MUHABBETKUŞU (Melopsittacus undulatus)
Alm. Wellensittich (m), Fr. Perruche (f), İng. Love bird. Familyası: Papağangiller (Psittacidae) Yaşadığı yerler: Anavatanı Avustralya’da, Madagaskar ve Afrika’da ağaç yaprakları arasında, yüzlercesi bir arada koloni hâlde yaşarlar. Kafeste de beslenirler. Özellikleri: 16-22 cm boyunda papağana benzer ufak kuşlar. Yeşil, mavi, sarı tüylerinin üzeri siyah çizgilidir. Tohumla beslenirler. Çeşitleri: Birçok türü vardır. Avustralya muhabbetkuşu (M. undulatus), Afrika muhabbetkuşu (Agapornis roseicollis) meşhurlarıdır.
Guguksular (Cuculiformes) takımının Papağangiller familyasından, kıvrık gagalı, uzun kuyruklu, güzel renkli bir kuş. 16 cm kadar boyundadır. Küçük bir papağana benzer. Kafes kuşu olarak da beslenir. Anavatanı Avustralya’dır. Tüyleri genel olarak yeşildir. Üzeri kırmızı, mavi, sarı ve diğer tüylerle de süslenmiştir. Çoğunun baş ve sırtında siyah çizgiler bulunur. Yabanileri ormanlarda, savanalarda ve ekili arâzilerde bulunurlar. Tohumla beslendiklerinden bâzan ekinlere büyük zararlar verirler. Ağaç yaprakları arasında binlercesi bir arada toplanırlar. Çiftler hâlinde ayrı ayrı yaşayanlar da vardır. Kuşçular, kafeste yaşayanlardan ayıklama yoluyla sarı, yeşil, mavi, gri ve beyaz renkli soylar üretmişlerdir. Eşler, başbaşa vererek cıvıldaşırlar. Kısa ve tiz seslidirler. Eşlerin birbirine olan sevgi ve bağlılığından “muhabbetkuşu” adı verilmiştir. Kafeslerde de çiftler hâlinde süs kuşu olarak beslenirler.
Muhabbetkuşları yuvalarını ağaç kovuklarına, bir türü de ağaç karıncalarının topraktaki yuvalarını genişleterek yuva yaparlar. Gagalarını bir âlet gibi kullanarak ince odun parçaları ve yapraklarla yuvayı döşerler. Yuva malzemelerini sırtlarındaki tüyler arasında taşıyanları da vardır. İki veya dört aylık olunca üremeye başlarlar. İki ilâ beş beyaz yumurta yaparlar. Yılda bir ilâ üç defa yumurtlarlar. Üç hafta içinde yumurtalar açılır. Yavrular erkek ve dişi tarafından sindirimi kolay bitkilerle beslenir. Sağlam yapılı olan muhabbet kuşları, bakım altında 5-10 sene yaşarlar. Göçmen olanları da vardır.
Alm. 1. Korrespondenz (f), Nachrichtenverkehr (m) 2. Kommunikation (f), Fr. 1. Correspondance (f), 2. Communication (f), İng. 1 Correspondence 2. Communication. Bilgi aktarması. İletişim, karşılıklı haberleşme (Bkz. Haberleşme). Muhâbere işlemi; üretme, gönderme ve alma şeklindedir. İnsan; konuşmaları, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlar; nelerin nelerle ilgili olduğuna karar verir; sonra buna cevap verir.
Muhâberede bâzı hâdiseler bâzı işâretlere mesajla tekâbül eder. Bâzan aynı hâdise değişik mânâda mesaj olabilir. Kodlanmış, şekillendirilmiş duman, çeşitli mânâlar ifâde edebilir. Muhâberenin insan hayâtında büyük ve apayrı bir yeri vardır.
İnsanın beyni, eli, gözleri, kulakları, ağzı muhâberede en önemli organlarıdır. Diğer canlılarda da aynı organların bulunmasına rağmen muhâbere yaparken konuşma, yazı, resim yapamamaları Allah’ın insanlara ne kadar çok ihsanda bulunduğunu gösterir. İnsan beyni muhâberede kullanılmak üzere milyonlarca sinir hücresinde bilgiler muhâfaza eder. İnsan, çevreyle alâka kurar ve beynindeki bilgileri yerli yerinde kullanarak muhâberenin en mükemmelini yapar.
Muhâberenin en yaygın şekli yazı iledir. Mîladdan önce 3000 senelerinde Mezopotamya’da taşlar üzerine, daha sonra deri üzerine yazı yazılmıştır. Yazının bugünkü anlamda muhâbere aracı oluşu on beşinci yüzyılda matbaanın keşfiyle başlamıştır. Muhâbere 19. yüzyılda bir adım daha gelişerek sürat kazanmıştır. 1837 senesinde telgrafın, 1876 senesinde telefonun keşfiyle yazı ve konuşma şeklindeki muhâbere çok gelişmiştir. 1895 senesinde ise telsiz radyo ile mors kodunun yayınlanması muhâberenin en büyük adımıdır. Bugün muhâbere vâsıtaları o kadar genişlemiş ve gelişmiştir ki, uçakla giden birisi rahatlıkla eviyle konuşabilmekte hattâ resim gönderebilmektedir.
Askerî alanda muhâberenin özel bir yeri vardır. Muhâbere ya açık veya kodlanmış olarak yapılır. Kodlu muhâbereleri kripto görevlileri çözerler. Türk Silahlı Kuvvetlerinin muhâbere cihazlarının birçoğu Askerî ElektronikSanayi (ASELSAN) tarafından îmâl edilmektedir.
Barışta ve savaşta, askerî birliklerin ast, üst ve yan irtibâtlarını tesis edip devam ettirmek, düşmanın yapacağı elektronik sabotajlara mâni olmak ve düşman muhâberesini karıştırmak, muhâbere malzemesinin ikmâlini sağlamak maksadıyla Silâhlı Kuvvetler bünyesinde “muhâbere sınıfı” kurulmuştur. Muhâbere sınıf ve vâsıtalarının ordumuzda temeli 1888 yılında Selimiye Kışlasında Telgraf Bölüğünün kurulmasıyla atılmıştır. Bu bölükle pırıldak ve güvercinler de muhâbere vâsıtası olarak kullanılmıştır. 926 sayılı Türk Silâhlı KuvvetleriPersonel Kânunu’nda, muhâbere sınıfı, muhârip sınıflar içerisinde yer almıştır. Türk Silâhlı Kuvvetlerinde yalnız muhâbere subay, astsubay, erbaş ve erlerini yetiştiren muhâbere okulu Ankara (Mamak)da faaliyetlerini sürdürmektedir.
Muhâbere birlikleri, tugaylarda bölük, tümen kolordu ve ordularda tabur seviyesinde bulunmakta olup; haber merkezi, telli, telsiz, telsiz role ve kramportör ihtisas bölümlerine ayrılmaktadır. Ayrıca, elektronik harp birlikleri de mevcuttur.
Askerî birliklerin haberleşmesinde, önce emniyet ve gizlilik sonra sürat esastır. Haberler ya açık veya kriptolanmış olarak gönderilir. Kriptolamada, kelimeler kodlanmakta, telli veya telsiz devrelerden bu kodlanmış kelimeler gönderilmekte ve karşı terminalde tekrar açıklanmaktadır.
Açık veya kapalı haberler, telli, telsiz, telem, telsiz telem, faksimile, telli, telsiz tamamlama sistemi ve haberci yoluyla gönderilmektedir.
Teknolojik seviyesi ilerde olan ülkeler, askerî birliklerin haberleşmesinde uydulardan büyük çapta faydalanmaktadır.
Göç eden, kendi memleketinden ayrılıp, başka bir beldeye yerleşen ve vatan tutan kimse, göçmen. Hicret kelimesinden gelen ve Arapça olan “Muhâcir” kelimesi genel olarak bu anlamda kullanılır. Ancak terim olarak; Allahü teâlânın izniyle, Peygamber efendimizden önce, Peygamber efendimizle birlikte ve Peygamber efendimizden sonra Mekke fethine kadarMekke’denMedîne’ye hicret (göç) eden Müslümanlar için kullanılır. Muhâcir kelimesinin çoğulu “Muhâcirûn” veya “Muhâcirîn”dir.
Mekkeli müşrikler Peygamber efendimize ve Müslümanlara akla gelmedik baskı ve işkence yapıyorlardı. Allahü teâlânın izni ve emriyle Müslümanlar evlerini, mallarını, âile fertlerini terk ederek İslâmiyetin yayılması için Mekke’den iki defa Habeşistan’a sonra da Medîne’ye hicret ettiler. Medîne’de bulundukları zaman da canlarını Allah yolunda fedâ etmekten çekinmediler. İslâm dîninin yayılması için yapılan harplerde büyük kahramanlıklar gösterdiler. Birçoğu bu harplerde şehit düştü. Peygamber efendimiz Muhâcirlerin maddî durumlarını iyileştirmek için Medîneli Müslümanlar (Ensar)la onları kardeş yaptı, harplerde alınan ganîmetlerin bir kısmını muhâcirlere verdi.
Mekkeli Müslümanların hicreti Mekke’nin fethine kadar peyderpey devam etti. Son Muhâcir Peygamberimizin amcası hazret-i Abbâs oldu. Abbâs radıyallahü anh Mekke fethi için hazırlıklar yapılırken Medîne’ye hicret etti. Peygamber efendimiz yolda karşılaştıklarında kendisine; “Ey Abbas, ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de muhâcirlerin sonuncususun.” buyurdu.
Hicretten sonra Medîne nüfûsunun önemli bir kısmını teşkil eden, gerek Mekke’de gerekse Medine’deyken her türlü fedâkârlığı gösteren Muhâcirûn (Muhâcirler) Kur’ân-ı kerîmde medhedildiler.
Allahü teâlâ Bakara sûresi 218. âyetinde meâlen; “Allah ve Resûlüne îmân edenler ve vatanlarından hicret edip Allah yolunda cihâd edenler (var ya!) İşte onlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah pekçok mağfiret ve rahmet edicidir” ve Âl-i İmrân sûresi 195. âyetinde meâlen; “... Dinlerini korumak için vatanlarından (Mekke’den Medîne’ye) hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim dînim uğrunda işkenceye uğrayanların (eziyet görenlerin), savaşanların ve bu yolda öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. Onları altından nehirler akan Cennetlere koyacağım. Bu lütuflar onlara Allah tarafından mükâfattır. Allah indinde onlara sevabın da en güzeli vardır.” ve Tevbe sûresi 20. âyetinde meâlen; “Îmân edenler, (Mekke’den Medîne’ye) hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenler, Allah indinde daha yüksek dereceye sâhiptirler. Onlar dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşanlardır.” ve Tevbe sûresi 100. âyetinde meâlen; “Önce Müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önde gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennette sonsuz kalacaklardır.” buyurmuştur.
Mekke fethiyle Muhâcirlik durduysa da, Muhâcirûn şerefli bir topluluk olarak devam etti. Gerek Peygamber efendimizin sağlığında, gerekse vefâtından sonra büyük vazife ve hizmetler yüklendiler. Peygamberimizin dört halifesinin Muhâcirûndan olması onların derece ve hizmetlerinin yüksekliğini göstermektedir.
Bugün muhâcir kelimesiyle başka dindeki milletler tarafından işgal edilen eski Osmanlı topraklarından Türkiye’ye göç eden Müslüman ahâli kastedilmektedir. Doksanüç Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Harbi), Rusların, Bulgarların, Yunanlıların ve diğer Hıristiyan milletlerin akıl almaz zulüm, işkence ve katliâmlarından kurtularak Türkiye’ye iltica eden Müslüman ahâli, ülkemizin çeşitli yerlerine yerleştirilmişlerdir.
Doksanüç Harbinden sonra, ardı arkası kesilmeyen muhâcir kâfileleri Türk târihinde ayrı bir yer tutar. Bu zamanda bir milyondan fazla muhâcir Bulgaristan topraklarından İstanbul’a geldi. Pek büyük bir kısmı yollarda açlık ve soğuk sebebiyle telef oldu. Türkleri göçe, topraklarını ve servetlerini bırakarak gitmeye zorlamak için Rus işgalcilerle Balkanlarda bağımsızlık kazanan milletler pekçok zulüm ve baskı yaptılar. General Gurko bir Türk şehri olan EskiZağra’daki Müslüman-Türkleri topluca kılıçtan geçirdi. Plevne Savunmasından sonra Ruslar tarafından esir edilen 43.000 Türk askeri dondurucu soğuk altında bekletilirken, Plevne’de ağır yaralı ve hasta oldukları için bırakılan 4000 Türkten 3000’i hayatlarına dokunmayacaklarına dâir söz vermelerine rağmen boğazları kesilerek, gözleri oyularak Bulgarlar tarafından hunharca öldürüldüler.
Mahmûd Celâleddîn Paşanın yazdığı Mir’ât-ı Hakikat adlı târih kitabında Doksanüç Harbi sonrasındaki göç hâdisesi şöyle anlatılıyor: “İşte o elem ve ızdırap dolu günlerde, artık devletin Sofya için yapacak birşeyi kalmamıştı. “Düşman geliyor!” sadâları Sofya’da toplanmış yüzbinlerce Müslüman âile fertlerinin kulaklarını çınlatıyordu. Bu durum karşısında mâneviyatları tamâmen sarsıldığından varlarını yoklarını yollara atıp, çocuklarını da önlerine katıp, feryâd ederek göç etmeye başladılar. Kışın olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü ve her tarafın karlar ve buzlarla kaplı olduğu bir zamandı. Nereye gideceğini bilemeyen muhâcirler, Sofya’yı Köstendil üzerinden Üsküb’e bağlayan anayolda toplandılar. O kadar kalabalık olmuştu ki, cadde üzerinde dört sıra hâlinde bir konvoy teşkil eden arabaların hareket etme imkânı kalmamıştı. Bu îtibarla bir arabanın dışarıdan konvoya girmek için on iki gün beklendiği ve bu yüzden yüzlerce insanın arabaların altında donup kaldığı görülmüştü.
Sözüne îtimad edilir birisi, bizzat şâhit olduğu şöyle hüzün verici bir hâdise anlatır: “Sofya dışındaki kabristanda, bir muhâcir kadın gördüm. Yanında iki kızı ve yedi-sekiz yaşlarında bir oğlu vardı. Kadın etrâfa seslenip; “Ben şu kızlarla başımın çâresine bakayım, bu oğlanı benden alacak bir hayır sâhibi yok mu?” dedi. O esnâda biri; “Ben kabul ederim!” diye cevap verdi. Zavallı kadın oğlanı ona gönderirken ensesine şiddetli bir tokat indirdi. Orada bulunanlar; “Be kadın niçin çocuğu dövüyorsun?” dediklerinde; “Ben onu artık bir daha öbür dünyâda göreceğim. Acısı yüreğinde kalsın da, yaşadığı müddetçe anasını unutmasın diye bu tokadı vurdum.” cevabını verince, işitenlerin yüreği sızlamıştı.” İşte bunu okuyacak olan bizden sonraki nesiller, Sofya muhâcereti sırasında Müslümanların neler çektiğini düşünsünler.” (Mir’ât-ı Hakikat s.508).
Balkan Harbi, Birinci Dünyâ Harbi sırasında da büyük muhâcir kalabalıkları gelerek Türkiye’ye yerleştirilmişlerdir. Bulgaristan, Bosna-Hersek, Romanya gibi Balkan ülkelerinde ve Afganistan’da baskı ve zulme uğrayarak Türkiye’ye göç eden büyük kitlelerCumhûriyet döneminde de gelerek memleketimize yerleşmişlerdir. Bugün muhâcir yerine “göçmen” kelimesi kullanılmaktadır.
MUHAMMED (Alexander Russel Webb)
Yazar ve diplomat. 1846 yılında Amerika’da Hudson şehrinde doğdu. New York Üniversitesinde okudu. Kısa zamanda sevilen ve çok beğenilen bir fıkra yazarı oldu. St. Joseph Gazett ve Missouri Republican adlı mecmuaları neşretti. 1887 yılında Filipinlerde Amerika konsolosu oldu. Yaptığı araştırma ve tetkiklerin sonunda İslâmiyeti kabul etti. Bundan sonra kendini tamâmıyla İslâmiyeti anlatmaya, insanları doğru yola çağırmaya vakfetti. Amerika’daki İslâmî teşkilâtın başına geçti. 1916 yılında vefât etti.
İslâmiyeti kabul etmesini kendisi şöyle anlatır: “Bana, ahâlisinin pekçoğu Hıristiyan olan Amerika’da doğan, büyüyünceye kadar mütemâdiyen Hıristiyan papazların minberden yaptıkları vaazları, daha doğrusu saçmaları dinleyen benim gibi bir insanın niçin dînini değiştirerek Müslüman olduğunu soranlar çok oldu. Ben de onlara Müslümanlığı niçin hayat rehberi olarak seçtiğimi kısaca şöyle anlattım:
Müslüman oldum! Çünkü yaptığım incelemeler, araştırmalar, insanların rûhî ihtiyaçlarının ancak Müslümanlığın koyduğu sağlam esaslarla giderileceğini gösterdi. Ben daha çocukken bile, Hıristiyanlığa bir türlü iki elle sarılamamıştım. Yirmi yaşıma geldiğimde ve artık reşid olduğum zaman kilisenin her şeyi günah sayan, mistik ve can sıkıcı terbiyesine tamâmen isyan etmiştim. Bir daha dönmemek üzere yavaş yavaş kiliseden ayrıldım. Benim araştırıcı ve mütecessis bir karakterim vardı. Her şeyin sebebini ve maksadını arıyordum. Bunlar için mantıkî cevaplar bekliyordum. Halbuki râhiplerin ve sâir Hıristiyan din adamlarının bana verdiği cevaplar, beni tatmin etmiyordu. Onlar çok kerreler suallerime inandırıcı cevaplar verecekleri yerde; “Bunları biz anlayamayız. Bunlar ilâhî sırlardır.” diyorlar veya; “Bunu bizim aklımız kavramaz.” gibi kaçamaklı cevaplar veriyorlardı.
Bunun üzerine, bir yandan şark dinlerini, öbür taraftan büyük filozoflardan Mill, Locke, Kant, Hegel, Fichte, Huxley’in ve diğerlerinin eserlerini okudum. Bu filozofların eserlerinde hep protoplazmadan, atomlardan, moleküllerden, tâneciklerden bahsolunuyor, fakat “İnsanın rûhu ne oluyor, öldükten sonra nereye gidiliyor, bu dünyâda ruh nasıl terbiye ediliyor” suâlleri hakkında yeterli bir fikir bulunmuyordu. Halbuki İslâm dîni, insanın bedeni yanında rûhu ile de meşgûl oluyor, bu hususlarda bizi aydınlatıyordu. İşte bunun içindir ki, ben, ne yolumu şaşırdığımdan, ne de Hıristiyanlara kızdığımdan veya âni bir karara kapıldığımdan dolayı değil, tam aksine, inceden inceye inceledikten, büyüklüğünü, dürüstlüğünü, ciddiyetini, mükemmelliğini iyice anladıktan sonra Müslüman oldum.
İslâmda esas, tek Allah’a inanmak, O’na kendini teslim etmek ve O’na ibâdet ederek lütuflarına şükretmektir. İslâm, bütün insanlara kardeşliği, iyiliği, sevgiyi ve hoşgörüyü emreder. Onlardan ruh, beden, dil, iş ve davranış temizliği ister. İslâm dîni, şimdiye kadar insanların bildiği dinlerin muhakkak en mükemmeli, en üstünü ve sonuncusudur.”
(Bkz. Abduh)