâtın kıymetini, hastalıktan önce sıhhatin kıymetini, dünyâda iken âhireti kazanmanın kıymetini, ihtiyârlamadan önce gençliğin kıymetini, fakirlikten evvel zenginliğin kıymetini.

Acele etmek şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır. Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, günâh işleyince hemen tövbe etmek.

Müslümanın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene, yerhamükellâh diyerek cevap vermek.

Müflis kimdir, biliyor musunuz?buyurdu. “Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir” dediler. “Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat kimisine sövmüştür, kiminin malını almıştır, kiminin kanını akıtmıştır, kimini dövmüştür. Hepsine bunun sevaplarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevapları biterse, hak sâhiplerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehennem’e atılır.” buyurdu.

Yâ Ebâ Hüreyre! Allah’tan başka hiçbir şeye ümit bağlama! Allah’a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyle cârî olmuştur ki, her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir.

Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münâcât eder, yalvarır. Üçüncüsünde bir sanatta veya ticârette çalışıp helâl para kazanır. Dördüncüsünde istirahat eder ve mübah olan şeylerle kendisini eğlendirip haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez.

Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticârettedir.

Yarın ölecekmiş gibi âhirete ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâ işlerine çalışınız.

Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız. Âhirette ise Cennet’ten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.

İki gün aynı hâlde bulunan, yâni her gün ilerlemeyen, bir şey öğrenmeyen, aldandı ziyan etti.”

Hurma ağaçlarını nasıl aşılamalarının uygun olacağını soran Eshâb-ı kirâma; “Tecrübe edin: Bir kısım ağaçları, babalarınızın usûlü ile, başka ağaçları da Yemen’de öğrendiğiniz usûl ile aşılayın. Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usûl ile yapın.” buyurmuştur.

Yabancı dil öğrenin, düşman şerrinden böyle kurtulursunuz.

Beş şeyi yapan kadın Cehennem’den kurtulur: Beş vakit namazını kılar, Ramazan ayında oruç tutar, zevcini, anasını, babasını üzmez. Yüzünü ve saçlarını yabancı erkeklere göstermez. Dünyâ sıkıntılarına sabreder.

Müslümanların en iyisi, en faydalısı, zevcesine karşı iyi ve faydalı olandır.

Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennem’den korumalısınız. Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz. Öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız.

Sonra yaparım diyenler helâk oldu.

Günâhına tövbe eden hiç günâh yapmamış gibidir.

Şüphe edilen altını, ateşle muâyene ettikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları dertle, belâ ile imtihan eder. Bâzısı belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Bâzısı da bozuk olarak çıkar.

Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdir etmiştir.

Eshâbım hasta olmaz. İslâm dîni hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder, acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan doymadan önce kalkar.

Allahü teâlâ haram şeylerde size şifâ yaratmamıştır.

Vatan sevgisi îmândandır.

Cennet anaların ayağı altındadır.

Baba hakkı için diyerek yemin etmeyiniz. Yemin, Allah ismi ile olur.

Kolaylaştırınız, zorluk çıkarmayınız.

Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan duâ, o belâ gelirken korur.

Aklın alâmeti nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup Allah’tan af ve merhamet beklemektir.

Ben, lânet etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim.

İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim.

Allah’ı en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınız benim.

Beni ziyâret için gelip, başka bir iş yapmayarak yalnız ziyâret edene kıyâmette şefâat etmek bende hakkı olur. Bana selâm verene ben de selâm veririm.

Şefâatime inanmayan O’na kavuşamaz.

İnsanın dîni arkadaşının dîni gibidir.

Din bilgisi iki kısımdır: Biri kalpte olan faydalı bilgilerdir. İkincisi dil ile anlatılan zahir bilgilerdir.

Her yüz senede bir müceddid gelir. Bu dîni kuvvetlendirir.

İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi, kötü olursa, bütün organlar kötü olur. Bu kalptir.

Şirkten sakınınız. Şirk karıncanın ayak sesinden daha gizlidir.

Zikrin en kıymetlisi (Lâ ilâhe illallah) demektir.

Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy hayrâtı ve hasenâtı yok eder.

İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir.

Mü’min vekâr sâhibi olur, yumuşak olur.

Kişi sevdiği ile berâberdir.

Bir kimse Allahü teâlâya kavuşmayı severse, Allahü teâlâ da ona kavuşmayı sever.

Evliyâ ol kimsedir ki, onlar görülünce Allah hatırlanır.

Fitne uykudadır. Bunu uyandırana Allah lânet eylesin!

Üç kimse imânın tadını bulur: Allah’ı ve Resûlünü her şeyden daha çok sever. Yalnız Allah’ın sevdiği kimseleri sever. Îmâna kavuştuktan sonra kâfir olmaktan korkması, ateşte yanmak korkusundan daha çok olur.

Ey eshâbım! Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinden onda dokuzunu yapıp, birini yapmazsanız, helâk olursunuz. Cehennem’e gidersiniz. Bir zaman gelecek ki, o zamanın müminleri emirlerin birini yapabilip, dokuzunu bıraksalar, Cehennem’den kurtulurlar. O zamanda îmânı olanlara müjdeler olsun.

İslâmiyet garip, kimsesiz olarak başladı. Son zamanlarda başladığı gibi garip olarak geri döner. Garip olan Müslümanlara müjdeler olsun.

Müslümanlık, Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve Allahü teâlânın mahlûklarına acımaktır.

Müslüman olmayan bâzı meşhurların Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ve İslâm dîni hakkındaki sözleri şöyledir:

Napoléon: Târihe dünyânın en büyük askerî dehâlarından biri, aynı zamanda kıymetli bir devlet adamı olarak geçen Fransız İmparatoru Napoléon şöyle diyor:

“Allah’ın varlığını ve birliğini, Mûsâ kendi milletine, Îsâ Romalılara, fakat Muhammed (aleyhisselâm) bütün eski dünyâya bildirdi. Arabistan tamâmiyle putperest olmuştu. Îsâ’dan altı asır sonra Muhammed (aleyhisselâm) kendisinden evvel gelmiş olan İbrâhim, İsmâil, Mûsâ ve Îsâ’nın (aleyhimüsselâm) Allah’ını Araplara tanıttı. Arapların yanına sokulan Aryenler, hakîkî Îsâ dînini bozarak onlara Allah, Allah’ın oğlu, Rûhulkudüs gibi, kimsenin anlayamayacağı akîdeleri yaymaya çalışıyor, şarkın sulh ve huzurunu tamâmen bozuyorlardı. Muhammed onlara doğru yolu gösterdi. Araplara yalnız bir tek Allah olduğunu, O’nun ne babası ne de oğlu bulunmadığını, böyle birkaç Allah’a tapmanın puta tapmaktan kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı.”

Prof. Carlyle: Dünyânın tanıdığı en büyük ilim adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Carlyle diyor ki:

“Hazret-i Muhammed gelmeden evvel Arapların bulundukları yerlere kocaman bir ateş parçası sıçramış olsaydı kuru kum üzerinde kaybolup gidecek ve hiç iz bırakmayacaktı. Fakat Muhammed aleyhisselâm gelince bu kuru kum dolu çöl, sanki bir barut fıçısına döndü. Delhi’den Granada’ya kadar her taraf birdenbire semâya yükselen alevler hâline geldi. Bu büyük zât sanki bir şimşekti. O’nun etrâfındaki bütün insanlar, O’ndan ateş alan parlayıcı maddeler hâline dönüştüler.”

Mahatma Gandhi: Hindistan’ı İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaran Hintli lider, İslâm dînini ve Kur’ân-ı kerîmi inceledikten sonra şunları söylemiştir:

“İslâm dîni yalancı bir din değildir. Hintlilerin bu dîni saygı ile incelemelerini isterim. Onlar da İslâmiyeti benim gibi seveceklerdir. Ben, İslâm dîninin Peygamberinin ve O’nun yakınında bulunanların nasıl hayat sürdüklerini bildiren kitapları okudum. Bunlar beni o kadar ilgilendirdi ki, kitaplar bittiği zaman bunlardan daha fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanâate vardım ki, İslâmiyetin süratle yayılması, kılıç yüzünden olmamıştır. Aksine her şeyden evvel sâdeliği, mantıkî olması ve Peygamberinin büyük tevâzuu (alçak gönüllülüğü), sözünü dâimâ tutması, yakınlarına ve Müslüman olan herkese karşı sonsuz bağlılığı yüzünden İslâm dîni birçok insanlar tarafından seve seve kabul edilmiştir.”

Lamartine: Dünyâca tanınmış büyük Fransız edibi ve devlet adamı. Türkiye Târihi adlı eserinde Muhammed aleyhisselâm için şöyle diyor:

“Hazret-i Muhammed bir yalancı peygamber miydi? O’nun eserlerini ve târihini inceledikten sonra bunu düşünemeyiz. Çünkü yalancı peygamberlik iki yüzlülüktür. İki yüzlülükte inandırma kuveti yoktur; nasıl ki, yalanda da doğruluğun kudreti bulunmaz.

Mekanikte bir cisim atıldığı zaman onun varabileceği yer, fırlatma gücü ile orantılıdır. Bir mânevî ilhâmın gücü de onun meydana getirdiği eser ile orantılıdır. Bu kadar çok şey taşıyan, bu kadar uzaklara kadar yayılan ve bu kadar uzun zaman aynı kudrette devâm eden bir “fikir” yâni İslâmiyet yalan olamaz. Bunun çok samîmî ve çok inandırıcı olması gerekir. O’nun hayâtı, uğraşmaları,  memleketinin hurâfelerine ve putlarına kahramanca saldırıp onları parçalaması, puta tapan çoğunluğun hiddetlerine karşı koymak ataklığı, kendine saldırdıkları hâlde, 13 sene Mekke’de buna dayanması, hemşehrileri arasında türlü hâdiseler çıkartmak ve kendini âdetâ kurbân yerine koymak gibi hâllere tahammül etmesi, Medîne’ye hicreti, durmadan yaptığı teşvikler ve verdiği vaazlar, çok üstün düşman kuvvetleriyle yaptığı savaşlar, kazanacağına olan îtimâdı, en büyük felâket zamânında bile duyduğu insan üstü güvence, zaferde bile gösterdiği sabır ve tevekkül, sözlerini kabul ettirme hırsı, sonsuz ibâdeti, Allah’la mukaddes konuşmaları, ölümü, ölümünden sonra da devâm eden şan ve şerefi, zaferleri O’nun hiçbir zaman bir yalancı peygamber olmadığını, tam aksine büyük bir îmâna sâhip bulunduğunu gösterir.

Filozof, hatip, peygamber, kânun koyucu, cenkçi, insan düşüncelerini etkileyici, yeni îmân esasları koyan ve yirmi büyük dünyâ imparatorluğu ile bir büyük İslâm devleti kuran kişi: İşte Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) budur!

İnsanların büyüklüğü ölçmek için kullandıkları bütün mikyaslarla ölçülsün; acaba O’ndan daha büyük bir şahıs var mıdır? Olamaz!”

Bu arada son yıllarda Avrupa ve Amerikalı çeşitli araştırmacılar tarafından yapılan, târih boyunca en büyük insan kimdir, en mükemmel insan kimdir, gibi araştırmaların da, gerek insan zihni vâsıtasıyla ve gerekse kompüterlerle yapılsın dâimâ “Hazret-i Muhammed’dir” hükmü ile neticelendiğini unutmamak gerekir.

Canım, kurban olsun senin yoluna,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

 

Gel şefâat eyle kemter kuluna,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

 

Mümin olanların çoktur cefâsı,

Âhirette olur zevku safâsı.

 

On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

 

Yedi kat gökleri seyrân eyleyen,

Kürsînin üstünde cevlân eyleyen,

 

Mîrâcda, ümmetin Hak’tan dileyen,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

 

YÛNUS n’eyler iki cihânı sensiz,

Sen hâk peygambersin şeksiz şüphesiz!

 

Sana uymıyanlar, gider îmânsız,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!