MUÂVİYE BİN EBÛ SÜFYÂN

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Emevî Devletinin kurucusudur. Hicretten 19 yıl evvel (M. 604) Mekke’de doğdu. Babası, Ebû Süfyân bin Harb bin Ümeyye, annesi Hind’dir. Peygamberimizin kayın birâderi olup, Mekke fethedildiği gün babası ile berâber müslüman oldu. Sonra Medîne’ye yerleşerek, Peygamberimizin; “Yâ Rabbî! Onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl”, “Yâ Rabbî! Muâviye’ye yazı ve kitâb öğret! Onu azâbından koru!”, “Yâ Rabbî! Onu memleketlere hâkim kıl!” duâlarıyla şereflendi. Vahy kâtibliğine alınması, Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesiyle olmuştur. Cebrâil’in getirdiği Kur’ân-ı kerîm’i ve Peygamberimizin mektuplarını yazardı. Peygamber efendimiz namazda rükûdan kalkarken; “Semiallahü limen hamideh” okuduklarında, ön safta bulunan hazret-i Muâviye; “Rabbenâ lekelhamd” derdi. Resûlullah efendimiz bu hareketi beğenip tasvip ettiği için, bunu söylemek, bütün Müslümanlara sünnet olarak kaldı. Hazret-i Muâviye, Huneyn Gazâsında Resûlullah’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük Gazvesine katıldı. Vedâ Haccında bulundu.

Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer zamanlarında Sûriye taraflarındaki muhârebelere katıldı. Hazret-i Ömer, onu Şam vâlisi yaptı. Hazret-i Osman, halîfeliği sırasında bütün Sûriye’yi onun emrine verdi. Hazret-i Ömer zamânında dört yıl, hazret-i Osman devrinde on iki yıl, hazret-i Ali’nin hilâfeti esnâsında beş yıl, İmâm-ı Hasan zamânında altı ay Şam vâliliği yaptı.

Hazret-i Muâviye, Milâdî 661 yılında Kûfe’de halîfe seçildi. Hazret-i Hasan hilâfeti bıraktıktan sonra, bütün İslâm memleketlerinde meşrû halîfe oldu. On dokuz buçuk sene hilâfet ve saltanat sürdü. İslâmiyetin yayılmasında kıymetli ve pekçok hizmetlerde bulunmuştur. Milâdî 662 senesinde Sicistan’ı, 663’de Sûdan’ı, bir sene sonra Afganistan’ı, Kâbil şehrini ve Hindistan’ın kuzey kısmını, 665’te Tunus’u (Afrikiyye’yi) aldı. 668 senesinde gemilerle gittiğiKıbrıs’ı ve iki sene sonra da İran’daki büyük Kuhistan eyâletini fethetti. Yine aynı sene Bizans İmparatoru Dördüncü Konstantin zamânında, oğlu Yezid’i büyük bir ordu ile İstanbul’un fethi için gönderdi ve şehir kuşatıldı. Konstantin, her sene büyük miktarda vergi vermek şartıyla barış yapmak zorunda kaldı. 673 senesinde Ubeydullah bin Ziyâd’ı Horasan’daki orduya kumandan yapıp, Ceyhun Nehrini develerle geçerek Buhârâ’yı aldı. Hazret-i Ömer tarafından fethedilen Kudüs Hıristiyanlara geçince, hazret-i Muâviye şehri tekrar ele geçirdi. Yemen, Mısır, Kayrevan, Irak, Âzerbaycan, Anadolu, Horasan ve Mâverâünnehr’e hâkim olup, büyük bir saltanata kavuştu ve çok sevildi. Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye’ye; “Ey Muâviye! Memleketlere hâkim olduğun zaman, iyilik et!” buyurmuştur. Resûlullah’ın sohbeti ve hayır duâlarının bereketiyle, İslâmiyetin tesir sahasını çok genişletti. 680 senesinin Receb ayında Şam’da vefât etti. KabriŞam’dadır. Bugün kabrinin taşları bile olmayıp bakıma muhtaçtır.

Hazret-i Muâviye, uzun boylu, beyaz tenli, heybetliydi. Güzel konuşur, adâletli davranırdı. Çalışkan, gayretli, azimliydi. Arabistan’da meşhur olmuş dört dâhî Sahâbîden birisidir. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmıştı. Hattâ hazret-i Ömer, hazret-i Muâviye’ye her bakışta; “Bu, ne güzel bir Arap sultânıdır.” derdi. Cins atlara biner, kıymetli elbiseler giyerdi. Resûlullah’ın sohbetinin bereketiyle şerîatten hiç ayrılmazdı. Hazret-i Ali onun hakkında; “Muâviye’nin hâkimliğini kötülemeyiniz! O giderse başların koptuğunu görürsünüz.” buyurmuştur.

Ali bin Ahmed hazretleri, Fedâil-üs-Sahâbe adlı risâlesinde, Muâviye bin Ebû Süfyân’ın üstünlüklerini şöyle anlatıyor: “İbn-i Abbâs radıyallahü anh şöyle anlatır: “Peygamber efendimizin mescidinde bir grup Sahâbeyle oturmuş, birbirimizin, Resûlullah zamânındaki üstünlüklerini konuşuyorduk. Bu arada içeriye Muâviye radıyallahü anh girerek bize selâm verdi.Selâmını aldık. Yanımıza oturdu ve; “Ey Eshâb-ı Resûlullah! Görüyorum ki, Allahü teâlâ sizi hayır için bir araya getirmiş bulunuyor” dedi. Biz de ona; “Sen de bizimlesin” dedik. Bize; “Niçin toplandınız?” diye sorunca, biz de; “Resûlullah zamânındaki fazîletlerimizi konuşuyoruz.” diye cevap verdik. “Senin de tesbit ettiğin fazîletin var mı?” diye ona sorduğumuzda; “Evet! Ben sizin hiçbirinizde bulunmayan altı hasletle fazîletli kılındım.” dedi. “Bu üstünlüklerini bize anlat. Belki içimizden bunları bilen vardır.” dedik. Muâviye bin Ebû Süfyân radıyallahü anh bunun üzerine anlatmaya başladı: “Ben altı hasletle sizden fazîletli oldum. Birincisi; Bir gün Resûlullah’ın hanımı olan kız kardeşim Ümmü Habîbe’nin evindeydim. Saçımı taramış, gözlerime sürme çekmiş bir hâldeyken uyku bastırdı ve kızkardeşimin dizine başımı koyup uyudum. Bu arada Peygamber efendimiz içeri girince, kardeşim başımı dizlerinin üzerinden kaldırıp, yastığa koymak istediğinde, Resûl-i ekrem; “Dizlerinin üzerinde kalsın, yâ Ümmü Habîbe!” dedikten sonra; “Ey Ümmü Habîbe! Onu çok mu seviyorsun?” buyurmuş. Kızkardeşim de; “Evet yâ Resûlallah! Nasıl sevmiyeyim? O kardeşimdir.” dediğinde, Resûlullah; “Ey Ümmü Habîbe, onu sev! Çünkü onu Allah seviyor, melekleri ve Resûlü seviyor.” buyurmuştur.” dedi. Anlattıklarını dinledikten sonra, biz de ona, doğru söyledin dedik.

“İkincisi; bir gün Resûlullah efendimizle birlikte bir sefere çıkmıştık. Resûl-i ekrem bir hayvana binmiş, ben de arkalarından yürüyordum. Çok şiddetli bir sıcak vardı. Resûlullah bana doğru baktı. Sıcağın şiddetinden iki gözüm ve yanaklarım kızarmıştı. Yanaklarımdan ter dökülüyordu. Resûl-i ekrem bana; “Yâ Muâviye, yanıma yaklaş!” buyurdu. Yanına yaklaşınca beni hayvanın terkisine aldı. Sonra; “Neren bana temas ediyor?” diye sordu. Ben de; “Karnım, yâ Resûlallah!” dedim. O zaman; “Allahü teâlâ karnını ilim ve yumuşak huyla doldursun.” buyurdu.” deyince, biz de ona; “Doğru söyledin.” dedik.

“Üçüncüsü; Resûlullah’a bir tabak ayva hediye edilmişti. Herkese bir tâne verdi. En sonunda bir ayva kalmıştı. Sâdece Resûl-i ekrem ve ben almamıştık. Kalan bu ayva, Resûlullah efendimizin elinden düştü. Yerden alıp kendisine vermek istediğimde; “Onu al yâ Muâviye! Yarın kıyâmet gününde, o ayva elinde olarak bana kavuşursun.” buyurdu.” deyince, biz de; “Doğru söyledin.” dedik.

“Dördüncüsü ise; Resûl-i ekrem, Sahâbe-i kirâm ile birlikte Tebük Gazvesinden dönerken, Hudeybiye mevkiine geldik. Şiddetli bir sıcak vardı ve çok susamıştık. Neredeyse susuzluktan helâk olacaktık. Resûl-i ekremin yanına giderek; “Yâ Resûlallah! Mûsâ aleyhisselâmın kavmine istediği gibi, sen de Rabbinden su talep etmez misin!” dedim. Bana; “Yâ Muâviye! Bak şurada bir kaya görüyorsun.” buyurduklarında, güneş ışınlarıyla parlayan beyaz bir kaya gördüm. Peygamber efendimiz elime, ortadan yarılmış bir çubuk verdi ve; “Ey Muâviye! O kayanın yanına git ve ona bu çubukla vur. Mûsâ bin İmrân, senin Peygamberinden daha cömert değildir.” buyurdu. Gösterdikleri yere gidip taşa vurunca, baldan tatlı, buz gibi bir su fışkırdı. Hemen içmeye teşebbüs ettim. Bu sırada Sevgili Peygamberimizi ve Eshâbını hatırladım ve geri çekildim. Arkama bakınca, onları arkamda bekler gördüm. Resûl-i ekrem bana; “Ey Muâviye, iç! Allahü teâlâ bu suyu senin için yarattı.” buyurdu.” deyince, biz yine; “Doğru söyledin.” dedik.

“Beşincisi de; Resûlullah, mescid-i saâdetlerinde bulundukları bir sırada Cebrâil aleyhisselâm geldi. Havada durup; “Esselâmü aleyke yâ Ahmed! Allahü teâlâ size selâm ediyor. Bugün de sana ve ümmetine ikram olarak bir fazîlet verildi.” deyince, Resûl-i ekrem; “Ey Kardeşim Cebrâil! Bu fazîlet nedir?” diye suâl etti. Cebrâil de cevap olarak; “Sana, Âyet-el-kürsî’yi ihsân etti.” deyince, Resûlullah; “Bu âyeti kim yazacaktır?” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm; “Şu kapıdan içeriye ilk giren kişi.” dedi. O kapıdan Resûl-i ekremin yanına giren ilk şahıs ben oldum. Resûlullah bana; “Yâ Muâviye! Cenâb-ı Hak bugünkü fazîleti sana nasîb etti.” buyurunca; “Nedir o, yâ Resûlallah?” dedim. Bunun üzerine; “Sana, âyet-el-kürsî’yi tahsis kıldı.” buyurdu. Sonra beyaz bir kâğıt ve kırmızı yâkuttan bir kalemi bana uzatarak; “Ey Muâviye! Âyet-el-kürsî’yi yaz!” buyurdu. Ben de; “Yâ Resûlallah! Eve gidip hokka ve mürekkep getireyim mi?” diye sorunca, Resûl-i ekrem; “Yâ Muâviye yaz! Zîrâ Allahü teâlâ kalemi de Âyet-el-kürsî’den yaratmıştır.” buyurdu. Bunun üzerine yazmaya başladım. Yazma işini bitirince, Resûl-i ekrem elimde bulunan kâğıtları aldı. Sonra, Resûlullah efendimiz âyet-el-kürsîyi okumaya başladı. Her harf üzerinde duruyor ve onları çok güzel telaffuz ediyordu. Ben de kendilerini dinledim.” deyince, biz yine; “Doğru söyledin.” dedik.

“Altıncısı ise; bir gün Peygamber efendimizin arkasında namaz kılıyorduk. Resûl-i ekrem, Fâtiha sûresini okuyup “Veleddâllîn” dediklerinde, peşinden; “Âmîn” dedim. Namazdan sonra mihrâbtan Eshâb-ı kirâma; “Ey Müslümanlar! Hanginiz “Âmîn” dedi?” buyurunca, hiç kimse cevap vermedi. Ben de cevap vermekten korktum. Resûl-i ekrem aynı soruyu iki üç defâ tekrarladılar. Fakat yine kimseden bir ses çıkmadı. Bunun üzerine ben; “Yâ Resûlallah! Ondan ne istiyorsunuz?” dediğimde; “Onu ve ona tâbi olanları Cennetle müjdelemek istiyorum.” buyurdu. O zaman; “Yâ Resûlallah! Ben söyledim.” deyince; “Yâ Muâviye müjdeler olsun!Onun ve kıyâmete kadar onu söyleyenlerin sevâbı sanadır.” buyurdu.” deyince, biz de ona; “Doğru söyledin.” dedik.”

Hazret-i Muâviye buyurdu ki:

Herkesi memnun etmek, mümkündür; yalnız hasetçi olanı memnun etmek zordur. Çünkü o ancak haset ettiği şeyin yok olmasıyla sevinir.

Yumuşaklık gösterip tahammül ediniz ki, fırsat dâimâ elinizde olsun. Fırsatı ele geçirdikten sonra dilerseniz hakkınızı alırsınız, dilerseniz affedersiniz.

Büyük İslâm âlimi Abdullah ibni Mübârek’e; “Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz’den hangisi efdaldir?” diye soruldukta; “Resûlullah’ın yanında giderken, hazret-i Muâviye’nin bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz’den yüzlerce defâ daha kıymetlidir.” buyurmuştur. Hazret-i Muâviye, Peygamberimizden çok hadîs rivâyet etmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir:

Allahü teâlâ kime iyilik murâd ederse, onu din âlimi yapar ve dînine zarar verecek şeyleri ona bildirir. Ona doğruyu gösterir.

Ahmed, Nesâî ve Ebû Dâvûd’un, hazret-i Muâviye’den alarak bildirdiklerine göre; “Bütün günahları Allah’ın bağışlaması umulur, yalnız müşrik olarak ölen ve kasten bir mümini öldüren müstesnâ.”

MUÂVİYE BİN YEZÎD

Üçüncü Emevi halîfesi. Eshâbı kirâmdan hazret-i Muâviye’nin torunudur. 662 (H. 42)de doğdu. 683 (H. 64) senesinde babası Yezîd’in vefâtı üzerine Şam’da halîfe oldu. Son derece takvâlı ve insaflı, dîne tam uyan bir zattı. Halîfeliğe geçtikten kırk gün sonra halkı câmide toplayıp minbere çıkarak bir hutbe okudu. Hutbesinde “Ey insanlar ben sizin işlerinizi yürütmekten çekiniyorum. Size hazret-i Ömer gibi bir halîfe aradım bulamadım. Meşveret için ehl-i şûra gibi altı kişi aradım bulamadım. Siz hilâfete beğendiğinizi seçiniz, ben ayrılıyorum.” diyerek minberden indi. Bundan sonra evine çekilip, ibâdetle meşgul oldu. Kısa bir zaman sonra vefât etti. Halîfelik müddeti üç ay sürmüştür. Bundan sonra yerine Mervan bin Hakem seçildi.

MUÂYEDE

Bayramlaşmak, bayramda birbirini tebrik etmek. Eskiden, dînî bayramlara çok ehemmiyet verilirdi. Bayramlar sâdece dînî idi ve millî olanların kabul edilmesiyse çok yenidir. Dinlerine bağlı milletler, bayram günlerini büyük şenliklerle kutlarlardı. Osmanlılarda Ramazan ve Kurban bayramlarının muâyedeleri parlak bir merasimle yerine getirilirdi. Devlet erkânı topluca padişaha bayram tebrikine gittikleri gibi, kendi aralarında da ziyâretlerde bulunurlardı.

Osmanlı Sarayında bu işe verilen önemden dolayı muâyedenin nasıl yapılacağı kânunnâmelerle tesbit edilmişti. Fâtih Sultan Mehmed Hanın çıkardığı Kânunnâme-i Âl-i Osman’ın yirmi beşinci sahifesi bundan bahsetmektedir. Bayramlarda, sarayda divan meydanında taht kurulur ve pâdişah burada oturarak tebrikleri kabul ederdi. Bu iş özel merâsimle yapılırdı. Önce Taht-ı Hümâyûnun etrafında bulunması îcâp eden erkân yerini alır, her şey hazırlandıktan sonra Sultan gelirdi. Bu sırada alkışda vazifeli olanlar tarafından “Uğurun açık olsun”, “Pâdişahım devletinle bin yaşa”, “Mağrûr olma pâdişahım, senden büyük Allah var” cümleleri yüksek sesle söylenir ve mehterhâne marşlar çalardı. Daha sonra Nakîbüleşraf Efendi Pâdişahın huzuruna gelir, duâ eder ve ayrılırdı. Bundan sonra sıraya göre bayramlaşacak olanlar Pâdişahın elini öperek ayrılırlardı. Bu iş büyük bir nezâket ve terbiye kuralları içinde olurdu. Tebrik merâsimi bittikten sonra Pâdişah, yine saray âdet ve törelerine göre uğurlanırdı.

Bayramlaşma bayram günü sabah namazından sonra ve bayram namazından önce yapılır, sonra alayla câmiye gidilip bayram namazı kılınırdı.

MUÂZ BİN CEBEL

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Ensârdan olup, helâl ve haram ilmini en iyi bilenlerdendir. Adı, Muâz bin Cebel bin Amr bin Evs bin Âbid bin Adiy bin Ka’b el-Ensârî’dir. Künyesi, Ebû Abdullah’dır. Mîlâdî 605 senesinde Medîne’de doğdu. 640 (H. 18) yılında Kudüs ile Remle arasındaki Amvas köyünde vefât etti. İkinci Akabe bîatında, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi, Peygamberimize yardım ederek İslâmiyete hizmet edeceklerine söz veren ve Müslüman olan yetmiş Medineliden birisi de Muâz bin Cebel radıyallahü anh idi. On sekiz yaşında Müslüman oldu. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm, Mekke’den Medîne’ye hicret ettiklerinde, bütün malları ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medîne’deki Müslümanlar, Mekke’den hicret eden Müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyâlarını paylaştılar. Muâz bin Cebel de radıyallahü anh, Abdullah bin Mes’ûd ve Ca’fer-i Tayyâr ile kardeşlik kurmuştu. Bedr, Uhud, Hendek, Benî Kureyza savaşlarına ve Hayber’in Fethine katıldı ve Mekke’nin Fethinde bulundu. Huneyn Savaşı sırasında Peygamberimiz onu Mekke’de emîr bıraktı. Halka, Kur’ân-ı kerîm öğretmesini ve dînî esasları anlatmasını emretti. Bu vazîfesini yapıp Medîne’ye döndükten sonra, Kur’ân-ı kerîm’i ve din bilgilerini öğretmeye devâm etti.

Peygamber efendimiz Müslüman beldelerine vâli ve zekât tahsîl memurları gönderdiği sıralarda onu Yemen’e gönderdi.

Muâz bin Cebel radıyallahü anh Yemen’e doğru yola çıkınca, Peygamberimiz yanında bir miktar yürüdü. Vedâlaşırken; “Yâ Muâz! Sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyârete gelirsin” buyurdu. Bunu işiten Muâz bin Cebel radıyallahü anh, hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz; “Ağlama, yâ Muâz!.. Bana yakın olanlar (tam bağlı olanlar), nerede olursa olsunlar, Allah’a hakkıyla kulluk edenlerdir” buyurdu ve; “Sana bir dâvâ getirilip insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?” diye sordu. Hazret-i Muâz bin Cebel; “Allah’ın kitâbı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm.” dedi. “Ya O’nda açıkça bulamazsan?” buyurunca; “Peygamberin sünneti ile hükmederim” dedi. “Ya onda da açıkça bulamazsan?” buyurunca; “İctihâd ederek anladığımla hükmederim” dedi.

Pegamberimiz, bu cevâba çok memnun kalarak, mübârek elini onun göğsüne koyup; “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızâsına uygun eyledi” buyurdu. Sonra hazret-i Muâz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı hak seni her taraftan gelecek musîbetlerden muhâfaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın” ve; “Senin sebebinle, Allahü teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için dünyâdan hayırlıdır” buyurdu.

Hazret-i Muâz bin Cebel, Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazîfeyi yerine getirdi. Peygamberimizin vefâtını da orada öğrendi. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medîne’ye döndü. Muâz bin Cebel radıyallahü anh, hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliği sırasında Medîne’de kaldığı müddetçe, onun seçtiği müşâvere (danışma) heyetinde bulundu. Bu sırada Sûriye taraflarına giderek hem oralardaki savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîm’i öğretti.

Hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında, Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Sûriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîm’i öğretmekle vazîfelendirildi. Filistin bölgesindeki bu vazîfe sırasında çıkan salgın tâûn (vebâ) hastalığına yakalanarak genç yaşında vefât etti.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; Muâz bin Cebel (radıyallahü anh) ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.

İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve harâm ettiklerini en iyi bilen Muâz bin Cebel’dir.

Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ’b, Abdullah bin Mes’ûd veSâlim Mevlâ Huzeyfe (radıyallahü anhüm).

Muâz, kıyâmette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir. buyurarak onu medh etmiştir.

Muâz bin Cebel radıyallahü anh, Peygamberimizden pekçok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Onun rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin çoğu Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim’de, bir kısmı da diğer hadîs kitaplarında yer almıştır.

Muâz bin Cebel’in (radıyallahü anh), bizzat Peygamber efendimizden işitirek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:

Bir kimse, gıdâ maddelerini alıp, pahalı olup da satmak için kırk gün saklarsa, hepsini fakirlere parasız dağıtsa, günahını ödeyemez.

İnsan, kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça, hiçbir yere adım atamaz: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nerede harcadığı, ilmiyle ne gibi amel işlediği, malını nereden kazanıp nereye harcadığı.

Muâz bin Cebel, çok ilim sâhibi olup, Eshâb-ı kirâmın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları kıymetli bir zâttı. Çok cömert olup, az konuşur ve hikmetli sözler söylerdi. Buyurdu ki:

“Üç şey, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur. Bunlar; hikmetsiz gülmek, uyumadığı hâlde sabaha kadar ibâdetsiz vakit geçirmek ve karnı acıkmadığı hâlde yemek yemek.”

Hazret-i Muâz bin Cebel, oğluna şöyle vasiyet etmişti:

Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, onun kıldığın son namaz olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümid etme!

Bir din kardeşini sevdiğin zaman onunla münâkaşa etme! Ona fenâ harekette bulunma ve onun hakkında, başkasına; “Bu nasıl adamdır?” diye sorma! Olur ki, onun bir düşmanı ile karşılaşırsın da, onda olmayan bir şeyi söyler ve aranızı açar.”

MÛCİZE

Alm. Wunder (f), Fr. Miracle (m), İng. Miracle. Peygamberlerden hâsıl olan hârikulâde şey, hâdise. Peygamber olduğunu söyleyen kimsenin, doğru söylediğini ispat etmesi için, Allahü teâlânın âdetini değiştirerek, bozarak, ilâhî kudretle Peygamberlerine ihsan ettiği hârikulâde şeylerdir. Bir Peygamberin elinde, peygamberliği zamânında peygamberlik iddiası sebebiyle görülen âdet dışı şeylere ve hâdiselere mûcize denir. Diğer insanlar onun benzerini getirmekten âciz oldukları için böyle denmiştir. Mûcize, lügatte “acze düşüren âciz bırakan hârikulâde hal” mânâlarına gelir. hârikulâde; âdet olmayan, sık rastlanmayan şeyler demektir.

Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, O’nun ezelde tâyin ettiği âdet-i ilâhiyesi içinde meydana gelmektedir. Yâni Allahü teâlâ her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ kânunları denir. Bir işi yapmak, bir şeyi elde etmek için, bu işin sebeplerine yapışmak lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor. Mesela, peygamberlerden âdet dışı olarak kudret-i ilâhiye ile meydana gelen bu şeylere mûcize denir. Peygamberlerin mûcize göstermesi lâzımdır. Evliyâda meydana gelen âdet dışı şeylere kerâmet denir (Bkz. Kerâmet). Sâlih, îtikâdı ve ameli temiz Müslümanlarda olanına da firâset denir. (Bkz. Firâset)

Mûcize, Peygamber olduğunu ileri süren kimsenin, bu iddiasını kabul etmeyen kimselere karşı meydan okumak üzere elinde bulunan ve eşyânın alışılmış düzeninden ayrılan öyle bir şeydir ki, bu kimselerin bir benzerini yapmalarını imkânsız kılan bir mâhiyet taşımaktadır. Mûcize, peygamberlerin doğruluğunu göstermek husûsunda, Allahü teâlânın bir şehâdetidir. Mûcize ile, Allah’ın peygamberi olduğunu iddiâ eden kimsenin doğruluğunu ispat etmesi kasdedilmiştir. Mûcizenin şartları, vardır:

1. Allah’ın alışılmış sebepler olmadan yapmasıdır. Çünkü O’nun peygamberini tasdik ettirecektir.

2. Hârikulâde olmalıdır. Âdet olan şeyler, meselâ güneşin hergün şarktan doğması, ilkbaharda çiçeklerin açması, mûcize olmaz.

3. Bunu, başkalarının yapamaması lâzımdır.

4. Peygamber olduğunu bildiren kimsenin istediği zaman hâsıl olmalıdır.

5. İstediğine uygun olmalıdır. Meselâ şu ölüyü dirilteceğim deyince, başka harika hâsıl olursa, meselâ dağ ikiye ayrılırsa mûcize olmaz.

6. İsteyip de hâsıl olan mûcize, kendisini yalanlamamalıdır. Meselâ, şu hayvan ile konuşacağım deyince, hayvan bu yalancıdır derse, mûcize olmaz.

7. Mûcize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan tâze hurma isteyince eline hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâm çocukken göğsünün yarılıp, kalbinin yıkanıp temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi önceden hâsıl olan hârikalar mûcize değildi. Kerâmet idiler. Bunlara irhâs denir. Peygamberliği kuvvetlendirmek içindir. Bu kerâmetlerin evliyâda da hâsıl olmaları câizdir. Peygamberler, peygamberlikleri kendilerine bildirilmeden önce evliyâ derecesinden aşağıda değildirler. Kerâmetleri görülür. Mûcize, peygamber olduğunu bildirdikten az zaman sonra hâsıl olabilir. Meselâ, bir ay sonra şöyle olur deyince, hâsıl olduğu zaman mûcize olur. Fakat, hâsıl olmadan önce, bunun peygamber olduğuna inanmak lâzım olmaz.

Mûcize gösterirken, açıkça tehaddî etmek, yâni; “Siz de yapınız! Yapamazsınız!” demek şart değilse de, mûcizenin mânâsında tehaddî vardır. Kıyâmet hallerinden ve ileride olacak şeylerden haber vermekte tehaddî olamıyacağı için, bunlar kâfirlere karşı mûcize değildir. Müminler bu haberlerin mûcize olduklarına inanırlar. Evliyânın kerâmetleri de, peygamberlik iddiâ etmedikleri için ve tehaddî bulunmadığı için, mûcize olmazlar. Mûcizenin peygamberlik iddiasının doğru olduğunu ispat etmesi, başkaları bunu yapamadıkları içindir. Bu da, mûcizenin husûsi tesiri var demektir. Hattâ asıl ispat eden budur.

Sihir ve benzeri şeyler, bâzı şeylerin sebeplerini yaparak, o şeylerin meydana gelmelerini sağlamaktır. Bâzan da mevcut olmayan şeyi, varmış gibi göstermektir ki, dışarda yok olduğu halde, vehimde ve hayalde var görünür. Bunlar, hârika değildir.

Her peygamber mûcize göstermiştir. Kur’ân-ı kerîm’de bâzı peygamberlerin gösterdiği mûcizeler haber verilmektedir. Meselâ, Nuh aleyhisselâmın gemisinin tufandan kurtulması, Mûsâ aleyhisselâmın asâsının ejderha olup sihirbazların yılanlarını yutması, elinin nur (ışık) gibi parlaması, Kızıldeniz’in yarılıp Firavun’dan kurtulması, İbrâhim aleyhisselâmın Nemrud’un ateşinde yanmaması, Îsâ aleyhisselâmın, babasız doğması, ölüleri diriltmesi, âmâların (körlerin) gözünü açması, tıbbın tedâvisini temin edemediği baras hastalarını iyileştirmesi ve diriyken göğe kaldırılması bunlardan bâzılarıdır. Allahü teâlâ her peygambere, o zamanda yayılmış olup kıymet verilen şeylere benzer mûcizeler ihsân etmiştir. Son peygamber Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği mûcizeler ise sayılamayacak kadar çoktur. Her peygamberin mûcizesinden O’na da verilmiştir. Bunlardan bin kadarı kitaplarda yazılmıştır. Bu kadar mûcizenin en kıymetlisi, edepli olması ve güzel huyları idi. Kur’ân-ı kerîm’de, O’nun hakkında; “Sen, güzel huylu olarak yaratıldın.” buyrulmaktadır.

Hazret-i Muhammed’in (sallallahü aleyhi vesellem) mûcizelerinden bâzıları şunlardır:

1. Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğü Kur’ân-ı kerîm’dir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyatçılar, Kur’ân-ı kerîm’in nazmında ve mânâsında âciz ve hayrân kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâgati insan sözüne benzemiyor. Yâni, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve mânâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelimeler arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arap şâirlerinin şiirlerine benzemiyor. Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okumak ve işitmenin sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerden kalplerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler görülmüştür. Nice azılı İslâm düşmanları, Kur’ân-ı kerîm’i dinlemekle kalpleri yumuşamış, îmâna gelmişlerdir. İslâm düşmanlarından ve muattala, melahide ve karamita denilen, Müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’ân-ı kerîm’i değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de, hiçbir arzularına kavuşamamıştır. Tevrat, İncil ise, insanlar tarafından her zaman değiştirilmiş ve yine değiştirilmektedir. Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler ve iyi ahlâk ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’ân-ı kerîm’de açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbâbı anlayabilmektedir. Semâvî kitapların hepsinde, Tevrat’ta, Zebur’da ve İncil’de bulunan ilimlerin ve esrârın hepsi Kur’ân-ı kerîm’de bildirilmiştir. Hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyin bu ilimlerden çoğunu bildiklerini haber vermişlerdir. Kur’ân-ı kerîm’i okumak çok büyük bir nîmettir. Allahü teâlâ, bu nîmeti Habîbinin (sevgili Peygamberinin) ümmetine ihsân etmiştir. Melekler bu nîmetten mahrûmdur. Bunun için Kur’ân okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsirler, Kur’ân-ı kerîm’deki ilimlerden çok azını bildirmektedirler. Kıyâmet günü, Muhammed aleyhisselâm minbere çıkıp Kur’ân okuyunca dinleyenler bütün ilimlerini ve sırlarını anlayacaklar. (Bkz. Kur’ân-ı kerîm)

2. Muhammed aleyhisselâmın meşhur mûcizelerinin en büyüklerinden birisi de, ayın ikiye ayrılmasıdır. Bu mûcize, başka hiçbir peygambere nasib olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşındayken, Mekke’de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip; “Peygambersen ayı ikiye ayır.” dediler. Muhammed aleyhisselâm, herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabâsının îmân etmelerini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ kabul edip, ayı ikiye böldü.Yarısı dağın üzerinde göründü. Kâfirler; “Muhammed bize sihir yaptı.” dediler. Îmân etmediler.

3. Bir gün bir köylüyü îmâna dâvet etti. “Vefât etmiş kızımı diriltirsen îmân ederim.” dedi. Mezarına gittiler. İsmini söyleyerek kızı çağırdı. Kabir içinden ses işitildi. “Dünyâya gelmek ister misin?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Dünyâya gelmek istemem. Burada babamın evinden daha rahatım. Âhiret, dünyâdan daha iyi.” sesi işitildi. Köylü bunu duyunca hemen îmâna geldi.

4. Resûlullah, Süleyman aleyhisselâm gibi bütün hayvanların dilinden anlardı. O’na gelerek sâhibinden veya başkasından şikâyet eden hayvanlar çok görüldü. Huneyn Gazâsında, bindiği Düldül ismindeki ak katıra; “Yere çök!” dedi. Düldül, hemen çökünce, yerden bir avuç kum alıp, kâfirlerin üzerine saçtı.

5. Resûlullah’ın zevcelerinden Ümmü Seleme vâlidemizin âzâd ettiği Sefine ismindeki sahâbî, Resûlullah’ın hizmetinden hiç ayrılmazdı. Rumlara karşı yapılan gazâda askerden ayrılıp kâfire esir düştü. Kaçıp gelirken karşısına korkunç bir arslan çıktı. Ben Resûlullah’ın hizmetçisiyim deyip başından geçenleri anlattı. Arslan buna yüzünü gözünü sürüp, “Yanımda yürü.” dedi. Düşmandan bir zarar gelmesin diye yanından ayrılmadı. İslâm askeri görülünce dönüp gitti. (Bkz. Muhammed aleyhisselam)

6. Peygamber efendimiz, bâzı savaşlarda, susuz kalındığı zaman, mübârek elini bir kaptaki suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, suyun bulunduğu kap taşmıştır. Bâzan seksen, bâzan üçyüz, bâzan bin beş yüz, Tebük Gazâsında ise yetmiş bin kimsenin hepsi ve hayvanları, bu sudan içip kanmışlardır. Mübârek elini sudan çıkarınca kaynama durmuştur.

MUDANYA MÜTÂREKESİ

İstiklâl Savaşı sonunda, 11 Ekim 1922 târihinde TBMM Hükümeti ile Îtilâf Devletleri arasında Mudanya’da imzâlanan ateşkes antlaşması.

30 Ağustos 1922’de zaferle neticelenen Büyük Taarruzdan ve Türk ordusunun İzmir’e girmesinden hemen sonra,Türk ordusunun Trakya’ya geçmesinden endişe eden İngiltere’nin kışkırtmasıyla Îtilâf Devletleri Çanakkale Boğazının Anadolu yakasına bir miktar asker çıkardılar. İngiltere Türklerin Trakya’ya geçmesi hâlinde yeni bir savaştan çekinmeyeceğini açıkladı. Fakat Fransa ve İtalya bu görüşe karşı tepki gösterdiler. Hattâ Fransız Başbakanı Henri Poincaré Fransız birliğinin Çanakkale’den çekilmesi emrini verdi ve Türklerin Millî Kurtuluş hareketine saygı duyduklarını ve barışçı bir tutum tâkip edeceklerini duyurdu. İtalya da bu politikayı benimsedi. İzmir’de Mustafa Kemâl Paşa ile Fransız Generalı Pellé ve Diplomat Franklin arasında bir öngörüşme yapıldı. Bu öngörüşmeden sonra detaylı görüşmelere geçilmesi kararlaştırıldı. Türkiye’den İsmet (İnönü) Paşa başkanlığındaki bir heyetin katıldığı ateşkes antlaşması görüşmeleri 3 Ekim 1922’de Mudanya’da başladı. İngiltere’den General Harrington, Fransa’dan General Charpy ve İtalya’dan General Mombelli’nin katıldığı görüşmeler neticesinde 11 Ekim 1922’de ateşkes antlaşması imzâlandı. Yunanistan görüşmelere katılmadı. Fakat 14 Eylül 1922’de yayımladığı bir bildiriyle mütâreke şartlarını aynen kabul ettiğini açıkladı. Mudanya Mütârekesi 14-15 Ekim gecesinde yürürlüğe girdi. Böylece Türk-Yunan Savaşı da son buldu.

Altı maddeden meydana gelen Mudanya Mütârekesinin şartları özetle şöyledir: Ateşkes 14-15 Ekim gecesi yürürlüğe girecektir. Yunan birlikleri Doğu Trakya’dan hemen çekilmeye başlayacak ve bölgeyi on beş gün içinde tamâmen boşaltacaklardır. Yunanlıların boşalttığı bölgeye emniyeti sağlamak için 8000 kişiyi geçmeyen bir Türk jandarma birliği gönderilecektir. Boşaltmanın tamamlanmasından sonra, otuz gün içinde idâre, Îtilâf Devletleri aracılığıyla Türklere devredilecektir. Bu devir teslim sırasında çıkabilecek olaylara karşı Îtilâf Devletlerinin Doğu Trakya bölgesinde bulunduracağı yedi tabur, devir teslim işlemlerinin tamamlanmasından sonraki otuz gün içinde Trakya’dan çekilecektir. Barış antlaşması imzâlanıncaya kadar Türk kuvvetleri Kocaeli ve Çanakkale bölgelerinde tesbit edilmiş olan sınırları aşıp Trakya’ya geçemeyecektir.

Zafer kazanılmış olmasına ve Mudanya Mütârekesi uygun şartlarda imzâlanmış olmasına rağmen, mütârekenin uzantısı olarak imzâlanan Lozan Barış Antlaşmasında istenen neticeye ulaşılamamıştır.

MUGÎRE BİN ŞU’BE

Eshâb-ı kirâmın meşhûr dâhi ve vâlilerinden. İsmi, Mugîre olup, künyesi; Ebû Îsâ ve Ebû Abdullah’dır. İsmi ve nesebi, Mugîre bin Şu’be bin Ebî Âmir bin Mes’ûd bin Mu’eb bin Mâlik bin Ka’b bin Amr bin Avf bin Kays’dır. Tâif’in, Sakîf Kabîlesine mensuptur. Bi’setten (Peygamber efendimize peygamberlik bildirilmeden) önce muhtemelen 600 senesinde Tâif’te doğdu. 670 (H.50) senesinde Kûfe’de tâûn (vebâ) hastalığından vefât etti.

Mîlâdî 627 senesinde; Tâif puthânesindeki Lât râhipleriyle anlaşamayıp, Medîne-i münevvereye geldi. Hendek Gazvesi esnâsında îmânla şereflenip Müslüman oldu. İslâmiyetin müdâfaası için, Resûlullah’ın yanında gazâlara katıldı. Peygamberimizin yanında bulunup, O’na hizmet etti. Seriyyelerde kumandanlık ve mücâhidlik yaptı. Bî’at-ı Rıdvân’da bulundu. Hudeybiye Antlaşmasında Peygamberimizin yanında olup, hizmetindeydi. Kureyşli müşrikler, Benî Sakîf Kabîlesi reîsi ve Mugîre’nin (radıyallahü anh) amcası olan Urve bin Mes’ûd’u elçi olarak gönderdi. Urve, konuşma esnâsında câhiliyye âdetinde olduğu gibi Peygamberimizin sakalını tutup okşamak istedi. Mugîre radıyallahü anh, amcası Urve’ye kılıcının ucuyla müdâhale ederek, Resûlullah’ın mübârek sakalına dokunmaktan men etti. Amcası, onun Resûlullah’a karşı olan sevgisi, muhabbeti ve bağlılığı karşısında hayrete düştü. Mugîre bin Şu’be; Mekke’nin fethine, Huneyn Gazâsına, Tâif ve Tebük Seferine katıldı. Mugîre radıyallahü anh, Tâif’i küfür karanlığından nûra kavuşturup Mekke’ye Resûlullah’ın yanına döndü. Vedâ haccına katıldı. Resûlullah’ın âhirete teşriflerinde techiz ve tekfîninde vazîfe aldı. Peygamberimiz kabre indirildikten sonra, üzerine toprak atılırken yüzüğünü düşürdü. Hazret-i Ali’ye durumu arz edip, kabirden yüzüğünü almak istedi. Müsâade edilince kabre inip, yüzüğünü alırken, Peygamberimizin ayaklarını sıvazladı. Böylece Resûlullah’ın mübârek bedenine son defâ elini süren kişi oldu. Bundan dolayı; “Resûlullah’tan son ayrılan insan benim.” derdi.

Hazret-i Ebû Bekr’in hilâfetinde, yalancı peygamberlik iddiâsında bulunan Müseylemetü’l-Kezzâb ve dinden dönen mürtedler üzerine gönderilen orduda vazife aldı. Yemâme Harbinde mürtedlere, Şam ve Yermük’te de Rumlara karşı savaştı. Yermük’te bir gözü yaralandı. Hazret-i Ömer zamânında Irak’taki fetihlere katıldı. Kadisiye Meydan Muhârebesi öncesinde Müslümanların sefirliğini yaptı. İslâm ordusunun zaferiyle sonuçlanan bu muhârebede büyük bir kahramanlık gösterdi.

Hazret-i Ömer, 638 senesinde onu önce Basra, sonra da Kûfe Vâliliğine tâyin etti. Basra vâliliği esnâsında gelir ve giderin hesâbını tutup, her husûsu yazılı olarak tesbit etme usûlünü getirdi. Bu usûl, hazret-i Ömer tarafından beğenilip, tatbikâtın devâmına müsâde edildi. Nihâvend ve Hemedan zaferlerinde bulundu. Hazret-i Osman’ın hilâfetinde, Medîne’ye çağrılıp, çeşitli vazîfelerde bulundu.

661 senesinde Kûfe Vâliliğine tâyin edildi. Kûfe’de hâricîler türeyince, onların reîslerini öldürüp, taraftarlarını cezâlandırdı ve hâricî isyânını bastırdı. Halîfe Muâviye’nin (radıyallahü anh) takdirini kazandı. Vefâtına kadar Kûfe Vâlisi kaldı. Kûfe’de 670 senesinin Şâban ayında yetmiş yaşındayken tâûndan vefât etti.

Dehâ sâhibi olan Mugîre bin Şu’be radıyallahü anh, teşkilâtçı bir Sahâbiydi. Onun zekâ ve kâbiliyetini, zamânın meşhur dâhilerinden hazret-i Muâviye de takdir ederdi. Büyük meseleleri üstün görüşüyle hemen hâlledip, en sıkışık durumlarda bile çıkış yolu bulurdu. Dînî ilimlere vâkıf, tedbir sâhibiydi. Pekçok talebe yetiştirdi. Bunlara dînî ilimleri öğretip, hadîs-i şerîf rivâyet etti. Oğulları Urve ve Hamza, Urve bin Zübeyr, Hubeyre bin Vahye, Misver bin Mahzene, Kays bin Ebî Hâzim, Mesruk bin Ezda, Nâfi bin Cübeyre, İbn-i Mutem, Amr bin Vehb talebeleriydi. Yüz otuz üç hadîs-i şerîf rivâyet etti. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır.

Arkasından saçı başı dağıtarak ağlanılan, feryâd edilen ölü, feryâd ve figân sebebiyle azâb görür.

Ölülere kötü söylemeyiniz, zîrâ bu sebeple hayâttaki yakınlarını incitmiş olursunuz.

Mugîre bin Şu’be hazretleri bir kadınla evlenmek istemişti. Peygamber efendimiz, Mugîre’ye (radıyallahü anh); “O’nu gördün mü?” buyurdular. Mugîre; “Hayır yâ Resûlallah!” deyince, Resûlullah efendimiz; “O’nu gör. Zîrâ birbirinizi görmeniz, aranızdaki muhabbeti arttırır.” buyurdu.

Mugîre bin Şu’be, Resûlullah’ın namaz kıldıktan sonra şu duâyı okuduğunu rivâyet etmiştir:

Allahü teâlâdan başka hiçbir îlâh yoktur. O’nun ortağı da yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye gücü yetendir. Allah’ın verdiğine mâni olacak, engellediğini verebilecek yoktur. Allah’ım, senin lütfun olmazsa, mal sâhibine mülkü fayda vermez.